14. Bölüm
Adil Giray'dan Perihan'a Mektup
İmdadıma yetiş ey melek yüzlüm, gülün bir cadının pençesinde soluyor! Aşk için deliliktir derler. Ne kadar doğrudur bilmem, fakat bazı durumlarda insanı çıldırmaktan kurtardığını bu akşam çok iyi anladım. Senin güzel hayalin, bir muhafız gibi, karşımda durup da varlığımı belalardan korumasaydı, beni şimdiye kadar çoktan çıldırmış ve zincirlere vurulmuş olacaktım... Ne kadar kötü bir talihim varmış... Meğer Allah beni ne kadar büyük belalara uğramak için yaratmış.
Çaresizim! Durumumu anlatamayacağım. Kafamda kapkara hayaller canlanıyor, kâbus ve ölüm üzerime çöküyor... Kalbim duracak gibi oluyor, nefesim kesiliyor... Bilmem ki halimi sana nasıl anlatayım... Bir saat önce kadın yanımdaydı, ar perdesini yüzünden tamamen kaldırdı... Sanki Şah karısı değil, adi bir kahpe. Tövbe, tövbeee... Namuslu bir genç kızın huzurunda bana terbiyemi bozduracak. Zorla kendisini sevdirmek istiyor. Üç gece sonra tekrar odama geleceğini ve o zamana kadar kendisine bir çare bulamazsam, ölünceye kadar yanımdan ayrılmayacağını kesin bir şekilde söyledi ve cehennem oldu gitti. Uyusam kâbus gibi rüyamdan çıkmıyor. Geberip kurtulayım desem, dünyada yapılan kötülükler mezarımdan ayrılmayacak! Ya beni bu melunun elinden kurtarmaya bir çare bul, ya da izin ver, ben ondan kendimi kurtarayım. Keşke yanıma gelsen de bir iki dakikacık yüzünü görebilsem, gönlümün bu kızgınlığı belki biraz yatışırdı. Merhamet edip de yarım saatliğine olsun gelemez misin? Şu anda sana çok ihtiyacım var. Allah biliyor ki, çektiğim acılar, cehennem azaplarına bin defa rahmet okutuyor. Yardım! Merhamet! İnsaf...
"Hangi bir derdimi hicran ile tadat edeyim,
Sen de dâd etmez isen ben kime feryat edeyim?"
Adil Giray, bu mektubu gönderdikten sonra kısa bir zaman geçmişti ki, sevgilisinden şu cevabı aldı:
Perihan'dan Adil Giray'a Mektup:
Bu lanetli kadın sana değil ölümüne âşık olmuş, Azrail'in yanında dolaşıp duruyor... Bir defa olsun aynaya bakmaz mı sanki? Kör olası gözleri, senin güzel ve soylu yüzündeki ışığı, duruşundaki saflığı görmez mi? Acaba yıldırımlar altında ezilesi kafası, kendi yaşı ile senin gençliğini bir defa olsun karşılaştırmaz mı? Sana öyle kene gibi yapışarak benden ölüm mü dileniyor? Yakasından tutup da kendisini cehennemin dibine atmamı mı istiyor? Onun hırsından çektiğim işkencelere şeytan uğrasa acınacak hale gelirdi. Fakat o benim halimi bilmiyormuş, ben onun halini biliyorum ya... Allahım! İntikam! İntikam! Günün birinde karşısına dikilip de yüzündeki alçaklığı, duruşundaki iğrençliği yüzüne karşı doyasıya haykırabilecek miyim? Allah'ım, bana bu saadeti tattıracak mısın? Bir kere ayaklarımın altına alıp da suratındaki yılan derisini yüzmek zevkini tadabilecek miyim? Kahrolası cadı, artık kendine bir aşk yarattı, bütün kadınların namusunu berbat etti. Bu yetmedi, işin içine beni de karıştırdı, yalancılığına, iğrençliğine beni de ortak etti. Yine yetmedi, zavallı kardeşini zindanlara attırdı, senin de cellat gibi üzerine yapıştı, neredeyse seni de yok edecekti. Hırsının ateşi yine de sönmedi. Senin mantığına, benim de durumuma uygun olmayan birtakım şeylere bizi mecbur etti. En dürüst iki adamımız ve en tehlikeli iki mektubumuz, bugün kazanın belanın en yoğun olduğu yollarda dolaşıp duruyor. Yakalanacak olurlarsa mahvoluruz. Bu işlerin sonu nereye varacak diye düşünmekten uykumuz, huzurumuz kaçtı... Domuz kadın, hâlâ kendi keyfinde. Haftada iki üç gün o cadı bakışlarıyla ve pis nefesiyle senin güzel yüzünü solduruyor... Bütün bunlar yetmezmiş gibi, şimdi de senin namusunu, benim de hayatımı rezil etmeye çalışıyor. Domuzu bir tokatta cehennemin yedinci katına göndermekten kolay bir şey yok. Fakat bu cehennem yolculuğunda yakamızı onun lanet pençesinden kurtarıp da kendisiyle beraber düşmemek mümkün değil. Üzerine gidilse topuk altında ezilecek. Bir akrebin zehriyle iki insan da beraber telef olacak. Allah'ım! Ah Allah'ım! Ne içinden çıkılmaz bir bela çukuruna daldık! Bilsen gönlümden neler geçiyor! Başka bir bahane bularak cadıyı sarayın ortasında hançerlemek geliyor içimden. Sen, benim kadınlığıma bakma, ben hançer, kılıç kullanmasını da bilirim, hem birçok erkekten daha iyi bilirim. Bu işi yaparken kimseden korkmam. Hatta Şah'tan bile. Çünkü bu suretle o zavallıyı da bir beladan kurtarmış olurum... Fakat Hamza, belki bana kasteder. Arada sen olmasan Allah şahit ki, bu yolda ölmeyi asla düşünmem. Fakat ölmek istemiyorum, seni bu durumda bırakıp da ölerek kendimi işkenceden kurtarmayı sana düşmanlık sayıyorum. Kin ve kıskançlık gönlümde birer cehennem ejderhası gibi alevden dili ve ateşten dişleriyle vücudumun her zerresini yakıyor, koparıyor da yine dayanıyorum. Fakat bu mümkün değil, sonu sana zarar verecek olan bir tehlike aklıma gelince hiçbir şeye kalkışmak benim için mümkün olmuyor. Yanıma gelse, hakaret etse, işkence yapsa vücudumun her tarafını parçalasa, hatta... Ah! Hatta seni elimden almaya kalkışsa, yine bir şey yapmak elimden gelmeyecek. Benim yüzümden bir dakika bile endişeye düşmene gönlüm razı olmuyor. Yapma! Allah aşkına bir çılgınlık yapma! Erkeksin, kadınlardan sabır dersi almak sana yakışmaz... Sabret! İçinden geçenleri ona hiç belli etme! Tatlı sözlerle oyala. Ne yaparsan yap, ama onun eline bir ipucu verme! Sonra onun kininden kurtulamayız. Allah biliyor, şeytana rahmet okutacak lanetlilerdendir. Bir de Allah aşkına, böyle uygun olmayan zamanda beni yanına çağırıp durma! Gelemiyorum. Emrine itaat ederek ruhum ne vücudumdan ayrılıp yanına gelebiliyor, ne de yerinde durabiliyor. Beni böyle işkenceler içinde bırakmak sana yakışmaz. Görüyorsun ki, fırsat buldukça yanından ayrılmamaya çalışıyorum. Fırsat olmadığı için bir süre ayrı kalıyorsak, ne yapalım? Bir gün elbette hayatımızı birleştireceğiz. Şimdilik ruhlarımız hep beraber ya! En azından onunla teselli bulalım...
"Çun fâsüa-i beyt boved fasıla-i mâ
Mâ ez to codâim besûret ne beme'nâ."
(Bizi birbirimizden ayıran, sadece bir duvardır.
Görünüşte senden ayrıyım, fakat ruhen değil.)
Bu cevabı alan Adil Giray, onun her isteğine kayıtsız şartsız uymaya karar verdi ve önceki düşüncelerinde daha fazla ısrar edemedi... Çaresiz, başının belası Şehriyar'ın gelmesini bekledi. Bu işkenceli bekleyiş fazla uzun sürmedi. Şehriyar, laftan anlamaz bir alacaklı gibi geldi. Hal hatır sorma töreni biter bitmez, kadın yine iğrenç amacını ortaya atarak yalvarmalara, ısrarlara başlayınca aralarında şöyle bir konuşma oldu:
Adil Giray: "Efendim, güzel diyorsunuz. Sevişmek tatlı ve güzel bir şeydir. Fakat bu sevişmenin sonu nereye varacak? Birleşmeye mi diyeceksiniz? Birleşmek için ortada bir hak, bir hukuk olması gerekmez mi?"
Şehriyar sahte bir utanç göstererek: "Anlayamıyorum, demek ki namusluluk sergilemenin erkeklere düştüğü bir zamanda dünyaya gelmişiz."
"Başka erkekleri bilmem. Fakat bizim hanedan üyelerinin hepsi de namuslu insanlardır, başkasının nikâhlı karısına göz koyacak namussuz bir adam, şimdiye kadar bizim sülaleden çıkmadı..."
"Bu mazeretlere kanacağımı mı sanıyorsunuz? Beni seviyorsunuz, sözün doğrusu bundan ibarettir. Öyle değil mi? Eğer öyle değilse, bunu ilk konuştuğumuz gece Türk topraklarına geçeceğinizi söylediğiniz vakit ben de arkanızdan geleceğimi bildirince neden ses çıkarıp kabul ettiniz?"
"O zaman hak da vardı, hukuk da vardı, onun için kabul ettim."
"O ne biçim hak, ne biçim hukukmuş? Kocam sağ salim dururken beni nikâhla mı alacaktınız?"
"Evet, nikâhla alacaktım."
"Alaya almanın bu kadarını hiç görmemiştim. Kocam içerde oturuyor. Nikâh üstüne nikâh olur mu hiç?"
"Olabiliyormuş ki, Yavuz Sultan Selim zamanında, Çaldıran'da Şah I. İsmail'in kadınlarından Taçlı Hanımı Nişancı Cafer Çelebi ile evlendirdiler."
"Söylediğin doğrudur! Öyle bir şey hatırlıyorum. Mademki Türklerde nikâh üstüne nikâhta bir engel yok! Şu gönderdiğiniz adamlar da çabuk gelemezler mi sanki? Ne yapılacaksa şimdiden yapılsa..."
İş bu safhaya gelince Adil Giray'ın, gevezeliği tuttu: "Sevgi ve aşk şerefini siz kadınlar kazanıyorsunuz, bari hasret ve hicranı da biz erkeklere bırakınız!" gibi birtakım gevezelikler etmek istedi. Fakat onun sözleri, gönlünden nefret ederek kaçıyormuş gibi, ağzından birbiri ardınca dökülüyordu... Her neyse, vicdanının katili olan karıyı, bin bela ile başından defettikten sonra, düşünmeye ve kendisini seven bu iki kadını kıyaslamaya başladı. Şehriyar, şehveti için her kötülüğü, her rezilliği, her alçaklığı göze alacak kadar azgın bir kadındı...
Perihan'ın hayalini gözünün önüne getirdi. Bu yüksek duygulu temiz kız, saf ve masum bir aşkın ateşinde yanıp tutuşurken bile her tedbirini yüksek bir fikre, insani bir amaca dayandırıyor, kalbi hep en temiz hislerle çarpıyordu. Bunları düşündükçe, Yüce Allah'ın birbirine zıt varlıklar yaratmadaki gücünü bir kez daha gördü. Birkaç gece sonra Perihan'la yalnız buluştukları zaman Adil Giray, son görüşmeyi ona ayrıntıları ile anlattı. Onun yalancıktan da olsa, Şehriyar'a böyle bir söz vermiş olması, Perihan'ın, yüreğine bir hançer saplanmaktan daha beter ve elemli bir işkence oldu. Ama ne çare ki, mecburiyet, zavallı kızı, o işkenceyi de sabır ve metanetle geçiştirmeye mecbur etmişti. Çünkü Şehriyar'ı oyalamak fikrini Adil Giray'a veren kendisiydi. Böyle olunca da, şikâyet etmeye hakkı kalmıyordu. Ayrılıp da odasına çekilince, acılarını biraz olsun dindirebilmek için, yatağına yüzüstü kapandı ve hıçkırarak ağlamaya başladı. Ağladı... Ağladı... Sabaha kadar hıçkırarak doyasıya ağladı. Ve ancak bu acı gözyaşlarında olsun biraz teselli bulabildi...
Şirvan'a göndermiş oldukları Sadık ve İbrahim, Perihan sayesinde İran topraklarını kolaylıkla geçerek Şirvan sınırına ulaşmışlardı. Türk karakollarından kurtulmakta da zorluk çekmemişlerdi. Çünkü Adil Giray tarafından Osman Paşa'ya yazılan mektubun üstündeki mühürle zarfın arkasındaki yazıyı hangi Türk subayına gösterse kolaylık görmüşler ve en küçük bir zorlukla karşılaşmadan gidecekleri yere varmışlardı. İbrahim, Adil Giray'ın mektubunu Osman Paşa'ya verdi. Sadık da, Perihan'ın mektubuyla beraber Şemhal'in yanına gitti. Osman Paşa için bu mektup kayıplardan gelen, bulunmaz bir fırsattı, hemen harekete geçmesi çok faydalı olacaktı. Fakat ne çare ki, o sıralarda Cezmi yanında değildi. Komutan, çok güvendiği o kahramanı, düşmanın durumunu anlamak üzere, Tiflis'e göndermiş ve Cezmi orada bulunduğu sıralarda da, İmam Kuli Han, on bin kadar İran askeriyle Tiflis Kalesi'ni kuşatmıştı. Bu durumda Osman Paşa, çaresiz olarak Adil Giray'ın mektubunu, onu getiren adamla beraber, ordu komutanı Lala Mustafa Paşa'ya gönderdi. Bir yandan da Cezmi'yi Tiflis'ten getirtme çarelerini araştırmaya koyuldu. Kale kuşatılalı üç ay olmuştu. İran devletinin kışkırtmasıyla ayaklanan Gürcüler, yolları kesmişlerdi. Kaleye gönderilen erzak kervanlarını yağma ediyorlardı. Savaş mevsimi gelmediğinden, üzerlerine yeteri kadar kuvvet göndermeye de yeniçerilerle sipahilerin sayıları ve tutumları elverişli değildi. Bazı komutanlar, mecburen kendi karargâh mensuplarıyla kaleye erzak yetiştirmeye çalışıyor, ancak düşmanın çokluğundan dolayı, hiçbiri bunda başarılı olamıyordu.
Tiflis'te savaşan bir avuç asker, bir yandan İranlıların hücumları, bir yandan da açlık ve hastalık yüzünden azalarak yedi yüz kişiye inmişlerdi. Erzakların son tanesine varıncaya kadar bitirmişler, kalede ne kadar hayvan varsa kesip yemişlerdi. Osman Paşa'nın Tiflis'e gelirken Cezmi'ye hediye ettiği kıymetli at bile, bu açlık ve sefalet karşısında canını kurtaramamış ve kesilip yenmişti. Vaziyet o kadar kötüydü ki, kedileri ve köpekleri bile yemeye başladılar. Bir köpek iki yüz akçeye kadar satılıyordu. Açlığın bu kadar korkunç bir hal almasına rağmen kaledeki Türk kahramanları açlıktan ölmeyi, düşmana teslim olmaktan üstün tutuyorlardı. İbrahim'in ordu karargâhına varışı, Tiflis'ten üst üste gelen imdat çığlıkları esnasındaydı. Lala Mustafa Paşa, kaleye yardım etme çarelerini düşünmek ve gereken kararları almak üzere, tüm komutanları karargâhında topladı. Tüm sorun, kaleye biraz yardım ve erzak gönderebilmekti. Buna oy birliğiyle karar verildi. Üzerinde önemle durulan ikinci bir konu ise şuydu: Bu yardım ve erzakı kim götürecekti?
Yapılan bu toplantıda Sokullu'nun oğlu Hasan Paşa da vardı. Daha sonraları, III. Murat ile III. Mehmet dönemlerinde, yaptığı hizmetler ve elde ettiği önemli başarılarla, ünlü vezirler ve komutanlar arasında yerini alacak olan bu genç asker, o sıralarda henüz yirmi yedi yaşındaydı. İstanbul'dan ayrılırken babası, "Oğlum, bilirim, Tiflis'e erzak götürmek görevi sana düşecektir. Göreyim bakalım seni... Bu hizmeti kendine bir yükselişin başlangıcı say! Dikkatli ol! Tedbirli hareket et!" emrini vermişti.
Tiflis'e iaşe ve yardım ulaştıracak bir cengâver aranırken, Hasan Paşa, gönüllü olarak bu işi üzerine aldı. Harekete geçmeden evvel, ordu komutanınca şahsına verilen gerekli talimatın bir maddesi de Tiflis'e girmede başarılı olduğu takdirde, dönüşte Cezmi'yi de mutlaka beraber getirmesiydi. Hasan Paşa, yanına kâfi miktarda asker ve iaşe alarak Tiflis yolunu tuttu. Gitmesinin üzerinden günler geçtiği halde Hasan Paşa'dan henüz hiçbir ses seda çıkmıyordu. Mustafa Paşa ile diğer kumandanlar, onun bu zor görevi başarı ile bitirip bitiremeyeceğini tahmin etmekle uğraşıyorlardı. Komutanların çoğu, bu son teşebbüste de başarı sağlanamayacağını düşünmekteydiler. Erzurum'dan ayrılıp gidişinin on altıncı gününde Hasan Paşa, Cezmi'yi de yanına alarak geldi. Görevini muvaffakiyet ile bitirmiş, götürdüğü asker ve erzakı kale komutanına teslim etmiş ve kaleyi kuşatan düşman kuvvetlerini hırpalayarak kısmen çekilmek zorunda bırakmış, gençliğine ve tecrübesizliğine rağmen elde ettiği başarı bütün ordu mensuplarının gıpta ve takdirlerini kazanmıştı. Özellikle Lala Mustafa Paşa, babasına son derece kızgın olduğu halde, bu olağanüstü kahramanlık karşısında kendini tutamamış, heyecana gelmiş ve her şeyi unutarak Hasan Paşa'yı baba sevgisiyle kucaklayarak:
"Bu şahin hızı, bu aslan pençesi Şahinoğulları'na mahsustur!" sözleriyle onu övgülere boğmuştu. Akşam vakti Mustafa Paşa'nın ilk işi, toplantıyı erkenden bitirip Cezmi'yi yanına çağırmak ve Adil Giray'ın mektubunu göstermek oldu. Lala Mustafa Paşa'nın kendisine verdiği bu zor görevi onurla kabul eden Cezmi, işin gizli tutulması, tedbirli davranılması, kendisinin hem Osman Paşa ile hem de Şemhal'le mutlaka görüşmesi ve İran'a güven içinde girebilmesi için, Şemhal'den Perihan'ın mektubuna cevap alması gerektiğini, bunun için de zaman gerektiğini söyledi. Paşa, bu konuda Cezmi'yi haklı buldu:
"Hiç olmamasındansa geç olması daha evladır." dedi. Yanına tedbir olarak bin altın verdi ve hemen o gece Cezmi ile İbrahim'i, Demirkapı'ya yani Özdemiroğlu Osman Paşa'nın karargâhına gitmek üzere yolcu etti. Yolculuğun bu ilk kısmı fevkalade kolay ve zahmetsiz geçti. Cezmi, Osman Paşa ve Şemhal'le görüştü. Cezmi, Adil Giray'ın büyük kardeşi olan Mehmet Giray'ın o sıralarda Şirvan'a geldiğini öğrendi ve onunla da görüştü. Gerekli mektupları ve talimatı aldıktan sonra, İbrahim ve Sadık'la beraber İran yolunu tuttular. Cezmi, İran'a serbestçe girmeyi düşünüyordu. Fakat bunda başarılı olamadı. Çünkü Tokmak Han, emrindeki askerlerle sürekli Türk kervanlarını vuruyor ve bize bağlı olan yerleri yaktırıyor, yağma ettiriyordu. İranlı komutanın bu davranışına karşılık olarak, Özdemiroğlu Osman Paşa ile Mehmet Giray, o sıralarda İranlıların elindeki Şamahi'ye asker gönderdiler.
Kale geri alındı ve muhafızların komutanı Mehmet Han idam edildi. Bakü'ye gönderilen bir Tatar birliği de orayı aldı, Kura nehrini geçerek ve etrafa akıncılar dağıtarak o civardaki İran köylerini ve kasabalarını Kızılağaç'a kadar yağmaladılar. Öte yandan Ordu Komutanı Lala Mustafa Paşa da, Anadolu Beylerbeyi Cafer Paşa'yı, büyük bir birlikle, Revan'ın alınmasına tayin etmişti. Fakat o da "vur" deyince "öldür!" anlamış ve vicdansızca bir intikama girişmiş, hem Revan'da, hem de etrafında bulunan yaldızlara ve altınlara gömülü birçok büyük ve kıymetli binanın altını üstüne getirmiş, ayrıca yirmi binden fazla kadın ve çocuğu da esir almıştı. Cafer Paşa'nın bu hareketleri İran komutanlarını son derece kızdırdığı için, Türk sınırlarından içeriye kuş bile uçurmuyorlardı. Hatta Cezmi'yi gördükleri zaman üzerine saldıran İran askerleri, söz dinler ve dert dinler tipinden olmadıkları için, ilk hamlede zavallı Sadık ile İbrahim'i şehit ettiler. Cezmi, altındaki kula atıyla yanındaki fedakâr ve sadık adamları sayesinde canını zor kurtarabildi. Bu çarpışma sırasında, yanına yaklaşabilenlerden üç dört İranlıyı tepelemiş, fakat kendisi de omzundan hafif bir kılıç yarası almıştı. Atlattığı bu tehlike üzerine Cezmi, amacına ulaşabilmek için ordu komutanına başvurup ne yolda hareket edeceğini sormaktan ve yeni talimat almaktan başka çare düşünmedi. O günlerde Lala Mustafa Paşa, aşağıda ayrıntılı bir şekilde izah edilen sebeplerden ötürü ordu komutanlığı görevinden ayrılmıştı. Aynı zamanda padişah damadı olan Sadrazam Sokullu Mehmet Paşa, altmış yıldır devlet hizmetinde bulunuyordu. Hiç aralıksız on beş sene üç padişahın sadrazamlığını yapmıştı. Osmanlı İmparatorluğu kurulduğundan bu yana sadrazamların içinde, Çandarlı Halil Paşa, Halil Paşa ve Köprülü Fazıl Ahmet Paşa'dan başka kimse bu kadar uzun süre bu mevkide kalmamıştır.
Kanuni Sultan Süleyman döneminde başlayan sadrazamlığı onun ölümünden sonra gelen, eğlence ve zevk düşkünü iki padişah zamanında da devam etmiş ve Sokullu, ölen hükümdarın yokluğunu yıllarca hiç hissettirmemişti. Kanuni'nin bıraktığı derin boşluğu doldurmaktan çok uzak olan oğlu II. Selim, ondan sonra tahta çıkan III. Murat gibi, şehvet ve eğlenceden başka hiçbir şey düşünmeyen, koca devleti saray kadınlarının eline bırakan bir adamdı. Bu iki zavallı hükümdar zamanında da Osmanlı Devleti, Sokullu'nun yüksek irade ve idaresi sayesinde, Kanuni devrindeki heybet ve gücünden hiçbir şey kaybetmemişti. Sadrazam oluşunun on beşinci ve son yılı olan 1579 ramazanında bir gece, namazını kıldıktan sonra, her zaman yaptığı gibi haznedarı olan Hadım Hasan Ağa'yı odasına çağırdı. Her gece namazdan sonra haznedarını odasına çağırır, Osmanlı tarihinden parçalar okuturdu. O gece de I. Murat'ın Kosova Meydan Savaşı ve bu savaş sonunda Padişah'ın Miloç Kabiloviç adlı hain bir Sırp subayı tarafından nasıl şehit edildiği okunuyordu. Koca Sokullu'nun gözleri yaşardı ve kendisine öyle bir şehitlik nasip etmesi için tüm kalbiyle Allah'a yakardı. Bu yakarış, Allah katında kabul edilmişti. Ertesi gün sarayında, ikindi divanına hazır bulunduğu sırada, bir herif, dilekçe verecekmiş gibi Sadrazam'ın yanına yaklaştı ve hemen bıçağını çekerek o büyük adamı birkaç yerinden bıçakladı. Çok derin olan bu yaralar, bir saat gibi kısa bir zaman içinde Sokullu'nun ölümüne sebep oldu. Paşa'nın adamları, sonsuz bir kızgınlıkla herifi tepelediler. Bu hainliğin sebebi ve katilin daha başka arkadaşları ve yardımcıları olup olmadığı bir türlü anlaşılamadı. Koca vezirin hayatına son veren bu suikast hakkında sonradan birçok şeyler söylendi ve yazıldı. Fakat bunların hiçbiri hayal ve tahmin sınırından öteye geçemedi. Bazı tarihçiler, bunu Saray'dan, bazıları da Sokullu'nun düşmanlerinden sandılar ve tarihe bu açıdan ışık tuttular. Hatta, adamı tepeleyenleri de, olayın üstünü kapatmak için, para ile tutulmuş katiller gibi göstermek isteyen tarihçiler bile çıktı. Sonuç olarak, Osmanlı tarihinin yönünü değiştiren bu olay, böylece tarihin karanlıklarına gömüldü gitti. İmparatorluğun bükülmez kolu, eğilmez başı olan koca Sokullu, hain bir bıçağın darbeleriyle hayata gözlerini yumduktan sonra, yerine getirilen Ahmet Paşa, kişiliksiz, silik ve iradesiz bir adamdı. Sokullu'nun bıraktığı boşluğu doldurmak şöyle dursun, onun gölgesi kadar bile onur sahibi değildi.
Sokullu devrinde köşelerine sinmiş olan birtakım makam düşkünü adamların cesareti sonuna kadar artmıştı ve istedikleri kadar at oynatabilirlerdi. Kendisini dev aynasında gören ve kendisinden başka kimseleri beğenmeyen, ama Sokullu'dan utanıp korktuğu için o zamana kadar sesini çıkaramayan Sinan Paşa da, yeni sadrazamın zayıflığından faydalanarak siyaset cambazlıklarına başladı. Önceden beri en güçlü ve en büyük düşmanı bildiği Lala Mustafa Paşa'nın İran üzerindeki hareketlerini kötülüyor, saldırının gevşek gittiğini ve ordu komutanlığı kendisine verilecek olursa, birkaç ay içinde İran'ın altını üstüne getireceğini, hatta Şah'ın kellesini bile saraya gönderebileceğini iddia ediyordu. Ölçüsüz ve desteksizce atıp tutuyordu. Bu davranıştan amacı da hiç şüphesiz Lala Mustafa Paşa'nın ayağına çelme takmaktı. Sinan Paşa'nın bu yoldaki gevezeliklerine birçok değerli hediyeleri de eklenince amacı gerçekleşmiş, Tiflis saldırısında gevşek davrandığı bahanesiyle, 1579 sonlarında, ordu komutanlığı görevi Lala Mustafa Paşa'dan alınarak Sinan Paşa'ya verilmişti. Cezmi, Erzurum'a geldiği sıralarda ise, eski komutan görevinin başından ayrılmış, yeni komutan da henüz İstanbul'dan hareket etmemişti. Yerine vekil tayin ettiği Van Beylerbeyi Mehmet Hüsrev Paşa da asıl komutan gelinceye kadar hiçbir işe el sürmeme yolunu tutmuştu. Cezmi, ordu karargâhında günlerce uğraşmış, fakat olumlu bir sonuç elde edemediği için ordu komutanlığından bir yardım görebilme umudunu yitirmiş ve başsız bir orduda Osman Paşa'dan yardım istemekten de hiçbir fayda sağlayamayacağına inanmıştı.
Bununla beraber, Cezmi, devleti tarafından kendisine verilen bu kadar önemli bir görevi yerine getirirken karşılaştığı engellerden, uğradığı güçlüklerden yıkılacak insan değildi. Haklı bir şöhret kazanmasına yarayacak olan böylesine önemli olayların içine sokulmak zaten en büyük arzusuydu. Özellikle dünyada herkesten fazla sevip saydığı Adil Giray'dan gelen bir teklifi nasıl reddedebilirdi? Böyle bir ret, en büyük alçaklık sayılmaz mıydı?
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro