Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

11. Bölüm


Perihan, yediği bu ağır darbeyle tamamen mahvolmuş ve bitkin bir hale gelmişti. Odasına gidince, çarşafını bir tarafa, peçesini de diğer tarafa atarak yüzüstü yatağa yığıldı. Beyni hiçbir şey düşünemiyordu. Saatlerce hıçkırarak, doyasıya ağladı, acılarını bu gözyaşları da dindiremedi. Adil Giray'ın bu geceki davranışlarını gözünün önüne getirdi. Kendisine karşı takındığı tavırlarda sadece kayıtsızlık değil, açıkça nefret vardı. Acaba bunun nedeni ne olabilirdi? Düşünüyor, düşünüyor, olumlu bir cevap bulamıyordu. Şehriyar'ın bunda rolü var mıydı? Şehriyar, kendisiyle görüştükten sonra Adil Giray'ı yalnız başına hiç görmemişti. Hem böyle bir fikri olsa Perihan'ı da birlikte götürmek için o kadar ısrar eder miydi? Böyle bir davranışta bulunması için ortada geçerli hiç bir sebep de yoktu. O, gereksiz yere hiçbir şey yapmazdı. Okyanuslardaki dalgalar kadar sayısız şüpheler beynine hücum ediyor, her biri diğerini kovalıyor, sonuçta yine tıpkı dalgalar gibi durmaksızın, yok olup gidiyordu. Vücudu ise, gönlündeki muhabbet gibi, hem eziliyor, hem de huzura tamamen düşman oluyor, gözlerine, başındaki kara sevda gibi korkunç kâbuslar çöküyordu... Bütün bu acılar içinde uyuyabilmek mümkün müydü? O gece gözlerine mezar kadar karanlık görünen odasında inleye sızlaya sabah etti. Kendini tamamen umutsuzluğa kaptırmamak için tüm cesaretini topladı ve beynini kemiren düşüncelerden kurtulmaya çalıştı... Adil Giray'ın sergilediği soğuk davranışların nedenini anlamaya karar verdi... Bu kararla doğruca Şehriyar'ın odasına gitti. Akşamki sertliğinden dolayı, gururuna dokunmayacak bazı yakınmalarda bulundu, tam da faydalı bir işi sonuçlanmaya yüz tutmuşken böyle sertliklerle aksatmakta, elde edilmek istenen sonucu uzaklaştırmakta hiçbir yarar olmadığını söyledi.

"Adil Giray'ı biraz olsun yumuşatmaya çalışmalıyım onun için bu gece ben yalnız gideyim,!" dedi. Şehriyar da bu teklifi kabul etmek mecburiyetinde kaldı. Akşam olunca Perihan, Şehriyar'la beraber bulunduğu akşamdan daha örtülü, daha sade bir kıyafetle şehzadenin odasına gitti. Adil Giray, Perihan'ı yine karşısında görünce sinirlenmeye başladı. Hiç süslenmeksizin geldiği için önce içinde bir memnuniyet ifadesi belirir gibi olmuştu. Ancak daha sonra bunun için de sinirlenmeye başladı. Perihan, her ne hareket yapsa, her ne söylese, gönlünde kapanmaya yüz tutmuş olan yaranın bir tarafına neşter vuruyor gibi geliyordu. Hem de sevdiği bu genç kızı bir daha görmemek, tamamen kaybetmek tehlikesini bile göze alarak. Perihan'ın en kibar, en yumuşak sözlerine karşın, aldığı terbiyeye ve nezaketine hiç yakışmayacak ve içinde bulunduğu zor durumla asla örtüşmeyecek şekilde kötü ve sert cevaplar veriyordu. Perihan bu hareketlere sadece yarım saat kadar dayanabildi. Sonunda onun da sabrı taştı. Hıçkırıklarını zor da olsa tutmaya çalışarak:

"Bakınız, şimdiye kadar size saygıda kusur etmedim. Bana karşı bu davranışınızın sebebi nedir? Bir kusurum varsa lütfen bana açıkça söyleyiniz!" dedi.

Adil Giray, hareketlerinin sanki farkında değilmiş gibi sordu: "Pekiyi, ben size ne yapıyorum?"

"Neler yapmıyorsunuz ki... Ne yaptığınızı şu sözlerinizden olsun anlamıyor musunuz? Bana sürekli hakaret diyorsunuz..."

"Daha neler! Ben esir bir adamım. Kocaman bir Şah'ın kız kardeşine hakaret etmek benim haddime mi düşmüş?"

"Buna hiçbir mani yoktur, hakaretlerinize bir de alay ekleyebilirsiniz. Ancak mert olanların şanı zavallı kadınlara böyle davranmak mıdır?"

"Özür dilerim, beni daha fazlasını söylemek zorunda bırakmayınız! Sonra belki terbiye sınırlarının da dışına çıkabilirim."

"Lütfen söyleyiniz, suçum nedir? Söylemezseniz erkek değilsiniz!"

Adli Giray biraz durakladıktan sonra cevap verdi: "Hanımefendi, ben de kan dökerim, fakat savaşta dökerim, kapalı odalar içinde, gizli kapaklı planlarla değil!" dedi.

Bu cevap üzerine Perihan'ın ayakları yere ermiş, bu cevap kendisine her şeyi açıklamıştı. Demek ki Adil Giray da, Şah İsmail'in kendisince öldürüldüğünü sanıyordu... Elleri başında, öfke ve nefretle: "Şah İsmail'i benim öldürttüğüme sonunda sizi de inandırdılar, değil mi? Onun için mi yanınıza geldikçe beni, pusuya yatarak, arkadan vurmaya hazırlanan bir cani gibi görüyorsunuz? Bana yaptığınız bunca hakaretler, içinizdeki bu derin nefretten ileri geliyor öyle mi? Ancak biliniz ki, hayatımı tehlikeye atarak, Şah İsmail'i tahta ben çıkarmıştım. Halk, bu işlerde biraz etkim ve iktidarım olduğunu bilir. Zavallının katili bulunamayınca, hayallerinde bu suçu bana yüklediler. Allah bilir ki, Şah İsmail'in öldürülmesinde en küçük bir kabahatim yoktur. Bunu önceden birazcık anlayabilseydim, özellikle engel olmaya bile çalışırdım."

Sonra da hiddet ve şiddetle yüzünü açarak: "Yüzümdeki bu örtüyü utancımdan mı örttüm sanıyorsunuz? Dikkatlice bakınız! Yüzümde hainlik ifadesi, gözlerimde katil bakışı, bir tarafımda kan lekesi görebiliyor musunuz? Ben giderim ve bundan sona da yanınıza hiç gelmem. Şah İsmail'in kanını içen bir dişi kaplan size kim bilir neler yapmaz." dedi ve kapıya doğru hızla yürüdü.

Kızın bu son söylediklerinden sonra gözlerinden yağmur gibi yaşlar dökülmeye başlamış, sinirden kırmızı bir hal alan yanaklarından süzülen yaşlarla, yıldız dolu bir şafak bulutuna benzemişti. Perihan, Şah İsmail'in öldürülmesi hadisesinde suçsuz ve kendinden de emin olduğu için, kalbinin tüm saflığı ile konuşuyor, her sözü, her hali masumluğuna canlı bir delil teşkil ediyordu. Adil Giray ise, gerçeği görebildiği ve insan halinden anladığı için, gerçeği derhal anladı, içindeki şüphe ve nefretler tamamen silindi, gönlü Perihan'a karşı güven ve aşkla doldu. Perihan, gönül çelen bir ustalıkla peçesini açıp da gül yüzünü gösterdiği zaman, Adil Giray, birkaç gece önce peçe altından hayale benzer biçimde gördüğü bu güzel yüzü, şimdi örtüden sıyrılmış olarak görünce kalbini yakan aşk ateşi tamamen alevlenmişti. Hele öyle hüzünlü bir tavırla odadan çıkmak istediğini görünce tamamen tedbiri elden bıraktı. 

Hemen önünü keserek: "Allah aşkına, özür diliyorum! Suçumun ne kadar büyük olduğunu biliyorum... Güzel gözlerinizden haksız yere akan bir damla yaş yerine, kanımı son damlasına kadar dökseler yeridir. Fakat beni halkın dedikodusu aldatmıştı. Merhametli kişiler hataya ceza vermezler. Suçumu affetmeden gitmek, beni öldürmekten bin kat beterdir..." diye yalvarmaya başladı. Adil Giray'ın bu kadar büyük telaşa ve üzüntüye kapılmasının pişmanlıktan çok, aşkına delil olduğunu Perihan hemen anlamıştı, sevgilisinin ağzından çıkan her kelime âdeta canına can katan tatlı bir nefes gibi geliyor, dinledikçe içi ferahlıyordu. Perihan, hem sevgilisi hakkındaki kuşkularını gidermek, hem de onun aşkına inanmak gibi, kendince her biri dünyalara bedel iki şeyi başardığı halde, yine de büyük bir azimle kendisini tutarak ve sevincini içine atarak:

"Siz bizim konuğumsunuz. Size saygı göstermek bizimğörevimizdir. Hata etmekte de size kusur bulamam, çünkü ne beni gerçekten tanıyor, ne de halkın hayalindeki iftiraların içyüzünü gerçekten biliyorsunuz. Bu olayı hiç yaşanmamış sayalım." dedi.

Bu son sözlerini söylerken Adil Giray'a doğru bir iki adım daha yaklaşmış, canlı bir heykel gibi, yüzündeki peçeyi açık bırakmıştı. Sonra konuşmayı sürdürdüler. Adil Giray'ın bu genç ve güzel kıza olan aşkı öyle bir hal almıştı ki, neredeyse her dediğine hemen razı oluverecekti. Ancak yine de küçük itirazlardan geri kalmıyordu. Buna da neden, eğer Kırım'a giderse, sevgilisinden uzak düşmek korkusuydu. Perihan da, Adil Giray'dan o kadar yumuşaklık gördüğü halde, aynı endişesinin etkisi altında, fikirlerini kabul ettirmek için ısrar etmiyor, çünkü o da sevgilisinin kendisini bırakıp Kırım'a gitmesini hiç istemiyordu. Bu güzel hava içinde bir süre daha görüştükten sonra Perihan mutlu ve endişeli bir şekilde dairesine çekildi.

Adil Giray, günlerce endişe ve azap içinde kıvrandıktan sonra, Şah İsmail'in öldürülmesinde sevgilisinin hiçbir rolü olmadığını anlayarak o yersiz şüphelerden kurtulmuş, hem de bu masum kıza karşı haksız yere yaptığı lüzumsuz kabalıklardan ötürü kendini affettirmeyi başarmıştı. Bunun için çok memnun, çok mutluydu. Şimdi sadece bir amacı kalıyordu ki, onu gerçekleştirmedikçe hayattan zevk almasına imkân yoktu. Bu amaç da, ne yapıp edip, genç kıza aşkını açıklamak ve Perihan'ın sevgisini kazanabilmekti. Adil Giray, en zor zamanlarda hayatını kurtarmak için ölümü bile göze alırdı. Bu hedefine de ulaşmak için bir deneme yapmaya girişmekten çekinmezdi. Hayatını ve Perihan'a olan aşkını anlatan uzun bir şiir yazdı. Şiiri, ilk karşılaştıklarında bir alaka kurup Perihan'a vermeye karar verdi. Şiir şöyle başlıyordu:

HAYATIM VE AŞKIM

Mâderle peder olup bahane

Sevk etti kaza beni cihana

Han zade idim veladetimde

Doğdum yine pek kalenderane

Uryana sefil idi vücudum

Muhtaç değilse âb u nân'e

Bir katra suda dehân açardı

Melûf idi girye vü efgane

Benzetse beni hata değildi

Bir kimse bakıp da ârifâne:

Zencirde ağlayan esirin

Koynundaki tıfl nâ-tuvâne

Fıtratta tesâvi-i zuhuru

Bu hal ile Hâlik-i yegâne

Etfaâlde gösterip dururken

Bin hüccet ile cihâniyane

Bilmem ne sebeple vardı dâim

Güşumda şu hatifi terane:

"Yüksel ki yerin bu yer değildir

Dünyaya geliş hüner değildir."

Geldi beden-i zaife kudret

Oldu yürümek de başka âdet

Yerlerde sürünme vakti geçti

Doğruldu semaya doğru kaamet

Mahvoldu beşik, bebek, salıncak;

Eğlenceye, zevke geldi nevbet

Yanımdaki dâyeler ederdi

Her halime ayrı ayrı dikkat

Amma yine kendi âlemimde

Mahsus idi kendime hükümet

Rüya gibi geçse de çocukluk

Birdir göze hâb ile hakikat

Hâlâ o zamana talibim ben

Döndürmeye ömrü olsa kudret

Etrafımı seyreder sanırdım

İnsanı melek, cihanı cennet

Derdi yine muttasıl başımda

Amma ki o hatifi hidâyet:

"Yüksel ki boyun kadar kalırsın

Sayeyle ki bi-hüner kalırsın"

Geldi dem-i rağbet-i maarif

Oldum nice fenne ben de vâkıf

Her ilme ki sarf-ı dikkat ettim

Bir müşküle olmadım müsadif!

Herhangi kitabı ders edinsem

Güya ben idim ana müellif

İdrakime sayim oldu yâver

Tahkikıma hâfızam mürâdif

Bir bahsi unutmadım cihanda

Bir asi ile düşmedim muhalif

Eylerdi fuhûle her kelâmım

Tâyin-i mekâsıd u mevâkıf

İrfan-ı ezel mesâilinde

Fikrinıdi yine bana muarrif

Tahkil-ı Sıfâ-ı halk ettim

Esrârına olmadımsa ârif

Durmaz yine itilâ-yı câha

Bu beyt ile sevk ederdi hâtif:

"Yüksel hünerinle kâni olma

İhsan-ı Hudâya mâni olma!"

Han oldu Kırıma bir birâder

Çekti beni tahtına beraber

Oldu heves-i şebâb metruk

Geldi yerine umun kişver

Olmuştu mukallidim cihanda

Adl-i Ömeri, atâ-yı Cafer

Azmetmiş idim Kalem-revimde

Terk etmemeye harâb bir yer

Bir reyime bulamadım muarız

Bir emrimi görmedim muhakkar

Devrimde ibâdı Kibriyanın

Dil-sir-i sürür idi serâser

Herkesteki hande-i neşâtin

Aksiyle açardı dilde güller

Hükmünde sefa süren raiyyet

Evsafımı vira ederdi yer yer

Amma ki yine ederdi hatif

Gönlüm bu itâb ile mükedder:

"Yüksel ki cihan sefil ü dûndur

Rağbet ana adeta cünundur"

Harb açtı adûya Âl-i Osman

Merdim diyene göründü meydan

Evrenk-i şehametimden ettim

At sırtına nakl-i merkez-i şan

Tir olmuş idi elimde nize

Benzerdi kemana seyf-i bürran

Meydâna girince zannederdim

Her berk-i belâyı verd-i handan

Yânımda kaza dururdu daim

Bâşımda, ecel dönerdi her an

Top olsa atılsa bağrıma arz

Olmazdı gönül yine hirâsan

Can korkusuna değer mi bir ömr

Baki mi olur cihanda insan

Gösterdiğin iktidar u necdet

Etmişti bütün cihanı hayran

Hayfâ ki yine sadâ-yı gaybi

Bir böyle meal ederdi ityan:

"Yüksel ki bunun da fevki vardır

İnsanlığın ayrı zevki vardır"

Bahtım ne siyah imiş ki bilmem.

Halimle değişti hal-i âlem

Bir arsa-i girûdana düştüm

Hiç mislini görmemiştir âdem

Bir hizb-i kalil idi muinim

A'da ise leşke-i aremrem

Bir tiga bedel gelirdi bin tir

Bir âteşe karşı bin cehennem

Hâlimce ecelle pençeleştim

Ettim o kadar adûya derhem

Seytim kırılıp atım vuruldu

Düştüm yere vardı göğsüme dem

Ne canlı gezer muin u hem-dem

Geldi dem-i zillet-i esaret

Mevt özler iken dil-i müellem

Ağreb ki yine derdi tekrar

Hatif bu sözü bana demadem:

"Yüksel bu da şive-i Hudadır

Esrarını sorma kim hatadır"

Yüksel ne demek nedir bu tahkir

Hâtif neden eyler emri tağyir

Düşmanlarıma esir idim ben

Boynumda eğerçi yoktu zencir

Maksud ise rütbe-i şehadet

Ben hâzır idim kim etti tehir

Tâ kalbime olmadı hâlide

Destimdeki parça parça şemsir

Hakkın dahi itinası varmış

Ef'alini eylemekte tasvir

Dünyada da bir melek yaratmış

Vermiş ana iktidar-ı takdir

Âdil gibi bir esir tuttu

Gönlüm gibi mülkü etti teshir

Yüksel ne demek ki hâtif-i gayb

Sensin bana gönlüm etti takrir

Yükselmeye kalmadı mecalim

Bul derdime varsa başka tedbir

"Beneşinem o ser bepiş-i payet

Ber hizem o can konem fedâyet"

Adil Giray'ın veciz bir şekilde aşkı için kalem aldığı şiirin açıklamasını da aşağıda veriyoruz.

AŞKIM VE HAYATIM

Anam ve babam sayesinde

Kaderin cilvesiyle dünyaya gönderdi.

Dünyaya şehzade doğmuş,

Lakin çok cesur doğmuştum,

Bedenim çıplak ve sefildi.

Suya ve ekmeğe muhtaç değilsem de,

Ağlamayı ve feryadı adet edinmiştim.

Bilgin bir kimse bana bakıp da beni,

Zincirde inleyen bir kölenin koynundaki

Cılız çocuğa benzetse

Bu, hiç de geçersiz bir kıyas olmazdı.

Yüce Allah, benim bu halim gibi

Daha bin bir yaratılıştaki eşitliği,

Çocuklarda dünya halkına gösterip dururken,

Bilmem ki hangi sebeple, uzaktan gelen

Şöyle bir ses kulaklarımda yankılanırdı:

"Yüksel..! Çünkü senin yerin burası değildir.

Bu dünyaya ot gibi gelmek, yine ot gibi gitmek

Asla bir hüner, bir iş değildir..."

Zayıf bedenim zamanla kuvvetlenmeye başlamıştı.

Emekleme devri geçti, düşe kalka yürümeye başladım.

Bedenim büyüyüp geliştikçe boyum da uzuyordu.

Beşik, bebek ve salıncak gibi şeyler artık ortadan kalkmış,

Sıra eğlenceye ve zevke gelmişti.

Dadılarım, bana dikkat ediyor, beni eğitiyorlardı.

Fakat ben, yine kendi dünyamda,

Kendime göre devlet kurmuştum;

Böylece büyüyüp gidiyordum...

Çocukluk günleri bir rüya gibi geçti.

Bugün dünyayı anlamış bir genç olmama rağmen,

Gözümde uyku ile gerçek yine de birdir.

O çocukluk günlerimi hâlâ özlemle arıyorum.

Hayatı geriye doğru yürütmeye gücüm yetse yine

Çocukluk günlerime döner, oradan çevremi seyreder

İnsanları melek, dünyayı da cennet sanırdım.

Ancak, uzaklardan gelen o uyarıcı ses,

Durup dinlenmeksizin sürekli tekrar ediyordu:

"Yüksel ki, insaniyetin boyunun uzunluğu kadar olmasın!

Dünyada elinden hiçbir şey gelmez,

Basit bir insan olarak kalma!"

Zaman geçiyor büyüyordum.

Bilgi edinme, bilgi sahibi olma zamanım gelmişti.

Ben de çalışarak birçok şey öğrendim.

Her faydalı bilgiyi elde etmek için gayret gösterdim.

Bunda hiçbir zorluğa uğramadım.

Çok zeki çocuktum; hangi kitabı elime alsam,

Sanki yazarı benmişim gibi, kolayca okuyor

Okuduğumu da gayet güzel anlıyordum.

Çalışkanlığım da zekâma yardımcı oluyordu.

Güçlü bir hafızam vardı.

Aradan uzun yıllar geçmiş olmasına rağmen,

O zamanlar öğrendiklerimin hepsi tek tek aklımdadır.

Hayatımda gerçekten hiçbir zaman ayrılmadım...

Kırım'ın idaresinde görevli yüksek makam sahibi insanlar,

Benim her sözümden maksadı ve amacı derhal anlıyor

Benim işaret ettiği yolda yürüyorlardı...

Bu dünyanın nasıl yaratıldığını düşünürdüm...

Bu konuları bana açıklayan yine kendi düşüncem olurdu...

Vakit geldi; Yüce Allah'ın varlığını incelemeye çalıştım;

Ama itiraf edeyim ki, bunda acizdim, bir sırrını bulamadım...

O uzaklardan gelen ses durmuyor,

Beni daha yükseklere uçurmak istercesine haykırıyordu:

"Yüksel..! Üç buçuk satır ilminle yetinme!

Çalışıp daha fazla yükselmek istersen,

Ulu Allah seni kültürlü ve daha hünerli bir insan yapacaktır...

Yükselmeye çalış! Allah'nın bu iyiliklerine engel olma!"

Daha sonra büyük kardeşim Kırım'a han oldu.

Beni de en yakın bir yardımcı olarak tahtının yanına çekip aldı.

Gençlik arzularını artık bir kenara atmıştım.

Onların yerini memleket ve devlet işleri alıyordu...

Memleket yönetiminde Hazret-i Ömer'in adaletini

Ve Hazret-i Cafer'in cömertliğini kendime örnek bildim.

Kırım topraklarının hiçbir köşesini,

Harap ve bakımsız bırakmamak en büyük amacımdı.

Benim bu güzel düşüncelerime hiç kimse itiraz etmiyor,

Bu yolda verdiğim emirler derhal yerine getiriliyordu.

Allah'nın Kırım'da yaşayan bütün kulları,

Benim devrimde mutluluk ve sevinç içindeydi.

Halktaki bu sevinçli gülümsemeleri gördükçe,

Benim de gönül bahçemde sayısız güller açıyordu.

Ağabeyimle benim ortak idaremiz altında

Kırımlılar sefa sürüyor ve bizim iyiliklerimizi tekrarlıyorlardı.

Fakat o uzaklardan gelen ses, beni âdeta azarlıyor gibi

Yine devam ediyor ve gönlümü kederlendiriyordu:

"Yüksel ki, bu dünya sefalet ve alçaklıklarla doludur...

Bu alçak dünyaya rağbet etmek sadece deliliktir!"

Hayatımız bu şekilde sürüp giderken,

Bağlı olduğumuz Osmanlılar düşmana savaş açtı.

Mert olan herkese savaş meydanı göründü...

O zaman ben de bir hamle ile tahtımdan at sırtına atladım

İşte şu meşhur savaşa katıldım.

Ok, elimde âdeta mızrak olmuştu;

Nişan aldığım her hedefi delmekte asla şaşmıyordu...

Bu durumdan çok mutlu oluyordum.

Elimdeki keskin kılıcı, keman zannedecek kadar mutluydum...

Savaş alanına atıldığım zaman, başımda çakan her şimşek,

Bana gülümseyen bir gül gibi görünüyordu...

Ölüm daima yanımda, ecel daima başucumdaydı...

Fakat bütün bu tehlikeler içinde korku aklıma bile gelmiyordu...

Dünyayı top güllesi gibi atsalar, yine de korkmazdım...

Neden korkacaktım?

Allah'a bir can borcum vardı...

Bu fani hayat bir can korkusuna değer miydi?

İnsan, eninde sonunda da nasıl olsa ölecek değil miydi?

Gösterdiğim yiğitlikler, herkesi hayretler içinde bırakıyordu...

Fakat ne yazık ki, gelen o ses, yine kulaklarımı çınlatıyordu:

"Yüksel ki, bulunduğun mevkiden daha yüksek mevkiler vardır...

İnsanlığın da doyulmaz, ayrı zevkleri vardır."

Ne şanssızım ki, içine yuvarlandığım durumla birlikte,

Bütün dünyanın durumu gözümde birden değişti...

Dünya yaratılalı, örneği olmayan bir savaş meydanına düştüm...

Komutam altındaki aslanların hepsi şehit düşmüş,

Yanımda çok az asker kalmıştı...

Düşman ise sayılamayacak kadar çoktu...

Bizim bir tek kılıcımızın üzerine bin bir ok birden geliyor;

Bir tek ateşimize bin bir cehennem karşılık veriyordu...

Saatlerce ölümle pençeleştik...

O kötü şartlarda bile düşman saflarını dağıtıyorduk...

Yanımda kalan son beş on kahraman da şehadet şerbetini içti...

Yüzlerce, binlerce düşmanın karşısında artık yapayalnızdım...

Nihayet kılıcım kırıldı; atım vuruldu, yere yuvarlandım...

Etrafımda yardım edebilecek bir tek canlı insan kalmamıştı.

Hançerim ve mızrağım da artık hiçbir işe yaramıyordu.

Bu acıklı şartlarda, tek kurtuluş çaresi olarak, ölümü beklerken,

Ne yazık ki, ölemedim; esir düştüm...

Fakat ne tuhaftır ki, ben bu durumdayken bile,

O, gaipten gelen ses hâlâ susmuyor, kulaklarımda çınlıyordu:

"Endişe etme..! Yine yükselmeye bak...

Bu da Allah'nın başka bir cilvesidir...

Sakın sebebini sormaya kalkışma...!

Hata edersin..."

Fakat bu ses benimle alay mı ediyordu?

Esir düşmüş bir insan için yükselmek ne demekti?

Bu ses bana sanki hakaret ediyor;

Değerlerimi değiştirmeye kalkıyordu...

Gerçi boynuma zincir takmamışlardı...

Özellikle çevreden saygı da görüyordum...

Fakat sonunda düşman elinde bir esirdim...

Maksat, şehitlik mertebesiyse, ben buna dünden hazırdım...

Acaba bu bahtiyarlığa erişmeme kim mani oldu?

Elimde son kalan o kırık kılıç nasıl oldu da kalbime saplanmadı?

Demek ki, Allah bu işin böyle olmasını istiyormuş ki,

Senin gibi bir melek yaratmış;

Adil Giray'ı bu meleğe esir etmiş,

Bu melek, Adil'in bütün gönlünü güzelliğiyle büyülemiş...

"Yüksel" ne demek?

Gaiplerden gelen o ses, senin sesindir...

Gönlüm bana öyle söyledi...

Artık yükselmek değil; yaşamaya gücüm kalmadı...

Derdime başka bir çare varsa onu da sen ara, bul!

"Ayakların yastık olsun yorgun başıma;

Bin can feda senin gibi can yoldaşıma..."

Tüm bu hadiselerden sonra Perihan, onun odasına yalnız başına geldiği gece, Adil Giray'ı sanki tesadüf eseriymiş gibi, bu şiiri temize çekerken buldu. Bunun bir manzume olduğunu karşıdan hissetmişti.

"Eğer gizli bir şey değilse yazdığınızı ben de görebilir miyim?" diye sordu.

Adil Giray, zaten böyle bir fırsat kolluyordu.

"Benim gizli ne işim olacak? Yalnız kaldıkça can sıkıntısından bir şeyler karaladım. Adına şiir demeye dilim varmıyor..." cevabını verdi.

Perihan yine sordu: "Biz İranlıyız ama biraz Türkçe de biliriz. Şiirinizi ben de okuyabilir miyim?"

Adil Giray, elindeki kâğıdı dörde katlayarak:

"Şu kısmını Hanımefendimiz için hazırlamıştım. Okumaya değer bulursanız boş vaktinizde okursunuz." diyerek şiiri Perihan'a sundu.

Perihan, Adil Giray'ın tavrından ve söylediklerinden, bu şiirin kendisine ait olduğunu hemen anlamıştı. Ama, belli etmemek için hemen okumak istemedi. Kâğıdı özenle koynuna soktu. Havadan sudan konuştuktan sonra, izin isteyerek odasına çekildi. İlk işi, koynundaki kâğıdı çıkarıp sevgilisinin şiirini okumak oldu...

Adil Giray'ın kalbini yazdığı şiirin satırlarında okuyor, her dizesinde kendi aşkını buluyor, okudukça içi açılıyor, gönlü inanç ve mutlulukla doluyordu... Buna rağmen, şimdiye kadar aşkını gizli tuttuğu ve kendisine karşı soğuk davrandığı için, sevgilisini biraz üzmek ve küçük bir intikam almak isteğini de bastıramadı. Hemen kaleme kâğıda sarılarak Adil Giray'a bir cevap mektubu yazdı ve bir uşakla gönderdi:

PERİHAN'DAN ADİL GİRAY'A MEKTUP

"Şiirinizi özenle okudum. Bu cesaretinizin sonucunu da biliyor musunuz? Şansınızı, sizi esarete sürüklediği halde, İran'a hükümdarlık yapan şanlı bir Şah'ın sarayında oturuyorsunuz. Bir dediğiniz iki edilmiyor. Ev sahibiniz, size kendi şehzadelerinden, kendi akrabasından daha fazla saygı ve hürmet gösteriyor... Sizinle resmi antlaşmalara girişmek istiyor... Bunun içinde karısını ve kız kardeşini size güvenerek yalnızca odanıza kadar göndermekte bir beis görmüyor... Siz ise Şah'ın bu sonsuz güvenine karşılık, onun kız kardeşine laf atmaktan, aşk cambazlığı yapmaktan çekinmiyorsunuz. İyice biliniz ki, bu davranışınızın cezası Kahkaha Zindanı değildir, sadece idamdır... Bu kadar büyük tehlikeyi göze aldığınızı gördükçe şaşkınlıktan ne diyeceğimi bilemiyorum. Ama ne yalan söyleyeyim, sevincimden de delireceğim geliyor... Dünyada hiçbir gönül yoktur ki, aşkına bundan daha güzel bundan daha açık bir delil göstermiş olsun... Size karşı hareketlerimi hatırlarsınız... Sanıyor musunuz ki, yanınıza ilk defa yalnız geldiğim gece peçemin inceliği ve süsü tesadüftü... Sanıyor musunuz ki geçen akşam öfkeyle peçemi açtıktan sonra kapamak aklıma gelmedi... Bütün bunlar kendimi size beğendirebilmek ve sevdirebilmek içindi... Aşkını anlatmak isteyen bir genç kız, bunlardan daha fazlasını yapabilir miydi? O hareketlerim hep size esir olurcasına tutulduğum bu kara sevdayı, inşallah yolunuzda ölmekle, kucağınızda can vermekle ispat ederim... Ama heyhat! Acaba bir zavallıya, gerçek ruhu olan sevgilisinin kucağında can verip de yaşamakta bulamadığı zevkle hiç değilse ölürken erişmek nasip olur mu? Kader, bu mutluluğu esirgemeyecek kadar merhametli midir? Ah! Sen bu alçak dünyaya nasıl ve neden düştün? Güzel vücudu Allah'ın tecelli nurundan yaratılmış bir meleğin bu kara topraklar üzerinde ne işi vardı? Yoksa... Yoksa benim, dünyaya benim için mi geldin? Söyle! Sevinçten delireceğim geliyor... Allah aşkına söyle! Gelişin benim içinse, dünyaya ayak basmanın şerefine ne türlü hediyeler dağıtayım? Cana cevher demişler... Fakat senin gibi kutsal bir misafirin gelişine hediye etmek için o cevherin de bence hiçbir değeri yoktur. Bak! Nasıl delicesine söylenip duruyorum. Yoksa sevinçten çıldırıyor muyum? Aşkın insanda düşünce diye bir şey mi bırakıyor? Sana daha sahip olamadım, elimden kaçıracağım korkusu ile kendimi hırpalıyorum. Kalbim göğsümden ayrılıp da senin kalbinin hizmetçiliğini yapmak, ruhum bedenimden çıkıp da senin ışıktan bedenine gölgelik etmek istiyor... Baştan aşağı ışıktan yaratılmış bir güzelliksin... İçindeki o müthiş sıcaklık nereden geliyor? Şiirini yazarken mürekkep yerine ateş mi kullandın? Her mısrası, her kelimesi, hatta her harfi, gönlümü tutuşturmakta aşkınla yarış ediyor...

İtiraf et! Aşkının havasında İsa'nın ölüyü dirilten nefeslerindeki kutsal özellik mi var? Güzel yüzünü görmediğim zamanlar her an kahrımdan ölüyor sonra hayalin gözümün önüne geldikçe yeniden diriliyorum... Renk renk süslü güzellikleriyle canlanmış, insan şekline girmiş bir bahar mısın? Yüzünün yankıları gönlümde cilveleştikçe gözlerimden nisan yağmuru gibi sevinç gözyaşları dökülüyor, gönlüm, cennet bahçeleri gibi, rengârenk güzel çiçeklerle doluyor... Sevgin dünyada en büyük mutluluk olduğunu duyardım, ama derdinde bile dünyalara değer başka bir tat olduğunu bilmezdim... Sana daha ne yazayım? Ağzımdan ruhlar coşsa, kalemimden ışıklar aksa, şu andaki mutluluğumu yine de anlatamayacağım. Gel, gel! Göğsümü yar da kalbime gir..! Aşkının orada ne mucizeler yarattığını gör! Ah! Gel, diyorum, ama nasıl gelebilirsin? Kader acımasızlıkta da başka bir tavır takınmış, kainatı ışığa boğmak için yaratılan bir güneşi, zulmün zindanında saklıyor... Fakat önemi yok... Sen bir ruhsun... İsterse üstün örtülü bulunsun... Emellerin seni arayıp bulur ve ayağına kadar gelir! İşte akşama Perihan'ın sana geliyor... Lakin bu gece gerçekleşecek buluşmamızda zorunlu olarak Şehriyar da olacak... Ooof of!. Senin yanında oldukça kara hülyalar bile yanımıza yaklaşmaya cesaret edemediği halde, başucumuzda dolaşan o kara kâbus nedir? Acaba, her ânı bin hayata bedel aşkımızın zevklerini uykuda mı geçiriyoruz? Akşama buluştuğumuz zaman görüşmeyi kısa keselim, erken dağılalım. Aramızdaki o karartıyı defettikten sonra ben yeniden yalnız olarak geleceğim... Güneş kadar yakıcı güzelliğin karşısında kendimi eritmek, tüm bedenimle erimek ve ışığa, hayal âlemlerine kavuşmak için yalnız geleceğim... Mektubumu getiren muhafız çok sağlam adamımdır, bu gece sabaha kadar seni o bekleyecek. Saat beşten sonra sarayın içinden ondan başka gören bir göz, işiten bir kulak ve dolaşan bir ayak olmayacak. O saatlerde yoksa sen de uykuda mısın? Sakın uyuma tamam mı? Ben, rüyalarımı dolduran yüzüne hayalinden çok âşık olmasam, bir dakikacık bile gözlerimi kapatmak istemez, bütün hayatımı senin hayalinle geçirirdim... Bilir misin ki, seni bir dakika bile düşünmek, vücuduma saatlerce uykudan bin kat daha fazla rahatlık, gönlüme bin kat daha fazla mutluluk veriyor. Rüyalarımdaki hayalin, hiçbir zaman gözlerimin önünden ayrılmayan hayalinden daha canlı, daha nurlu ve daha güzel görünüyor, bu yüzden ben, uykuya rahat etmek için değil, rüyalarımı dolduran aşkımla görüşmek için yatıyorum. Mektubuma cevap vermene gerek yok. Yanına davetsiz gelebilmek mutluluğunu bana bırakırsan Perihan'ını bin kat daha mutluluğa sevk etmiş olacaksın! Şair değilim ki, o mükemmel şiirine güzel bir cevap yazayım. Bununla beraber, şu hareketim, gösterdiğin cesaretin aynısı değil midir? Mektubun başında da söylediğim gibi, yazdığın o şiiri Şah işitecek olursa, seni mezara kadar sürükleyebilir. Sen zaten kefeni boynunda gezen kahramanlardan olduğunu, yaptığın işlerle çoktan ispat ettiğin için, ölüm senin için öyle korkulacak bir şey olmayabilir. Ama ben, bu yaşıma gelinceye kadar, ancak şu son günlerde hayattan biraz tat alabildimse, o da senin sevgini kazandığım içindir. Bu cesaretim duyulacak olursa, hayatıma mal olur ve beni o sevgiden, sonsuza kadar yoksun bırakabilir. Bununla beraber, ben dünyasını henüz yeni anlamaya başladığı sıralarda ölmüş zavallılar kadar acınacak bir belaya uğramayı bile gözüme aldım. Belki de bana yakışmayacak şekilde, böyle delicesine aşkımı sana açıklamakla... Beni ayıplayacaksın... Ama ne yapayım? İkiyüzlü ve riyakâr olmak elimde değil. Hem ikiyüzlülük, böyle içten davranmaktan daha kötü değil mi? Aşkımı sana açıklayışım bir suçsa, ben bu suçu nasıl olsa işleyecektim. Ha bugün işlemişim, ha yarın. Hem, bunu bir müddet perde arkasında saklamak ikimizin de kaderine aykırı düşerdi... Bu mektubum sende nefret uyandırır da aşkımı reddedersen kahrımdan ölürüm... Oysaki aşkımı sana itiraf etmeseydim yine kahrımdan ölecek değil miydim? Böyle iki türlü ölüm arasında kalmış bir zavallının hayatını kurtarmak için sevgi dolu bir bakışın yeter. Bilmem beni nasıl bir büyü ile büyüledin..."

Perihan bunları yazdıktan sonra mektubu; "Durum öyle bir hale geldi ki, eğer küfür olmasaydı, sana tapar ve 'Benim Allah'ım işte budur.' derdim..." anlamına gelen şu beyit ile bitirdi:

"Reside kaar bicâyi kikofr eğer nebûd

Tora perestem o goftem: Hodâ-yi men inest."

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro