Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

BÖLÜM 8

O akşam Flory, Ko S'la'dan berberi çağırmasını istedi - kasabanın tek berberi bir Hintliydi ve ayda sekiz anna'ya her iki günde bir Hintli kuli'lerin başlarını kazımakla geçiniyordu. Adam yokluğundan Avrupalılar da saçlarını ona kestiriyorlardı. Flory tenisten döndüğünde berber verandada bekliyordu. Flory makasları kaynar su ve alkolle sterilize ettikten sonra saçlarını kestirdi.

"Benim en iyi Palm Beach giysilerimi çıkar," dedi Ko S'la'ya, "bir de ipek gömleğimle samur derisi ayakkabılarımı. Rangoon'dan geçen hafta gelen şu yeni kravatı da getir."

"Öyle yaptım, thakin," dedi Ko S'la, aslında yapacağını söylemek istiyordu. Flory yatak odasına geldiğinde Ko S'la'nın, yatağın üzerine serdiği elbiselerin yanında somurtkan bir yüzle onu beklediğini gördü. Ko S'la'nın, Flory'nin niye süslendiğini bildiği (Elizabeth'le karşılaşmayı umduğu için) ve bunu doğru bulmadığı çok açıktı.

"Ne bekliyorsun?" dedi Flory.

"Giyinmene yardım etmeyi, thakin."

"Bu akşam kendim giyineceğim. Sen gidebilirsin."

Tıraş olacaktı -o gün ikinci kez- ve Ko S'la'nın tıraş takımlarını banyoya götürdüğünü görmesini istemiyordu. En son aynı gün içinde iki kez tıraş olduğundan bu yana yıllar geçmişti. Ne iyi olmuş da daha geçen hafta kendime yeni bir kravat getirtmişim, diye düşündü. Büyük bir dikkatle giyindi, kesildikten sonra sertleşen ve bir türlü yatmak bilmeyen saçlarını düzeltebilmek için neredeyse yarım saat uğraştı.

Ona neredeyse bir an kadar kısa gözüken bir süre sonra Elizabeth'le birlikte pazar yolunda yürüyordu. Kızı kulübün 'kütüphane'sinde yalnız bulmuş ve birden cesaretlenip birlikte dolaşmalarını teklif etmişti; kızın davetini bu kadar kolayca, amcasına ve yengesine bile haber vermeden kabul etmesi onu biraz şaşırttı. Burma'da o kadar uzun süre yaşamıştı ki İngiliz âdetlerini unutmuştu. Peepul ağaçlarının altından geçen pazar yolu çok karanlıktı, çeyrek ay yaprakların arkasına gizlenmişti, ama şurada burada yıldızlar görünmez dallara asılı lambalar gibi alçak, beyaz bir ışık saçıyorlardı. Birbiri ardına koku dalgaları geliyordu, önce frangipanilerin iç bayıltıcı, tatlı kokuları, ardından Veraswami'nin bungalovunun karşısındaki kulübelerden yükselen soğuk ve keskin gübre ya da çürük kokuları. Biraz uzakta davullar çalıyordu.

Davulları duyan Flory, yolun biraz aşağısında, U Po Kyin'in evinin karşısında bir pwe sahnelendiğini hatırladı. Aslında bu pwe'yi düzenleyen U Po Kyin'di ama parasını başka biri ödemişti. Flory'nin aklına cesurca bir düşünce geldi. Elizabeth'i pwe'ye götürecekti! Kız buna bayılacaktı - kesinlikle çok beğenecekti: Kafasında bir çift göz taşıyan hiç kimse pwe dansının güzelliğine direnemezdi. Belki o kadar uzun süre dışarıda kaldıkları için kulübe geri döndüklerinde küçük bir skandal olurdu; ama canı cehenneme! Kimin umurundaydı ki! Elizabeth kulüpteki o aptallar sürüsünden farklıydı. Üstelik pwe'ye birlikte gitmek çok eğlenceli olacaktı! O anda müzik dehşet verici bir gümbürtüye dönüştü - boruların tiz seslerine kastanyeti andıran bir tıngırtı karıştı, davulların boğuk uğultularının arasından metalik bir erkek sesinin çığlıklar attığı duyuldu.

"Bu gürültü de ne böyle?" dedi Elizabeth duraklayıp. "Bir caz grubu gibi duyuluyor!"

"Yerel müzik. Bir pwe yapıyorlar - bir tür Burma tiyatrosu; tarihi dramla revü arası garip bir gösteri. Sanırım ilginizi çeker. Şu yolun kıvrıldığı yerin hemen aşağısında."

"Ya," dedi kız oldukça kuşkulu bir sesle.

Yolun kıvrımını döndüklerinde ışıkların parıltısı gözlerini aldı. Otuz yarda boyunca bütün yol pweyi görmeye gelen izleyiciler tarafından kapatılmıştı. Arkada, fokurdayan petrol lambalarının arkasında yüksek bir sahne ve onun önünde çığlıklar ve patırtılar koparan bir orkestra vardı; sahnede Elizabeth'e Çin pagodalarını andıran giysiler giymiş iki adam ellerindeki kıvrık kılıçlarla poz veriyorlardı. Yol göz alabildiğine omuzlarına pembe şallar atmış, siyah saçlarını arkalarına toplamış beyaz muslin giysili kadın sırtlarından oluşmuş bir deniz gibiydi. Birkaçı hasırlarının üzerine uzanmış, uykuya dalmışlardı. Elinde bir fıstık tepsisiyle yaşlı bir Çinli kalabalığın arasından kendine yol açarken acıklı bir sesle 'Myay-pe! Myaypel' diye bağırıyordu.

"İsterseniz birkaç dakika durup izleriz," dedi Flory.

Göz kamaştıran ışıklar ve orkestranın sağır edici uğultusu Elizabeth'in kafasını karıştırmıştı, ama onu en çok şaşırtan şey yolun kenarlarında tiyatrodaymış gibi oturan insan kalabalığını görmek olmuştu.

"Oyunlarını her zaman yolun ortasında mı oynarlar?" diye sordu.

"Bir kural olarak evet. Kaba bir sahne kurar, sabah olunca kaldırırlar. Gösteri bütün gece sürer."

"İyi ama bütün yolu tıkamalarına izin var mı?"

"Var elbet. Burada trafik düzenlemeleri yoktur. Zaten görüyorsunuz ya düzenlenecek bir trafik de yok."

Kız bunun çok garip olduğunu düşündü. Bu arada neredeyse bütün izleyiciler gelen 'İnglaeikma'ya bakmak için kilimlerinin üzerinde onlardan yana dönmüşlerdi. Kalabalığın ortasında yarım düzine kadar sandalye vardı. Burada memurlar ve birkaç kâtip oturuyordu, U Po Kyin de onların arasındaydı. Fil gibi gövdesini döndürüp Avrupalıları selamlamak için çaba harcıyordu. Müzik durduğunda çiçek bozuğu yüzlü Ba Taik kalabalığın arasından hızla yanlarına geldi, Flory'nin önünde her zamanki ürkek tavırlarıyla eğilerek selam verdi.

"Saygılarımı sunarım, Efendim U Po Kyin genç beyaz hanımla birlikte birkaç dakika pwe izlemek ister miydiniz, diye soruyor. Sizin için sandalye ayırdı."

"Gidip oturmamızı istiyorlar," dedi Flory Elizabeth'e. "İster miydiniz? Oldukça eğlencelidir. Şu iki adam birkaç dakikaya kadar gidecekler, sonra danslar başlar. Birkaç dakika izlemek canınızı sıkmaz öyle değil mi?"

Elizabeth pek emin değildi. Nedense bu pis kokulu, yerli kalabalığın arasında oturmak gözüne doğru görünmüyordu, hatta güvenli de görünmüyordu. Bununla birlikte Flory'nin neyin doğru olduğunu bildiğine güvenmeyi seçti ve sandalyelerin durduğu yere gitmeyi kabul etti. Burmalılar kilimlerinde yana çekilip onlara yer açtılar. Elizabeth'in arkasından bakıyor ve aralarında konuşuyorlardı. Kızın bacakları sıcak, muslin giysili bedenlere dokunuyordu, havada ağır bir ter kokusu vardı. U Po Kyin ona doğru döndü, elinden geldiğince eğilip burnundan gelen bir sesle konuştu.

"Lütfen buyurun oturun madam! Sizinle tanışmak benim için büyük bir onur. İyi akşamlar Mr. Flory, efendim! Hiç beklenmedik bir mutluluk bu benim için. Yanınızdaki hanımla birlikte bizi onurlandıracağınızı önceden bilseydik viski ve başka Avrupa içecekleri de getirtirdik. Ha ha!"

Gülerken betel suyuyla kızarmış dişleri lambaların ışığında yaldız kâğıtları gibi parlıyordu. Öyle iri ve çirkin görünüşlüydü ki, Elizabeth onun karşısında büzülmekten kendini alamamıştı. Mor longyili ince bir genç önünde eğilmiş, buzlu sarı şerbet dolu iki bardağın durduğu bir tepsiyi ona uzatıyordu. U Po Kyin sertçe ellerini çırptı. "Hey haung galay!" diye yanındaki oğlana seslendi. Burmaca birtakım emirler verdi, çocuk sahnenin kenarına doğru hızla uzaklaştı.

"Bizim onurumuza en iyi dansçılarını çağırmalarını istedi onlardan," dedi Flory. "Bakın, işte geliyor."

Sahnenin arkasında bağdaş kurmuş sigara içen bir kız ayağa kalkıp ışıklara doğru yürüdü. Çok genç, narin omuzlu, göğüssüz bir kızdı. Ayaklarına kadar inen açık mavi satenden bir longyi giymişti. İngyi'sinin eteklerini eski Burma tarzında dışarı doğru kıvırıp kalçalarının üzerinde küçük torbacıklara benzetmişti. Başı aşağı eğik bir çiçeğin yapraklarına benziyordu bunlar. Uyuşuk bir hareketle sigarasını orkestradaki adamlardan birine fırlattı, sonra narin kollarından birini ileri doğru uzatıp sanki kaslarını gevşetmek istermişçesine salladı.

Orkestra birden gürültülü bir yaygaraya başladı. İskoç tulumlarına benzeyen flütler, bir adamın küçük bir çekiç vurarak çaldığı ince bambu şeritlerden oluşan garip bir çalgı ve ortada farklı boylarda on iki değişik davulla çevrili bir adam vardı. Ortadaki adam hızla bir birine bir ötekine uzanıp elinin ayasını vurarak çalıyordu bu davulları. Bir anda kız dans etmeye başladı. Ama başlangıçta bu tam olarak bir dans değildi, ritmik bir şekilde başını sallıyor, değişik pozlar takınıyor ve dirseklerini sağa sola büküyordu. Eski moda bir atlıkarıncanın eklemli tahta figürlerinin hareketlerini andırıyordu. Boynunun ve dirseklerinin dönüşleri tıpkı eklemli bir oyuncak bebeğinkiler gibiydi ama yine de inanılmaz bir akıcılığı vardı. Parmakları bitişik elleri yılan başları gibi kıvrılıp bükülüyor, neredeyse koluna değinceye kadar geri kıvrılabiliyorlardı. Hareketleri yavaş yavaş hızlanmaya başlamıştı. Ayaklarını tutsak eden longyi'sine aldırmadan iki yana sıçrıyor, selam verir gibi öne eğilip olağanüstü bir esneklikle zıplayarak doğruluyordu. Sonra oturuyormuş gibi garip bir pozda dans etmeye başladı. Dizleri bükük, bedeni öne eğilmiş, ileri uzanan kolları titreyerek başını davulların temposuna uygun bir şekilde sallıyordu. Müzik hızlanarak doruğa yükseldi. Kız ayağa kalktı. Topaç gibi hızla dönerken ingyi'sinin beline sıkıştırdığı kıvrımlar bir çiğdemin yaprakları gibi uçuştular. Sonra müzik başladığı gibi aniden kesildi, kız yeniden yere kapanıp selam verdi. İzleyiciler coşkuyla bağırışıyorlardı.

Elizabeth dansı şaşkınlık, can sıkıntısı ve biraz dehşeti andıran bir duyguyla izlemişti. İçkisinden bir yudum almış ve tadının saç yağına benzediğini bulmuştu. Ayağının altındaki kilimde üç Burmalı kız başlarını aynı yastığa dayamış, küçük oval yüzleriyle, kafa kafaya vermiş kedi yavruları gibi derin bir uykuya dalmışlardı. Müzik sürerken Flory alçak bir sesle Elizabeth'in kulağına dansla ilgili açıklamalar yapıyordu:

"Bunun sizin ilginizi çekeceğini biliyordum; sizi onun için buraya getirdim. Siz kitaplar okumuşsunuz, uygar yerlerde bulunmuşsunuz, biz sefil vahşilerden farklısınız. Kendi tuhaf tarzıyla sizce de izlemeye değer bir gösteri değil mi? Şu kukla gibi garip bir şekilde öne eğilişine bakın. Kolları tıpkı saldırmak üzere olan bir kobra yılanı gibi kıvrılıyor. Acayip, hatta çirkin, ama isteyerek yapılan bir çirkinlik bu. Aynı zamanda içinde ürkütücü bir şeyler var. Bütün Moğollarda şeytandan bir parça gizli sanki. Yine de yakından baktığınızda arkasında sanatı, yüzyılların kültürünü görebiliyorsunuz! Şu kızın yaptığı her hareket sayısız kuşaklar boyunca işlenmiş, elden ele aktarılmış. Bu Doğu halklarının sanatına ne zaman biraz yakından baksanız bunu görebiliyorsunuz - geriye, çok gerilere, belki de bizim hayvan postlarına sarınarak dolaştığımız zamanlara kadar uzanan bir uygarlık. Şimdi size anlatamayacağım bir duygu, bana şu kızın kollarını kıvırışında Burma'nın bütün yaşamının ve ruhunun yattığını söylüyor. Onu gördüğünüzde pirinç tarlalarını, tik ağaçlarının altındaki köyleri, pagodaları, sarı cüppeli rahipleri, sabah erken saatlerde nehirlerde yüzen buffaloları görebiliyorsunuz. Thibaw Sarayı..."

Müzik durunca Flory'nin sesi de birden kesildi. Onu uzun uzun ve ne söylediğine pek dikkat etmeden konuşmaya götüren belli şeyler vardı ve pwe dansı da bunlardan biriydi; ama şimdi bir roman kahramanı, hem de uyduruk bir roman kahramanı gibi konuşmaya başladığını fark etmişti. Başını çevirdi. Elizabeth soğuk bir huzursuzlukla dinlemişti onu. Bu adam nelerden söz ediyor böyle, olmuştu ilk düşüncesi. Üstelik birden çok kez o nefret ettiği sanat sözcüğünün geçtiğini duymuştu. İlk kez Flory'nin aslında onun için bütünüyle yabancı biri olduğunu ve yanlarında başkası olmadan onunla gezmenin çok akıllıca olmayabileceğini hatırladı. Çevresini saran esmer yüzler denizine ve lambaların parlak ışıklarına baktı; sahnenin yabancılığından korkar gibi oldu. Burada ne işi vardı? Kara insanların arasında, neredeyse onlara dokunacak kadar yakınlarında, sarımsak ve ter kokuları arasında oturuyor olmasının doğru bir şey olmadığı kesindi. Niçin öteki beyaz insanlarla birlikte kulüpte değildi şimdi? Niçin Flory onu bu garip ve vahşi gösteriyi izlemesi için yerli yığınlarının ortasına getirmişti?

Müzik yeniden başlar başlamaz pwe kızı da yeniden dans etmeye başladı. Yüzü o kadar pudralanmıştı ki lambaların ışığında arkasında gerçek gözler olan alçı bir maske gibi görünüyordu. Ölü beyazlığındaki oval yüzü ve tahta kukla hareketleriyle bir şeytan kadar çirkin görünüyordu. Müziğin temposu değişince kız metalik bir sesle şarkı söylemeye başladı. Şarkının hızlı ve kesik kesik bir ritmi vardı, neşeliydi ama aynı zamanda sertti. Kalabalık ona eşlik ediyordu. Yüzlerce insan hep bir ağızdan o aynı sert hecelerin tekrarlıyorlardı. Kız hâlâ bedenini garip bir şekilde bükmüş olarak kalabalığa arkasını döndü ve kalçalarını izleyicilere doğru çıkararak dans etmeye başladı. İpek longyi'si metal gibi parlıyordu. Ellerini ve kollarını kıvırıp bükmeyi sürdürürken vücudunu sağa sola doğru çeviriyordu. Sonra -şaşırtıcı bir şekilde longyi'sinin içinden olduğu gibi görünen- kalçalarını müziğe uygun bir şekilde sallamaya başladı.

İzleyicilerden bir alkış yükseldi. Kilimin üstünde uyuyan üç kız aynı anda uyandılar ve ellerini vahşice çırpmaya başladılar. Bir kâtip burundan gelme bir sesle Avrupalıların duyması için İngilizce 'Bravo! Bravo!' diye bağırdı. Ama U Po Kyin kaşlarını çatıp elini salladı. Avrupalı kadınları iyi tanırdı. Zaten Elizabeth çoktan ayağa kalkmıştı bile.

"Ben gidiyorum. Geri dönme zamanımız geldi," dedi birden. Başı yana dönüktü ama Flory yüzünün pembeleştiğini görebiliyordu.

Endişeli bir şekilde ayağa kalktı. "Ama, diyecektim ki... yani bir-iki dakika daha kalamaz mısınız? Biliyorum, geç oldu, ama... ama bu kızı bizim onurumuza iki saat önceden sahneye çıkardılar. Yalnızca birkaç dakika?"

"Yapabileceğim bir şey yok, çoktan geri dönmüş olmalıydım. Amcam ve yengem ne düşünecekler bilemiyorum."

Kız kalabalığın arasından yürümeye başladı, Flory de peşinden gitti. Pwe ekibine teşekkür etmeye bile zaman bulamamıştı. Burmalılar somurtkan yüzlerle onlara yol açtılar. Tam İngilizlere göre bir şeydi. Önce en iyi dansçıyı erkenden çağırtmış, sonra da daha dans doğru dürüst başlamadan çekip giderek her şeyi altüst etmişlerdi! Flory ve Elizabeth ayrılır ayrılmaz korkunç bir kargaşa oldu. Pwe kızı dansını sürdürmeyi reddediyor, izleyiciler devam etmesini istiyorlardı. Ama sahneye alelacele çıkan iki palyaçonun sakarlıkları ve açık saçık şakalarıyla ortalık yeniden yatıştı.

Flory çökmüş bir ruhla yolda kızın peşinden gidiyordu. Elizabeth çok hızlı yürüyordu, başı yana dönüktü ve bir süre hiç konuşmadı. Birlikte her şey çok iyi giderken nereden çıkmıştı bütün bunlar! Flory özür dilemeye çalışıyordu:

"Özür dilerim. Sizin bundan rahatsız olacağınızı düşünemedim..."

"Önemi yok. Niye özür diliyorsunuz ki? Ben yalnızca geri dönme zamanının geldiğini söyledim, hepsi bu."

"Düşünmem gerekirdi. Bu ülkede insan bu tür şeylere dikkat etmeyi unutuyor. Bu insanların terbiye anlayışları bizimkiyle aynı değil - belli bakımlardan daha sıkı -ama..."

"Hayır, ondan değil! Kesinlikle ondan değil!" diye bağırdı kız öfkeyle.

Flory battıkça battığını anlıyordu. Kız önde, o arkada konuşmadan yürüdüler. Sefil bir durumdaydı. Lanet olası bir aptal gibi davranmıştı! Yine de bütün bu süre boyunca kızın bu kadar kızmasının gerçek nedeni konusunda hiçbir şey anlamamıştı. Kızı rahatsız eden şey pwe dansçısının davranışları değildi aslında; bunlar yalnızca kızgınlığını açığa vurmasına neden olmuştu. Ama gezintinin tamamı -o pis kokulu yerlilerle omuz omuza oturmasını beklemesi- Elizabeth'in üzerinde kötü bir etki yapmıştı. Bu yaptığının beyaz erkeklerden beklenebilecek bir davranış olmadığından hiç kuşkusu yoktu. Bir de o upuzun sözcüklerle dolu saçma sapan konuşmaya girişmişti üstelik - neredeyse, diye düşündü acıyla, neredeyse şiirlerden alıntı yapıyormuş gibiydi! Paris'te zaman zaman karşılaştığı o sefil sanatçılar konuşurlardı böyle. Bu akşama kadar onun erkek gibi bir erkek olduğunu düşünmüştü. Sonra düşünceleri sabahki maceraya, Flory'nin çıplak elleriyle buffaloyu kovalayışına kayınca öfkesi biraz dindi. Kulübün kapısına ulaştıklarında onu bağışlamaya niyetli gibiydi. Bu sırada Flory de yeniden konuşacak cesareti bulmuştu. Patikanın üzerinde, dalların arasından görülen yıldızların ışıklarıyla aydınlanan bir açıklıkta durdu, kız da durdu. Kızın yüzünü ancak seçebiliyordu.

"Diyecektim ki. Diyecektim ki... Umarım bu konuda bana gerçekten kızgın değilsinizdir,"

"Yok, değilim elbette. Söyledim size kızmadığımı."

"Sizi oraya götürmemeliydim. Lütfen beni bağışlayın. Biliyor musunuz, ötekilere nerede olduğunuzu söylemeyeceğim. Belki de yalnızca bahçede dolaşmaya çıktığınızı söylemek daha iyi olur ya da buna benzer bir şey. Beyaz bir kızın pwe'ye gitmesini garip bulabilirler. Bunu

onlara söyleyeceğimi sanmıyorum."

"Ah, elbette, ben de söylemeyeceğim!" diye onayladı Elizabeth. Flory'yi şaşırtan bir sıcaklık vardı sesinde. Bunun üzerine bağışlandığını anlamıştı. Ama ne için bağışlandığını henüz kavrayamamıştı.

Sessiz bir anlaşmayla kulübe ayrı ayrı girdiler. Gezinti kesinlikle başarısız olmuştu. Kulüp lobisinde o gece bir gala havası vardı. Bütün Avrupalı topluluğu Elizabeth'i karşılamak üzere bekliyordu. En iyi kolalı beyaz giysilerini giymiş olan kâhya ve altı ckokra kapının iki yanına dizilmiş gülümseyerek selam veriyorlardı. Avrupalılar selamlaşmalarını bitirince kâhya elinde hizmetçilerin 'missiesahip' için hazırladıkları kocaman bir çelenkle öne çıktı. Mr. Macgregor esprili bir hoş geldin konuşması yapıp herkesi birer birer tanıttı. Maxwell'i 'yerel ağaç uzmanımız', Westfield'i 'yasa ve düzenin koruyucusu ve - ah - yerel haydutların dehşeti' olarak tanıttı ve böyle sürdü gitti. Herkes gülüyordu. Güzel bir kız yüzü görmek herkesi o kadar neşelendirmişti ki Mr. Macgregor'un konuşması bile onlara eğlenceli gelmişti - gerçeği söylemek gerekirse Macgregor akşamının büyük bir kısmını bu konuşmayı hazırlamakla geçirmişti.

Ellis eline geçen ilk fırsatta muzip bir tavırla Flory ve Westfield'in koluna girip onları oyun odasına çekti. Her zamankinden çok daha keyifliydi. Küçük ve sert parmaklarıyla Flory'nin koluna can yakıcı ama dostça bir çimdik attı.

"Söyle bakalım evlat, herkes seni arıyordu? Neredeydin bu kadar zaman?"

"Of, yalnızca yürüyüşe çıkmıştım."

"Yalnızca yürüyüşe öyle mi? Peki kiminle?"

"Miss Lackersteen'le."

"Biliyordum bunu! Demek tuzağa düşen aptal sen oldun öyle mi? Daha hiç kimse bakmaya bile zaman bulamadan yemi sen yuttun yani. Böyle şeyler için çok ihtiyarlamış olduğunu düşünüyordum. Neyse ki ben öyleyim."

"Ne demek istiyorsun?"

"Ne demek istiyormuşum! Şuna bakın, ne demek istediğimi bilmiyormuş gibi davranıyor! Demek istiyorum ki Lackersteen ana sevgili damat adayı olarak şimdiden seni seçmiş durumda. Yani eğer dikkatli olmazsan. Ee, Westfield?"

"Çok haklısın eski dostum. Damat adayında aranılan niteliklere sahip bekâr delikanlı. Evlilik, dizginler, daha ne ararsan. Gözlerine seni kestirmişler belli ki."

"Bunu da nereden çıkardınız bilmiyorum. Kız buraya geleli daha yirmi dört saat olmadı."

"Yine de onu bahçede dolaştıracak kadar zaman bulabildin ama. Adımlarına dikkat et. Tom Lackersteen ayyaş sersemin teki olabilir, ama yaşamının geri kalanında sırtında bir yeğen taşımayı isteyecek kadar da budala değildir. Ve elbette kız da ekmeğinin hangi tarafına yağ sürüldüğünün farkında. Onun için dikkatli ol da kafanı giyotine sokma."

"Lanet olsun, insanlar hakkında böyle konuşmaya hakkınız yok sizin. Üstelik kız daha çocuk sayılır..."

"Benim değerli aptal dostum..." Ellis şimdi eline olay yaratacak yeni bir konu geçirdiği için çok sevecen davranıyordu. Flory'nin ceketinin yakasını tuttu "benim çok sevgili aptal dostum, ay ışığında aptal aptal dolaşmayı bırak. Kızın kolay lokma olduğunu sanıyorsun ama öyle değil. Memleketten gelen bu kızların hepsi aynıdır. 'Pantolon giyen herkes olur, ama ancak nikâh masasına oturduktan sonra.' İşte onların sloganı bu. Hepsinin. Kızın buraya niye geldiğini sanıyorsun?"

"Niye mi? Bilmiyorum. Herhalde canı gelmek istemiştir."

"Benim güzel salağım. Pençelerini bir kocaya geçirmek için geldi buraya elbette. Hiç kimse bilmiyor sanki! Bir kız başka hiçbir yerde koca bulamazsa Hindistan'ı dener, çünkü burada bütün erkekler bir beyaz kadın için ölüp biterler. Buraya Hindistan evlilik pazarı diyorlar. Bana sorarsan et pazarı demeleri gerekirdi. Her yıl gemiler dolusu kız dondurulmuş koyun etleri gibi kendilerini sana benzer pis, yaşlı bekârların pençelerine atıyor. Soğuk depo. Buzdan yeni çıkarılmış körpe etler."

"Bazen gerçekten iğrenç şeyler söylüyorsun."

"En güzel çayırlarda beslenmiş İngiliz eti," dedi Ellis keyifli bir sesle. "Taze mal. Garantili."

Keçi gibi burnunu çekerek bir et parçasını yokluyormuş gibi hareketler yaptı. Ellis bu şakayı uzun bir süre sürdüreceğe benziyordu; genelde şakalarını uzattıkça uzatırdı; ayrıca bir kadına çamur atmak kadar onu mutlu eden başka bir şey daha yoktu.

Flory o akşam Elizabeth'i çok fazla göremedi. Lobide hepsi bir aradaydılar ve böyle durumlarda hep olduğu gibi aptal, kulak tırmalayıcı boş gevezelikler yapılıyordu. Flory bu tür konuşmalara uzun süre dayanamazdı. Ama Elizabeth için, çevresindeki bütün beyaz yüzlerle kulübün uygar havası, resimli dergilerin dostça manzarası, pwe'deki biraz kuşku uyandırıcı başlangıçtan sonra çok rahatlatıcı gelmişti.

Lackersteen'ler saat dokuzda kulüpten ayrıldıklarında onlara eve kadar eşlik eden Flory değil Mr. Macgregor oldu. Altın mahur saplarının silik, kıvrım kıvrım gölgeleri arasında Elizabeth'in yanında dostça sürünerek ilerleyen dev bir kertenkele gibi görünüyordu. Prome anıları ve onunla birlikte başka pek çok anı daha kendilerine yeni bir ev bulmuşlardı. Kyauktada'ya yeni gelen herkes Mr. Macgregor'un konuşmalarından oldukça büyük bir pay almaya hazır olmak zorundaydı, çünkü ötekiler onu dayanılmaz sıkıcı bulduklarından anlattığı öyküleri kesmek kulüpte bir gelenek olmuştu. Ama Elizabeth'in doğasında iyi bir dinleyici olmak vardı. Mr. Macgregor bu kadar zeki bir kızla hiç karşılaşmadığını düşünüyordu.

Flory diğerleriyle birlikte içki içerek kulüpte biraz daha kaldı. Elizabeth'le ilgili açık saçık konuşmalar yapıldı. Dr. Veraswami'nin seçilmesiyle ilgili kavga şimdilik rafa kaldırılmıştı. Aynı zamanda Ellis'in bir önceki akşam astığı ilan da indirilmişti. Mr. Macgregor kulübe sabah geldiğinde bunu görmüş ve adil bir davranış olarak görmediği için hemen indirilmesinde diretmişti. Böylece ilan örtbas edilmişti; ama hedefine ulaşmıştı yine de.

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro