Hayat; Kadere inat!
Çok da takmamak lazım HAYAT denen naneyi.
Ne de olsa kokladığında mis gibi ısırınca acımtırak bir tadı var.
***
Üzerimden kamyon geçmişti deseniz işte o kadar olurdu hani. Gözlerim sanki Japon yapıştırıcısı ile birbirine yapıştırılmış gibiydi. Aslını soracak olsanız, kendimi bir kuzuyu kemirecek kadar aç hissetmesem yataktan çıkmaya niyetim yoktu.
Kuzu kemirmek? Genelde rüyamda yaptığım bir eylemdi. Sahiden en son ne zaman et yemiştim ben? Ne zaman yediğimi hatırlayamayacağım kadar uzun bir süre geçmişti belli ki üstünden... Çünkü hiçbir zaman cüzdanımdaki para aynı anda bir kilo eti alabilecek kadar birikmemişti bir kenarda. Ya günlük yevmiyeli bulaşıkçılık gibi işlerde çalışmıştım ya da en uzun vadede asgari ücret ile bir şirketin temizlik bölümünde vasıfsız işçi olarak kullanılmıştım. Arada catering firmasından gelen ve kuru fasulyenin içinde mikroskop ile gözüken etler de olmasa nasıl bir şey olduğunu bile hatırlayamayacaktım büyük ihtimalle. Makarna yemeye o kadar alışmıştım ki başka bir şey yiyecek olsam bünyemde istemsiz bir alerji gelişiyordu hemen. Zaten ön alerji zihnimde oluşuyordu...
"Yeme! Sakın yeme! Ya tadını seversen? Ya sonra onu alacak paran olmazsa? Ya canın çekerse?"
Hayatımın, kendimi bildim bileli olan kısmı, zihnimin bana sorduğu bu sorularla geçmemiş miydi? Ayın sonunu zor getiriyorken, ben gidip beni bu hale getiren hayvana bir de pasta almıştım değil mi? Üstelik o pastayı alabilmek için üç gün boyunca yürüyerek gidip gelmiştim işe.
Yüzümde gereksiz bir gülümseme peyda olmuştu yine. Hoş ben ne zaman uçurumdan aşağı ayağım kayıp düşsem, ağlanacak halime gülmeye başlıyordum...
Sabahın bir körüydü büyük ihtimalle. Pencereden görebildiğim kadarıyla güneş daha yeni doğuyordu. Mert'in yaptığı iğne her ne ise terden sırılsıklam olmuştum. Yatağın kenarında duran bavulumun içinden aldığım hırkayı üzerime geçirirken, bir taraftan esniyor fakat ağzımı kapatamayacak kadar üşüdüğüm için ellerimle kollarımı sıvazlayarak ısıtmaya çalışıyordum. Hani tek gözü açık, tek gözü kapalı derler ya işte o pozisyonda ne kadar sessiz olunabilirse o kadar sessiz olmaya çalışıyordum. Eve nasıl geldiğimi bilmediğim gerçeğini göz önüne alırsak, evde ne neresi, ne nerede bilmem de mümkün değildi...
Tuvaleti bulamazsam evin koridoruna işemem an meselesiydi. İkinci denemeden sonra banyoyu bulduğumda yolda yürürken yerde çeyrek altın bulmuş gibi sevinmiştim adeta. Sıra gelmişti mutfağı bulmaya ama o kadar çok odası ve labirent tarzı bir koridoru vardı ki bu evin, kedi, eniğini kaybetse bulamayacaktı.
Oda kapılarını açtığımda sırasıyla Mert'i, Kaya'yı ve Burak'ı bulmuştum ama mutfak yoktu. Ahahahhahah! Şaka gibiydi... Benim kaldığım oda dâhil yedi kapı açmıştım ama mutfak yoktu. Bir ara acaba bunlar mutfağa ihtiyaç duymadıkları için evin mutfağını iptal edip yerine bir oda mı yaptılar acaba diye düşünmeye başlamadım dersem yalan olur hani. O zaman bulaşıklarını nerede yıkıyorlardı? Yoksa bunlar bulaşık çıkmasın diye her şeyi kullan at mı kullanıyorlardı? Aklımı kurcalayan sorularla ebelemece oynarken nihayet koridorun sonunda yukarı çıkan ve aşağı inen merdivenleri görünce rahatlamış, mutfağın alt katta olabileceği düşüncesiyle merdivenlerden inmeye karar vermiştim.
Alt kata indiğimde o kapalı olan gözüm de açılmış hatta rüyada mıyım acaba diyerek gözlerimi ovuşturmuştum. Levent'le yaşadığımız evin en az beş katı büyüklüğünde bir salon, salonun bir kenarında ada şeklinde bir mutfak, diğer tarafta sanki bir assoliste ev sahipliği yapacak bir sahne varmışçasına envai çeşit müzik aleti ve onun yanında bilmediğim bir sürü dijital alet boy gösteriyordu...
Salonun bir duvarına yerleşmiş daha önce hiç görmediğim büyüklükte ben diyeyim iki siz deyin üç metre bir televizyon ve o televizyonun karşısındaki yer sehpası ve de armut minderler... Üstüne üstlük tavandan sallanan disko topu ve robot ışıklar. Tamam, şaşkınlıktan saçmalıyor olabilirdim belki. Hatta şaşkınlıktan açık kalan ağzımın içinde sinekler kamp bile kurabilirdi ama bu biraz fazla, hatta fazla ötesiydi...
Daha komedisi üst kat bir labirente benzerken alt katta bu dediklerimi birbirinden ayıran tek bir duvar olmayışı ve aşağı yukarı üç yüz metrekarelik bir kareden ibaret oluşu enteresandan da öteydi benim için. Köyden şehre inen dağlar kızı Reyhan misali gördüğüm her şeye ağzı açık ayran budalası gibi bakakalıyordum. Hayatımda bunun gibi dekore edilmiş bir evi daha önce sadece dekorasyon dergilerinde görmüştüm. Hatta o zamanlar içimden bir gün böyle bir evde yatılı hizmetçilik gibi bir iş bulabilmek için gece gündüz dua etmiştim. Belki cahilliğimden, belki hiçbir şey yaşamaya fırsat bulamadığımdan bu şekilde böyle evlerde yaşayan insanların hiçbir derdi tasası olmayan insanlar olduğunu düşünürdüm. Sonuç olarak istedikleri her şeyi satın alabilecek güce sahip olan insanlar böyle lüks ve ihtişamlı evlerde yaşarlardı öyle değil mi? Paran varsa ve sağlığın yerindeyse neden mutsuz olasın ki?
Karnımdan gelen gurultu sesleri beni mutfağa doğru yönlendirmişken, yiyecek bir şeyler bulabilmek için resmen dua ediyordum. Buzdolabını açtığımda ağırlıklı olarak içki çeşitleri ile karşılaşmış olmak beni hiç şaşırtmamıştı. Zor da olsa bulduğum kaşar peyniri ve bir dilim ekmekle midemdeki isyanı bastırabilmiştim.
Tezgâhın üzerinde duran ve son teknoloji bir robotu andıran kahve makinasıyla cebelleştikten sonra kendime sert bir kahve yapmış, salonun diğer ucunda gördüğüm sürgülü kapının önünde almıştım soluğu... Kapıyı açıp adımımı atmamla, çığlık atıp kahve fincanını elimden fırlatmam saniyeler sürmüştü. Hangi psikopat kendisine camdan veranda yapardı? Üstelik bu veranda suyun üzerindeydi. Yaşadığım şoku tahmin ve tarif edebilecek bir cümle henüz türetilmemişti. İşaret parmağımla damağımı yukarı doğru ittirirken, içimden de "Allah'ım çok şükür ölmedim!" diyerek dua ediyordum. Aslında olduğum yere düşmüşken yüzme bilmeyişimin korkusuyla sanki suya düşüyormuşum gibi şok geçirmiştim. İyi de Ankara'da göl ya da deniz yoktu ki... O zaman ben neredeydim? Her gün, yaşadıklarıma bir daha şaşırmam derken kendimi ağzım bir karış açık bir vaziyette bulmak zorunda mıydım ben?
"Sonunda uyanmışsın ufaklık!"
Duyduğum sesle parmağımla damağımı bir kez daha ittirmiş; "Ya Allah Bismillah!" çekmiştim resmen. Tamam, akıllı biri sayılmazdım da bu kadar korkak olmak zorunda mıydım yani?
Uyandığımdan beri sayısını unuttuğum şoktan sonra arkamı dönmüş; " Özür dilerim uyandırdım mı? Bu arada günaydın." demiştim çekinerek...
"Günaydın. Nasılsın bakalım? Ağrıların biraz hafifledi mi?"
"Umm, daha iyiyim galiba. Artık daha az acıyor. Bir şey sorabilir miyim?"
"Tabi ufaklık..."
"Biz neredeyiz Allah aşkına?"
"Uzakta!"
Uzakta bir yerde olduğumu anlayabiliyordum zaten de o kadar mı saf gözüküyordum acaba dışarıdan bakınca? Ya da Kaya benimle dalga geçiyordu. Hangi seçenek doğruydu bilmiyordum. Kaya bir zümrüt tanesi gibi parlayan yeşil gözleriyle bir taraftan beni süzüyor bir taraftan gülümsüyordu. Yorgunluktan ve şaşkınlıktan gecenin o zifiri karanlığında, onun bu kadar yakışıklı olduğunu fark etmemiştim. Fazla yakışıklıydı. Benim ancak televizyondaki magazin programlarında görebileceğim ve "Allah sahibine bağışlasın." diye iç çekeceğim kadar. Tabii ya! Ben de kendi kendime ne kadar tanıdık bir sima diyordum. Acaba böyle bir şey olması mümkün olabilir miydi? Yok canım. Nerede bende o şans. Kendi kendimle cebelleşmenin anlamı yoktu. En güzeli yekten sormaktı sanırım.
"Kaya bir şey daha soracağım ama duyacağım cevap sonrasında utanmaktan korkuyorum."
"Sormadan ne cevap alacağını bilemezsin ufaklık."
"Seni televizyonda görmüş olma ihtimalim nedir acaba?"
Kaya beni tepeden tırnağa süzmüş ardından gülümsemişti.
"Sanırım başka biriyle karıştırıyorsun ufaklık."
Vermiş olduğu cevap beni tatmin etmemişti ama olsundu.
"Kaya peki ne kadar uzaktayız. Size daha fazla yük olmak istemem. Kendime önce bir iş, bir de kalacak yer bulmam lazım."
"Sen ne iş yapabilirsin Aylin?"
"Genelde kafelerde ve restoranlarda bulaşıkçılık yaptım, kimi zaman da garsonluk. Bazen temizlik elemanı olarak bazen de mutfakta aşçı yardımcılığı yaptım. Günlük ya da kısa süreli işlerdi benimki hep. Hiçbir zaman uzun süreli bir işim olmadı."
"Ne kadar kazanıyordun?"
İyi de bana bunları neden soruyordu ki. Bu adamın kafasından neler geçiyordu?
"En yüksek kazandığım para; o da garsonsam eğer, bahşişlerle falan bin beş yüz lirayı buluyordu. İyi de sen bunları bana neden soruyorsun?"
"Anladım. Sonra konuşuruz. Yaralarının tamamı iyice iyileşene kadar hiçbir yere gidemezsin."
"Ama ben kalamam Kaya, çok teşekkür ederim fakat yeteri kadar dert oldum size zaten."
"Konu kapanmıştır küçük hanım! Şimdi doğru yatağına, saat daha sabahın beş buçuğu. Senin yatıp dinlenmen lazım, gece çok ateşin vardı. Tekrar ateşlenip beni başında asker etmeden doğru yatağa."
O kadar mahcup hissetmiştim ki ağzımı açmaya gücüm yoktu. Bu kadar yaptığı şeyin üzerine bir de başımda nöbet mi tutmuştu yani? Dudaklarımın arasından minik bir; "Peki..." çıktığında kendimi yerin dibine girmiş gibi hissediyordum. Kafam önümde ayaklarımı sürüye sürüye merdivenlere doğru ilerlerken, beni tepeden tırnağa süzen bir çift yeşil gözü üzerimde hissettiğime yemin edebilirdim.
Merdivenlerden yukarı çıkıp da yattığım odayı bulmayı başardığımda, yataktan kalktığım anda dikkatimi çekmemiş olan konsol üzerindeki kâse ve bez bu sefer dikkatimi çekmişti. Üzerimdeki hırkayı çıkarıp bavulun üzerine doğru fırlattıktan sonra üşüdüğümü hissetmiş ve yorganın içine girmiştim. Yorganı kafamın üzerine kadar çekmiş, bir taraftan ısınmaya çalışırken bir taraftan da Kaya'nın bütün o soruları neden sorduğunu düşünüp duruyordum. Aslında Kaya haklıydı. İyileşmemiştim ben... Az önce hissetmediğim ağrılar, yeniden baş göstermeye başlayınca aynen dediklerini yapıp gözlerimi kapamaya karar vermiştim. Sıcaklıkla vücudum gevşerken, gözlerim usul usul uykuya teslim etmişti kendisini...
***
Ağrılarım biraz daha hafiflemiş olarak uyandığımda evin sessizliği içime bir huzursuzluk çökmesine sebep olmuştu. Sabah çıkarıp attığım hırkayı üzerime geçirmiş ve hızlı adımlarla merdivene doğru yönelmiş, ardından da kendimi salonda bulmuştum. Kimsecikler yoktu. Su içmek için mutfak tarafına doğru yöneldiğimde tezgâhın üzerinde, "Aylin" yazan bir kâğıt, bir zarf ve bir telefon görmüştüm. Adım yazılı olan kâğıdı okumaya başladığımda yüzümde oluşan ifadenin tarifi yoktu.
"Ufaklık, biz çocuklarla on günlüğüne İstanbul'a geçiyoruz. Stüdyoda kayıtta olacağız. Öğleden sonra bir araç sana erzak getirecek. Bu arada şu anda Abant'tasın. Zarfın içerisinde bu ayki maaşın olan üç bin lira var. Bundan sonra ev senin sorumluluğunda. Umarım düzgün yemek yapabiliyorsundur. Telefonda üçümüzün numaraları kayıtlı, ayrıca şoförün numarası da var. İhtiyacın olan her şeyi ona aldırabilirsin. Adı İbrahim. On gün sonra döndüğümde seni evde iyileşmiş olarak görmek istiyorum. Kendine iyi bak!"
Kaya Serez.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro