BÖLÜM 5
Kulüpte içtiği viskiye rağmen Flory o gece pek uyuyamadı. Parya köpekleri aya karşı uluyorlardı - henüz ay ilk çeyreğindeydi ve gece yarısı geldiğinde neredeyse batmıştı ama bütün gün sıcaktan uyuyan köpekler ay korolarına şimdiden başlamışlardı. Köpeklerden biri nedense Flory'nin evinden hoşlanmamış olmalı ki düzenli olarak buraya karşı ulumaya karar vermişti. Kapıdan elli yarda uzakta, arka ayaklarının üzerine oturmuş saat kadar düzenli bir biçimde yarım ile bir dakika süreyle keskin, öfkeli bir sesle havlıyordu. Horozlar ötmeye başlayıncaya kadar iki-üç saat sürdürürdü bunu.
Flory yatağında sağa sola dönüp duruyordu, başı ağrıyordu. İnsanların hayvanlardan nefret edemeyeceğini söyleyen o aptal, köpeklerin aya karşı ulumaya başladıkları zamanlarda Hindistan'da birkaç gece geçirmeyi denemeliydi. Sonunda Flory daha fazla dayanamadı. Kalktı, yatağının altındaki tenekeden yapılmış üniforma çantasını karıştırdı, bir tüfek ve bir çift fişek buldu, verandaya çıktı.
Çeyrek ay olmasına karşın gece oldukça aydınlıktı. Köpeği görebiliyordu, tahmininde yanılmadığını anlamıştı. Verandanın tahta direğine yaslanıp dikkatle nişan aldı; ebonit dipçiğin çıplak omzuna sert bir şekilde çarpmasıyla irkildi. Tüfek çok fazla geri tepmiş ve ateş ettiğinde omzunu çürütmüştü. Omzunun yumuşak eti titriyordu. Tüfeği indirdi. Soğukkanlı bir şekilde yeniden ateş edecek gücü kalmamıştı.
Uyumaya çalışmanın bir yararı yoktu. Flory ceketini ve birkaç sigarayı alıp bahçe yolunda, hayaletimsi çiçeklerin arasında aşağı yukarı yürümeye başladı. Sıcaktı, onu fark eden sivrisinekler akın akın üzerine geliyorlardı. Meydanda köpek hayaletleri birbirini kovalıyordu. Solda İngiliz mezarlığının mezar taşları beyaz ve biraz uğursuz bir parıltı saçıyorlardı. Yakındaki tümseğin eski Çin mezarlarının kalıntısı olduğu görülebiliyordu. Yamacın perili olduğu söylenirdi ve kulüpte çalışan chokra'lar gece bu yola gönderildiklerinde ağlarlardı.
"İt, korkak it seni," diye söylendi Flory kendi kendine; ama yine de çok kızgın sayılmazdı, çünkü bu düşünceye alışmıştı artık. "Sinsi, tembel, ayyaş, ahlaksız, ruhuyla bozmuş, kendine acıyan bir itsin işte. Kulüpteki bütün o aptallar, kendini onlardan üstün sanmayı pek sevdiğin bütün o can sıkıcı salaklar, onların bile her biri senden daha iyi bir insan. En azından kendilerine özgü ayılıklarıyla erkek onlar. Korkak değiller, yalancı değiller. Yarı ölü, çürümeye yüz tutmuş değiller. Ya sen..."
Kendine hakaretler yağdırmasının nedenleri vardı. O akşam kulüpte tatsız, pis bir olay olmuştu. Son derece sıradan, her zaman rastlanan türden bir olay; yine de pis, korkakça ve onursuz bir şeydi.
Flory kulübe gittiğinde içeride yalnızca Ellis ve Maxwell vardı. Lackersteen'ler Mr. Macgregor'un arabasını ödünç alıp gece treniyle gelecek olan yeğenlerini karşılamak için istasyona gitmişlerdi. Solgun yüzü öfkeden pespembe olmuş olan Westfield elinde Burmalı Vatansever gazetesini sallayarak içeri girdiğinde üç adam dostça bir hava içinde üçlü briç oynuyorlardı. Gazetede onur kırıcı bir makale vardı, Mr. Macgregor'a saldırıyordu. Ellis ve Westfield'in öfkeleri korkunçtu. Öyle kızmışlardı ki,
Flory onları gerçekten de kızdığına ikna edecek kadar rol yapmakta epey zorluk çekti. Ellis beş dakika boyunca sövdü saydı, sonra olağanüstü bir düşünce süreciyle bu yazıdan Dr. Veraswami'nin sorumlu olacağı sonucuna vardı. Şimdiden karşı vuruşu da düşünmüştü. İlan tahtasına bir ilan asacaklardı - Mr. Macgregor'un bir gün önce astığı ilana yanıt veren ve ona karşı çıkan bir not. Ellis hemen küçük ve okunaklı elyazısıyla yazmaya girişti
"Komisyon vekilimize yakınlarda yapılan korkakça hakaret göz önüne alındığında biz aşağıda imzaları bulunanlar karaların kulübe seçilmesi konusunu tartışmak için şimdi durumun çok uygunsuz olduğunu düşündüğümüzü bildirmek istiyoruz, vb. vb..."
Westfield 'karalar' sözüne karşı çıktı. Bunu üzerine ince bir çizgi çekildi ve yerine 'yerliler' yazıldı. Yazıyı imzalayanlar 'R. Westfield, P.W. Ellis, C.W. Maxwell, J. Flory.'
Ellis bu düşüncesinden öylesine hoşnuttu ki kızgınlığının yarısı uçup gitmişti. Yazdıkları şey kendi başına hiçbir işe yaramazdı, ama haberi kasabaya hemen yayılacak ve yarın Dr. Veraswami'nin kulağına ulaşacaktı. Bunun sonucunda Doktor Avrupa topluluğu tarafından halkın önünde bir kara olarak adlandırılmış olacaktı. Bu Ellis'i çok mutlu ediyordu. Akşamın geri kalanında gözünü ilan tahtasından ayıramadı ve birkaç dakikada bir sevinçle bağırıp durdu: "Bu o küçük şiş göbeği biraz düşündürecek şimdi, ha? Sinir bozucu herif böylece onun hakkında ne düşündüğümüzü öğrenecek. İşte onları ait oldukları yere koymanın yolu bu, öyle değil mi, vb. vb..."
Bu sırada Flory dostuna yönelik toplu bir hakaretin altına imzasını atmıştı. Bunu yapmasının nedeni yaşamında binlerce başka şeyi yapmasının nedeniyle aynıydı; reddetmek için gereken o küçücük cesaret kıvılcımından yoksundu. Çünkü elbette eğer isteseydi imza atmayı reddedebilirdi; ve yine elbette, reddetmesi Ellis ve Westfield ile bir kavga anlamına geliyordu. Ve ah, bir kavga onun gözünde ne kadar aşağılık bir şeydi! O alaylar, birbirinin başının etini yemeler! Bunun yalnızca düşüncesiyle bile ürperdi; yanağındaki doğum lekesini eliyle hissedebilir olacaktı. Boğazında yine bir şeyler olacak, sesi donuk ve suçlu çıkmaya başlayacaktı. Bunu yapamazdı! Dostunun bunu duyacağını bile bile onu aşağılamak daha kolaydı.
Flory on beş yıldır Burma'daydı ve Burma'da insan kamunun yargısına karşı çıkmamayı öğrenir. Ama onun sorunu daha eskiye gidiyordu. Daha annesinin karnındayken, şans onun yanağına mavi bir doğum lekesi koyduğunda başlamıştı. Doğum lekesinin ilk etkilerini düşündü. Dokuz yaşında ilk kez okula gidişini; gözlerini dikip bakanlar ve birkaç gün sonra öteki oğlanların bağırmaları; bir okul şairi (şimdi Nation'da oldukça iyi makaleler yazan bir eleştirmeni hatırladı Flory) onun için bir dize yazıncaya kadar takma adı Mavisurat olmuştu.
Yeni yetme Flory kaçacağa benzer
Yüzü de bir maymun kıçına benzer
Bunun üzerine takma adını değiştirip Maymun kıçı demeye başladılar. Sonraki yıllarda cumartesi geceleri daha büyük oğlanlar İspanyol Engizisyonu dedikleri bir şey yapıyorlardı. En sevdikleri işkence, içlerinden biri sizi yalnızca az sayıda 'aydın'ın bildiği ve adına Özel Togo dedikleri çok acılı bir biçimde yakalamışken, başka birinin ipe bağlı bir atkestanesi ile dövmesiydi. Ama zamanla Flory Maymun kıçı dönemini atlatmayı başardı. Yalancıydı ve iyi futbol oynuyordu. Okulda başarılı olmak için en gerekli şeyler de bu ikisiydi. Son senesine geldiğinde o ve başka bir çocuk okulun şairini Özel Togo biçiminde tuttular, on birlerin kaptanı da bir sone yazarken yakalanan şaire çivili bir futbol ayakkabısıyla altı darbe indirdi.
Bu okuldan sonra ucuz, üçüncü sınıf bir devlet okuluna gitti. Burası yoksul ve taklitçi bir yerdi. Büyük devlet okullarındaki Yüksek Anglikanizm geleneğini, kriket oyunlarını ve Latince şiirleri taklit etmeye çalışıyordu. Okulun bir de şarkısı vardı. Büyük Hakem rolünün Tanrı'ya verildiği bu şarkının adı 'Yaşam Karşılaşması'ydı. Ama büyük devlet okullarının en önemli erdemi olan edebi bilimsellik havasından yoksundu. Oğlanlar neredeyse hiçbir şey öğrenmiyorlardı. Müfredat programının sıkıcı çerçöpünü yutmalarına yardımcı olacak tatlandırıcılar çok yetersizdi, düşük ücretli, sefil öğretmenler öyle fark ettirmeden bilgelik aşılayan türden insanlar değillerdi. Flory okuldan ayrıldığında barbar bir serseri gençti. Yine de, o zaman bile içinde belli yetenekler yattığını biliyordu; onun başına sorun çıkarmaları çok olası özelliklerdi bunlar. Ama elbette bunları bastırıyordu. Kariyerine Maymun kıçı diye bir takma adla başlamak bir oğlana mutlaka bir şeyler öğretmiştir.
Burma'ya geldiğinde henüz yirmi yaşında bile değildi. Oğullarına çok bağlı ve iyi insanlar olan anne ve babası ona bir kereste firmasında iş bulmuşlardı. Bu işi alabilmesi için büyük zorluklara katlanmış, güçlerinin ötesinde bir giriş ödemesi yapmışlardı. Daha sonra bu davranışlarının armağanı, birkaç ayda bir özensizce karalanmış mektuplar oldu. Flory, Burma'daki ilk altı ayını Rangoon'da geçirdi. Burada işin büro kısmını öğreneceği varsayılıyordu. Bütün enerjilerini âlemler düzenlemeye harcayan dört gençle birlikte kalıyordu. Hem de ne âlemler! Aslında nefret etmelerine karşın domuzlar gibi viski içiyor, inanılmaz pislikte ve aptallıkta şarkılar söyleyerek piyanoyu yumrukluyor, timsah suratlı yaşlı Yahudi fahişelerin üzerine yüzlerce rupi fırlatıyorlardı. Bu da Flory'yi şekillendiren dönemlerden biri oldu.
Rangoon'dan sonra, tik ağacı kesmek için Mandalay'ın kuzeyinde, cangılda bir kampa gitti. Cangıl yaşamı, rahatsızlığına, yalnızlığına ve Burma'nın en kötü yanı olan pis, tekdüze yemeklerine rağmen kötü bir yaşam değildi. O sıralar çok gençti, kahramanlara tapacak kadar gençti ve çalıştığı firmada dostları vardı. Aynı zamanda avcılık, balıkçılık, yılda bir dişçiyi ziyaret etme bahanesiyle Rangoon'a küçük bir gezi gibi şeyler de vardı. Ah, o Rangoon gezileri ne zevkliydi! İngiltere'den gelen yeni romanlar için Smart ve Mookerdrum'ın kitapçısına koşmak, sekiz bin mili buz içinde gelmiş bonfile ve tereyağla kahvaltı etmek için Anderson'a gitmek, muhteşem içki sefası! Bu yaşamın onu neye hazırladığını anlayamayacak kadar gençti. Önünde uzanan yalnız, olaysız, çürütücü yılları görmüyordu.
Kendini Burma iklimine uyarladı. Bedeni tropik iklimlerin garip ritimlerine ayarlandı. Her yıl şubat ayından mart ayına kadar güneş gökyüzünde kızgın bir tanrı gibi alev alev yanar, sonra birden batıdan muson gelirdi. Önce keskin rüzgârlar, ardından elbiselere, yataklara, hatta yiyeceklere varıncaya dek her şeyi sırılsıklam eden bitmez tükenmez şiddetli bir sağanak. Havayine sıcaktı, bu kez boğucu, nemli bir sıcak. Cangılın aşağı bölgelerindeki yollar bataklığa dönüşür, çeltik tarlaları bayat, fare gibi kokan durgun bir suyla dolu uçsuz bucaksız su birikintileri olurdu.
Palmiye yaprağından yapılmış bir yarda genişliğindeki şapkalarıyla çıplak Burmalılar çeltik tarlalarında çalışır, buffalolarını diz boyu suyun içinde sürerlerdi. Daha sonra kadınlar ve çocuklar yeşil çeltik çekirdeklerini eker, üç çatallı tırmıklarıyla her bu bitkiyi çamurun içine bastırırlardı. Temmuz ve ağustos ayı boyunca yağmur neredeyse hiç durmazdı. Sonra bir gece, çok yükseklerde, görünmez kuşların sesi duyulurdu. Bataklık çulluğu Orta Asya'dan güneye doğru uçuyor olurdu. Yağmur giderek hafifler, ekim ayında kesilirdi. Çeltik tarlaları kurur, pirinç olgunlaşır, Burmalı çocuklar gonyin çekirdekleriyle beş taş oynar, serin rüzgârda birkaç uçurtma uçardı. Bu kısa kış aylarının başıydı. Tam bu aylarda Burma' ya İngiltere'nin hayaleti yerleşmiş gibi olurdu. Her yerde vahşi çiçekler açardı. Bunlar İngiliz çiçeklerinin aynısı değildi ama çok benziyorlardı - sık çalılarda hanımelleri, armut kokulu yaban gülleri, hatta ormanın karanlık bölgelerinde menekşeler. Güneş gökyüzünde aşağı inmiş olurdu. Gece ve sabahın erken saatinde havanın keskin soğuğuyla vadilerden aşağı, dev çaydanlıkların buharları gibi beyaz bir sis inerdi. Ördek ve bataklık çulluğu avına gidilirdi. Sayılamayacak kadar çok çulluk sürüsü vardı. Yabankazı sürüleri uçmaya başladıklarında demir bir köprüyü geçen bir yük treni kadar uğultu çıkarırlardı. Burmalılar başları örtülü, elleri göğüslerinin üzerinde kenetli bir şekilde işlerine giderlerken soğuktan acıyan yüzleri sapsarı olurdu. Sabah sisli, garip vahşi doğanın içinden geçilir, neredeyse İngiliz çayırlarını andıran sırılsıklam açıklıklardan, güneşi bekleyen maymunların en üst dallarına tünediği çıplak ağaçların arasından yürünürdü. Geceleri soğuk yollardan kampa geri dönerken, sisin içinde hilal gibi yükselen dev borazanlarını üfleyerek buffalo sürülerini evlerine götüren çocuklar olurdu çevrede. Yatakların üzerinde üç battaniye olur, bitmez tükenmez tavuk yerine turtalar yenirdi. Yemekten sonra kocaman kamp ateşinin yanındaki bir kütüğün üzerine oturulur, bira içilir ve avdan söz edilirdi. Alevler kırmızı bir çobanpüskülü gibi dans eder, beyaz adamları rahatsız etmeye utanan ama aynı zamanda köpekler gibi ateşe sokulan hizmetkârların ve kuli'lerin çömeldikleri yerin kıyısına bir aydınlık halkası düşerdi. Yatağa yatınca ağaçlardan düşen tek tük damlalar kulağa iri parçalı, uysal bir yağmur sesi gibi gelirdi. İnsan gençken, ne geçmişi ne de geleceği düşünmesi gerekmiyorken güzel bir yaşamdı bu.
Savaş çıktığında Flory yirmi dört yaşındaydı ve memleket izni almak üzereydi. Askerden kaçmayı başarmıştı. O zamanlar bunu yapmak kolaydı ve çok doğal bir şey gibi görünüyordu. Burma'daki sivillerin vicdanlarını rahatlatıcı bir kuramları vardı; gerçek vatanseverlik kendi işini adam gibi yapmaktır, diyorlardı. Hatta orduya katılmak için işlerini bir yana bırakan adamlara karşı örtülü bir düşmanlık bile besliyorlardı. Aslında Flory savaştan kaçmıştı çünkü Doğu onu şimdiden çürütmüştü. Viskisini, hizmetçilerini ve Burmalı kızlarını kışlaların sıkıntısına ve acımasız yürüyüşlerin yıpratıcılığına değişmek istemiyordu. Savaş, ufukta belirip yiten bir fırtına gibi yuvarlandı gitti. Tehlikeden uzak, sıcak, rüzgârlı ülkeyi bir yalnızlık, terk edilmişlik duygusu kapladı. Flory deliler gibi okumaya başladı ve yaşam yorucu olmaya başladığında kitaplarla yaşamayı öğrendi. Çocukça hazlardan bıkmış, kendi başına düşünmeyi öğrenmiş, neredeyse istemeden artık yetişkin biri olmaya başlamıştı.
Yirmi yedinci yaş gününü hastanede, tepeden tırnağa, bataklık yaraları denen ama büyük olasılıkla viski ve kötü yemek yüzünden çıkan çirkin yaralarla kaplı olarak geçirdi. Bunlar teninde iki yıl boyunca kaybolmayan küçük izler bıraktılar. Birden çok daha yaşlı görünmeye ve kendini böyle hissetmeye başladı. Gençliği bitmişti. Doğu yaşamı, ateş, yalnızlık, aralıklı içki dönemleriyle geçen sekiz yıl kendi damgalarını vurmuşlardı.
O günden sonra her yıl bir öncekinden daha yalnız, daha acılı oldu. Şimdi düşüncelerinin odağında duran ve hepsini zehirleyen şey, içinde yaşadığı emperyalizm havasının her gün daha da acılaşan nefretiydi. Çünkü beyni geliştikçe -beyninizin gelişmesini durduramazsınız ve yarı eğitimlilerin en büyük trajedilerinden biri geç gelişmeleridir, çünkü o zamana kadar yaşamda bir yığın yanlış yapmışlardır- İngilizler ve İmparatorluk ile ilgili gerçekleri kavradı. Hindistan İmparatorluğu bir despotluktu - hoşgörülü olduğu kuşkusuzdu ama yine de asıl hedefi hırsızlık olan bir despotluktu, Doğu'daki İngilizlere, sahiplog'a gelince; Flory onların toplumunda yaşaya yaşaya onlardan öyle çok nefret eder olmuştu ki, artık adilce düşünemiyordu. Çünkü, önünde sonunda bu zavallı şeytanlar başkalarından daha kötü insanlar değillerdi. Hiç de özenilmeyecek yaşamlar sürüyorlardı; otuz yılı düşük bir ücretle yabancı bir ülkede geçirmenin karşılığı olarak harap olmuş bir karaciğer ve bambu koltuklarda oturmaktan ananasa dönmüş bir arka ile eve dönüp ikinci sınıf bir kulübün başına bela olmak kötü bir pazarlıktı. Öte yandan sahiplog'un yüceltilecek bir yanı da yoktu. 'İmparatorluğun ileri karakollarında çalışan adamların en azından yetenekli ve çalışkan oldukları konusunda yaygın bir görüş vardır. Bu bir yanılgıdır. Bilimsel hizmet verenler dışında -Orman Şubesi, Kamu İşleri Şubesi ve benzerleri- Hindistan'daki İngiliz memurun işini ustaca yapması için özel bir neden yoktur. İçlerinden çok azı İngiltere'de bir taşra kasabasının posta memurunun gösterdiği çalışkanlığı ya da zekâyı gösterir. Asıl yönetim işi daha çok yerli astlar tarafından yapılır; despotizmin belkemiği memurlar değil ordudur. Arkalarında ordu oldukça memurlar ve işadamları aptal bile olsalar güven içinde işlerini yürütebilirler. Ve çoğu gerçekten de aptaldır. Zekâ yoksunu ama kendilerine saygılı bu insanlar aptallıklarını çeyrek milyon merminin arkasında geliştirip güçlendirirler.
Yaşamak için boğucu ve bunaltıcı bir dünyaydı bu. Her sözcüğün ve her düşüncenin sansürlendiği bir dünya. İngiltere'de böyle bir atmosferi hayal etmek bile zor. İngiltere'de herkes özgürdür; toplum içinde ruhlarımızı satışa çıkarırız, sonra dostlar arasındayken onları gerisin geri satın alırız. Ama her beyaz adamın despotizm çarkında bir dişli olduğu bir yerde dostluğa bile pek yer kalmaz. Özgür konuşma düşünülemez bile. Başka her tür özgürlüğe izin vardır. Bir ayyaş, serseri, korkak, kalleş, düşük ahlaklı biri olmakta özgürsünüz; ama kendiniz için düşünmekte özgür değilsiniz. En küçük bir önem taşıyan her konuda görüşünüz pukka sahip'in kuralları tarafından size dayatılmıştır.
Sonunda gizli isyanınız sizi gizli bir hastalık gibi zehirler. Bütün yaşamınız bir yalanlar yaşamıdır. Yıllar boyu Kipling'in hayaletinin dolaştığı kulüplerde, solunuzda Pink'un, sağınızda viskinizle oturur, Albay Bodger, bütün o kahrolası Ulusalcıların kızgın yağa atılmasıyla ilgili kuramını geliştirirken onu dinler ve hevesle onaylarsınız. Doğulu dostlarınıza 'yağlı küçük maymunlar' dendiğini duyarsınız ve görevinize bağlı bir insan olarak onların gerçekten yağlı küçük maymunlar olduklarını itiraf edersiniz. Daha okulunu yeni bitirmiş kaba gençlerin ak saçlı hizmetkârları tekmelediklerini görürsünüz. Kendi vatandaşlarınıza duyduğunuz nefretle yanıp tutuştuğunuz, bütün İmparatorluğu kana boğacak bir yerli ayaklanmasını özlediğiniz anlar gelir. Ve bunda onurlu bir yan yoktur, pek içtenlik bile yoktur. Çünkü, au fond, Hindistan İmparatorluğu bir despotluksa, Hintliler sömürülüyorsa, onlara zorbalık yapılıyorsa bu sizin umurunuzda mı? Sizin tek aldırdığınız şey, özgür konuşma hakkinizin elinizden alınması. Siz despotizmin yarattığı bir ürünsünüz, bir pukka sahip, kırılmaz bir tabular sistemi tarafından bir yerliden ya da bir keşişten daha sımsıkı bağlanmış bir insansınız.
Zaman geçiyordu. Her yıl Flory kendini sahip'ler dünyasında daha da yabancı hisseder olmuştu. Hangi konu üzerinde olursa olsun birazcık ciddi konuştuğunda başını derde sokma tehlikesi her gün artıyordu. Kitaplarıyla ve söze dökülemeyen gizli düşünceleriyle içedönük, gizli bir yaşam sürmeyi öğrendi. Doktor'la olan konuşmaları bile bir tür kendi kendine konuşmaydı; çünkü Doktor iyi bir adamdı, ona söylenenlerden çok az şey anlıyordu. Ama yaşamı gizlilik içinde sürdürmek insanı çürütür. Yaşamın akışı yönünde yaşamak gerekir, ona karşı değil. Sessiz, yalnız, gizli, kısır sözcüklerle kendini avutarak yaşamaktansa hiç durmadan 'kırk yıldır' diye bir şeyler anlatan en kalın kafalı pukka sahip gibi yaşamak bile daha iyidir.
Flory hiç İngiltere'ye gitmemişti. Niçin gitmediğini çok iyi bilmesine karşın açıklayamıyordu. Başlangıçta olaylar gitmesine engel olmuştu. İlk önce savaş vardı, Savaştan sonra çalıştığı firmada tecrübeli yardımcıların sayısı yetersiz olduğu için iki yıl gitmesine izin vermemişlerdi. Sonunda serbest kalmıştı. İngiltere'yi çok özlüyor, ama onunla yüz yüze gelmekten çekiniyordu. Tıpkı yakalıksız ve tıraşsızken güzel bir kızla karşılaşmaktan çekinen bir genç gibi. Evinden ayrıldığında bir delikanlıydı, umut vericiydi ve doğum lekesine karşın yakışıklı bir çocuktu; şimdi yalnızca on yıl içinde sararmış, zayıflamış, içkiye bağlanmış, alışkanlıkları ve görünüşüyle neredeyse orta yaşlı biri olmuştu. Yine de İngiltere için yanıp tutuşuyordu. Gemi kış rüzgârlarını arkasına almış, dövülmüş gümüşe benzeyen engin denizin üzerinde ilerliyordu. İyi yemekler ve deniz kokusu Flory'yi canlandırmıştı. Aklına bir şey geldi -Burma'nın durgun havasında unutup gittiği bir şey-, hâlâ yeniden başlayabilecek kadar gençti. Uygar bir toplumda bir yıl yaşayabilir, bir pukka memsahip değil ama onun doğum lekesine aldırmayacak uygar bir kız bulabilir, onunla evlenebilir, sonra Burma'da on-on beş yıl daha geçirmeye katlanabilirdi. Sonra emekli olurlardı - emekliliğinde cebinde on iki bin, belki de on beş bin sterlini olurdu. Şehir dışında kendilerine bir kulübe satın alır, dostlarının, kitaplarının, çocuklarının, hayvanların ortasında yaşarlardı. Pukka sahip olmanın kokusundan sonsuza dek kurtulmuş olurlardı. Burma'yı unutacaktı, bu korkunç ülke neredeyse yıkımına neden oluyordu.
Kolombo'ya vardığında kendisini bir telgrafın beklediğini öğrendi. Firmasından üç adam karasu hummasına yakalanıp ölmüştü. Firma özür diliyor ama hemen Rangoon'a dönmesini rica ediyordu. En yakın zamanda ona izin vereceklerdi.
Flory şansına sövüp sayarak Rangoon'a geri dönmek için bir sonraki tekneye bindi. Trene binip şirket merkezine gitti. O sıralar Kyauktada'da değil başka bir Yukarı Burma kasabasındaydı. Bütün hizmetkârlar platformda onu bekliyorlardı. Ölen selefinden en bloc (hep birden) ona devredilmişlerdi. Tanıdık yüzlerini yeniden görmek öyle garipti ki! Daha on gün önce İngiltere'ye yol alıyor, kendini şimdiden İngiltere'ye varmış gibi hissediyordu; şimdi o eski, bayatlamış sahneye geri dönmüştü. Çıplak, esmer kuli'Ier bagajının çevresine itişip kakışıyor, yolda bir Burmalı katırlarına bağırıyordu.
Hizmetkârlar çevresine toplandılar, yumuşak, kahverengi yüzlerden bir halka oluşturdular ve ona hediyeler sundular. Ko S'la bir samur derisi getirmişti, Hintliler tatlı meyveler ve kadife çiçeğinden bir çelenk verdiler, sonra genç bir oğlan olan Ba Pe hasır kafeste bir sincap uzattı. Katır arabaları bagaj için bekliyorlardı. Flory, boynundan sallanan kocaman çelenkle eve doğru yürüdü. Serin akşam havasında yumuşak, sarı bir ışık vardı. Kapıda toprak rengi, yaşlı bir Hintli ince bir orakla çim biçiyordu. Aşçının ve mali'nin karıları hizmetçilerin bölmesinin önünde diz çökmüş kalın bir taşın üzerinde köri öğütüyorlardı.
Flory'nin içinde bir şeyler kıpırdadı. İnsanın yaşamında durumunun ne kadar kötüye gittiğini anladığı anlardan biriydi bu. Çünkü birden yüreğinin derinlerinde geri döndüğü için sevindiğini bulmuştu. Nefret ettiği bu ülke şimdi onun vatanıydı, onun eviydi. Burada on yıl yaşamıştı, bedeninin her parçacığına Burma toprağı bulaşmıştı. Buna benzer sahneler -soluk akşam ışığı, çim biçen yaşlı Hintli, tekerlek gıcırtıları, sıra sıra uçan balıkçıllar-ona İngiltere'den daha tanıdık geliyordu. Yabancı bir ülkeye derin kökler salmıştı, belki de en derin köklerini.
O günden sonra bir daha asla memleket izni için başvurmadı. Babası öldü, sonra annesi. Hiçbir zaman hoşlanmadığı at suratlı kadınlar olan kız kardeşleri evlenmişlerdi. Onlarla bağlantısını neredeyse tümüyle yitirdi. Şimdi Avrupa'yla kitaplar dışında hiçbir bağı yoktu. Çünkü İngiltere'ye geri dönmenin yalnızlığına ilaç olmayacağını anlamıştı; yalnızca Anglo-Hintliler için ayrılmış cehennem parçasının özel yapısını kavrıyordu artık. Ah, Bath ve Cheltenham'da poz yapan zavallı ihtiyar sefiller! Çürümenin her aşamasındaki Anglo-Hintlilerin sabahtan akşama kadar 88'de Boggleywallah'a olanları birbirlerine anlatıp durdukları o mezara benzer pansiyonlar! Zavallı şeytanlar, onlar birinin kalbini yabancı ve nefret edilen bir ülkede bırakmasının ne demek olduğunu bilirler. Tek bir çıkış yolu olduğunu görebiliyordu. Burma'daki yaşamını paylaşacak birini bulmak - ama gerçekten paylaşacak. Onun gizli iç yaşamını paylaşacak. Burma' dan onun taşıdıklarıyla aynı anıları taşıyacak. Burma'yı onun sevdiği gibi sevecek ve onun nefret ettiği gibi nefret edecek. Gizli, söze dökülmemiş hiçbir şey kalmadan yaşamasına yardım edecek biri. Onu anlayacak biri: Bir dost, bütün bunları ancak bir dost yapabilirdi.
Bir arkadaş. Ya da bir eş? Şu hiç bulunamayacak kız. Örneğin Mrs. Lackersteen gibi biri? Sıska, sarı suratlı, kokteyllerde dedikodu yayan, hizmetçilerle kit-kit yapan, dillerinden tek bir sözcük öğrenmeden ülkede yirmi yıl yaşayan şu lanet memsahip'lerden biri. Lütfen Tanrım, onlardan biri olmasın.
Flory kapıya yaslandı. Ay cangılın karanlık duvarının arkasında gözden kayboluyordu, ama köpekler hâlâ uluyorlardı. Gilbert'ten birkaç dize geldi aklına, kaba, aptalca bir tekerlemeydi, ama duruma çok uyuyordu -'karışık kafalar üzerine bir söyleşi' hakkında bir şeyler. Gilbert yetenekli küçük bir kokarcaydı. Öyleyse bütün dertleri sonunda tek bir şeye mi varıyordu? Karmakarışık, bir erkeğe yakışmaz sızlanmalar; zavallı, küçük, zengin kız edebiyatı? Kendine hayali hüzünler yaratmak için aylaklığını malzeme yapan işsiz güçsüzün teki miydi o? Mrs. Wititterly gibi bir şey? Şiiri olmayan bir Hamlet? Belki de. Eğer böyleyse, bu durumu daha dayanılabilir kılıyor muydu? Böyle düşünmesi kendi suçu olsa bile kendini onursuz, korkunç bir boşluk içinde savruluyor ve çürüyor olarak düşünmek ve bu arada bir yerlerde saygın bir insan olma olanağının yattığını bilmek de acısını azaltmıyordu.
Ah, peki, Tanrı bizi kendimize acımaktan korusun! Flory verandaya geri döndü, tüfeğini aldı, hafifçe yüzünü buruşturup parya köpeğe ateş etti. Silah sesi havada yankılandı, mermi meydana gömülüp orada bir iz bıraktı. Flory'nin omzunda böğürtlen rengi bir çürük belirdi. Köpek korkuyla havladı, tabanları yağladı ve sonra elli yarda kadar uzakta oturup bir kez daha düzenli bir şekilde ulumaya girişti.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro