Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

BÖLÜM 6

Meydana düşen eğik sabah güneşi sarı bir altın yaprağı gibi bungalovun beyaz yüzüne çarpıyordu. Dört morumsu siyah karga aşağı inip verandanın parmaklığına kondular, Ko S'la'nın Flory'nin yatağının kenarına bıraktığı ekmek ve tereyağı çalmak için pusuya yattılar. Flory cibinliğin arasından sürünerek çıktı, Ko S'la'ya kendisine cin getirmesi için bağırdı, sonra banyoya girip soğuk olması gereken suyla dolu çinko küvette bir süre oturdu. Cini içtikten sonra kendini daha iyi hissetmeye başladığından tıraş oldu. Genelde tıraş olmayı öğleden sonraya bırakırdı çünkü sakalı siyahtı ve çabuk uzuyordu.

Flory suratını asmış küvetinde otururken Mr. Macgregor üzerinde şortu ve atletiyle, yatağına bu amaç için serilmiş bambu kilimin üzerinde Nordenflycht'in 'Çok oturanlar için jimnastik'inden 5, 6, 7, 8 ve 9'la boğuşuyordu. Mr. Macgregor sabah jimnastiğini neredeyse hiç atlamazdı. 8 numara (sırtüstü yatıp dizleri bükmeden bacakları havaya kaldırmak) kırk üç yaşında bir adam için gerçekten de can acıtıcıydı; 9 numara (sırtüstü yattıktan sonra doğrulup oturmak ve parmak uçlarıyla ayak parmaklarına dokunmak) daha da beterdi. Ne olursa olsun insan bedenini sağlam tutmalıydı! Mr. Macgregor acı içinde ayak parmaklarına uzanırken boynundan kiremit kırmızısı bir gölge yükseldi ve yüzü birazdan inme inecek bir adamın yüzü gibi kızardı. İri, yağlı göğüsleri terden parlıyorlardı. Dayan, dayan! Ne pahasına olursa olsun zinde kalmalıydı. Hamal Mohammed Ali, kolunda Mr. Macgregor'un temiz elbiseleriyle yarı açık kapıdan içeri baktı. Dar, sarı renkli Arap yüzünden ne anlayış ne de merak okunuyordu. Beş yıldır her sabah bu kıvranmaları seyrediyordu - gizemli ve sert bir tanrıya yapılan bir dua gibi bir şey olduğuna karar vermişti.

Dışarı erken çıkmış olan Westfield de o anda polis istasyonundaki aşınmış, mürekkep lekeli masaya dayanmış, şişko komiser yardımcısının iki polis memuru gözetimindeki bir sanığı sorguya çekmesini izliyordu. Sanık kırk yaşlarında, solgun, ürkek yüzlü bir adamdı. Üzerinde yalnızca dizine kadar inen paçavra gibi bir longyi vardı. Giysinin altından böcek ısırıklarıyla dolu ince, çarpık bacakları görünüyordu.

"Kim bu adam?" dedi Westfield.

"Hırsız, efendim. Onu üzerinde çok değerli iki zümrüt olan bir yüzükle yakaladık. Hiçbir açıklaması yok. Onun gibi yoksul bir kuli zümrüt yüzüğü nereden bulur? Çalmıştır."

Westfield haşince sanığa döndü, yüzünü erkek kedilerin yaptığı gibi karşısındakinin yüzüne değdirecekmişçesine yaklaştırdı ve korkunç bir sesle gürledi:

"Yüzüğü çaldın!"

"Hayır."

"Sabıkalı mısın?"

"Hayır."

"Hiç hapis yattın mı?"

"Hayır."

"Arkanı dön!" diye hırladı komiser yardımcısı bir şey görüp. "Öne eğil!"

Sanık soluk yüzünü acıyla Westfield'e çevirdi. Westfield başka tarafa baktı. İki polis memuru adamı yakalayıp döndürdüler ve öne eğdiler; komiser yardımcısı adamın longyi'sini yırtıp kalçalarını ortaya çıkardı.

"Şuna bakın efendim!" dedi yara izlerini göstererek.

"Bambu çubuklarla dövülmüş, Eski bir suçlu o. Bu yüzden yüzüğü o çalmıştır!"

"Tamam, onu kodese atın," dedi Westfield ters bir sesle. Elleri ceplerinde masanın yanından uzaklaştı. Yüreğinin derinlerinde bu gariban, küçük hırsızları içeri atmaktan nefret ediyordu. Dakoitler, isyancılar - evet; ama bu zavallı, sefil sıçanlar değil! "Kodeste kaç kişi var şimdi Maung Ba?" dedi.

"Üç, efendim."

Kodes üst katta, on beş santim enindeki kalaslarla çevrili bir kafesti. Başında silahlı bir polis memuru nöbet tutuyordu. Çok karanlık, boğucu sıcak ve havayı leş gibi kokutan toprak helası dışında çırılçıplaktı. İki tutuklu, bir zırh gibi tepeden tırnağa solucanlarla kaplanmış Hintli bir kuli olan üçüncü tutukludan uzak durmak için parmaklığın dibine çömelmişlerdi. Polis memurlarından birinin karısı olan güçlü kuvvetli bir Burmalı kadın kafesin dışına çömelmiş, teneke kaplara pirinç ve sulu bir dahi dolduruyordu.

"Yemek iyi mi?" dedi Westfield.

"İyi, kutsal efendimiz," dedi tutuklular koro halinde.

Hükümet tutukluların yemekleri için her öğünde tutuklu başına iki buçuk anna ödeme yapıyordu. Bunun bir anna'sı polis memurunun karısının cebine iniyordu.

Flory dışarı çıktı, evin çevresini dolaştı, sopasıyla zararlı otları ayıkladı. O saatte her şey, suluboya tablolar gibi tatlı, yumuşak bir renge -yaprakların narin yeşili, toprağın ve ağaç gövdelerinin pembemsi kahverengisine-bürünür ama bu renkler biraz sonra yakıcı aydınlıkta ortadan kaybolurlardı. Meydanda alçaktan uçan küçük güvercin sürüleri ileri geri birbirlerini kovalıyor, zümrüt yeşili arı yiyiciler, yavaş hareket eden kırlangıçlar gibi dönerek uçuyorlardı. Yükleri giysilerinin altında yarı yarıya gizlenmiş bir çöpçü kafilesi cangılın kenarındaki korkunç görünüşlü çöp çukurlarından birine doğru yürüyordu. Sopa gibi bacakları, dik duramayacak kadar mecalsiz dizleriyle, toprak rengi paçavralar içindeki bu aç ve sefil adamlar yürüyen iskeletlere benziyorlardı.

Mali kapının yakınında duran güvercinliğin dibinde yeni bir çiçek tarhı açmak için toprağı kazıyordu. Miskin, yarım akıllı Hintli bir gençti. Yaşamını neredeyse hiç konuşmadan geçiriyordu, çünkü konuştuğu Manipur lehçesini hiç kimse, bir Zerbadi olan karısı bile anlamıyordu. Dili sanki ağzına bir beden büyük geliyormuş gibiydi. Eliyle yüzünü kapatıp eğilerek Flory'ye selam verdi, sonra yeniden mammootie'sini havaya kaldırdı, ağır, hantal vuruşlarla kuru toprağı eşelemeye girişti. Narin sırt kasları titriyordu.

Hizmetçilerin bölmesinden "Kwaa!" gibi anlaşılan, sert, kulak tırmalayıcı bir çığlık duyuldu. Ko S'la'nın karıları sabah kavgalarına başlamışlardı. Nero adındaki evcil dövüş horozu Flo'dan ürküp zikzaklar çizerek yoldan aşağı koştu. Ba Pe bir kâse pirinçle dışarı çıktı, Nero'yu ve güvercinleri besledi. Hizmetçilerin bölmesinde çığlıklar kesilmemişti. Araya kavgayı durdurmaya çalışan erkeklerin daha kalın sesleri karışıyordu. Ko S'la karılarından çok çekiyordu. İlk karısı Ma Pu sıska, sert yüzlü bir kadındı, çok çocuk doğurmaktan çöpe dönmüştü. 'Küçük karı' Ma Yi ondan birkaç yaş daha küçük, şişko ve tembel bir kediydi. Flory kasabaya indiği zaman bir araya gelen bu iki kadın durmadan kavga ederlerdi. Bir keresinde Ma Pu, Ko S'la'yı bir bambuyla kovalarken adam kendisini koruması için Flory'nin arkasına gizlenmiş, Flory bacağına kötü bir darbe yemişti.

Mr. Macgregor hızlı adımlarla, elindeki kalın yürüyüş bastonunu sallayarak yoldan yukarı çıkıyordu. Haki, pagri kumaşından bir gömlek ve askeri şort giymişti, başında topi şapkası vardı. Jimnastiğinin yanı sıra her fırsat bulduğunda sabahları iki millik hızlı bir yürüyüş yapardı.

"Ne güzel bir sabah değil mi?" diye seslendi Flory'ye içten ve taze bir sesle. İrlanda aksanıyla konuşmuştu. Sabahın bu saatinde onu dinçleştiren çarçabuk bir soğuk banyo yapmayı alışkanlık edinmişti. Üstelik Burmalı Vatansever'de dün gece okuduğu onur kırıcı makale onu incittiğinden bunu gizlemek için özellikle çok neşeliymiş gibi davranıyordu.

Seni pis domuz yağı fıçısı, diye düşündü Flory Macgregor'un yoldan yukarı çıkışını izlerken. O sıkı haki şortu iri kalçalarını iyice ortaya çıkarmıştı. Şu resimli dergilerde fotoğraflarını gördüğünüz, neredeyse hepsi eşcinsel olan orta yaşlı, rezil oymak beylerine benziyordu. Tombul, gamzeli dizlerini sergileyen bu gülünç giysileri giymişti çünkü pukka sahipler kahvaltıdan önce jimnastik yaparlardı - iğrenç!

Tepeye doğru gelen bir Burmalı mor beyaz bir leke gibi görünüyordu. Bu Flory'nin kâtibiydi, kilisenin yakınındaki küçük bürodan geliyordu. Kapıya ulaştığında eğilip selam verdi ve Burma tarzında ucundan mühürlenmiş kötü görünüşlü bir zarf uzattı.

"Günaydın, efendim."

"Günaydın, nedir bu şey?"

"Yerel mektup efendim. Bu sabah postadan çıktı. İmzasız bir mektup sanırım efendim."

"Of, bir bu eksikti. Tamam, saat on bir gibi büroda olurum."

Flory zarfı açtı. Büyük bir dosya kâğıdına yazılmış olan mektupta şunlar yazıyordu:

MR JOHN FLORY,

EFENDİM, mektubun altında imzası olan ben siz onurlu efendime çok yararlı olacak belli birtakım bilgiler vererek zatıâlinizi UYARMAMA izin vermenizi rica ediyorum, efendim.

Efendim, Kyauktada'da zatıâlinizin sivil hekim Dr. Veraswami ile yakın bir dostluk kurduğunuz, onu ziyaret ettiğiniz, evinize davet ettiğiniz fark edilmektedir. Efendim, Dr. Veraswami'nin İYİ BİR ADAM OLMADIĞINI ve hiçbir bakımdan Avrupalı bir centilmenin dostu olmayı hak etmediğini bildirmeme izin verin lütfen. Doktor son derece namussuz, sadakatsiz ve sahtekâr bir kamu görevlisidir. Rüşvet ve haraç almasının yanı sıra hastanede hastalara boyalı su vermekte, ilaç satışlarından para almaktadır. İki tutukluyu bambu çubuklarla kırbaçladıktan sonra yaralarına acı biber sürerek akrabalarından para istemiştir. Ayrıca Ulusal Parti'yi desteklemektedir ve yakınlarda Burmalı Vatansever'de saygıdeğer Komisyon Vekili Mr. Macgregor'a karşı yazılmış olan çirkin makaleye de bizzat katkıda bulunmuştur.

Aynı zamanda hastanedeki kadın hastaları kendisiyle yatmaya zorlamaktadır.

Bu yüzden umuyoruz ki zatıâliniz adı geçen Dr. Veraswami'den uzak duracak ve onurunuzu lekeleyebilecek bu tür insanlarla birlikte olmak istemeyecektir.

Efendimizin sağlıklı ve refah içinde yaşaması için sonsuza kadar duacıyız.

(İmza) BİR DOST

Mektup pazardaki mektup yazıcıların titrek, iri harfleriyle yazılmıştı. Bir sarhoşun yazdığı bir ev ödevine benziyordu. Bununla birlikte pazardaki mektup yazıcılar zatıâliniz gibi bir sözcüğü kendi başlarına bulamazlardı. Mektubu kâtiplerden biri dikte etmiş olmalıydı. Kuşkusuz işin başında U Po Kyin vardı. 'Timsah!' diye düşündü Flory.

Mektubun tonundan hoşlanmamıştı. Kölece üslubun altında örtülü bir tehdit yatıyordu. 'Doktor'u terk et yoksa başın derde girecek,' deniyordu aslında. Bunu çok da ciddiye almıyordu; hiçbir Avrupalı bir Doğulu karşısında kendini tehlikede hissetmez.

Flory elinde mektupla duraksadı. İmzasız mektuplarla yapılabilecek iki şey vardı. Biri bu konuda hiçbir şey söylememek, öteki de mektubu ilgilendiren kişiye göstermekti. Doğrusunun mektubu Dr. Veraswami'ye göstermek ve uygun bulduğu biçimde önlem almasını olanak vermek olduğu kesindi.

Ama yine de - bütün bu işten uzak durmak daha güvenliydi. 'Yerel' kavgalara bulaşmamak çok önemliydi (belki de pukka sahip'in On Emir'inden en önemlisi buydu). Hintliler karşısında sadakat, gerçek dostluk söz konusu değildi. Hoşlanma, hatta sevgi - evet. İngilizler sık sık Hintlilere sevgi gösterirlerdi-yerli memurlar, orman görevlileri, avcılar, kâtipler, hizmetkârlar. Albayları emekli olduğunda Hintli askerler ağlarlardı. Doğru anlarda yakın ilişkilere bile izin vardı. Ama dayanışma, ortaklık, asla! Bir 'yerel' kavgada kimin haklı kimin haksız olduğunu bilmek bile prestij kaybettiren bir şeydi.

Eğer bu mektubu ortaya çıkarırsa bir gürültü kopacak, resmi bir soruşturma başlayacak ve bunun sonunda U Po Kyin'e karşı Doktor'un yanında yer almış olacaktı. U Po Kyin sorun değildi ama Avrupalılar vardı; eğer Flory kuşku uyandıracak kadar Doktor'un yandaşı görülürse bunu ona kötü ödetirlerdi. Mektup hiç eline geçmemiş gibi yapmak çok daha iyiydi. Doktor iyi bir adamdı, ama iş pukka sahipleri'nin kabaran öfkesi karşısında onu savunmaya gelince - ah, hayır, hayır! Bir adamın kendi ruhunu kurtarırken bütün dünyasını yitirmesinin ne yararı vardı ki? Flory mektubu yırtmaya başladı. Bunu başkalarının bilmesiyle doğabilecek tehlikeler çok bulanıktı. Ama Hindistan'da bulanık tehlikelere karşı dikkatli olmak gerekirdi. Prestijin, yani yaşam soluğunun kendisi de bulanık bir şeydi. Mektubu dikkatle yırtıp küçük parçalara ayırdı ve kapıdan dışarı savurdu.

Tam o anda korkunç bir çığlık duyuldu. Bu Ko S'la' nın karılarının haykırışlarından çok farklıydı. Mali, mammootie 'sini indirip ağzı açık sesin geldiği yöne baktı. Sesi duyan Ko S'la başı açık, koşarak hizmetçilerin bölmesinden dışarı çıktı. Flo ayaklarının üzerinde doğrulup keskin bir sesle havladı. Çığlık yineledi. Evin arkasındaki cangıldan geliyordu ve dehşet içinde bağıran bir İngiliz kadının sesiydi.

Bahçenin arkasından çıkış yoktu. Flory duvardan atladı ve kıymık battığı için kanayan diziyle koşmaya başladı. Bahçe duvarını dolaşıp ormana daldı, Flo da peşindeydi. Tam evin arkasında, ilk çalı yığınlarının ötesinde, içi durgun suyla dolu bir hendek vardı. Nyaunglebin'den buffalolar gelirdi buraya. Flory çalılar arasından kendine yol açarak ilerledi. Hendeğin içinde yüzü kireç gibi beyazlamış bir İngiliz kız bir çalının arkasına saklanmaya çalışıyor, dev bir buffalo yarımay biçimindeki boynuzlarıyla onu tehdit ediyordu. Sorunun nedeni kuşkusuz hemen arkasında duran tüylü buzağısıydı. Boynuna kadar bataklığın içine gömülmüş başka bir buffalo yumuşak, tarihöncesinden kalma yüzüyle onlara bakıyor, sorunun ne olduğunu anlamaya çalışıyordu.

Flory'yi görünce kız acı içindeki yüzünü ona çevirdi. "Ah, çabuk olun!" diye bağırdı korkmuş insanların kızgın ve aceleci sesiyle. "Lütfen bana yardım edin, yardım edin!"

Flory bir soru soramayacak kadar şaşırmıştı. Aceleyle kızın yanına gitti, bir çubukla buffalonun burnuna sertçe vurdu. İri hayvan ürkek ve hantal bir hareketle arkasını döndü, peşinde buzağısıyla uzaklaştı. Öteki buffa

lo da bataklıktan çıkmış ve ağır adımlarla uzaklaşmıştı. Korkudan ne yaptığının farkında olmayan kız kendini Flory'nin kollarının arasına attı.

"Ah, teşekkür ederim, teşekkür ederim! Of, korkunç yaratıklar. Nedir bunlar? Beni öldüreceklerini sandım. Ne kadar dehşet verici yaratıklardı! Ne bunlar?"

"Yalnızca su buffaloları. Yukarıdaki köyden geliyorlar."

"Buffalo mu?"

"Yabani buffalo değil - biz onlara bizon diyoruz. Bunlar yalnızca Burmalıların besledikleri büyükbaş hayvanlar. Sizi çok kötü korkutmuşa benziyorlar, üzüldüm."

Kız hâlâ Flory'nin kolunu sımsıkı tutuyordu. Flory onun titrediğini hissedebiliyordu. Eğilip baktı, ama yüzünü göremedi. Yalnızca şapkasız başındaki bir oğlan gibi kısacık san saçları görebiliyordu. Bir de kolunu tutan elini. Bu okullu bir kızın, bileği çilli, uzun, narin, genç eliydi. Böyle bir el görmeyeli uzun yıllar geçmişti. Kendisine yaslanan yumuşak, genç bedeni ve ondan yükselen sıcak soluğu fark etti; bunun üzerine içinde bir şeyler eriyip ısınmış gibi oldu.

"Tamam, gittiler artık," dedi. "Korkacak hiçbir şey yok."

Kız korkusunu üzerinden atıyordu, ondan biraz uzaklaştı ama bir eli hâlâ kolunun üzerindeydi. "Bir şeyim yok," dedi. "Yok bir şey. Yaralanmadım. Bana dokunmadılar bile. Yalnızca çok korkunç görünüyorlardı."

"Aslında çok zararsızdırlar. Boynuzları o kadar geridedir ki size boynuz vuramazlar. Çok aptal hayvanlardır. Yalnızca yanlarında yavruları olduğu zaman sanki dövüşecekmiş gibi yaparlar."

Şimdi birbirlerinden ayrılmışlardı. İkisinin de üzerine bir anda hafif bir utangaçlık çöktü. Flory hemen doğum lekeli yanağını ondan uzak tutmak için yan dönmüştü. Konuşan o oldu:

"Biraz tuhaf bir tanışma olduğunu söyleyebilirim! Buraya nasıl geldiğinizi sormadım henüz. Eğer kabalık olmayacaksa nereden geldiğinizi sorabilir miyim?"

"Amcamın bahçesinden dışarı çıkmıştım. Öyle güzel bir sabahtı ki biraz yürüyüş yapmayı düşündüm. Sonra o korkunç şeyler peşimden geldiler. Görüyorsunuz, buralarla çok yeniyim daha."

"Amcanız? Ah, elbette! Siz Mr. Lackersteen'in yeğenisiniz. Geleceğinizi duymuştuk. Ne dersiniz, meydana gidelim mi? Buralarda bir yol olacak. Kyauktada'da ilk sabah için ne ilginç bir başlangıç! Korkarım bu sizde Burma ile ilgili hayli kötü bir izlenim yaratmıştır."

"Yok, hayır; yalnızca bütün bunlar biraz garip. Bu çalılar ne kadar sık! Hepsi birbirinin içine karışmış ve çok yabancı görünüşlüler. Burada ânında kaybolabilir insan. Cangıl dedikleri bu mu?"

"Çalılık cangılı. Burma'nın çoğu cangıldır - yeşil ama güzel olmayan bir toprak bence. Sizin yerinizde olsaydım o çimenlerin arasından yürümezdim. Çoraplarınıza takılan tohumlar bacaklarınıza batar."

Kız yüzünü görmediğinde kendini daha rahat hissettiği için onu öne geçirdi. Bir kız için uzun boyluydu. Leylak rengi keten giysileri içinde ince bir kızdı. Kollarını bacaklarını hareket ettirişine bakarak yirmisini çok geçmiş olamayacağına karar verdi. Henüz yüzünü görememişti, tek görebildiği şey mika çerçeveli gözlüğü ve neredeyse kendisininki kadar kısa saçlarıydı. Resimli dergiler dışında henüz kesik saçlı bir kadın görmemişti hiç.

Meydana çıktıklarında kızın yanında yürümeye başladı. Kız da yüzünü ona dönmüştü. Düzgün hatlı, narin, oval bir yüzü vardı; belki güzel değildi ama bütün İngiliz kadınların sarı ve sıska oldukları Burma'da güzelmiş gibi görünüyordu. Doğum lekesinin öteki tarafta olmasına rağmen Flory başını sertçe yana çevirdi. Kızın onun hırpalanmış yüzünü çok yakından görmesine dayanamamıştı. Gözlerinin çevresindeki yıpranmış deri şimdi ona bir yaraymış gibi geliyordu. Ama sabah tıraş olduğunu hatırlayınca bu ona cesaret verdi.

"Bu olanlardan sonra biraz sarsılmış olmalısınız," dedi. "Eve dönmeden önce benim yerime gelip birkaç dakika dinlenmek ister miydiniz? Ayrıca şapkasız dışarıda dolaşmak için de biraz geç oldu."

"Ah, teşekkür ederim, isterim elbette," dedi kız. Flory kızın Hindistan'daki görgü kurallarından hiç haberinin olmadığını düşündü. "Şu sizin eviniz mi?"

"Evet. Ön tarafa gitmek için çevresini dolaşmamız gerekiyor. Hizmetçilere sizin için bir gölgelik hazırlattırırım. Kısa saçlarınızla bu güneş sizin için tehlikeli olabilir."

Bahçe yolundan yukarı yürüdüler. Flo çevrelerinde koşup oynuyor, dikkati kendi üzerine çekmeye çalışıyordu. Yabancı Doğululara her zaman havlardı ama Avrupalı kokusunu seviyordu. Güneşin yakıcılığı giderek artmaya başlamıştı. Patikanın yanındaki petunyalardan frenk üzümünü andıran bir koku dalgası yükseldi, güvercinlerden biri kanat çırparak havalandı, Flo onu yakalamaya davranınca bir anda yükseldi. Flory ve kız hiç konuşmadan anlaşmış gibi çiçeklere bakmak için durdular. İkisinin de içine nedensiz bir mutluluk doldu bir an için.

"Gerçekten, bu güneşin altında şapkasız dolaşmamalısınız," diye yinelerken Flory böyle söyleyerek nedense kıza daha yakınlaştığını hissetti. Bir şekilde sözü kısa saçlarına dokundurmadan edemiyordu, bunlar ona çok güzel görünüyorlardı. Yalnızca sözlerini etmek bile eliyle dokunmak gibi bir şeydi.

"Bakın, diziniz kanıyor," dedi kız. "Bana yardım etmeye gelirken mi oldu bu?"

Haki çorabında kurumuş, rengi morarmaya başlamış hafif bir kan lekesi vardı. "Önemli değil," dedi, ama ikisi de o anda bunun önemsiz olduğunu düşünmüyorlardı. Büyük bir hevesle çiçeklerden konuşmaya başladılar. Kız çiçeklere 'taptığını' söyledi. Flory bitkileri uzun uzun anlatarak onu bahçe yolunda gezdirmeye başladı.

"Şu floksların nasıl büyüdüklerine bakın. Bu ülkede altı ay çiçek açıyorlar. Ne kadar güneş alırlarsa o kadar büyüyor bunlar. Sanırım şu sarı olanlar neredeyse yaban gülü renginde. On beş yıldır bir yaban gülü görmedim, sarmaşık gülü de. Şuradaki zinyalar ne güzel değil mi - o harika, solgun renkleriyle boyanmış çiçeklere benziyorlar. Şunlar da Afrika kadife çiçekleri. Bunlar kaba şeyler, neredeyse yaban otu gibi, ama öylesine canlı ve güçlüler ki beğenmemek elde değil. Hintliler onlara çok düşkün oluyorlar; nerede Hintli varsa orada kadife çiçeklerinin büyüdüğünü görürsünüz, hatta cangıl onlardan kalan bütün izleri gömdükten yıllarca sonra bile kadife-çiçekleri kalır. Ama asıl verandaya gelip orkideleri görmenizi istiyorum. Göstermem gereken birkaç tane var ki tıpkı altın çanlara benziyorlar - gerçekten de altın gibiler. Bir de her şeyi bastıran balımsı bir kokuları var. Bu yabani ülkenin neredeyse tek iyi yanı bu, çiçeklere yarıyor. Umarım bahçıvanlığı seviyorsunuzdur. Burada bizim en büyük avuntumuz bu."

"Ah, ben bahçıvanlığa taparım," dedi kız.

Verandaya çıktılar. Ko S'la alelacele ingyi'sini ve en iyi pembe ipekten gaungbaung'unu giymişti. Üzerinde bir sürahi cin, bardaklar ve bir kutu sigara olan bir tepsiyi taşıyarak yanlarına geldi. Yan gözle kızı inceleyerek tepsiyi masanın üzerine koydu, ellerini düz bir şekilde birleştirip eğilerek selam verdi.

"Sanırım sabahın bu saatinde size bir içki ikram etmenin bir anlamı yok," dedi Flory. "Bazı insanların kahvaltıdan önce cin içmeden de yaşayabildiklerini hizmetkârlarımın kafasına sokmayı başaramadım."

Ko S'la'nın sunduğu içkiyi istemediğini eliyle işaret ederek kendini de bu insanlar arasına koydu. Kız, Ko S'la'nın onun için verandanın ucuna koyduğu hasır koltuğa oturmuştu. Koyu yapraklı orkideler başının arkasından sallanıyor, altın çiçekleri havaya sıcak bir bal kokusu üflüyordu. Flory veranda parmaklığına dayanmış, doğum lekeli yanağını göstermeyecek bir şekilde kıza hafif yan dönmüştü.

"Buradan ne kadar da muhteşem bir manzaranız var," dedi kız yamaçtan aşağı bakarken.

"Evet, öyle değil mi? Bu altın ışıkta, güneş daha yükselmeye başlamamışken harika oluyor. Meydanın loş sarılığını seviyorum. Şu altın mohur ağaçları kırmızı boya damlacıklarına benziyorlar. Ufuktaki tepeler neredeyse kapkara. Kampım bu tepelerin öteki tarafında," diye ekledi Flory.

Yakını iyi göremeyen kız uzaklara bakmak için gözlüğünü çıkardı. Flory gözlerinin çok açık mavi olduklarını fark etli, mine çiçeklerinden daha açık maviydi. Ayrıca gözlerinin çevresinde teninin ne kadar pürüzsüz olduğunu da gördü, neredeyse bir çiçek yaprağı gibiydi. Bu ona kendi yaşını ve yıpranmış yüzünü anımsattı yeniden, bu yüzden başını kızdan uzağa çevirdi. Ama birden içinden bir şey söylemek geldi.

"Bana sorarsanız Kyauktada'ya gelmeniz bizim için çok büyük bir şans. Böyle yerlerde yeni yüzler görmenin bizim için ne demek olduğunu hayal bile edemezsiniz. Aylar aylar boyu kendi sefil topluluğumuz dışında yalnızca teftiş gezilerini yapan bir-iki memur ve ellerinde kameralarıyla dünyayı gezmeye çıkmış Amerikalılardan başka kimseyi gördüğümüz olmuyor. Sanırım doğru İngiltere'den geliyorsunuz."

"Şey, tam olarak İngiltere değil. Buraya gelmeden önce Paris'te yaşıyordum. Annem bir sanatçıdır, o yüzden."

"Paris! Gerçekten de Paris'te yaşadınız mı? Vay canına, Paris'ten Kyauktada'ya gelmek nasıl bir şey olmalı! Biliyor musunuz, burası öyle bir bataklık ki, insan burada yaşarken Paris gibi yerlerin gerçekten var olduğuna bile inanamaz oluyor."

"Paris'i sever misiniz?" diye sordu kız.

"Hiç görmedim. Ama Tanrım, öyle çok hayalini kurdum ki - kafamda yalnızca bir resimler karmaşası var; kafeler ve bulvarlar, sanatçıların stüdyoları, Villon, Baudelaire, Mauppassant, bunların hepsi birbirine karışıyor. Bu Avrupa şehirlerinin adlarının burada bizim üzerimizde ne tür bir etki yaptığını bilmiyorsunuz. Gerçekten de Paris'te yaşadınız mı? Yabancı sanat öğrencileriyle kafelerde oturup beyaz şarap içerken Marcel Proust'u konuştunuz mu?"

"Ah, sanırım buna benzer şeyler yaptım," dedi kız gülerek.

"Burada ne kadar farklı şeyler bulacaksınız. Beyaz şarap ve Marcel Proust yerine viski ve büyük olasılıkla Edgar Wallace. Ama eğer kitap isterseniz benimkilerin arasından hoşunuza gidecek bir şeyler bulabilirsiniz. Kulüp kütüphanesinde yalnızca saçma sapan şeyler var. Ama ben de yeni kitapları çok yakından izleyemedim. Sanırım siz bende ne var ne yoksa hepsini okumuşsunuzdur."

"Yok, hayır. Ama elbette okumaya bayılırım ben," dedi kız.

"Kitapları seven biriyle karşılaşmak ne güzel! Yani okumaya değer kitaplar demek istiyorum. Kulüp kütüphanesindeki çerçöp değil. Eğer gevezeliğimle sizi sıkıyorsam umarım beni bağışlarsınız. Dünyada kitapların bulunduğundan haberi olan biriyle karşılaşınca korkarım bir şişe sıcak bira gibi kabıma sığmıyorum. Böyle yerlerde bu tür bir yanlışı bağışlamanız gerekiyor."

"Ah, ama ben kitaplardan konuşmayı severim. Bence okumak çok harika bir şey. Kitaplar olmasaydı yaşam neye benzerdi. Bu öyle... öyle..."

"Bu öyle kişisel bir cennet ki. Evet..."

Hevesle müthiş bir sohbete daldılar. Önce kitaplardan konuştular, sonra avcılıktan. Kız avcılıkla ilgileniyora benziyordu, Flory'yi anlatması için ikna etti. Flory birkaç yıl önce yakaladığı bir fili nasıl öldürdüğünü anlatırken çok heyecanlandı. Konuşanın hemen hemen yalnızca kendisi olduğunu Flory pek fark etmemişti, belki kız da bunun farkına varmamıştı. Gevezelik etmek onu öyle neşelendirmişti ki susmak elinden gelmiyordu. Kız da onu dinlemeye hazırdı. Ne de olsa onu buffalolardan kurtarmıştı ve kız bu korkunç canavarların zararsız olduklarına inanmıyordu; bir an için Flory gözünde neredeyse bir kahraman olmuştu. Bu yaşamda insanlar genellikle yapmadıkları şeylerden dolayı itibar görürler zaten. Konuşmanın kolayca, doğal bir şekilde aktığı o ender zamanlardan birini yaşıyorlardı, böyle sonsuza dek konuşabilirlerdi. Ama birden keyifleri kaçtı, irkildiler ve sustular. Artık yalnız olmadıklarını fark etmişlerdi.

Verandanın öteki ucunda, parmaklıkların arasından kömür karası bıyıklı bir yüz büyük bir merakla onlara bakıyordu. Bu 'Haydut' aşçı yaşlı Sammy'nin yüzüydü. Arkasında Ma Pu, MaYi, Ko S'la'nın çocuklarından dördü, kimin olduğu belirsiz çıplak bir çocuk ve bir 'İngaleikma'nın geldiği haberini duyunca köylerinden gelmiş iki yaşlı kadın vardı. Tahta yüzlerine uzun purolar takılmış tik ağacından yapılı heykeller gibi curan iki ihtiyar yaratık tıpkı İngiliz hödüklerinin tepeden tırnağa donanımlı bir Zulu savaşçısını seyretmesi gibi 'İngaleikma'yı seyrediyorlardı.

"Şu insanlar..." dedi kız onlara doğru bakarken rahatsız bir sesle.

Fark edildiğini gören Sammy utanmıştı, pagri'sini düzeltiyormuş gibi yaptı. Geri kalan izleyiciler biraz şaşırmışlardı, yalnızca tahta suratlı iki yaşlı kadın dışında.

"Bu ne yüzsüzlük!" dedi Flory. İçinde soğuk bir hayal kırıklığı dalgası dolaştı. Ne de olsa kızın onun verandasında daha fazla oturması uygun olmazdı. İkisi de aynı anda aslında birbirlerini hiç tanımadıklarını hatırlamışlardı. Kızın yüzü biraz pembeleşti. Gözlüğünü takmaya girişti.

Flory, "Korkarım bu insanlar için bir İngiliz kız alışılmadık bir yenilik," dedi. "Kötü niyetleri yok. Gidin buradan!" diye ekledi kızgın bir sesle elini izleyicilere doğru sallayarak. Bunun üzerine hepsi birden gözden kayboldular.

"Biliyor musunuz, aslında benim gitmem gerekiyor sanırım," dedi kız. Ayağa kalktı. "Çok uzun zamandır dışarıdayım. Nereye gittiğimi merak etmiş olabilirler."

"Gerçekten gerekiyor mu? Daha çok erken. Bu güneşin altında eve başınız açık dönmemeniz için bir şeyler bulayım."

"Gerçekten gitmeliyim..." diye kız söze başladı.

Sustu ve kapıya baktı. Ma Hla May verandaya çıkmak üzereydi.

Ma Hla May elini kalçasına dayayıp ileri yürüdü. Evin içinden, burada olmaya hakkı olduğunu gösteren sakin bir havayla dışarı çıkmıştı. Aralarında neredeyse bir metre uzaklık olan iki kız karşı karşıya durdular.

Bundan daha garip bir zıtlık olamazdı; biri bir elma çiçeği gibi soluk renkliydi, öteki esmer teni, topuz yaptığı abanoz saçlarının neredeyse metalik ışıltısı ve longyi' sinin pembe ipeği ile parıltılar saçıyordu. Flory, Ma Hla May'in ne kadar esmer olduğunu ve kalçalarındaki vazoyu andıran kıvrım dışında bir asker kadar düz, ince ve sert bedeniyle ne kadar yabancı göründüğünü daha önce hiç fark etmemiş olduğunu düşündü. Veranda parmaklığına dayandı ve pek önemsemeden iki kızı seyretti. Neredeyse bir dakika boyunca ikisi de gözlerini birbirlerinden ayırmadılar; ama hangisinin karşısındakini daha acayip, daha inanılmaz bulduğunu söylemek biraz zor.

Ma Hla May yüzünü Flory'ye çevirdi. Kalem gibi ince kaşları çatılmıştı. "Bu kadın kim?" diye sordu somurtkan bir sesle.

Flory bir hizmetçisine emir verir gibi önemsemez bir sesle konuştu:

"Hemen git buradan. Eğer bir sorun çıkartırsan sonradan bir bambu sopayla seni öyle bir döverim ki kırılmadık tek kaburgan kalmaz."

Ma Hla May duraksadı, ince omuzlarını silkti ve gözden kayboldu. Öteki kız, onun arkasından bakarken merakla sordu:

"Bir kadın mıydı, yoksa bir erkek mi?"

"Bir kadın," dedi Flory. "Sanırım hizmetçilerden birinin karısı. Çamaşırları sormaya gelmiş, hepsi bu."

"Oo, Burmalı kadınlar böyle mi oluyorlar? Garip küçük yaratıklar! Trenle buraya gelirken onlardan bir yığın gördüm, ama biliyor musunuz ben hepsini oğlan çocuklar sanmıştım. Tıpkı Hollanda bebeklerine benziyorlar, öyle değil mi?"

Kız veranda merdivenlerine doğru yürümeye başladı. Ma Hla May ortalıktan kaybolunca ona duyduğu ilgi de bitmişti. Flory onu durdurmadı, çünkü Ma Hla May'in gelip ortalığı birbirine katabileceğini çok iyi biliyordu. Aslında bu sorun değildi çünkü kızların ikisi de birbirlerinin dilinden tek kelime anlamıyorlardı. Ko S'la'yı çağırdı. Ko S'la bambu çubuklara gerili yağlı ipekten yapılma büyük bir şemsiyeyle koşarak geldi. Merdivenlerin başında şemsiyeyi saygılı bir şekilde açtı, aşağıya inen kızın başının üzerine tuttu. Flory onlarla kapıya kadar yürüdü. Durup el sıkıştılar. Sert güneş ışığı altında Flory doğum lekesini saklayarak hafifçe yan döndü.

"Adamım sizi evinize götürecek. Buraya gelmekle büyük bir incelik gösterdiniz. Sizinle karşılaştığım için ne kadar mutlu olduğumu anlatamam. Kyauktada'da bulunmanız bizim için büyük bir değişiklik olacak."

"Hoşça kalın Mr.... Ah, ne gülünç! Adınızı bile bilmiyorum."

"Flory, John Flory. Peki sizinki... Miss Lackersteen, öyle değil mi?"

"Evet, Elizabeth. Hoşçakalın Mr. Flory. Çok ama çok teşekkür ederim. O korkunç buffalo. Hayatımı kurtardınız.

"Önemli bir şey değildi. Umarım bu akşam sizi kulüpte görürüm? Amcanız ve yengeniz de kulübe inerler sanırım. Öyleyse şimdilik hoşçakalın."

Kapıda durup arkalarından baktı. Elizabeth - güzel bir isim, bu günlerde pek kullanılmıyor. Adını Z ile yazıyor olmalıydı. Ko S'la kızın arkasından garip ve rahatsız bir biçimde yürüyordu. Bir yandan şemsiyeyi başının üzerine uzatıyor, bir yandan da elinden geldiğince ondan açıkta yürümeye çalışıyordu. Tepeden serin bir esinti geldi. Burma'da soğuk havalarda zaman zaman belirip kaybolan, nereden geldiği belirsiz rüzgârlardan biriydi bu. İnsana serin deniz kıyılarını, denizkızlarının kucaklamalarını, şelaleleri, buzdan mağaraları özleten bir rüzgârdı. Altın mohur ağaçlarının tepelerindeki yaprakları hışırdattı ve Flory'nin yarım saat önce kapıdan dışarı fırlattığı imzasız mektup parçalarını sağa sola uçuşturdu.

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro