BÖLÜM 7
Elizabeth, Lackersteen'lerin oturma odasındaki kanepeye uzanmış, ayaklarını toplamış, başının altına bir yastık koymuş, Michael Arlen'in O Sevimli İnsanlar'ını okuyordu. Genelde en sevdiği yazar Michael Arlen'di ama ciddi bir şeyler okumak istediğinde William J. Locke'u yeğlerdi.
Oturma odası kireç boyalı kalın duvarlarıyla serin, aydınlık renkli bir odaydı; büyüktü, ama olduğundan daha küçük görünüyordu, çünkü her yanda masalar ve pirinçten yapılmış Benares süsleri vardı. İçerisi basma kumaş ve ölü çiçek kokuyordu. Mrs. Lackersteen yukarıda uyuyordu. Dışarıda hizmetçiler kendi bölmelerinde kafalarını tahta yastıklarına dayamış derin bir öğlen uykusuna dalmışlardı. Mr. Lackersteen de yolun aşağısındaki küçük, ahşap bürosunda uyuyor olmalıydı. Elizabeth dışında hiç kimse kıpırdamıyordu. Bir de Mrs. Lackersteen'in yatak odasının önünde sırtüstü uzanmış, bir ayağına geçirdiği halatla punkah'ı çalıştıran chokra vardı.
Elizabeth yirmi iki yaşına yeni basmıştı. Öksüzdü. Babası, ağabeyi, yani Elizabeth'in amcası Tom kadar ayyaş değildi ama aynı türden bir adamdı. Çay tüccarlığı yapıyordu. Serveti büyük dalgalanmalar gösteriyordu, ama o kötü günler için bir yana para ayırmayacak kadar iyimser bir adamdı. Elizabeth'in annesi yeteneksiz, olgunlaşmamış, sulu gözlü, mızmız bir kadındı. Hiç de öyle olmamasına karşın çok duyarlı olduğunu öne sürerek yaşamın bütün sıradan işlerinden kaytarırdı. Yıllar boyu kadınlara oy hakkı ve yüksek düşünce gibi şeylerle uğraşıp beceriksiz edebiyat denemeleri yaptıktan sonra sonunda ressamlığa kalkışmıştı. Ressamlık yetenek ya da sıkı çalışma gerektirmeyen tek sanat dalıydı. Mrs. Lackersteen anlayışsız insanların -bunların arasında kocasının da olduğunu söylemeye gerek yok- arasında kalmış bir sanatçı pozu takınmış ve bu poz sayesinde insanların canını sıkma konusunda neredeyse sınırsız olanaklar kazanmıştı.
Askere gitmemeyi başarmış olan Mr. Lackersteen savaşın son yılında epey para kazandı ve ateşkesten hemen sonra Highgate'de seraları, sebze bahçeleri, ahırları ve tenis kortları olan kocaman, yeni, oldukça sevimsiz bir eve taşındı. Mr. Lackersteen öyle iyimser bir adamdı ki, bir yığın hizmetçinin yanı sıra bir de kâhya tuttu kendine. Elizabeth iki sömestr çok pahalı bir yatılı okula gönderildi. Ah, o unutulmaz iki sömestr boyunca ne kadar güzel günler geçirmişti! Okuldaki kızlardan dördü 'soylu'ydu; neredeyse hepsinin kendi midillileri vardı ve cumartesi günleri öğleden sonra bunlarla dolaşmalarına izin veriliyordu. Herkesin yaşamında karakterini sonsuza dek belirleyen kısa bir dönem vardır; Elizabeth için de bu dönem, zenginlerle omuz omuza yaşadığı o iki sömestr oldu. Bu dönemin ardından onun için bütün yaşam kuralları tek bir inançta özetlenebilir duruma geldi, hem de çok yalın bir inançta. İyi (Elizabeth buna 'güzel' diyordu) ile pahalı, kibar ve aristokratik aynı anlama geliyordu; Kötü ('berbat') ise ucuz, aşağılık, döküntü ve çalışma gerektirendi. Belki de pahalı yatılı kız okullarının var olma nedeni bunu öğretmekti. Elizabeth büyüdükçe bu duygu içinde iyice kök saldı, bütün öteki düşüncelerinin içine işledi. Bir çift çoraptan bir insan ruhuna kadar her şey 'güzel' ya da 'berbat' olarak sınıflanabilir duruma geldi. Ve ne yazık ki -çünkü Mr. Lackersteen'in zenginliği çok sürmedi- Elizabeth'in yaşamında ağır basan 'berbat' şeyler oldu.
Kaçınılmaz yıkım 1919'da oldu. Elizabeth eğitimine bir dizi ucuz, berbat okulda devam etmek üzere yatılı okuldan alındı. Babasının para ödeyemediği zamanlar bir-iki sömestr ara vermesi gerekiyordu. Yirmi yaşına geldiğinde babası soğuk algınlığından öldü. Mrs. Lackersteen yaşadığı sürece yılda 150 poundluk bir gelirle ortada kaldı. Mrs. Lackersteen'in para idaresiyle iki kadın İngiltere'de haftada üç sterlinle yaşayamazlardı. Paris'e taşındılar. Orada yaşam daha ucuzdu. Mrs. Lackersteen burada kendini bütünüyle sanata adamaya karar verdi.
Paris! Paris'te yaşamak! Flory yeşil çınar ağaçlarının altında sakallı sanatçılarla yapılan bitmez tükenmez sohbetlerden söz ederken gerçeğin biraz dışına düşmüştü. Elizabeth'in Paris'teki yaşamı bundan birazcık farklıydı.
Annesi Montparnasse'ta bir stüdyo kiralar kiralamaz kendini pis, dağınık, tembel bir yaşantıya bırakmıştı. Para konusunda öyle aptaldı ki geliri harcamalarına yetmekten çok uzaktı. Elizabeth aylarca yeterince yiyecek bile bulamadı. Sonra Fransız bir banka müdürünün ailesinin yanında İngilizce öğretmenliği yapmaya başladı. Ona 'notre mees Anglaise' diyorlardı. Banker Montparnasse'den çok uzak bir yerde yaşadığı için Elizabeth kendine onların evinin yakınlarında bir pansiyon buldu. Bir ara sokakta dar, sarı yüzlü bir evde kalıyordu. Pencereleri, genelde yaban domuzu leşleriyle dekore edilen bir tavukçu dükkânına bakıyordu. Düşkün satirlere benzeyen yaşlı beyler her sabah gelip buradaki kokuyu özlemle içlerine çekerlerdi. Tavukçunun hemen yanında çardaklı bir kafe vardı. Üzerinde 'Cafe de l'Amitie. Bock Formidable' yazıyordu. Elizabeth bu pansiyondan nasıl da nefret ediyordu! Pansiyonu siyahlara bürünmüş, sinsi bir kadın işletiyordu. Kadın bütün yaşamını kiracıları lavaboda çoraplarını yıkarken yakalama umuduyla ayaklarının ucuna basarak merdivenlerden inip çıkmakla geçiriyordu. Sivri dilli, solgun dullar olan kiracılar ekmek kırıntısı kovalayan kırlangıçlar gibi pansiyondaki tek erkek olan yumuşak başlı, kel adamın peşinden ayrılmıyorlardı. Yemeklerde kime en çok yemek verildiğini görmek için hepsi birbirlerinin tabaklarını gözlüyordu. Banyo cüzam izlerini andıran kırık dökük duvarlarıyla karanlık bir in gibiydi. Yamru yumru olmuş bir duştan banyoya ılık bir su fışkırır, sonra birden akmaz olurdu. Elizabeth'in çocuklarına öğretmenlik yaptığı banka müdürü elli yaşlarında, şişman, yorgun yüzlü, devekuşu yumurtasına benzeyen kel kafasının çevresi koyu sarı saçlarla çevrili bir adamdı. Gelişinin ertesi günü çocukların ders yaptığı odaya girdi, Elizabeth'in yanına oturdu ve oturur oturmaz dirseğine bir çimdik attı. Üçüncü gün baldırını, dördüncü gün dizinin arkasını, beşinci gün dizinin üstünü çimdikledi. Bundan sonra her akşam aralarında sessiz bir savaş sürdü gitti. Elizabeth'in eli masanın altında adamın yaban otuna benzeyen elini kendinden uzak tutmak için mücadele ediyordu.
Aşağılık, hayvanlara yaraşır bir yaşamdı bu. Elizabeth şimdiye dek böylesine düşük bir yaşamın var olduğunu bile bilmiyordu. Ama onu en çok karamsarlığa iten, korkunç, aşağılık bir dünyaya gömüldüğü duygusunu veren şey annesinin stüdyosuydu. Mrs. Lackersteen hizmetçisiz kaldığı zaman ne yapacağını bilemeyen insanlardandı. Ressamlık ve ev işleri arasında huzursuz bir kâbus içinde yaşıyor, ikisini de yapmıyordu. Düzensiz aralarla bir 'okul'a gidiyor, burada bütün tekniğini kirli fırça kullanmak üzerine kurmuş bir ustanın gözetiminde grimsi ölü doğa tabloları üretiyordu; geri kalan zamanlarda evinde çaydanlıklar ve tavalarla sefil bir uğraşı içindeydi. Stüdyonun durumu Elizabeth için üzücü olmaktan çok daha öteydi; kötüydü, bu durum ancak şeytana yaraşırdı. Yerlere saçılmış kitap ve kâğıt yığınları, paslı bir gazocağının üzerinde bekleyen yağları kurumuş tencereler, hiçbir zaman düzeltilmeyen bir yatak, ayağını bastığı her yerde boya tüpleri, pis kokulu terebentin ve yarısına kadar soğuk siyah çay dolu çaydanlıkla burası soğuk, tozlu bir domuz ahırıydı. Bir koltuğun üzerinde duran yastığı kaldırdığınızda altından içinde yumurta artıkları kalmış bir tabak çıkıyordu. Elizabeth kapıdan girer girmez bağırmaya başlardı:
"Ah, anne, anneciğim, nasıl yapabiliyorsun bunu? Şu odanın haline bak! Böyle yaşamak çok korkunç bir şey!"
"Oda mı canım? Sorun nedir! Dağınık mı?"
"Dağınık ha! Anne, o yulaf lapası tabağını yatağının ortasında bırakman gerekiyor mu? Peki ya şu tencereler? Çok korkunç görünüyor burası. Bir düşün, ya içeri biri gelirse!"
Mrs. Lackersteen, kendisinden bir iş yapmasının beklendiğini hissettiği zamanlarca gözlerinde beliren o dalgın, başka dünyalara ait bakışlarla bakmaya başlardı.
"Benim dostlarımdan hiçbiri bunu önemsemez canım. Biz bohemiz, sanatçıyız biz. Resim yaparken gözümüzün başka hiçbir şey görmediğini anlamıyorsun. Sende sanatçı ruhu yok, anlatabiliyor muyum canım."
"Şu tencerelerden birkaçını temizlemem gerek. Senin böyle yaşadığını düşünmeye dayanamıyorum. Temizlik fırçasını nereye koydun?"
"Temizlik fırçası mı? Dur bir düşüneyim. Onu bir yerlerde görmüştüm, eminim. Ah, evet! Dün paletimi temizlemek için kullandım. Ama eğer terebentinle güzelce yıkarsan bir sorun olmaz."
Elizabeth çalışırken Mrs. Lackersteen oturup bir kâğıdın üzerine Conte boyaları sıvamayı sürdürürdü.
"Ne kadar harika bir kızsın canım. Çok beceriklisin! Bu özelliğini benden almış olduğunu düşünemiyorum. Benim için sanat her şey. İçimde kabaran engin bir denizin varlığını hisseder gibiyim. Dün tabak yıkamakla zaman harcamamak için yemeğimi Nash's Magazine'in üstünde yedim. Çok iyi bir fikir değil mi! Temiz bir tabak istediğinde tek yapacağın şey sayfayı koparmak." Bu böyle sürer giderdi.
Elizabeth'in Paris'te hiç arkadaşı yoktu. Annesinin arkadaşları ya kendisi gibi kadınlar ya da düşük gelirleriyle yaşamaya çalışırken tahta oymacılığı ya da porselen boyama gibi yarı sanatsal işlerle uğraşan işe yaramaz yaşlı bekârlardı. Bunun dışında Elizabeth yalnızca yabancıları görüyordu ve ayrım gözetmeden bütün yabancılardan nefret ediyordu; en azından ucuz görünüşlü giysileri ve korkunç görgüsüzlükleriyle bütün yabancı erkeklerden. O sıralar tek bir avuntusu vardı, o da Rue de l'Elysee'deki Amerikan kütüphanesine gidip resimli dergilere bakmaktı. Zaman zaman pazar günleri ya da izinli olduğu öğleden sonralarda büyük, cilalı masanın başında saatlerce oturur. Sketch, Tatler, Graphic ve Sporting and Dramatic'e bakarak hayallere dalardı.
Ah, o resimlerde ne eğlenceli şeyler vardı! Av köpekleri, Lord Burrowdean'ın Varwickshire'daki güzel konağı Charlton Hall'un çayırlarında toplandılar.' 'Saygıdeğer Mrs. Tyke-Bowlby bu yaz Cruft'da ikincilik ödülü alan Kublai Khan adındaki muhteşem Alsas kurduyla Parkta dolaşıyor.' 'Cannes'da güneş banyosu. Soldan sağa: Miss Barbara Pilbrick, Sir Edward Tuke, Lady Pamela Westrope, Kaptan 'Tuppy' Benacre.'
Güzel, harika, altın bir dünya! İki kere sayfalarda eski okul arkadaşlarının kendisine bakan yüzleriyle karşılaşmıştı. Bunu görmek onu derinden yaralıyordu. Eski okul arkadaşlarının hepsi atları, arabaları, süvari kocalarıyla birlikte oradaydılar; o ise burada korkunç bir işe, korkunç bir pansiyona ve korkunç bir anneye takılıp kalmıştı! Gerçekten hiç kaçışı yok muydu? Bir daha saygıdeğer bir dünyaya geri dönme umutları tükenmiş bir şekilde bu pis ve aşağılık yaşamda sonsuza dek yaşamaya yazgılanmış olabilir miydi?
Karşısında annesini göre göre Elizabeth'in sanata karşı sağlıklı bir küçümseme geliştirmiş olması son derece doğaldı. Aslında onun gözünde her türden zekâ fazlalığı-'kafalı olmak' diyordu buna-'berbat' dünyaya aitti. Gerçek insanların, saygıdeğer insanların -ördek avına çıkan, Ascot'a giden, Cowes'da tekneleri olan insanların-kafalı olmadıklarını hissediyordu. Kitaplar yazmak ve boya fırçalarıyla zaman öldürmek gibi saçmalıklarla uğraşmıyordu onlar; ya da o aydınlara özgü fikirlerle - sosyalizm ve buna benzer şeyler. 'Aydın' onun sözlüğünde acı bir sözcüktü. Bir-iki kere kendini bir banka ya da sigorta şirketine satmak yerine, ömür boyu meteliksiz çalışmayı yeğleyen değerli sanatçılarla karşılaşmıştı. Bunları annesinin çevresindeki dalgacılardan daha fazla küçümsüyordu. Bir insanın bile bile bütün o güzel ve hoş şeylere arkasını dönüp sonunda hiçbir yere ulaşamayacak bir şey için kendini boşuna kurban etmesi onun gözünde utanç verici, aşağılık ve kötü bir şeydi. Evde kalmış bir kız olmaktan korkuyordu, ama böyle bir adamla evlenmektense buna bin kere katlanabilirdi.
Paris'e gelmelerinden iki yıl sonra annesi boya zehirlenmesinden aniden öldü. Aslında daha önce ölmemiş olması şaşılacak bir şeydi. Elizabeth yüz sterlinden az bir parayla ortada kalmıştı. Amcası ve yengesi hemen Burma'dan telgraf çektiler. Yanlarına gelip onlarla kalmasını istiyor ve arkadan birde mektup göndereceklerini söylüyorlardı.
Mrs. Lackersteen kalemini dudaklarının arasına almış, düşünceli bir yılanı andıran narin, üçgen yüzüyle kâğıda bakarak bir süre ne yazacağını düşündü.
"Sanırım en azından bir yıl onu burada tutmamız gerekir. Ne kadar sıkıcı bir durum! Neyse, birazcık olsun yüzüne bakılır bir kızsa bir yıl içinde evlenir. Kıza ne yazayım Tom?"
"Yazmak? Ah, yalnızca burada evde olduğundan çok daha kolay kendine koca bulabileceğini yaz. Yani buna benzer bir şeyler işte."
"Sevgili Tom! Böyle şeyler söylenmez ki!"
Mrs. Lackersteen şöyle yazdı:
Biliyorsun burası küçük bir yer ve zamanımızın büyük bir kısmı cangılda geçiyor. Korkarım Paris'in güzelliklerinden sonra burayı çok sıkıcı bulacaksın. Ama böyle küçük yerlerin genç bir kız için iyi yanları da vardır gerçekten. Bir anda yerli topluluğunun gözünde bir kraliçe olduğunu göreceksin. Evli olmayan erkekler öylesine yalnızlar ki topluluğun içine bir genç kızın girmesi onları inanılmaz biçimde mutlu eder vb. vb...
Elizabeth yazlık elbiseleri için otuz sterlin harcadı ve hemen gemiye atladı. Sıçrayan yunus balıklarının eşliğinde yola çıkan gemi Akdeniz'i ve kanalı geçip yıldızlı, mine mavisi sulara girdi; yaklaşan gemiyi görünce korkuya kapılan uçan balık sürüleriyle dolu Hint Okyanusu'nun engin yeşil sularında yol aldı. Geceleri sular fosforlanıyor, geminin burnuna çarpan dalgalar uçlarında yeşil alevler yanan oklara benziyorlardı. Elizabeth gemi yaşamını sevmişti. Geceleri güvertedeki dansları, gemideki erkeklerin her birinin ona ısmarlamak için birbiriyle yarıştığı kokteylleri, kendi yaşındaki öteki yolcularla aynı anda bıktıkları güverte oyunlarını seviyordu. Annesinin ölümünün üzerinden daha ancak iki ay geçmiş olması onu hiç etkilemiyordu. Annesine hiçbir zaman çok düşkün olmamıştı, üstelik buradaki insanlar onunla ilgili hiçbir şey bilmiyorlardı. İki yıl süründükten sonra zenginlik havasını solumak öyle güzeldi ki. Aslında buradakilerin çoğu zengin değildi, ama gemide herkes zenginmiş gibi davranıyordu. Hindistan'ı seveceğini anlamıştı. Başka insanların konuşmalarından kafasında tam bir Hindistan tablosu oluşturmuştu; hatta 'idher ao,', 'jaldi', 'sahiplog' gibi Hindistan'a özgü birkaç gerekli söz de öğrenmişti. Punkah'ların döndüğü, çıplak ayaklı, beyaz türbanlı çocukların saygıyla selam verdiği kulüplerin hoş havasını, kısa bıyıklı, bronz yüzlü İngilizlerin polo toplarına vurarak at koşturdukları meydanları bir an önce görmek istiyordu. Hindistan'da insanların yaşam tarzı neredeyse gerçekten zengin olmak kadar güzeldi.
İçinde kaplumbağaların ve karayılanların yüzdüğü yeşil, cam gibi sulardan geçip Kolombo'ya vardılar. Bir kayık filosu gemiyi karşılamak için yarışıyordu. İçlerinde dudakları betel suyundan kan kırmızı olmuş, kömür karası adamlar vardı. Yolcular inerken iskelenin çevresinde bağırıyor, itişip kakışıyorlardı. Elizabeth ve arkadaşları aşağı indiklerinde sampan-wallah denilen kayıkçılardan ikisi kayıklarının burnunu iskeleye dayamış, çığlıklarla onlara sesleniyorlardı.
"Onunla gitmeyin, missie! Onunla değil! Kötü, hain adam o. Missie'yi almaya uygun değil!"
"Onun yalanlarını dinlemeyin, missie! Kötü, aşağılık adam! Aşağılık oyunlar oynuyor. Aşağılık yerli hileleri!"
"Ha, ha! Sanki kendisi yerli değil! Yok, hayır! O Avrupalı bir adam, derisi de beyaz zaten, değil mi missie, ha ha!"
"Siz ikiniz kavga etmeyi kesin artık, yoksa tekmeyi yiyeceksiniz," dedi Elizabeth'in arkadaşının kocası - bir çiftlik sahibiydi. Kayıklardan birine bindiler. Onları kayığına alan adam güneşli rıhtıma doğru kürek çekerken dönüp rakibine bir ağız dolusu sövgü sıraladı. Belli ki bu sözleri uzun zamandır içinde biriktirmişti.
İşte Doğu burasıydı. Hindistancevizi yağı, sandal ağacı ve kimyon kokuları sıcak havanın içinde dalga dalga suyun üzerine yayılıyordu. Elizabeth'in arkadaşları onu Lavinia Dağı'na götürdüler, burada Coca Cola gibi köpüren ılık denize girdiler. Akşam gemiye geri döndü ve bir hafta sonra Rangoon'a vardılar.
Mandalay'ın kuzeyinde, odunla çalışan tren saatte on iki millik bir hızla uzaklarda mavi tepelerin çevrelediği engin, kurak bir ovada emeklercesine yavaş ilerliyordu. Beyaz balıkçıllar heykel gibi kımıldamadan duruyor kurutulmak için asılmış biberler güneş altında kızıl bir parıltı saçıyorlardı. Zaman zaman ormanın ortasında, bir pagodanın, sırtüstü yatmış bir devanasının göğsünü andıran beyaz kubbesi yükseliyordu. Tropik bölgelerin erken gecesi çöktüğünde tren ağır ağır ilerlemeyi sürdürdü. Karanlığın içinden barbarca çığlıkların duyulduğu küçük istasyonlarda durdu. Uzun saçları başlarının arkasında toplanmış, yarı çıplak adamlar meşale ışıkları altında ileri geri gidip gelirlerken Elizabeth'in gözüne korkunç şeytanlar gibi görünüyorlardı. Tren ormana daldı, görünmeyen dallar camlara çarptılar. Kyauktada'ya vardıklarında saat dokuz olmuştu. Elizabeth'in amcası ve yengesi Mr. Macgregor'un arabasında bekliyorlardı. Yanlarında meşaleler taşıyan hizmetçiler vardı. Yengesi ona doğru yürüdü, narin elleriyle Elizabeth'in omuzlarını tuttu.
"Sanırım sen bizim yeğenimiz Elizabeth'sin. Seni gördüğümüze çok ama çok sevindik," deyip Elizabeth'i öptü.
Mr. Lackersteen meşalenin ışığında karısının omzunun üzerinden baktı. Hafif bir ıslık çalıp haykırdı: "Vay canına, bu ne böyle!" ve Elizabeth'i yakalayıp kızın düşüncesine göre gerekenden biraz daha sıcak bir öpücük kondurdu. İkisini de daha önce hiç görmemişti Elizabeth.
Yemekten sonra oturma odasındaki punkah'ın altında Elizabeth ve yengesi oturup konuşmaya başladılar. Mr. Lackersteen çiçekleri koklama bahanesiyle bahçede dolaşmaya çıkmıştı, aslında hizmetçilerden birinin kimseye göstermeden evin arka kapısından getirdiği içkisini içiyordu.
"Ne kadar sevimlisin canım! Dur sana bir daha bakayım." Mrs. Lackersteen kızı omuzlarından tuttu. "Bu Eton kesimi saçlar sana gerçekten çok yakışmış bence. Paris'te mi yaptırdın?"
"Evet. Paris'te herkes saçlarını böyle kestiriyor. Biraz küçük kafası olanlara güzel gidiyor."
"Çok sevimli! Bir de şu bağa çerçeveli gözlükler -çok şık bir moda! Bana demişlerdi ki bütün... şey... Güney Amerika'da bütün şık bayanlar bunlardan takıyormuş. Böylesine büyüleyici güzellikte bir yeğenim olduğunu bilmiyordum. Kaç yaşındayım demiştin canım?"
"Yirmi iki."
"Yirmi iki! Yarın seni kulübe götürdüğümüz zaman bütün erkekler ne kadar mutlu olacaklar! Zavallıcıklar burada çok yalnız kalıyorlar, hiç yeni yüz görmüyorlar. Paris'te tam iki yıl kaldın öyle mi? Nasıl oldu da seni ellerinden kaçırdı oradaki erkekler."
"Korkarım çok fazla erkekle karşılaşmadım, yenge. Yalnızca yabancılar. Çok sakin bir yaşam geçirmek zorunda kaldık. Üstelik ben çalışıyordum," diye eklerken Elizabeth bunun kendisini biraz küçültücü bir itiraf olduğunu düşünüyordu.
"Elbette, elbette," diye içini çekti Mrs. Lackersteen. "Her yerde aynı şeyi duyuyor insan. Güzel kızlar hayatlarını kazanmak için çalışmak zorunda kalıyorlar. Ne kadar utanç verici bir durum! Bana kalırsa bu korkunç bencilce bir şey, sence de öyle değil mi? Bu kadar çok yoksul kız kendine eş ararken şu erkeklerin bekâr dolaşmaları demek istiyorum." Elizabeth yanıt vermeyince Mrs. Lackersteen bir daha içini çekti. "Eğer genç bir kız olsaydım eminim karşıma kim çıksa evlenirdim, gerçekten kim çıkarsa çıksın!"
İki kadının gözleri karşılaştı. Mrs. Lackersteen çok daha fazla şey söylemek istiyordu, ama bunları yalnızca üstü örtülü bir şekilde ima etmekten ileri geçmeye hiç niyeti yoktu. Konuşmasının büyük bir bölümü böyle üstü örtülü sözlerden oluşurdu; bununla birlikte söylemek istediği her şeyi oldukça açık bir biçimde anlatmayı başarırdı. Sanki genel bir konudan söz edermiş gibi kişisellikten uzak, yumuşak bir sesle konuşuyordu.
"Elbette söylemem gerek ki kızların evlenmeyi başaramamaları bazen de onların kendi suçu olabiliyor. Hatta burada bile böyle şeyler olabiliyor. Daha çok yakınlarda böyle bir durum olmuştu - bir kız gelip bütün bir yıl boyunca ağabeyinin yanında kaldı ve her çeşit erkekten evlenme teklifleri yağdı - polisler, orman görevlileri, kereste işinde çalışan geleceği çok parlak erkekler. Kız bunların hepsini reddetti; yüksek rütbeli bir memurla evlenmek istediğini duymuştum. Böyle bir durumda ne bekleyebilirsin ki. Elbette ağabeyi onu sonsuza kadar yanında tutamazdı. Şimdi duyduğuma göre zavallıcık İngiltere'de bir hanımın yanında çalışıyormuş, neredeyse hizmetçilik yapıyormuş yani. Haftada eline on beş şilin geçiyormuş! Böyle şeyleri duymak ne kadar korkunç, öyle değil mi?"
"Korkunç!" diye yankı gibi yineledi Elizabeth.
Bu konu üzerine başka bir şey söylenmedi. Sabah, Flory'nin evinden döndüğünde Elizabeth maceralarını amcasına ve yengesine anlattı. Tepesinde punkah'ın dönüp durduğu, çiçek dolu kahvaltı masasında oturuyorlardı. Mrs. Lackersteen'in sandalyesinin arkasında beyaz giysileri ve pagri'siyle uzun boylu bir leyleğe benzeyen Müslüman kâhya elinde tepsisiyle bekliyordu.
"Ve, ah yenge, öyle ilginç bir şeydi ki! Verandaya Burmalı bir kız geldi. Daha önce hiç Burmalı bir kız görmemiştim, en azından kız olduklarını düşünerek bakmamıştım onlara. Çok garip, küçücük bir şeydi - yuvarlak, sarı yüzü, tepesine toplanmış siyah saçlarıyla neredeyse oyuncak bir bebek gibiydi. Ancak on yedi yaşında gibi görünüyordu. Mr. Flory onun çamaşırcı kadın olduğunu söyledi."
Hintli kâhyanın uzun bedeni dikleşti. Kara yüzünde beyazları kocaman görünen gözleri kıza döndü. İyi İngilizce biliyordu. Mr. Lackersteen tabağından aldığı balık lokmasını ağzına götürürken yüzünde alık bir ifadeyle ağzı yarı aralık durakladı.
"Çamaşırcı kadın mı?" dedi. "Çamaşırcı kadın öyle mi! Burada bir yanlışlık var bence! Bu ülkede çamaşırcı kadın diye bir şey olamaz ki canım. Çamaşır işlerinin hepsini erkekler yapıyorlar. Eğer bana sorarsan..."
Sonra sanki masanın altından biri ayağına basmış gibi birden susuverdi.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro