
Daha Neler
Aylin'in kurtuluşuna dair yaşadığım saliselik sevinç Mert'in sırra kadem basmasıyla kursağımda kalmıştı. Herkes seferber olmuş Mert'i arıyordu ama o yoktu. Son çare olarak eve geldiğimde karşılaştığım manzara yüzüme kezzap atılmışçasına çok yakmıştı canımı. Telefonunu bırakmış ve tüm eşyalarını alıp gitmişti. Gitmişti ama nereye? Öldürsen babasının yanına gitmezdi. Oraya gitmesi için aklını peynir ekmekle yemiş olması lazımdı ki aslına bakılacak olursa hastanede Barkın'ın suratının orta yerine yumruklarını bir bir indirirken pek akıl sağlığı yerinde gibi davranmıyordu. Mert'in gidişine verdiğim ilk tepki bomboş duran gardırobun önüne bağdaş kurup, konsolun üzerine bıraktığı telefona gözlerimi dikip, bir sigara yakmak olmuştu. Mert telefonunu bırakmıştı. Durum cidden vahimdi. Onu nereden aramaya başlayacağımı bilsem belki bir nebze olsun rahat nefes alacaktım.
Mert'ti o... Aramızdaki en cesur, en güçlü ama en naif adamdı işte. Yazsan roman olur derler ya, işte tam da o kıvamdaydı benim kardeşim. Tesadüfler sonucu üçümüzü o gece bir araya getiren oydu. Bizi saç örgüsü gibi birbirimize bağlayıp ardından çekip gitmiş miydi yani? İşte buna inanmak istemiyordum. Çünkü bu tüm düzenin bozulması, bütün hayallerimin dokuz şiddetindeki bir depremle yıkılması ve benim o enkazın altında yok oluşum demekti. Üç bacaklı yuvarlak sehpa gibiydik biz. Evet, evet aynen öyleydik. Hayatın üzerimize bindirdiği yükleri yine birbirimize dayanarak taşımış ve kaldırmıştık. O bacaklardan birinin eksilmesi demek, sehpanın aldığı ilk darbede devrilmesi demekti. Belki de sadece biraz zamana, kafasını dinlemeye ihtiyacı vardı. Sakinleşip geri dönecekti. Oluruna bırakmak çare olacaktı belki de.
"Belki"lerim üst üste bindikçe Beynimin içini işgal eden bir asalak gibi ürettiğim her makul fikrin bir tarafını kemiriyor, ölümcül bir hastalık olan paranoyanın tüm benliğimi ele geçirmesine sebep oluyordu. Aklıma parlak bir fikir gelmiyordu işte. Kafamı duvarlara sürtsem bir kıvılcım çakar mı acaba diye kendi kendime sorup duruyordum. Ancak en ufak bir aydınlanma belirmiyordu. Belli ki kaybolmak istiyordu Mert. Bunu gayet iyi de başarıyordu. Düşündükçe aklıma dünyanın en saçma fikirleri geliyordu. Mesela tüm gazetelere, "Mert Haktan Kaybolmuştur. Yerini bildirene büyük ödül verilecektir." diye tam sayfa ilan vermek gibi. Son birkaç saattir saçma fikirler üretmekte nirvanayı zorluyordum resmen. Allah'tan evin kapısı çalmış ve ben bunun gibi ipe sapa gelmez fikirler üretmekten kurtulmuştum. Kapıya doğru ilerlerken içimden Mert'in pişman olup geri dönmüş olabileceğini hayal ederken ne kadar büyük saçmaladığımın farkındaydım aslında ama sadece kendimi avutuyordum. Ne demişler, "UMUT, FAKİRİN EKMEĞİ." Kapının göz deliğinden baktığımda dışarıda kimseler yoktu. Kapıyı açtığımda yerde duran bir sarı zarf vardı. Üzerinde ismim yazıyordu. İçinde ne olduğunu merak ederek yırtmıştım o zarfı. Zarfın içinden çıkan A4 kâğıdının üzerinde aynen şöyle yazıyordu.
"Hepiniz Katilsiniz!"
***
Bazen hayatta öyle anlar gelir ki baldan tatlı diliniz zehirle, sevgi dolu olan yüreğiniz nefretle dolar. Hayat denen merdaneli çamaşır makinesinin içinde dönüp duran sinirleriniz laçka olur.
Eskiyen benliğinizi, sağlam tutmak için yalanlardan yamalar yapıp dursanız da bir süre sonra dikiş tutmaz hale gelir o kumaş. İşte o zamanlarda belki de yapılacak en doğru şeydir kaçıp saklanmak...
Belki de yapılan en büyük yanlıştır. Kim bilir?
Bazen kendinizi ne kadar zorlarsanız zorlayın doğru cevabı bulamazsınız. Elinizdeki yanlışlar ve yanlışlıklar o kadar çoktur ki doğru samanlıkta kaybolan iğne halini almıştır. Peki, yanlışlar çoğunluğu oluşturuyor diye doğrudan vaz mı geçilmelidir?
Hayır elbette! Doğru olan o samanlıkta kaybolan iğneyi arayıp bulmaktır...
Belki Mert de o doğruyu bulabilmek için kaçıp uzaklara saklanmıştır. Ya da aslında çok yakındadır...
Kaya ve Burak o kadar inandırmıştır ki kendisini onun uzaklara gittiğine belki de burunlarının ucundaki Mert'i göremiyorlardır...
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro