USTA
"En iyi usta hayattır, size yaşamayı öğretir."
Adam iyice yaklaştı ve "İyi akşamlar Emre." Dedi. Çocuğun adını o zamana kadar bilmediğimi anladım. Emre "İyi akşamlar Mustafa ağabey." Dedi. Onu gördüğüne sevinmişti ama sahte bir sevinme olmadığı çok belliydi. Sonradan öğrenecektim ki sokakta yaşayan insanlar her akşam birbirlerini tekrar görmeyi çok isterlermiş. Gün içerisinde başına bir şey geldi mi, hala yaşıyor mu diye merak ederlermiş.
Mustafa ağabey yanımızdaki çimlere oturdu ve "Bugün işler nasıldı?" diye sordu. "İş yoktu ki. Aşağıdaki lokanta olmasa aç kalırdım. Allah razı olsun ondan. Sen ne yaptın? Hiç iş yaptın mı?" diye sordu Emre. "Birkaç küçük iş dışında bir şey yoktu. Onların parasıyla karnımı doyurdum. Memlekete yollayacak kadar kazanmadım bugün. Çocuklar son gönderdiğimi idareli kullanırlar inşallah." Kafasını öne eğdi.
Üzüldüğünü gizlemeye çalışır gibiydi ama sanki bu üzülmenin arkasında özlem gibi daha derin hisler de yatıyordu. "Üzülme ağabey. Her şeyin bir çaresi bulunur. Bugün kazanmadıysan yarın kazanırsın." Emre adama moral vermeye çalışıyordu. Adam konuyu değiştirmeye çalışarak omzuma babacan bir tavırla birkaç kez vurup "Genç adamı ilk defa görüyorum. O da bizim gibi sokakta mı kalıyor" dedi.
Kurduğu bu cümleyle şaşırmıştım. Ben onun sokakta kaldığını hiç düşünmemiştim. Üstündeki kıyafetlerin ve elinin, yüzünün tertemiz olması beni yanıltmıştı. Aynı şeyi daha önce de yaşamıştım. Sokakta gördüğüm her insanı uyuşturucu bağımlısı sanıyordum ama onların rahat uyuyamadıklarından gözlerinin kızarık olduğunu ve bitkin göründüklerini anlamıştım. "Evet, ama arkadaş yeni sanırım. Karnını nasıl doyuracağını bilmiyor daha?" gülümseyerek bana bakıyordu Emre.
"Evet, daha üç gün oldu." Dedim. "Peki, nereden kaçtın? Neden kaçtın?" diye sordu Mustafa ağabey. Merakla bana bakıyorlardı. Onlara anlattım. Yurtta olanları da anlattım ama önce amcamdan bahsettim. Uzun sürmüştü anlatmam. Bitirdiğimde ikisinin de yüzünde acıma ifadesi vardı. Zaten kime anlatsam yüzlerinde aynı ifadeyi görüyordum. Artık umursamıyordum.
İnsanlar kendi dertlerinden daha büyük dertlerle boğuşan insanları görünce üzülüyorlardı. Ancak içten içe bir sevinme durumu da vardı. Benden daha kötü durumda olanlarda varmış, en kötüsü ben değilim düşüncesi insanın aklına hemen üşüşüyordu. Belki utanç duyulması gereken bir cümleydi ama bu cümleyi bilinçli olarak aklınıza siz getirmiyordunuz.
Ben de onlara sordum. Neden sokakta olduklarını, nasıl yaşadıklarını sordum. Önce Mustafa ağabey başladı. Gaziantep'e küçük bir doğu ilinden çalışmak için gelmişti. Ancak işler istediği gibi gitmemişti. Yaşı ilerlemiş olduğundan onu fabrikalara almamışlardı. O da önüne çıkan her işi yapmaya çalışıyor, kazandığı parayı da ailesine göndermeye çalışıyormuş.
Eskisi gibi iş bulamadığından yakınıyordu. Bulduğu işlerin çoğu da ağır işler olduğundan artık zorlandığını söylüyordu. Belinin ağrıdığını ve banklarda yatmaktan sürekli boynunun tutulduğundan şikâyet ediyordu. Neden memleketinde kalmadığını sordum merakla. Başta biraz alındı. Sonra sadece meraktan sorduğumu, başka bir niyetimin olmadığını anlayınca cevap verdi.
Babası ölünce amcalarının belgeler üzerinde oynama yapıp kendisini nasıl kandırdıklarını anlattı. İkimiz de aynı dertten muzdariptik. En yakınımızda olup, her derdimize koşması gerekenler sırtımıza ilk hançeri saplayanlar olmuştu. Kendimi tutamayarak kıyafetlerinin ve vücudunun nasıl bu kadar temiz olduğunu sordum. Cebinden bir poşet çıkardı.
Poşetin içinde bir kalıp yeşil sabun vardı. Bu yeşil sabunla kıyafetlerini camide yıkıyormuş. Camilerde suyun bedava olduğunu, imamların anlayış gösterdiğini söyledi. Kendisi de caminin tuvaletlerinde yıkanıyormuş. Arada bir parası olduğunda hamama da gidiyormuş. Hamama gitmesinden öyle bir bahsetti ki duyan beş yıldızlı bir otelde, süit bir odada jakuziye gittiğini sanırdı. Sokakta yaşayanlar için en temel ihtiyaçlar bile büyük bir sorun haline dönüşebiliyordu. En çok dert yandığı şey ise sokakta yaşamanın daha pahalı olmasıydı. Kendince bir hesap çıkarmış, hesabını bize anlatıyor, kendini haklı göstermeye çalışıyordu. Aslında haklıydı da. Kendine ait bir evi olan insanlar daha şanslıydı.
Emre de aynı sebeple sokaktaydı. Çalışıp ailesine yardım etmek için buraya gelmiş, iş bulamayıp sokakta kalmıştı. İnsanların giderek acımasızlaştığını, iş vermediklerini söylüyordu. İş bulamadığı zamanlarda yardımsever restoran sahiplerinin kendisine yemek verdiklerinden bahsetti. Emre çok iyi niyetli bir çocuktu. Bana yardım ettiği için teşekkür etmiştim. "Hepimiz insanız." Demişti çok üstünde durmamamı ima eden bir ses tonuyla.
Herkesin insan gibi göründüğünü ama insan olmanın görünüşle alakalı bir şey olmadığını bir kez daha anlamıştım. Uyuma vakti geldiğinde Emre yakınlarda para çekme makinelerinin girişinde veya otellerin personel çıkışlarında uyuyacağını söyledi. Bana da kendime iyi bir yer bulmamı tembihledi. Uyanık olmamı, sokakların çok tehlikeli olduğunu birkaç kez tekrarlayıp gittiler. Giderken iyi niyet temennilerinde bulunmayı da ihmal etmediler.
Onlar gittikten sonra biraz yürüdüm. Bir şekilde karnımı doyuruyor olmaktan mutluydum. Ancak artık duş almam gerekiyordu ve kalacak belirli bir yere ihtiyacım vardı. Emre'nin de dediği gibi sokaklar çok tehlikeliydi. Her gün başıma bir şey gelecek korkusuyla uyuyordum. Uykuyla ilgili düşünürken uyuyacak yerim olmadığını fark ettim. Kalacak bir yer bulmalıydım.
Yürürken yol kenarında bir cami gördüm. Camide uyumak fikri çok iyi bir fikirdi. Camiye kötü niyetli insanlar da gelmezdi. Rahat bir uyku çekerdim. Caminin bahçesinden içeri girdim. Doğruca uyumak için camiye yöneldim. Ancak büyük bir hayal kırıklığı yaşadım. Caminin kapısı kapalıydı. Neden kilitliydi ki? Her vakit namaz kılmak isteyen bir insan çıkamaz mıydı? Hem bu kadar kimsesiz insan camilerde uyusa kötü mü olurdu?
Bu sorulara mantıklı bir cevap bulamadım. Vaktin ilerlediğini hissediyordum. Bir an önce kendime yatacak bir yer bulmalıydım. Bahçedeki ağaçlardan en büyük olanının altında uyumaya karar verdim. Ayakkabılarımı da kendime yastık yaptım. Gün boyu sürekli iş aradığımdan ayaklarım şişmişti ve çok yorulmuştum. Hemen uykuya daldım.
Ezan sesiyle uyandım. Önce korktum çünkü caminin bahçesindeyken ses çok yakından geliyor ve daha gür oluyordu. Sonra içimde bir istek uyandı. Kalkıp namaz kılıp, dua etmek istedim. Okuduğum kitaplardan birinde sabah namazının ayrı bir önemi olduğu yazıyordu. Uykusundan fedakârlık edip uyanıp namaz kılan insanların dualarının kabul olma olasılığı daha yüksekmiş.
Kalktım ve abdest alıp camiye girdim. Camiden içeri girdiğimde kitapta yazanlara hak verdim. Koskoca camide sabah namazı cemaati yalnızca bir saf oluşturabiliyordu. İnsanlar uykusunu bölmek istemiyordu. Yaşlı dedelerle, imam ve bir gençten başka kimse yoktu. Dedeler beni tanımadıklarından birbirlerine beni sorduklarını gördüm. Bu yaşlardaki insanlar tıpkı çocuklar gibi her şeyi merak ediyorlardı.
Namazımızı kıldıktan sonra herkesin birbirinin elini sıktığını gördüm. Ben de oradakilerin elini sıktım. Cemaat dağıldıktan sonra imamın tekrar kapıyı kilitlediğini gördüm. Artık uyuyamazdım. Gün neredeyse ışımak üzereydi. Belediyenin çorba dağıttığı büfelerden birini bulmak için camiden çıktım. Yürürken içimde bir huzur vardı. Namaz kıldığım içindi sanırım ya da kendimizi ibadetleri yerine getirdiğimizde huzur bulacağımıza inandırdığımız için de olabilirdi. Psikolojik bir etkide olsa, gerçekte olsa huzurlu hissetmek çok güzeldi.
Uzun bir yürüyüşten sonra sonunda çorba dağıtılan bir yer buldum. Çorbamı alıp hızla içtikten sonra yine sanayinin yolunu tuttum. Sonuç bugün de değişmedi. Ben kimden iş istesem hepsi yüz çevirdi. Yalan söylemek bana göre değildi. Evet, belki yalan söylesem iş bulabilirdim ama çok uzun süre yalanı sürdüremezdim. O yüzden hiç yalan söylememeyi tercih ediyordum.
Akşama kadar büyük bir umutla dükkânları dolaşsam da sonuç aynıydı. Kimse iş vermiyordu hatta dükkânın camına çırak aradıklarını söyleyen kâğıtlar yapıştıranlar bile iş vermiyordu. Ayaklarım beni daha fazla götüremeyeceğini ilan edene kadar yürüdüm.
Kaldırımın kenarına dinlenmek için oturdum. Köşedeki bakkal gözüme takıldı. Son bir çare oraya yöneldim. İçeri girdim. Sarışın, yeşil gözlü bir adam vardı. Galiba yabancı diye düşündüm. Çünkü bizim buralarda çok nadir sarışın insan vardı. Büyük çoğunluk esmerdi. "Kolay gelsin ağabey. Ben iş arıyordum da." Dedim. Ağabey demiştim. Çünkü çok da büyük görünmüyordu.
O da diğerleri gibi beni baştan aşağı süzdükten sonra "İş yok, çırak lazım değil kardeşim." Dedi. Yine hayal kırıklığı yaşamıştım. Dışarı çıktım. Tam gidiyordum ki ekmek dolabına gözüm çarptı. Karnım çok açtı. Ekmekler çok güzel görünüyordu. Ama hiç param yoktu. Tam o an içimde ki şeytan uyandı. "Bir tane alsan kim görecek ki?" dedi. Melek hemen cevap verdi "Annenin dediklerini hatırla. Hırsızlık en büyük günahlardan biridir. Sakın alma." Dedi.
Şeytan cevabını çoktan hazırlamıştı "Almasın da açlıktan ölsün mü? Sabahtan beri iş arıyor. Kimse iş vermedi. Başka çare bırakmadılar. Hadi al bir tane." Dedi. Melek "Alma çok günah." Demekle yetindi. Şeytan'ın söyledikleri daha mantıklı gelmişti. Ekmek dolabını açtım. Bir tane ekmek aldım. Tam kaçmak üzereyken bir el beni omzumdan tuttu.
"Ekmeğin parasını vermeyecek misin delikanlı?" dedi elin sahibi. Arkamı döndüğümde sarışın bakkalı gördüm. "Param yok ki." Dedim sesim utanç doluydu. "Ekmeği yerine koy!" dedi sert bir ses tonuyla. Eli hala omzumdaydı. Korkmaya başlamıştım. Ekmeği yerine koyarken elimin titrediğini fark ettim. Omzumu bıraktı. Kolumu tutup çekerek "İçeri gel." Dedi. Korkuyla içeri yöneldim.
Sanırım beni bir güzel dövüp sonra da bir daha böyle şeyler yapmamamı nasihat edip yollayacaktı. Bunu daha önce mahalledeyken gördüğüm olaylardan yola çıkarak tahmin etmiştim. Ama o daha kötüsünü yaptı. Bir eliyle beni tutmaya devam ederken, bir eliyle telefonun ahizesini kaldırdı. Ahizeyi kulağıyla omzu arasına sıkıştırıp "Şimdi polisi arayayım da gör bakalım hırsızlık yapmayı." Dedi. İlk başta beni korkutmak için yapıyor diye düşündüm. Ama numaraları tuşlamaya başlayınca ne kadar ciddi olduğunu anladım. Tam ikinci defa beş tuşuna basacaktı ki "Dur!" dedim yüksek bir sesle.
Eğer polisi ararsa hapse atılabilirdim. En iyi ihtimalle polis yurttan kaçtığımı tespit eder, devlet korumasında olduğum için bakkalı şikâyetinden vazgeçirmeye uğraşır, vazgeçince de beni tekrar yurda gönderirlerdi. Yani bakkalı polis fikrinden vazgeçirmeliydim. Bakkal "Ne var?" dedi. "Dur ağabey. Neler yaşadığımı bilmiyorsun? Son çarem hırsızlıktı. İlk defa yapıyorum." Dedim yalvarır bir ses tonuyla.
Telefonun ahizesini bıraktı "Hep aynı yalan. İlk defa yapıyormuş, son çaresiymiş. Ne yaşadın bu yaşta? Anlat bakalım çok merak ediyorum." Dedi alay eder gibi. Anlattım. Hem de her şeyi. Annemi, babamı, amcamı, yurttakileri... Aklıma ne geldiyse hatta dün geceyi bile. Bakkalın gözleri dolmuştu ama hala içinde şüphe vardı sanki. "Evden bir tane fotoğraf aldığını söylemiştin. Nerede o fotoğraf?" diye sordu.
Cebimden çıkarıp gösterdim. "Yarın yurda gidip sorarız. Bakalım onlar da onaylayacak mı anlattıklarını?" dedi. "Lütfen gitmeyelim ağabey. Oraya bir daha dönmek istemiyorum." Dedim. "Eğer anlattıkların doğruysa bir daha oraya dönmeyeceksin." Dedi. "Ama bu nasıl olacak?" dedim. "Yarın öğrenirsin." Dedi. O akşam bakkalı kapatana kadar bana bir sürü sordu.
Ama hala kafasında soru işaretleri olduğunu hissedebiliyordum. Bakkalı kapattıktan sonra evine gittik. Bakkalın üstü kendi eviymiş. Ev eski evlerdendi. Yapımında briket yerine büyük taşlar kullanılmıştı. Bu evlere eski Antep evleri deniliyordu. Bahçe kapısı tahtadandı. Evin dıştan bakınca bir konaktan tek farkı avlusunun biraz daha küçük olmasıydı. Avlunun küçük olmasının sebebiyse bakkalın olmasıydı.
Ev iki katlıydı. Evin kapısı değiştirilmişti. Normal de bu tarz evlerde tahta kapılar kullanılırdı ama bu zamanda tahta kapı pek güvenli olmadığından demir kapı tercih etmişlerdi. İçeri girdiğimizde bakkal "Senin karnın aç değil mi? Ben tamamen unuttum. Niye söylemiyorsun oğlum?" dedi. Bakkal cevap vermediğimi görünce çekindiğimi anlamıştı. "Gel hadi mutfağa." Dedi. Mutfak çok büyük değildi. Ama tek yaşayan biri için idealdi.
Koca bir tencere makarnayı yiyince bakkalın bana gülümseyerek baktığını gördüm. Bana kimliğimi vermemi söyledi. Vermeye çekinince "Ver oğlum. Babanı araştıracağım. Bakalım ne kadar dürüstsün?" dedi. Babamı duyunca göğsümü gererek kimliğimi verdim. Bir süre inceledi sonra "Demek adın Çınar. Benim adım da Uğur. Ama istersen artık ağabey demekten vazgeç. Çünkü ben senin baban yaşında sayılırım. Sen bana Uğur amca de oğlum." Dedi.
"O kelimeyi kullanmak istemiyorum." Dedim hüzünlü bir sesle. "Kusura bakma oğlum. Aklımdan çıkmış. Evet, ben de annenin katiliyle aynı unvana sahip olmak istemiyorum. O zaman sen bana usta de." Dedi. "Tamam." Dedim sadece. Kimliğimi alıp üst kata çıkacaktı ki peşinden benim geldiğimi görünce "Gel sana yatağını yapalım da uyu." Dedi. Kafamla onayladım.
O yatağımı hazırlarken kendimi tutamayıp sordum "Neden bana yardım etmeye karar verdin?". "Bak evlat, şimdi senle bir anlaşma yapacağız. Sana birazdan hakkımda bilmen gerekenleri anlatacağım. Başka soru sormanı da istemiyorum. Etrafına bir bak. Benden ve senden başka kimse var mı? Hayır yok. Neden biliyor musun? Çünkü ben hiç evlenmedim. Ben de senin gibi yurtta büyüdüm.
Üstelik burada bile değildim. Almanya'daydı benim yurdum. Babam işçi göçüyle buradan gitmiş. Oradan bir kadın bulup evlenmiş. Senin anlayacağın annem Alman babam Türk. Evlilikleri yürümeyince boşanmışlar. İkisi de beni kabul etmek istemeyince de yurda vermişler. On sekizime gelince yurttan ayrıldım ve soluğu Türkiye'de aldım.
Neden bilmem ama yarı Alman olmama rağmen hiç sevmem onları. O yüzden kendi memleketime gelmeye karar verdim. İşte böyle. Benim hakkımda bu kadar bilgi yeter. Daha fazla soru sormak da yok. Tamam mı?" bu adamda iyi bir ikna kabiliyeti vardı. Bir daha soru sormamaya ikna olmuştum. Gerçi bunda onu sıkıştırırsam beni dışarı atar korkusunun da payı vardı.
Yatağıma uzanınca içimde bir umut vardı. Yeni bir hayata başlamanın umudu. Umuduma sımsıkı sarılarak uyudum. Yarın usta eğer sözünde durursa yurttan kurtulduğum büyük gün olabilirdi.
İnstagram: bzkrtmslm1
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro