ÖKSÜZ
"Öksüz kalmak Dünya'dayken ölümü tatmaktır."
2006
Gaziantep
Gözlerimi açtığımda hastanedeydim. Filiz yatağıma oturmuştu. Kendime geldiğimi görünce annesine "Kendine geliyor." Dedi sevinçle. Sesindeki mutluluk tebessüm etmemi sağlamıştı. Annesi "Hemşire!" diye ayağa fırlayıp odadan çıktı. Doğrulmaya çalıştım. Sağ bacağımın arkasında büyük bir acı vardı. Bu acı yaşananları hatırlamamı sağladı. Annesi az sonra hemşireyle döndü. Hemşire nasıl hissettiğimi ve birkaç soru daha sorup odadan çıktı. O sırada Filiz' in babası odaya girdi.
Belgin teyzenin Filiz'e "Hadi kızım. Biz çıkalım da babanla Çınar konuşsunlar." Demesinden dün olanları anlatacağını anlamıştım. Yatağıma yaklaştı. "Nasılsın oğlum?" dedi. Sesindeki hüznü sevecenlikle gizlemeye çalışmış ama başaramamıştı. "Çıkmanıza gerek yok. Belgin teyze her şeyi biliyorum. Bu arada iyi gibiyim. Sağ olun." Dedim. Hepsi birbirine baktılar. Şaşırmışlardı. Filiz kendini tutamayıp sordu "Nereden biliyorsun?".
"Rüyamda gördüm. Babamla annem el ele idiler. Çok güzel bir köşkün bahçesinde oturmuşlardı. Annem beni görünce "Bazı hasretler ölümle biter." Dedi. Babam onu yanına almış." Dedim. Bu kez sözlerim onları duygulandırdı. Hepimizin gözleri dolmuştu. Ama hiçbirimiz ağlamadık. Çünkü annem sonunda bu cehennemden kurtulmuştu. Babamla birliktelerdi. Ağladığımı görürlerse üzülürlerdi. Bu yüzden hiç ağlamadım.
Doktor bir hafta hastanede kalmam gerektiğini söylemişti. Annemin cenazesine katılmak istediğimi söyledim. İlk başta izin vermek istemedi. Ama ısrar edince "Tekerlekli sandalyeyle gidebilirsin" dedi. Komşularımız cenaze için her şeyi üstlenmişlerdi. Bir kere olsun annemi kurtarmaya çalışmayan bu vurdumduymaz insanlar bana göre ellerinde annemin kanını taşıyordu. Onlar bir şeyler yapmış olsaydı belki annem yaşıyor olacaktı diye düşünmekten kendimi alamadım.
Annemi gömerken sanki kalbimden bir parçayı da beraber gömdüm. Ama ağlamadım. Ağlamayacaktım da. Onları beni izledikleri yerde mutsuz etmeyecektim. Hem annem ölmemiş, bir kâbustan uyanmıştı. Cehennem gibi geçen Dünya hayatından sonra babamla birlikte cennete göçtüğünden emindim. Artık onun için dertler, sıkıntılar bitmişti. Benim yüzümden acılara dertlere katlanması gerekmiyordu.
Aynı mezarlıkta biraz ileriye de amcamı gömdüler. Kamyonun üstünden geçip onu ezdiğini, bir fare gibi iç organlarının dışarı çıktığını söylediler. Bana gidip cenazesine katılmam gerektiğini söyleyen birkaç kendini bilmez komşumuz oldu. Her şeye rağmen o benim amcammış. İnsanların başkalarının acılarını anlamakta neden bu kadar zorlandıklarını düşündüm o an. Oysa ben bir kelebek ölse ona acıyıp üzülebiliyordum.
Amcamın annemi öldürdüğünü bilmelerine rağmen bana amcamın cenazesine katılmamı öğütleyenlere "Şimdi bana verdiğiniz bu saçma öğütleri amcama vermeyi düşündünüz mü hiç? Ona gidip, onlar sana ağabeyinin emaneti onlara kötü davranma, dediniz mi?"diye bağırdım. Hiçbir cevap vermeden arkalarını dönüp gittiler. Aralarında konuştuklarını duyuyordum. "Acısı var çocuğun, aklı başında değil." Dediklerini duydum.
Kendi saçma fikirlerine yine kusur bulmuyorlar, benim aklımın başında olmadığını söylüyorlardı. Yıllarca bu insanların anneme ve bana yardım edeceklerini düşünmekle ne büyük bir yanlış yaptığımı o zaman anladım. Kalkıp yüzlerine birer yumruk atmayı çok istedim ama anneme olan saygım beni engelledi. Sonra tekerlekli sandalyemi fark ettiğimde öfkenin gözümü karartmasına izin verdiğim için kendime kızdım.
Cenazeden sonra hastaneye döndüm. Bazı memurlar geldi. Çocuk esirgeme kurumundan gelmişlerdi. Hiç kimsem kalmadığı için beni yurda alacaklarmış. Kabul ettim. Başka çarem de yoktu zaten. Daha on dört yaşındaydım. Bana kalan mirasa da on sekiz yaşımda geri verilmek üzere devlet el koyacakmış. Buna benzer bir sürü şey söyleyip gittiler. Ama beni yurda alacaklarını söylemelerinden sonrakileri pek önemsememiştim.
Hastaneden taburcu olurken doktor koltuk değnekleri verdi. Bir süre bunları kullanmam gerektiğini ayrıca düzenli olarak ayda bir de kontrollere gelmemi söyledi. Geçici bir süreliğine bile olsa koltuk değneklerine mahkûm olmak beni çok üzmüştü. O zamana kadar kendi ayaklarımla yürümenin ne kadar güzel bir şey olduğunu fark edememiştim. Doktorlar her şeye bir çözüm bulmaya çalışıyorlardı ancak hiçbiri vücudumuzun kendi uzuvları gibi olamıyordu. Yalnızca koca bir okyanusun yerine bir küçük göl yerleştirmişsiniz hissi veriyordu. İnsanın en büyük zenginliği sağlığıydı. Bu gerçeği bir daha aklımdan çıkarmadım.
Yurda Filiz ile ailesi bıraktı. Yurt müdiresine herhangi bir durumda ulaşmak için adreslerini ve telefonlarını bıraktılar. En küçük bir olayda dahi haberdar edilmek istendiklerini özellikle belirttiler. Birlikte yurdu gezdik. Filiz yurdun güzel olduğundan bahsediyordu. "Hem sık sık seni ziyarete de geleceğiz." Diyordu sürekli. Filiz belki bana daha önce de acımıştı ama ilk kez bunu derinden hissettim. Ne kadar gizlemeye çalışsa da her hareketinde acıma vardı.
Aslında onlara biraz darılmıştım. Yıllarca Filiz ile birlikte evlerinde büyümüştük. Beni tanıyorlardı. Neden beni yanlarına almamışlardı ki? Ben onlara karşı her zaman saygılı davranmaya özen göstermiştim. Beni şimdi yurda bırakıyor olmaları bana çok dokunmuştu. Nedenini onlara hiç sormadım. Beni artık istemiyorlar, diye düşündüm. O zamana kadar yaptıkları iyilikler bile onların ne kadar iyi insanlar olduklarını göstermeye yeterdi. Yıllarca beni ve annemi amcamın gazabından korumayı başarmışlardı. Onlarla vedalaşırken en çok da artık Filiz'i artık her zaman göremeyeceğim için üzülüyordum. Çünkü okulumu da değiştirmişlerdi.
Yurttaki çocuklarla beraber yurdun hemen yanındaki okula gidecekmişim. Müdürün odasına çıkıp kayıt işlemlerini tamamladık. Sonra da odamı bulup içeriyi kontrol ettiler. Ve veda vakti gelmişti. Annesiyle babası beni öpüp teselli etmek için yurdu öven bir kaç şey söyleyip çıktılar. Filiz ile tek kalınca "Seni her hafta görmeye geleceğim." Dedi. Sesinde ayrılığın verdiği hüzün vardı. Ona sımsıkı sarıldım. Sonra o da gitti.
Yurtta tek başıma kaldım. Öğleden sonra oda koğuş arkadaşlarım okuldan döndüler. Koğuş sisteminin karma yaş grubundan oluştuğunu öğrendim. Arkadaşlarım döndüğünde yatağımda uzanmış kitap okuyordum. Yanıma geldiler ve merakla sorular sordular. Onlarla oturup konuştuk. Birbirimizi tanıdık. Annem yurtlardaki çocukların kimsesiz olmadıklarını söylemişti. Ancak ben, bu zamanda çocuk esirgeme yurtlarının benim gibi kimsesizlerle dolu olmasını beklerdim. Öyle değilmiş. Ben hariç hepsinin ebeveynlerinden en az birisi sağdı. Bazıları istenmeyen çocuklardı, bazıları ise devlet daha iyi bir gelecek sunar düşüncesiyle buraya gönderilmişlerdi.
Akşam bizden yaşça büyükler okuldan dönmeye başladıklarında yurdun gerçek yüzüyle tanışmaya başladım. Her koğuşun yaşça en büyük olanı o koğuşun abisiydi. Koğuşu o yönetiyor, istediği gibi emirler verebiliyordu. Bizim koğuşun abisi geldiğinde ben yine yatağımda uzanmış, kitap okuyordum. Yanıma kadar geldi ve kitabımı elimden çekip aldı "Yeni birileri gelmiş. Kalk bakalım ayağa." Dedi alaycı ses tonuyla.
Karşımdaki çocuk on yedi yaşındaydı. Bense henüz on dördümdeydim ama cüsselerimiz birbirinden çok farklı sayılmazdı. O yurtta büyüdüğünden cılız ve bakımsızdı. Oysa ben yaşıtlarıma göre daha uzun ve kalıplıydım. Yine de ayağa kalktım. Çünkü yeni bir yerdeydim ve henüz buraya alışmamıştım. Kim olduğumu, kaç yaşında olduğumu ve neden buraya bırakıldığımı sordu. Kimsesiz kaldığımı duyduğunda bana acıdığını hissettim. Hisleri ölmek üzere olan bir çocuk, ne kadar acıyabilirse o kadar kısa sürdü acıması.
Bana süpürge ile faraşı verip bundan sonra koğuşu benim temizleyeceğimi söyledi. "Yapmam." Dedim kararlı bir ses tonuyla. Karşı çıkılmasına alışkın olmayan koğuş abisi Ramazan şaşırdı. Aynı zamanda biraz da sinirlendi. Elini omzuma koydu. Omzumu sıkarken "Yaparsın. Eşek gibi yapacaksın." Dedi dişlerini sıkarak. Elini tutup omzumdan attım "Yapmam. Burada bir sürü görevli var. Neden odayı ben temizleyecekmişim?" dedim. Ben de sinirlenmeye başladım. "Anlaşılan sen burada işler nasıl dönüyor öğrenmemişsin hala." Dedi.
Cümlesini bitirmesiyle arkasında üç çocuk toplandı. Hepsi de yaşça benden büyüklerdi. "İstersen biz öğretelim ağabey, bu yeni goncaya." Dediler gülerek. "Bence gerek yok." Dedi gözlerimin içine bakarak. Karşımda dört kişi olduklarından şimdilik geri çekilmeye karar verdim. Yarın sabah ilk işim müdüre şikâyete gitmek olacaktı. Süpürge ve faraşı elinden aldım "Gerek yok." Dedim. Cevabımı duyunca aralarında güldüler. "Şöyle yola gel bakalım. Tertemiz süpür buraları. Toz etme sakın yoksa o süpürgeyle her tarafını morartırım senin." Dedi Ramazan. "Tamam." Dedim sadece ve işimi yapmaya koyuldum.
Akşam yemeği saat altı ve yedi arasında veriliyordu. Hepimiz aşağı inip yemek sırasına girdik. Yemek dağıtan görevlilerden biri gelip sıradan beş kişiyi yemekleri taşımakla görevlendirdi. Yemeklerimiz hazır yemek şirketlerinden geliyordu. Arabayla gelip yurdun girişine yemekleri bırakıp gidiyorlardı. Her gün görevlinin seçtiği beş kişi de gidip yurdun girişinden birinci katta olan yemekhaneye taşıyordu yemekleri.
Yemek taşıyan çocuklardan birisi oldukça sıskaydı. Yemek dolu kabı zorlukla kaldırıyordu. Yemekhaneden içeri girdiğinde çok yorulduğundan mıdır yoksa bir an önce yemeği bırakmak istemesinden midir bilmiyorum, acele ediyordu. O acele ettikçe ayakları birbirine dolanır gibi oluyordu ve çok ilerleyemeden de düştü. Yemeğin bir kısmı yere döküldü. Daha biz ne olduğunu anlamadan onları yemek taşımaya gönderen görevli yanı başında bitti. Elindeki yemek kepçesiyle çocuğu dövmeye başladı. Bir yandan da"Seni beceriksiz. Seni geri zekâlı." Diyerek hakaretler ediyordu. O anda yemek sırasındaki çocuklara baktım.
İçlerinden herhangi birisi o an o dayağa karşı çıksaydı, ben de ona katılacaktım. Ona destek olup dayak atmamasını, buna hakkı olmadığını söyleyecektim. Ancak çocukların bazıları sinema seyreder gibi seyrediyor bazıları da sanki hiçbir şey olmuyormuş gibi kendi aralarında sohbet etmeye devam ediyorlardı. Anlaşılan bu duruma yabancı değillerdi. Hatta alışmışlardı bile. Görevli çocuğu dövüp sinirini boşalttıktan sonra aynı kepçeyle hem de yıkama gereksinimi bile duymadan bize yemek dağıttı. O kepçeyle koyduğu yemeği yemedim. Ancak diğer çocukların bu durumu da pek önemsemediklerini hayretle izledim.
Yurtta her şeyin bir saati vardı. Uyku saati gece on birdeydi. Hoparlörden anons yapıldı ve uyku saatinin geldiği haber verildi. Işıklar kapatılmazsa ceza verileceği de eklendi. Gece bekçisi denilen bir görevli odaları gezip herkesin uyuyup uyumadığını denetlediğinde ben daha uyanıktım. İçeri girdi ve odayı bir kez turladı. Çocuklardan birini zorla uyandırdı. Elindekinden çocuğa yedirmeye çalıştı. İlk başta çocuğun alması gereken bir ilaç olduğunu düşünüp bekçiye minnet duydum.
Ancak daha sonra çocuk "Ne olur tuz yedirmeyin. Vallahi altıma yapmayacağım." Deyince işin aslını öğrendim. Çocukların bazıları gece altına yapıyordu. Görevliler de o çocuklara altına yapmasınlar diye tuz yediriyordu. Bekçi tek başına yapamayınca koğuş abisi Ramazan'ı uyandırdı. Ramazan ellerini tutarken o da zorla çocuğun ağzına tuzu doldurdu. Çocuğun yutmasını kesinleştirmek için ağzına su döktü. Sonra Ramazan'ı da yanına alıp çıkıp gitti.
Ben yine yatağımda yalnız kalmıştım. Nasıl bir yere düşmüştüm ben böyle? Çocuklar dayak yiyordu ve bu durumu normalmiş gibi karşılıyorlardı. Ben dayak yemeye alışkındım fakat hiç bu çocuklar gibi sıradan karşılamamıştım. Her seferinde direnmiştim. Buradaki görevlilerin hepsi eğitimsizdi. İşlerini sırf para için yapıyorlardı. Çocuklar biraz zorluk çıkarınca da çareyi dayağa başvurmakta buluyorlardı.
Çocuklar da görevlilerden yedikleri dayakların acısını birbirinden çıkarıyordu. Hemen hepsi birbiriyle kavga etmek için küçücük bir sebep arıyordu. Kendi aralarında yaptığı şakaların birçoğu bile şiddet içerikliydi. Birbirlerine küfürler ediyorlar, el şakası yapmaya bayılıyorlardı. Çoğunun psikolojisinin bozuk olduğunu daha ilk günden anladım. Buradan nasıl kurtulacağımı düşünüyordum ilk geceden. Kaçmayı ilk o zaman düşündüm.
Ancak eğer kaçarsam Filiz'i göremezdim. Düşünceler beynimin içinde dönüp dururken birden annemin görüntüsü geldi gözlerimin önüne. İşte o zaman bir şimşek patladı beynimde. Diğer bütün düşüncelerim toz olup uçuştular ve tek bir düşünce yankılandı aklımın derinliklerinde. Annem artık yoktu. O ölmüştü. Ben artık kimsesiz bir çocuktum. O gece yatağımda yalnızlıktan kıvranırken ilk kez gerçek manada kimsesizliğin ne olduğunun bilincine vardım. Ağlamamak için kendime söz versem de gözlerim bu sözü umursamadılar bile. Gözyaşlarım birer ateş parçası gibi yanaklarımdan süzüldüler. Uzun bir aradan sonra ağlarken uyuyakaldım.
Ertesi sabah bakıcı kadınlardan biri bağırarak odaya daldı. Hayatımda ilk defa amcamdan başka birinin bağırmasıyla uyandım. "Uyanın tembeller. Üstünüzü giyin çabuk." Diye bağırıyordu. Okula gitmek istemiyordum. Çünkü artık okulda Filiz yoktu. Öyleyse gitmeme de gerek yoktu. Bakıcı kadın benimle aynı fikirde değildi. Beni öyle bir sarstı ki deprem oluyor sandım. Korkuyla ayağa fırladım. "Bir daha ikinci şansı vermem sana. Yataktan aşağı yuvarlarım seni." Dedi.
Sonra benden iki ranza ileride yatan kısa, çelimsiz çocuğun yanına gitti. Çocuk hala uyuyordu. Yüzüne okkalı bir tokat patlattı. Öyle sert vurdu ki benim bile canım yandı. Çocuk daha ne olduğunu anlamadan çocuğu sırtlandı ve camın yanına gitti. Pencereyi açıp çocuğu dışarı doğru bıraktığında onu camdan attığını zannettim. Gözlerim fal taşı gibi açıldı. Ancak dışarı atmıyor onu camdan sarkıtıyordu. Çocuğun yalvarmalarını duyabiliyordum. Bir süre sonra çocuğu tekrar içeri aldı. "Bir daha kalkmazsan seni bu kez camdan aşağı atarım." Dedi sinirden bağırarak.
Çocuk hiçbir şey demeden dolabına gidip üstünü giymeye başladı. Bakıcı kadın cebinden sigara paketini çıkardı ve bir sigara yaktı. Ağzında bir sigara bir elinde de bir bez camları silmeye koyuldu. İçeride sigara içmek yasaktı oysa. Başıma iş almak istemediğimden ses çıkarmadım. Onun ne kadar tehlikeli biri olduğunu görmüştüm. Beni tehdit etmesi aklıma geldi. Yataklar ranza olduğu için ve ben de üstte yattığım için bu ciddi bir tehditti. Kafamı kırmak isteyişini farklı bir yöntemle söylemişti. Açıkçası korkmuştum. Hemen giyinmeye başladım.
Okula gitmeden önce müdürün odasına gittim. Dün Ramazan'ın bana zorla koğuşu süpürttüğünü söyledim. Müdür görevlilerden birini çağırıp Ramazan'ı getirmelerini söyledi. Ramazan geldiğinde ise "Sen nasıl iş yapıyorsun? Bak senin koğuşundaki çocuk gelip seni şikâyet ediyor. Bunu iyi dövememişsin. Şuna iyi bir ders ver." Dedi. Şaşkınlıktan dondum, kaldım. Meğer koğuş ağabeylerini müdür seçiyormuş. İstedikleri gibi davranmalarına da müdür müsaade ediyormuş. Ramazan o gün uykusuz ve yorgun görünüyordu. Bana dokunmadı. Müdürün de burada olan bitenden haberdar olduğunu öğrenmiştim. Burası iyice mide bulandırıcı bir yer olmaya başlamıştı.
Yorumlarınızın hepsini okuyorum ve cevap vermeye çalışıyorum. Yorumlarınız benim için önemli. Çünkü sizin sevdiğiniz bölümlere bakarak kendimi daha çok geliştirmek için çabalıyorum.
İnstagram: bzkrtmslm1
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro