
Macera başlıyor
Kaya; "Mert'i buldum galiba." dedikten sonra üzerinden bir asır zaman geçmişti sanki. Mert'in telefonuna ulaşamadığım gerçeğine alışmıştım eyvallah da takriben üç gündür Kaya da kapsama alanı dışındaydı. Aradığım kişilere ulaştığımda ise elimden çıkacak kazanın büyüklüğünden korkmuyorum dersem yalan olurdu hani...
Zavallı Aylin ile birlikte hastanede öylece vakit öldürüyorduk. Başımda bu kadar dert varken bir tek Mert'ten sonra Kaya'nın da ortadan kaybolması eksikti. Aylin'in çene kemiği tam olarak kaynamadığı için telleri yeniden takmışlardı çenesine. Kızın yaşadığı hayal kırıklığı o kadar büyüktü ki ne yapsam onu güldürmeyi başaramamıştım. Benden şarkı söylememi bile istemiyordu. Üç gündür uyanık olduğu her dakika sessiz sessiz ağlıyordu. Ne Aylin'i bırakabiliyor ne de milli kaçaklarımız Mert Haktan ve Kaya Serez'in peşlerine düşebiliyordum. Bu kadar zor olmamalıydı. Zor olmamalıydı diyordum ama benim bu hayatta neyim kolay olmuştu ki bu kolay olsundu, öyle değil mi?
Etrafımda bir tane aklı başında adam yoktu. Yahu bir hışımla gittin, bir ara, bir haber ver. De ki böyle böyle... Buldum onu ya da yer yarılmış bu Mert kazması da içinde kaybolmuş. Mert'in ortadan kayboluşuyla ilgili tek ayaküstünde kırk yalan söylemiştim Aylin'e... Şimdi Kaya da ortada yoktu. Elimde söyleyebileceğim makul ve mantıklı yalanım da kalmamıştı üstelik. Her ne kadar duygularını inkâr etmeye çalışsa da Aylin de Kaya'ya karşı boş değildi. Kaya'nın adı geçtiğinde yanakları pembeleşiyor, gözlerini farkında olmadan devirip uzaklara dalıp gidiyordu. Hadi Kaya'ya altı ay Aylin'den uzak duracaksın demiştim. O da beni dinlemişti. Gerçi sıkıyorsa dinlemesindi hadi! Ters tarafımı en iyi bilen kişilerden biri Kaya'ydı. Aylin'e Kaya'dan uzak durması gerektiğini nasıl söyleyecektim ben. Dönen hiçbir dolaptan haberi yoktu garibimin. O Pelin'in yurt dışına kaçtığını ve polis tarafından arandığını sanıyordu. Basın Pelin'in Kaya'yı terk edip yurt dışına yerleştiğini sanırken tüm gerçeği sadece cesedi teşhis eden Kaya biliyordu. Hali hazırda Pelin'in ölüp ölmediği bile bir muammaydı. Gerçi bizim evin oradaki uçurumdan her gün birileri de intihar etmediğine göre çıkartılan cesedin Pelin'e ait olduğu kesindi. Pelin'in babası tam olarak kızı hakkında ne biliyordu? Kızını öldü mü biliyordu yoksa yurt dışına kaçtı diye mi biliyordu hiçbir fikrim hatta fikrimiz yoktu. Bir yandan beynimi kemiren sorularla cebelleşiyor diğer taraftan da Aylin'e destek olabilmek için kendimi paralıyordum. Ancak aradan geçen üç günün sonunda benim daha fazla dayanacak gücüm kalmamıştı. Kaya'nın ortadan kaybolduğuna mı yoksa onu ve Mert'i bulabilmek için yine babama muhtaç olduğuma mı deliriyordum bilemiyorum. Bildiğim tek şey, onları bulduğumda ikisinin de canına okuyacağımdı. Aylin'e bir bahane uydurmalı ve tüymeliydim. Tüyecektim de...
Saat sabahın sekizinde odanın içinde özellikle gürültü yapıyordum. Allah'tan odada kamera falan yoktu. Ses çıkarmak için yaptığım şaklabanlıkları biri kaydedip malum sosyal platforma atsa büyük ihtimalle ertesi güne sadece üç takipçim kalırdı. O üç takipçinin de biri Kaya diğeri Mert sonuncusu da menajerimiz Yusuf olurdu sanırım...
O kadar çok gürültü yapmıştım ki haliyle uyanmıştı Aylin. Yanağını okşayıp özür dilerken; "Prenses çok özür dilerim. Ne kadar dağınık olduğumu biliyorsun. Benim birkaç toplantıya katılmam gerekiyor bugün. Akşam çok geç olmadan dönerim. Neye ihtiyacın olursa hemen düğmeye bas olur mu?" demiştim...
Olumlu anlamda kafasını sallayınca alnına bir buse bırakıp usulca çıkıp onu yalnızlığı ile baş başa bırakmıştım. Bir yanım onu yalnız bıraktığım için büyük bir suçluluk duygusuyla yanıp kavruluyor olsa da diğer tarafım gidip iki kaçağı bulmak ve onarı yakalarından tutup gerekirse sürükleyerek geri getirmek zorundaydı...
***
Aylin'i o odada bırakıp bizim kaçakların peşine düşmüş olmak garip duyguların esiri olmama sebep oluyordu. Kaya ve Mert ile sürekli olarak bir arada olmaya öyle çok alışmıştım ki onlar yanımda olmadığı zaman aldığım oksijenin bile kıymeti kalmıyordu sanki. Aylin'in odasından çıktıktan hemen sonra kendimi babamın odasında kamp kurmuşken bulmuştum. Çocukken bu odada babamın makam koltuğuna oturup onun masasının arkasındaki yere kadar uzanan pencereden aşağıyı izlemek en büyük keyfimdi. Yaşadıklarım ondan nefret etmeme sebep olduğu gibi ona ait olan her şeyden de nefret etmeme sebep olmuştu. Hayat; beni öyle bir yere getirmişti ki keşke hep on iki yaşında çocuk olarak kalsaydım demekten kendimi alamıyordum. Babamın gelmesini beklerken şöyle bir etrafıma bakındığımda konsolun üzerindeki fotoğraf çerçevesinde takılı kalmıştım. Annem, babam, kardeşim ve ben yaşayacaklarımızdan habersiz ne de güzel poz vermiştik. Hepimiz otuz iki diş sırıtıyorduk. Şimdi ise ben bu fotoğrafa bakınca gülemiyor tam tersine bağıra bağıra ağlamak istiyordum. Kaya ve Mert hayatıma girmeseydi eğer şimdiye kadar zaten çoktan annemin ve kardeşimin yanında alırdım soluğu. Biri sağ diğeri sol kolum olmuştu. Şimdi ikisinin yokluğunda kollarım olmadığı için bir bardak suyu bile içemiyordum. Kaya'nın en son Antalya'ya gittiğini biliyordum da Antalya'nın neresine gittiğini bilmiyordum. Takriben yarım saat geçmiş ve sonunda babam gelmişti. Prensipli adamdı vesselam. Ben kendimi bildim bileli eğer ameliyatı yoksa muhakkak saat dokuza çeyrek kala odasında olur, bir fincan kahve içer hemen ardından ise hastalarını vizite çıkardı. Acil bir ameliyatı yoksa saat on birde bir fincan Türk kahvesi molası verir sonrasında on iki buçuğa kadar yine çalışırdı. Hayatının bir rutini vardı. Belki de obsesif-kompulsif bozukluk gösteriyordu. Bildiğim bir şey varsa asla babam gibi olamayacağım ve onun gibi yaşayamayacağımdı. Odasında onu bekliyor oluşumdan hem memnun hem de endişeli bir şekilde beni tepeden tırnağa süzerek, "Burak, hoş geldin oğlum. Hayırdır? Aylin ile ilgili bir sıkıntı yok değil mi?" diye başlamıştı konuşmaya. Bu aslında; 'Bana ne söyleyeceksen çabuk söyle on beş dakikam var vizite çıkacağım.' demek oluyordu.
"Aylin iyi baba onunla ilgili bir durum yok. Başka bir konuda yardımına ihtiyacım var. O yüzden habersiz bir şekilde geldim odana kusura bakma olur mu?"
"Saçmalama oğlum ne kusuru? Söyle bakalım bu kadar önemli ve acil olan ne? Yapabileceğim bir şey ise hallederiz hemen."
"Kaya Mert'i buldum diyerek Antalya'ya gitti. Ancak şimdi ona da ulaşamıyorum. Üç gündür telefonu kapalı. Aklımı oynatmak üzereyim. Onun telefon sinyalinden en son nerede olduğunu bulabilir misin? Bir de helikoptere ihtiyacım var doğal olarak. Antalya'ya gitmem lazım acilen. Başlarına ne geldiğini öğrenmem lazım kardeşlerimin... "
"Emniyette tanıdığım bir komiser var. Arıyorum şimdi hemen onu. Sen merak etme oğlum hemen buluruz Kaya'nın en son nerede olduğunu. Helikopter de sorun değil. Bu hastanelerin hepsi ve sağladığı tüm imkânlar sana ait oğlum. Hiçbir şey için haber vermek zorunda değilsin. Sen Antalya'ya varana kadar büyük ihtimalle Kaya'nın yer tespiti de yapılmış olur. Yalnız haber verelim de helikopterin iniş kalkış izinlerini alıp rotasını bildirsinler."
Babam dediğini yapmış ve ben daha helikoptere adımımı atamadan sadece on dakika içinde Kaya'nın en son bulunduğu yeri tespit ettirmişti. Kaya'nın cep telefonu Karaöz denilen bir yerden sinyal vermişti en son. Kendimi hastanenin çatısındaki helikopter pistine nasıl attığımı bilmiyordum. Olabilecek en süratli şekilde önce Antalya'ya varmış sonra da Karaöz'de inebilecek uygun bir alan bulamadığımız için bitişiğindeki koy olan Adrasan'a iniş yapmıştık. Helikopterden iner inmez soluğu araba kiralayabileceğim bir yerde almıştım. Bazen tanınan bir yüz olmak nefret edilesi bir şey haline gelebiliyordu. Tamam, bu kadar sevilmek, hayranlarının olması tarifi olmaz güzellikte bir duyguydu ama nihayetinde bizim de etten kemikten yaratılmış insanlar olduğumuz unutuluyordu nedense. Ellen'ın Oscar töreninde başlatmış olduğu selfie çılgınlığı doğal olarak bizim ülkemizde nirvanaya ulaşmıştı. Yolda yürümek bu kadar zor olmamalıydı öyle değil mi? Ancak zordan da beterdi. Araç kiralama firması ile helikopterin arasındaki beş yüz metrelik mesafeyi tam yetmiş beş dakikada yürüyebilmiştim. Antalya'da bu kadar çok hayranım olduğunu asla tahmin edemezdim. Adım başı duruyor ve yoldan geçen hayranlarımla selfie çekiliyordum. Kimse sormuyor ya da düşünmüyordu. Bu adamın işi olabilir mi? Canı sıkkın olabilir mi?
"Burak abi! Bir selfie çekilebilir miyiz birlikte?" Yetmiş beş dakika boyunca duyduğum tek şey bundan ibaretti. Ama en komedisi yanıma yaklaşan bir gencin, "Burak abi selfie çekilebilir miyiz?" sorusuna "Evet." diye cevap verip kameraya poz vermeye hazırladığım esnada "Abi yalnız benim telefonda kamera yok. Sen çekip bana mail atsan olur mu?" diye sormasıydı. Kendi telefonum ile selfie çekip isminin Halil olduğunu öğrendiğim gence mail bile atmıştım. Bol selfie maceralı yürüyüşten hemen sonra araba kiralamayı başarmış ve navigasyona tarattığım konuma doğru yola çıkmıştım. Yolda ilerlerken manzarayı gördükçe Kaya'nın neden ortadan kaybolduğunu anlamaya başlamış gibiydim. Hani orada bizi bekleyen Aylin olmasa buradan bir daha dönmez direk olarak yerleşirdim büyük ihtimalle. Yalnız koya giden yol öyle virajlıydı ki nereden ne çıkacak acaba diye sağa sola bakmaktan boynum ağrımıştı resmen. Kafamı sağa doğru çevirdiğim esnada gördüğüm o eşsiz manzara yüzünden kalakalmış sonrasında ise önüme bakmadığım için çarptığım davar yüzünden alnımı direksiyona geçirmiştim. Birkaç saniyelik sersemlemenin ardından arabadan inmiş ve çarptığım hayvanın durumunu kontrol etmek için arabanın ön tarafına geçmiştim. Önce çarpmanın etkisiyle bir hayal görüyorum sanmıştım ama değildi. Havada yankılanan tüfek sesine yaşlı bir kadının sesi eşlik ediyordu.
"Aman! Gaçıve ordan yaguşuklu oğlan. Deli İdris geliveyo..."
***
Bana bir kal gelmişti. Havada uçuşan tüfek sesleri, arkadan eşlik eden ninenin sesi... Saklanmış oldum ağacın arkasından başıma başka ne gelebilir acaba diye düşünürken ninenin elindeki cep telefonuna "Gocagötlerin Remzi!" diyerek bağırdığını duyunca gayri ihtiyari oturduğum yere çöküp kalmış içinde bulunduğum atmosferin saçmalığıyla anırarak kahkaha atmaya başlamıştım. Arabanın önünde can çekişen bir davar, elindeki bastonu havaya kaldırmış eli belinde beyaz yaşmaklı bir nine ve tam karşısında elinde tüfekle bana doğru nişan almış bir dede...
Kendime engel olamıyor girdiğim kahkaha krizi yüzünden kendi tükürüğümde boğuluyordum. Tam o sırada dede tüfeği sırtıma dayamış, "Salavat getir!" diyordu. Kelime-i Şahadet dese anlayacaktım da Salavat getir neydi yahu? Anladığım kadarıyla ölmek üzere olan davar ile birlikte beni de kıtır kıtır kesecekti bu adam. İki elim havada teslim oldum der gibi ayağa kalkmaya çalışırken hâlâ kıkır kıkır gülüyordum. Ayağa kalktığımda ise nine beni kenara çekmiş elindeki bastonu anladığım kadarıyla Deli İdris olan adamın suratına doğrulturken diğer kulağında olan telefona doğru bağırmaya başlamıştı.
"İremzi! Yetiş çabık! Deli İdris gavuroğlan avında yine. Bastonu beynine vurduğum sıra öldürüviricem ben bu herifi yetti gari. Geliver çabuk bura! Ni demek İremzi öldürüve gitsin. Bu deyyus senin eks enişten değil mi? Beri bak beri! Bu deyyusu sivmem emme rahmetlik deyzen Nurcan'ın hatırı var. Ah Nurcan ah! Bu deyyus yüzünden ince hastalığa tutuluverdi, genç yaşında göçüp gidiverdi öte tarafa. Emme haklısın ellam! Ben bunun kafasını yardığım sıra kurtula gelir tüm koy. Eyi madem! Helaleşivecen mi? Eyi madem!" dedikten sonra ismi Deli İdris olan dedeye doğru dönüp, "Bırak indi yaguşuklu oğlanı sen şahadet getir İdris!" demişti. Dede duyduğu cümleyle şaşırmış olacak ki tüfeği aşağı doğru indirmiş, ninenin yüzüne anlamsız bir şekilde bakmaya başlamıştı. Ninenin hiç umurunda değildi. Bir taraftan bastonu ona doğru tutuyor bir taraftan da bize doğru yaklaşan bir delikanlıya bağırıyordu.
"Vırtlakkkk! Vırtlak deyom bakıve bura! Çatlamadan kesive şu davarın boynunu bakem! Ağşama enayi davarı yiyivericez..."
"Şahadet getir Gocagötlerin gocagötlü Deli İdris'i! Elletmem yağuşuklu oğlanı sana. Kaç defa deyiverdim sana ben. Basmıyor ellam o saman dolu gafan. Ende hayvanları salma ortalığa gavurlar burayı bilmeyiveriyo, dönemeçleğ fazla burada. Hayvanla telef oluvericek demedim mi sana ben! Ahırda sağlam davar kalmadı gocakafalılığın yüzünden. Her hafta mangal yakıveriyoz. Senin yüzünden köyün tüm gençleri alkölik oluvecek. Sirozdan geberip gidecek hepsi genç yaşta. Ahan da yine söyleyiveriyom. Bunların hepsinin günahu da vebali de senin boynuna gari..."
"Yağuşuklu oğlan geç bakem sen benim eyice arkama..."
Eli bastonlu ninenin arkasına geçmiştim geçmesine ama boyu bir elliyi geçmeyen ninenin yanında ben bir doksanlık boyumla çam ağacının yanına dikilmiş kavak ağacı gibi sırıtıyordum. Karşındaki muhatabın beyni saman dolu Gocagötlerin Deli İdris olunca ne Pop Star oluşumun ne de Yıldız Hastaneleri ve Holdingi'nin veliahdı oluşumun bir hükmü kalmıyordu işte. "Amca sana bu davarın yüz katı para vereyim, çarptığımın yerine yüz tane al. " desem bile umurunda değildi adamın. Çünkü belli ki o her hayvanına duygusal olarak bağlıydı. Ninenin çemkirmelerine karşılık o tüfek hâlâ bana yarı doğrulmuş vaziyette olduğuna göre amca kolay kolay vazgeçeceğe benzemiyordu...
"Hacı! Kaç difa didim sana benim işime garışma deye. Geçen sefer danayı da yok etmişsin zati. Öğrenemeyivericem mi sandındı. Vırtlak bu sefer doğru edememiş o işi. Bu gavuroğlan kınalıyı öldürüverdi. Ben de onu öldürevecem."
"İdris deyiverdim sana emme bire öküz demeliymişim. Yahu beri bak beri. Heç senin davarınla bu gavuroğlan bir olur mu? Hem ölen benim hayvan değel mi? Netçen sen? Davar da benim dana da benim. İlla deyyosan ki gel Hacı haddimi bildirive! Onu da ederim alimallah! Ben bilirin senin bu deyyusluğunun sebebini!"
"Öyle mi Hacı! Neymiş benim deyyusluğumun sebebi tövbe estağfurullah!"
"Nolcek? Ağa babam beni zamanında sana virmedi çobandan goca mı olumuş deyiverip, Mürsel Ağa ile everdi diye bu hırçınlığın. Geçmişle ola İdris Efendi! O köprünün üstünden dört çocuk on iki torun geçiverdi."
Bir film izler gibi iki tonton yaşlının arasındaki çekişmeyi izliyordum. Belli ki aralarındaki aşk çok ama çok eskiye uzanıyordu. Yalnız birbirlerine çemkiriyor olmalarına rağmen hâlâ o gözlerin birbirine aşkla bakıyor oluşu içimin burulmasına sebep olmuştu. Günümüzde adı, "Aşk" olan şey öyle yapay öyle suni bir hale gelmişti ki. Çevremde yaşananları gördükçe aşka olan inancımı kaybetmiştim. Gerçi aşk adamı olduğum da söylenemezdi. Belki de bağlanma korkum yüzünden karşı cinsten köşe bucak kaçıyordum kim bilir?
"Hacı ileri gideyon! Dur orada! Galbini gırmayam..." demişti Zır Deli İdris. Tüm bu yaşanan vukuatların ortasında adama neden Gocagötlerin Deli İdris dendiğini merak ediyor olmak zorla sakinleştirdiğim kahkaha krizimin yeniden ortaya çıkmasına sebep olmuştu. Olaya müdahale etmeye karar vermiştim. Yoksa bu eski âşıkların çekişmesinin ortasında yitip giden bir Pop Star olacaktım. Kaya ve Mert'i bulup hastaneye Aylin'in yanına geri dönmem gerekiyordu. Sempatik genç kartımı oynamaya karar vermiş gözlerimi kısıp muzur gülümsememi takınarak ninenin arkasından çıkıp İdris amcayı kolumun altına almıştım.
"İdris amca, çok affedersin. Ben buraların yabancısıyım. Arkadaşlarım buraya geldi ve üç gündür onlardan haber alamıyorum. Buraya da onları bulmaya geldim. İnan ki viraj dönüşü hayvanı göremedim. Görseydim eğer bu arabayı ağaçlara sürer kendimi sakatlar ama ona bir zarar gelmesine izin vermezdim. Manevi olarak zararını karşılayamam biliyorum ama maddi olarak yapabileceğim ne varsa yapmaya hazırım."
Ben bu konuşmayı yapınca İdris amca elindeki tüfeği aşağı doğru indirmişti. Nine anlattıklarımdan sonra kaşlarını çatmış, gözlerini kısmış ve eliyle beni yanına çağırmıştı. Algılayamadım der gibi göz süzünce sesli olarak komut vermişti.
"Gavuroğlan yaklaş bakem!"
"Hayırdır İnşallah!" diyerek nineye doğru yaklaşmıştım. Son günlerde daha da başıma gelecek hiçbir şeye şaşırmam derken her yeni günde bir yuh çekerken buluyordum kendimi her nedense...
"Ene! Bırak oğlan sen mi geliverdin?" demişti tontonlukta Everest ile kapışacak nine. Şaşırmış mıydım? Tabii ki şaşırmıştım. Adımı biliyor olduğuna göre kesinlikle bizim kaçakları da tanıyordu. Yüzümü kavrayan ellerinden öpmüş ve "Evet benim ninem. Burak ben. Kaya ve Mert'i aramaya geldim. Üç gündür haber alamıyorum Kaya'dan. Cep telefonu en son buradan sinyal vermiş. Ben de helikopterle onları aramaya geldim. Sen nerede olduklarını biliyor musun?" demiştim.
"Bilirin tabii. Merak etme sen. Şimdi Vırtlak'a söyleyiverin götürü seni. Emme balıktan dönmüşle midir bilmem gari."
"Olsun pamuk ninem. O arkadaş beni götürsün ben onları bir göreyim gözümle. Kaç gündür öldüm öldüm dirildim. Yoklarsa da beklerim hiç sorun değil."
"Vırtlak! Bakıve bura. Kesivedin mi davarı?"
"Son anda yetiştim Hacınine. Telef olmadı hayvan."
"Eyi, Gülsüm'e söyleyive kavurma etsin benim oğlanlara. Mert oğlanın evine götürevesin. Emme önce Bırak oğlanı traktörün götüne atıp da Mert oğlanın eve attırıve."
"Baş üstüne Hacıninem..." diyen arkadaş bana doğru yaklaşırken mendilimsi şeyle kanları temizleyerek elini bana doğru uzatmış; "Merhaba, ben Rıdvan. Hacıninemin değimiyle Vırtlak." demişti. Gülmemek için kendimi öyle sıkıyordum ki yanaklarım felç olmuş gibiydi.
"Memnun oldum. Ben de Burak Yıldız." derken uzattığı eli Mert ve Kaya'yı sonunda bulacak olmanın verdiği heyecanla sıkmıştım.
"Sizi tanımayan mı var Burak Bey..." demişti traktörün ninenin değimiyle g*tüne oturacağım yeri gösterirken.
"Merak etmeyin siz, Hacınine ile Remzi emmi hep böyle kapışır. Ben sizi eve bırakayım sonra arabaya da bakarım." derken çoktan traktörü çalıştırmıştı Rıdvan. Birkaç dakika geçmemişti ki sessizlikten canım sıkılmış ve bir konu açmaya karar vermiştim.
"Rıdvan, maşallah ninemin şive yıkılıyor. Ancak sen çok düzgün konuşuyorsun. Buralı değil misin yoksa?"
"Yok buralıyım. Üniversiteyi bitirdikten sonra köye geri döndüm. Ninemle konuşurken şiveli, normal halimde şivesiz konuşuyorum. Ben Hacınine'nin torunu sayılırım. Hoş burada çoğu genç onun torunu sayılır. Buradaki toprakların neredeyse tamamı onun. Benim annemi evlatlık almış Hacınine. Annemin çok küçük yaşta burada tarlada çalışırken çıkan yangında annesi ve babası ölmüş. Hacınine de annemi evlatlık alıp ona sahip çıkmış. Beni de Hacıninem okutup büyüttü. O yüzden onun her bir sözü bizim için emir gibidir. Yanlış anlama sakın. Zorla yapmayız hiçbir şeyi. Hacınine dedin mi akan sular durur bizim için."
Duyduklarım karşısında biraz daha duygusallaşmıştım. Ne denebilirdi ki bu sözlerin üstüne. Burada Aylin'in tedavisine devam edebileceğimiz bir yer olsa hiç düşünmez anında onu da bizim ikametgâhları da bu köye aldırırdım. Yine de bu aklımın bir kenarında hazır plân olacaktı. Abant'taki evde yaşananlardan sonra Aylin'i o eve götürmek ne kadar mantıklı olurdu? Daha üçümüz tam anlamıyla bir araya gelemediğimiz için hiç bu konuyu tartışma fırsatımız da olmamıştı. Ancak hepimiz ortak karar verirsek Aylin iyileştikten sonra pek tabii buraya da yerleşebilirdik...
"Allah onu sizin başınızdan eksik etmesin!" diyebilmiştim Rıdvan'a... O kadar içten bir "Âmin!" demişti ki o an içim ürpermiş tüylerim diken diken olmuştu. Yolun geri kalan kısmında konuşmamıştık. Birkaç dakika sonra Rıdvan traktörü durdurmuş; "İşte geldik, şu burunda iskelesi olan evi görüyor musun? Hah! Tam orası, buradan sonrasına traktör gitmez." demişti. Traktörün üzerindeki çok sallantılı yolculuğumun sona ermiş olmasına sevinirken, Rıdvan'ın elini sıkmış ve teşekkür etmiştim. O mesafeyi yürümemiş neredeyse koşarak geçmiştim. Nihayetinde eve vardığımda iskelenin ucunda rejisör koltuğuna oturmuş ellerinde olta tutan Kaya ve Mert'i görmüştüm. Adımlarımı iyice yavaşlatmış hatta neredeyse parmak uçlarımda süzülerek varmıştım yanlarına. Onlara sarılmalı mıydım yoksa kafa göz dalmalı mıydım bilmiyordum. Tam anlamıyla bir duygu karmaşasının içine sıkışıp kalmıştım. Sonunda ikisinin de ensesine bir şaplak atmakta karar kılmıştım. Aynı anda enselerinden çıkan şaplak sesiyle bizimkilerin dudaklarının arasından çıkan "Ananı!" kelimesi pişti olmuştu. Şaşkın suratlarını bana döndüklerinde attığım kahkahanın köyün tüm semalarında yankılandığına yemin edebilirdim. Saniyeler içinde sevgi pıtırcıklarına dönüşmüş ve üçümüz de birbirimize sarılmıştık. Hem kahkaha atıyor hem de gözümüzden süzülen yaşlara engel olamıyorduk. Kaya'nın; "Yüz dolarımı öde Mert!" demesine şaşkın şaşkın bakarken yine açıklama Kaya'dan gelmişti. "Ben demedim mi sana en fazla üç gün içinde Burak bizi eliyle koymuş gibi bulur diye. İddiayı ben kazandım, çabuk öde borcunu..." demişti.
Tam ağzımı açacakken çalan telefon sözlerimi ağzıma tıkamıştı. Arayan babamdı. Aylin ile ilgili olabileceğini düşünerek kaydırmıştım ekranda yanan yeşil simgeyi.
"Efendim baba!" diyerek cevaplamıştım o telefonu. Duyduklarım gözlerimin biraz daha büyümesine sebep oluyor, kalbim sıkışıyordu. Hissizleşen parmaklarımın arasından telefon kayıp düşerken dudaklarımın arasından fısıltı gibi çıkıyordu o cümle...
"Olamaz! Aylin!"
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro