Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

BÖLÜM 3

Flory kulüp kapısından çıkınca sola dönüp peepul ağaçlarının gölgesindeki pazar yoluna çıktı. Yüz yarda ilerde müzikli bir hareketlilik vardı. Yeşil hakiler giymiş uzun boylu Hintlilerden oluşan bir askeri polis mangası, tulum çalarak önlerinden giden gurkha'lı bir çocuğun peşinden uygun adım yürüyordu. Flory, Dr. Veraswami'yi görmeye gidiyordu. Doktor'un evi kulübe bitişik, büyük ve bakımsız bir bahçenin ortasında, sütunlar üzerine yerleştirilmiş, gazyağlı tahtadan, uzun bir bungalovdu. Evin arkasından yol geçiyordu. Burası yol ile nehir arasındaki hastaneye bakıyordu.

Flory bahçeye girerken ürkmüş kadın çığlıkları duyuldu ve eve doğru bir koşuşturma oldu. Belli ki Doktor'un karısıyla karşılaşmaktan kıl payı kurtulmuştu. Dolaşıp evin ön kapısının önüne geldi ve verandaya doğru seslendi.

"Doktor! Meşgul müsün? Yukarı gelebilir miyim?"

Evin içinden, kutusundan fırlayan bir hokkabaz gibi, ufak tefek, siyahlı beyazlı bir figür fırladı. Doktor hızlı adımlarla veranda parmaklığına yürürken coşkuyla sesleniyordu:

"Gelebilir misiniz de ne demek? Gelin elbette, hemen gelin! Ah, Mr. Flory, sizi gördüğüme çok sevindim! Çıkın yukarı, çıkın. Ne içmek istersiniz? Viskim var, biram var, vermutum var, öteki Avrupa içkilerinden de var. Ah, sevgili dostum, biraz kültürlü bir konuşmayı nasıl da özledim."

Doktor kabarık kıvırcık saçlı, saf bakışlı yuvarlak gözlü, küçük, esmer, tombul bir adamdı. Çelik çerçeveli bir gözlüğü vardı ve üzerine pek oturmayan beyaz bir talim giysisi giymişti. Torba gibi olmuş pantolonu hantal siyah botlarını örtüyordu. Hevesli ve coşkulu bir sesle konuşuyor, s harflerini hafifçe tıslayarak söylüyordu. Flory merdivenlerden çıkarken Doktor bu kez de verandanın arka ucunda belirdi. Uzun, ince bir buz kutusundan çeşit çeşit şişeler çıkarmakla uğraşıyordu. Veranda geniş ve karanlıktı, üzerlerine eğreltiotu sepetleri asılı alçak dallar burayı bir şelalenin arkasında kalmış ve üzerine güneş ışığı düşmüş bir mağaraya benzetiyordu. Hapishane işi uzun bambu kanepeler ve bir uçta çoğunluğu Emerson-Carlyle-Stevenson tarzı makaleler içeren kitaplarla dolu pek de iştah kabartmayan küçük bir kitaplık vardı. Okumayı çok seven Doktor kitaplarının 'ahlaksal anlam' dediği şeye sahip olmasından hoşlanıyordu.

"Ee, Doktor," dedi Flory - bu sırada Doktor onu uzun kanepelerden birine oturtmuş, uzanabilsin diye ayak desteğini ileri çekmiş, bira ve sigarayı ulaşabileceği bir yere yerleştirmişti. "Evet Doktor, işler nasıl gidiyor? İngiliz İmparatorluğu'ndan ne haber? Her zamanki gibi hasta ve felçli mi?"

"Yaa, Mr. Flory, çok kötü durumda! Giderek ağırlaşıyor durumu. Kansızlık, karın zarı iltihabı ve sinir felci. Korkarım uzmanlara başvurmak zorunda kalacağız. Yaa!"

Kendi aralarında bir şakaydı bu. İngiliz İmparatorluğu'ndan Doktor'un yaşlı bir kadın hastasıymış gibi söz ediyorlardı. Doktor iki yıldır bu şakayı büyük bir zevkle,

hiç bıkmadan sürdürüyordu.

"Ah, Doktor," dedi Flory kanepede uzandığı yerden, "şu berbat kulüpten sonra burada olmak ne güzel şey. Senin evine geldiğim zaman kasabalıların ellerinden kurtulup da yanında bir fıstıkla evine dönen reformcu rahip gibi hissediyorum kendimi. Onlardan biraz uzak kalmak ne güzel şey," -topuğuyla kulüp yönünü gösteriyordu- "benim sevgili İmparatorluk kurucularım. İngiliz prestiji, beyaz adamın sorumluluğu, pukka sahip sam peur e sans reproche (korkusuz ve alınmaksızın), anlarsın işte. Bu pislik çukurundan bir süreliğine uzaklaşmak öyle bir rahatlık ki."

"Dostum, dostum, haydi, lütfen! Bu çok kötü bir şey. Onurlu İngiliz centilmenleri için böyle şeyler söylememelisiniz!"

"Sen bu onurlu centilmenlerin gevezeliklerini dinlemek zorunda olmadığın için anlamazsın Doktor. Bu sabah elimden geldiğince dayanmaya çalıştım. Ellis ve onun 'pis karaları', Westfield'in şakaları, Macgregor'un Latin etiketleri ve 'lütfen taşıyana on beş kırbaç vurur musunuz'ları. Ama şu yaşlı havildar öyküsüne geldiklerinde -bilirsin, eğer İngilizler Hindistan'ı bırakırlarsa geride ne bir rupi ne de bir bakire kalmayacak diyen sevgili dostumuz havildar- anlıyorsun; işte böyle, daha fazla dayanamadım. Şu yaşlı havildar'ın artık emekliye ayrılma zamanı geldi. Seksen yedideki jübileden beri aynı şeyi söyleyip duruyor."

Flory kulüp üyelerini eleştirmeye başlayınca Doktor her zaman olduğu gibi heyecanlanmıştı. Beyazlara bürünmüş tombul kalçasını veranda parmaklığına dayamış duruyor, zaman zaman ellerini kollarını sallıyordu. Bir sözcük bulmaya çalıştığında, sanki bunu havada uçarken yakalayacakmışçasına siyah başparmağını ve işaret-parmağını birbirlerine doğru uzatıyordu.

"Ama gerçekten, gerçekten Mr. Flory, böyle konuşmamanız gerek! Niye her zaman şu pukka sahip dediklerinizi aşağılayıp duruyorsunuz? Onlar toprağın tuzudur. Yaptıkları büyük şeyleri düşünün - İngiliz Hindistan'ını bugünkü durumuna getiren büyük yöneticileri düşünün. Clive, Warren Hastings, Dalhousie, Curzon. Onlar öyle insanlardı ki -sizin ölümsüz Shakespeare'inizden alıntı yapacağım- böylelerinin benzerlerini bir daha göremezsiniz!"

"Peki, sen onların benzerlerini bir daha görmek ister misin? Ben istemem."

"Bir İngiliz centilmeninin ne kadar soylu bir insan olduğunu düşünün. Birbirlerine olan göz kamaştırıcı bağlılıkları! Devlet okulu ruhu! Biraz tatsız tavırları olanlarda bile -kimi İngilizlerin küstah olduklarını kabul ediyorum- biz Doğuluların yoksun oldukları çok değerli nitelikler var. Kaba dış görünüşlerinin altında altın bir yürek taşıyorlar."

"Yaldızlı mı desek acaba? Bu ülkede yaşayan İngilizler arasında düzmece bir ahbap çavuşluk var. Birbirimizden ölesiye nefret etmemize rağmen birlikte kafayı çekmek, birlikte bir şeyler atıştırmak ve dostmuş gibi davranmak bir gelenek. Buna birlikte takılmak diyoruz. Politik bir gereklilik bu. Makineyi işleten şey içki elbette. Eğer içki olmasaydı bir haftada hepimiz delirip birbirimizi öldürürdük. Bu tam senin şu coşkulu makale yazarlarına göre bir konu, Doktor. İmparatorluğun harcı olarak içki."

Doktor başını salladı. "Gerçekten Mr. Flory. Sizi bu kadar kötümser yapanın ne olduğunu bilmiyorum. Gerçekten hiç yakışmıyor! Sizin gibi değerli yeteneklere ve yüksek bir karaktere sahip bir İngiliz centilmeni ancak Burmalı Vatansever'e yaraşacak kışkırtıcı görüşler dile getirsin!"

"Kışkırtıcı mı?" dedi Flory. "Kışkırtıcı olan ben değilim ki. Ben Burmalilarm bizi bu ülkeden atmalarını istemiyorum. Tanrı korusun! Herkes gibi ben de para kazanmak için buradayım. Benim tek karşı çıktığım şey şu beyaz adamın sorumluluğu palavrası. Pukka sahip rol yapıyor. Bu çok can sıkıcı bir şey. Eğer hepimiz sürekli olarak bir yalanla yaşamıyor olsaydık şu kulüpteki lanet olası aptallar bile daha eğlenceli olurlardı."

"Ama sevgili dostum, hangi yalanla yaşıyorsunuz?"

"Zavallı siyah kardeşlerimizi soymak için değil de onları kalkındırmak için burada olduğumuz yalanıyla elbette. Sanırım bu oldukça doğal bir yalan aslında. Ama bizi çürütüyor, bizi öyle bakımlardan çürütüyor ki hayal bile edemezsin. Sürekli olarak bir üçkâğıtçı ve yalancı olduğumuz duygusuyla yaşıyoruz, bu bize işkence ediyor ve gece gündüz kendimizi aklamaya zorluyor. Yerlilere karşı hayvanca davranışlarımızın yarısının altında bu yatıyor. Yalnızca hırsız olduğumuzu itiraf etsek ve sonra da palavralarla uğraşmadan hırsızlığımıza devam etsek biz Anglo-Hintliler neredeyse dayanılabilir insanlar bile olabilirdik."

Tartışmada bir şey yakaladığı için çok mutlu olan Doktor parmaklarını şaklattı. "Bu düşüncenizin tek zayıf yanı, değerli dostum," dedi, söyleyeceği sözdeki ince alaydan gözleri ışıldayarak, "tek zayıf yanı sizin hırsız olmamanız."

"Şimdi bakın benim sevgili Doktoram..."

Flory kanepede doğruldu. Bunun bir nedeni huysuzluğundan sırtına binlerce iğne batıyor gibi hissetmesi, öteki nedeni de Doktorla olan tartışmalarının en sevdiği bölümünün başlamak üzere olmasıydı. İki adamın her karşılaşmasında konuşmaları bu noktaya gelir dayanırdı. Tepetaklak bir durumdu bu, çünkü İngiliz sert bir şekilde İngiliz karşıtıydı, Hintli de fanatik ölçüde İngilizlere bağlıydı. Dr. Veraswami İngilizlere karşı, binlerce İngiliz tarafından küçümsenmenin bile sarsamadığı tutkulu bir hayranlık duyuyordu. Büyük bir hevesle kendisinin bir Hintli olarak yozlaşmış ve aşağılık bir ırka ait olduğunu savunurdu. İngiliz adaletine duyduğu güven öylesine büyüktü ki hapishanede bir kırbaçlama ya da idamda hazır bulunduktan sonra kara yüzü solmuş bir şekilde eve gelip de kendini ancak viski ile toparlayabildiği zaman bile inancının gücünde bir azalma olmuyordu. Flory'nin kışkırtıcı görüşleri onu çok şaşırtıyor, ama aynı zamanda da sofu bir dindarın Tanrı'nın duasının tersten okunuşunu duyunca aldığı hazza benzer ürpertici bir haz veriyordu.

"Benim sevgili Doktorum," dedi Flory, "bizim bu ülkede bulunmamızın hırsızlık yapmaktan başka bir amacının olmadığını nasıl anlayabilirsiniz? Çok basit. Memurlar Burmalıları ezerken işadamları da onların ceplerine dalıyorlar. Eğer bu ülke İngilizlerin elinde olmasaydı, diyelim benim firmamın şimdiki gibi kereste sözleşmeleri yapabileceğini mı sanıyorsunuz? Ya da başka kereste firmalarının veya petrol şirketlerinin, madencilerin, çiftçi ve tüccarların? Arkasında hükümet olmasa pirinç çemberi talihsiz çiftçiyi soyup soğana çevirmeye nasıl devam edebilirdi? İngiliz İmparatorluğu yalnızca ticaret tekellerini İngilizlere vermek için bir araç - ya da daha doğrusu Yahudi ve İskoç çetelerine."

"Dostum, sizin böyle konuştuğunuzu duymak benim için çok acıklı bir şey. Gerçekten de çok acıklı. Ticaret için burada olduğunuzu söylüyorsunuz. Elbette öylesiniz. Burmalılar kendi başlarına ticaret yapabilirler miydi? Makineler, gemiler, tren yolları yapabilirler miydi? Siz olmazsanız umutsuz bir durumdalar. Eğer İngilizler orada olmasaydı Burma ormanları ne olurdu? Dosdoğru Japonlara satılırdı, onlar da kesip yok ederlerdi. Sizin elinizde yok olmadıkları gibi gerçekten gelişiyorlar da. İşadamlarınız ülkemizin kaynaklarını geliştirirken memurlarınız da bizi uygarlaştırıyorlar, yalnızca kamu sevgileri yüzünden bizi kendi düzeylerine yükseltmeye çalışıyorlar. Bu göz kamaştırıcı bir özveri rekoru."

"Zırva bunlar sevgili Doktor. Kabul ediyorum, genç delikanlılara viski içmeyi ve futbol oynamayı öğretiyoruz, ama bundan başka pek bir şey öğrettiğimiz yok.

Okullarımıza bak - ucuz kâtipler yetiştiren fabrikalar. Hintlilere işe yarar tek bir el sanatı öğretmedik. Buna cesaret edemeyiz; endüstride rekabetten korkarız. Hatta çeşitli endüstrileri ezip yok ettik. Hint muslinleri nereye gitti şimdi? Kırklarda ya da daha öncesinde Hindistan'da denize açılan gemiler yapılıyordu ve bunlar için adam da yetiştiriliyordu. Şimdi burada denize açılabilecek bir balıkçı teknesi bile yapamıyorsunuz. On sekizinci yüzyılda Avrupa standartlarıyla en azından boy ölçüşebilecek toplar dökülebiliyordu. Şimdi, biz yüz elli yıl Hindistan'da kaldıktan sonra bütün kıtada pirinç bir fişek kartuşu bile yapamaz duruma geldiniz. Hızlı gelişebilen Doğu ırkları yalnızca bağımsız kalanlar oldu. Japonları örnek vermeyeceğim ama Siyam'ın durumuna bak..."

Doktor heyecanla elini salladı. Tartışmayı her zaman bu noktada keserdi (çünkü kural olarak neredeyse sözcüğü sözcüğüne aynı yolu izlerlerdi), çünkü Siyam konusunun ona zorluk çıkaracağını hissederdi.

"Dostum, dostum, Doğulu karakteri unutuyorsunuz. Bütün tembelliğimiz ve boş inançlarımızla bizi geliştirmek nasıl olanaklı olabilir? En azından bize yasa ve düzen getirdiniz. Hiç sapmayan İngiliz adaleti ve Pax Britannica (İngiliz Barışı)."

"Pox Britannica (İngiliz Çiçek Hastalığı) Doktor. Onun asıl adı İngiliz Hastalığı. Hem sonra barış kimler için? Tefeciler ve avukatlar için. Elbette Hindistan'ın barış içinde yaşaması bizim çıkarımıza uyuyor ama bütün bu yasa ve düzen zırvalarının sonu nereye götürüyor? Daha fazla banka ve daha fazla hapishane - tek anlamı bu."

"Ne kadar korkunç bir çarpıtma bu!" diye haykırdı Doktor. "Hapishaneler gerekli değil mi yani? Buraya yalnızca hapishaneleri mi getirdiniz? Thibaw günlerinin pislik, cehalet ve işkencelerini düşünün, sonra da çevrenize bir bakın. Yalnızca bu verandadan dışarı bakmanız yeter. Hastaneye bakın, onun sağındaki okula ve polis karakoluna. Modern ilerlemenin ne büyük bir hızla yayıldığına bakın!"

"Elbette, bunu reddetmiyorum," dedi Flory, "ülkeyi belli bakımlardan modernleştirdik. Bunu yapmak zorundaydık. Aslına bakarsan işimizi bitirdiğimizde Burma' nın bütün ulusal kültürünü yerle bir etmiş olacağız. Ama kimseyi uygarlaştırdığımız yok, yalnızca kendi pisliğimizi başkalarına sıvıyoruz. Şu hızla yayılan modern ilerleme dediğin şey nereye götürüyor? O çok sevgili eski domuz ahırımızda şimdi yalnızca bir de gramofonlarımız ve fötr şapkalarımız oldu. Zaman zaman iki yüz yıl sonra bütün bunların..." ayağını ufka doğru salladı, "ormanların, köylerin, manastırların, pagodaların hepsinin yok olacağını düşünüyorum. Bunun yerine elli yarda aralıklı pembe villalar olacak; şu tepelerin hepsi göz alabildiğine villalarla kaplanacak ve hepsinin gramofonlarında aynı melodi çalacak. Bütün ormanlar dümdüz tıraşlanmış ve Dünya Haberleri gazetesi için kâğıt hamuruna dönüştürülmüş ya da gramofon kasası yapmak için doğranmış olacaklar. Ama ağaçlar öçlerini alacaklar, tıpkı Yaban Ördeği'ndeki yaşlı adamın dediği gibi. Ibsen okumuşsundur elbette?"

"Yok, hayır Mr. Flory, maalesef! Sizin parlak dehanız Bernard Shaw'un onun için güçlü bir usta dediğini biliyorum. Bu zevki henüz yaşamadım. Ama dostum, sizin görmediğiniz şey şu; uygarlığınızın en kötü yanları bile bizim için ilerleme anlamına geliyor. Gramofonlar, fötr şapkalar, Dünya Haberleri - bütün bunlar korkunç Doğulu miskinlikten daha iyi. İngilizlerin en heyecandan yoksun olanları bile benim gözümde şeyler, şeyler..." Doktor uygun sözcükleri arıyordu, sonunda büyük olasılıkla Stevenson'dan bir alıntı yaptı, "ilerleme yolunun meşale taşıyıcıları onlar."

"Benim gözümde değil. Ben onları temizlenmiş, karnı tok, günümüze uyarlanmış bir uyuz türü olarak görüyorum. Dünyayı dolaşıp hapishaneler kuruyorlar. Bir hapishane inşa edip bunun adına da ilerleme diyorlar," diye ekledi biraz umutsuzca - çünkü Doktor benzetmesini anlamayacaktı.

"Dostum, gerçekten şu hapishaneler konusunda çok diretiyorsunuz! Yurttaşlarınızın başka başarıları da olduğunu unutmayın. Yollar yapıyorlar, çöllerde sulama sistemleri kuruyorlar, kıtlığı yeniyorlar, okullar açıyorlar, hastaneler kuruyorlar, vebaya, koleraya, cüzama, çiçek hastalığına, zührevi hastalıklara karşı savaşıyorlar..."

"Bunları zaten kendileri getirmişlerdi," diye sözünü kesti Flory.

Bu ayrıcalığı kendi yurttaşlarından başkasına kaptırmama heyecanıyla "Hayır efendim!" diye hevesle söze atladı Doktor. "Hayır efendim, bu ülkeye zührevi hastalıkları sokanlar Hintlilerdi. Hintliler hastalığı soktular, İngilizler de bunu tedavi ettiler. İşte sizin bütün o karamsar ve kışkırtıcı düşüncelerinize cevabım bu olur."

"Pekâlâ Doktor, seninle hiç anlaşamayacağız. İşin aslı şu; sen bütün bu modern ilerleme işinden hoşlanıyorsun, bense olaya biraz kuşkuyla yaklaşmayı yeğliyorum. Thibaw günlerindeki Burma bana daha uygun bir yer olurdu sanırım. Ve daha önce söylediğim gibi, eğer biz uygarlaştırıcı bir etkiysek bunun tek nedeni daha büyük parçalar koparmak istememiz. Eğer buna değmediğini görürsek her şeyi bir anda çöpe atabiliriz."

"Dostum, eminim böyle düşünmüyorsunuzdur. Eğer gerçekten İngiliz İmparatorluğu'nu beğenmiyor olsaydınız burada bunu özel bir konuşmada söylüyor olmazdınız. Ev çatılarından herkese sesleniyor olurdunuz. Sizi tanıyorum Mr. Flory, sizin kendinizi tanıdığınızdan daha iyi tanıyorum."

"Üzgünüm Doktor; ev çatılarına çıkıp seslenen biri değilim ben. Buna cesaretim yok. Yaşlı Belial'in Yitik Cennet'te söylediği gibi ben 'kolayca şerefsiz olabilirim'. Böylesi daha güvenli. Bu ülkede ya bir pukka sahip olacaksın ya da öleceksin. On beş yıldır senden başka hiç kimseyle dürüstçe konuşmadım. Burada yaptığım konuşmalar benim emniyet supabım; kimseye sezdirmeden birazcık kara ayin, senin anlayacağın."

Tam bu anda dışarıda acı bir çığlık duyuldu. Yaşlı Mattu, Avrupa kilisesine bakan Hindu durman aşağıda, güneşin altında duruyordu. Yaşlı, kavruk bir yaratıktı. Bir insandan çok bir çekirgeye benzerdi ve üzerinde birkaç parça soluk paçavradan başka bir şey yoktu. Kilisenin yakınında, ezilmiş gazyağı tenekelerinden yapılmış bir kulübede yaşardı. Zaman zaman Avrupalıları gördüğünde kulübesinden dışarı fırlar, yerlere kadar eğilerek selam verir ve ayda on sekiz rupi olan talab'ından yakınırdı. Şimdi acıklı gözlerle verandaya bakarken bir eliyle göbeğinin toprak rengi derisini ovuyor, ötekiyle ağzına yemek götürürmüş gibi bir işaret yapıyordu. Doktor ceplerini karıştırıp bulduğu bozuk parayı veranda parmaklığından aşağı attı. Ne kadar yumuşak yürekli olduğunu herkes bildiğinden Kyauktada'daki dilencilerin hepsinin başlıca hedefiydi.

"İşte Doğu'nun yozlaşması bu," dedi Doktor bir tırtıl gibi ikiye katlanmış, minnettar mırıltılar çıkaran Mattu'yu göstererek. "Şu kollarının, bacaklarının haline bakın. Baldırları bir İngiliz'in el bileklerinden bile daha ince. Şu perişanlığına, sefilliğine bakın. Görüyorsunuz, ne kadar cahil - böylesi cehalet Avrupa'da ancak akıl hastanelerinde görülebilir. Bir keresinde Mattu'ya yaşını sordum. 'Sahip,' dedi, 'galiba on yaşındayım.' Böyle yaratıklar karşısında doğal olarak üstün olduğunuzu nasıl olur da göremezsiniz Mr. Flory?"

"Zavallı ihtiyar Mattu, modern ilerlemenin hızlı yayılışı nasıl olduysa onu atlamış anlaşılan," dedi Flory parmaklıktan aşağı metal bir para atarken. "Git bakalım Mattu, bunlarla kendine içki al. Yozlaşabildiğin kadar yozlaş. Bunların hepsi ütopyayı erteleyen şeyler."

"İşte böyle, Mr. Flory. Zaman zaman bütün söylediklerinizi -nasıl söylüyordunuz- bana biraz takılmak için söylediğinizi düşünüyorum. İngiliz mizahı işte. Biz Doğulularda mizah duygusu bulunmadığını herkess bilir."

"Şanslı şeytanlarsınız. Şu lanet olası mizah duygumuz yıkıyor zaten bizi." Ellerini başının arkasına koyup esnedi. Mattu biraz daha minnet sesi çıkardıktan sonra ayaklarını sürüyerek gitmişti. "Sanırım şu kahrolası güneş çok yükseğe çıkmadan gitsem iyi olacak. Bu yıl cehennem gibi bir sıcak olacak, kemiklerimde hissediyorum. Evet Doktor, o kadar çok tartıştık ki şendeki haberleri soramadım daha. Cangıldan dün geldim. Öbür gün geri dönmem gerekiyor - ama döner miyim bilmiyorum. Kyauktada'da neler olup bitiyor? Yeni bir skandal var mı?"

Doktor birden ciddileşti. Gözlüğünü çıkartınca koyu, ıslak gözleriyle yüzü siyah bir retriever köpeğini hatırlatıyordu. Uzaklara baktı, sonra öncekinden biraz daha kararsız bir sesle konuşmaya başladı:

"Olay şu ki dostum, çok tatsız bir durum var. Belki güleceksiniz -çok önemsiz gibi geliyor- ama ciddi bir sorunum var. Ya da daha doğrusu ciddi bir sorun tehlikesi karşısındayım. Bu bir yeraltı işi. Bu siz Avrupalıların kulağına hiç ulaşmayacak. Bu yerde" -elini pazar yönüne doğru salladı- "sürekli olarak sizin hiç duymadığınız tezgâhlar döner, komplolar kurulur. Bizim için bunların anlamı çok büyüktür."

"Peki şimdi neler oluyor?"

"Şu: Bana karşı bir entrika kaynatılıyor. Karakterimi karalamayı ve resmi kariyerimi yıkmayı amaçlayan çok ciddi bir entrika. Bir İngiliz olarak siz böyle şeyleri anlamazsınız. Belki de hiç tanımadığınız bir adamın düşmanlığını üzerime çektim. Bölge Sulh Yargıcı U Po Kyin. Çok tehlikeli bir adamdır. Bana ölçülemeyecek kadar çok zarar verebilir."

"U Po Kyin mi? Hangisi bu?"

"Çok dişli, iri, şişman adam. Evi yolun aşağısında, buradan yüz yarda uzakta."

"Ha, şu şişko düzenbaz mı? Onu iyi tanıyorum."

"Yok yok dostum, hayır!" diye haykırdı Doktor büyük bir içtenlikle. "Onu tanıyor olamazsınız. Onu ancak bir Doğulu tanıyabilir. Siz, bir İngiliz centilmeni olarak U Po Kyin'in bulunduğu yere inemezsiniz. O bir düzenbazdan çok daha fazlası, o... nasıl söyleyeyim? Sözcükler yetmiyor. Bana insan kılığına girmiş bir timsahmış gibi geliyor. Bir timsah kadar kurnaz, acımasız ve zalim. Bu adamın yaptıklarını bir bilseydiniz! Yaptığı yüz kızartıcı şeyleri! Gasp, rüşvet! Irzına geçtiği kızlar... Onlara annelerinin gözü önünde tecavüz ediyormuş! Ah, bir İngiliz böyle bir karakteri düşünemez bile. Ve şimdi bu adam benim hesabımı görmeyi kafasına koymuş."

"Çeşitli kaynaklardan U Po Kyin'le ilgili birçok şey duydum," dedi Flory. "Tam bir Burmalı sulh yargıcı işte. Bir Burmalı, savaş sırasında U Po Kyin'in asker toplarken kendi yasadışı oğullarından bir tabur oluşturduğunu anlatmıştı. Doğru mu?"

"Doğru olması zor," dedi Doktor. "Çünkü o zaman yaşları o kadar büyümüş olamaz. Ama tam bir haydut olduğu kuşkusuz. Ve şimdi beni yıkmayı kafasına koymuş. Benden nefret etmesinin ilk nedeni onun hakkında çok fazla şey bilmem; ayrıca aklı başında, dürüst herkese düşmandır o. Önce iftira atarak işe başlayacak - böyle adamlar hep bu yoldan giderler. Benimle ilgili haberler yayacak - çok sarsıcı ve gerçek dışı haberler olacak bunlar. Şimdiden bunları yaymaya başladı."

"İyi ama böyle bir adamın senin için söylediği şeylere kim inanır ki? O yalnızca düşük rütbeli bir sulh yargıcı. Sen yüksek rütbeli bir memursun."

"Ah, Mr. Flory, Doğulu kurnazlığından hiçbir şey anlamıyorsunuz. U Po Kyin benden çok daha yüksek rütbeli memurları batırmıştır. Kendini inandırmanın yolunu bulacaktır. Ve bu yüzden - işte işin zor yanı burası!"

Doktor verandada bir-iki adım ileri geri yürüdü, mendiliyle gözlüğünü parlattı. İnceliği yüzünden söyleyemediği başka bir şeylerin daha olduğu açıkça görülebiliyordu. Bir an için öyle dertli göründü ki, Flory ona yardımcı olup olamayacağını sormak istedi, ama sormadı. Çünkü Doğuluların kavgalarına burnunu sokmanın ne kadar işe yaramaz olduğunu biliyordu. Hiçbir Avrupalı bu kavgaların altında neyin yattığını anlayamazdı; her zaman Avrupalı kafasının içine işleyemediği bir şeyler, birbiri arkasına kurulan tezgâhlar, iç içe geçmiş komplolar olurdu. Üstelik pukka sahip'in 'On Emir'inden biri 'yerli' tartışmalardan uzak durmaktı.

"Neymiş işin zor yanı?"

"Sorun şu, eğer yalnızca - ah dostum, bana güleceksiniz korkarım. Ama sorun şu: Eğer sizin Avrupalılar kulübünüzün üyesi olmuş olsaydım! Yalnızca bu olsaydı! Konumum ne kadar farklı olurdu o zaman!"

"Kulüp mü? Niye? Bunun sana ne yararı olacak?"

"Dostum, bu konularda her şeyden önemlisi prestijdir. U Po Kyin bana açıkça bir saldırı yapmayacak; buna asla cesaret edemez; o yalnızca beni karalayıp arkadan vuracak. Söylediklerine inanılıp inanılmaması bütünüyle benim Avrupalılar arasındaki konumuma bağlı. Hindistan'da işler böyle yürür. Eğer prestijimiz iyiyse yükseliriz; kötüyse batarız. Bir selam, bir göz kırpma binlerce resmi rapordan daha fazla şey getirir. Ve Avrupalılar kulübüne üye olmanın bir Hintliye nasıl bir prestij sağlayacağını bilmiyorsunuz. Hiç kimse ona iftira atamaz. Bir kulüp üyesi kutsaldır."

Flory gözlerini kaçırıp veranda parmaklığına baktı. Sanki gidecekmiş gibi ayağa kalkmıştı. Kendi aralarında Doktor'un kara derisi yüzünden kulübe alınmadığından söz etmek onu her zaman utandırır ve rahatsız ederdi. Birinin yakın dostunun toplumsal olarak kendi eşiti olmaması hiç de hoş bir şey değildi; ama bu, Hindistan'ın havası kadar doğal bir yanıydı.

"Bir sonraki genel toplantıda seni seçebilirler," dedi. "Seçeceklerini söylemiyorum, ama olanaksız da değil."

"Umarım Mr. Flory, sizden beni kulübe önermenizi istediğimi düşünmüyorsunuzdur. Tanrı korusun! Bunun sizin için imkânsız olduğunu biliyorum. Yalnızca eğer kulüp üyesi olmuş olsaydım kimsenin bana zarar veremeyeceğini söylemek istedim."

Flory Terai şapkasını gevşek bir şekilde başına takıp bir sopayla Flo'yu itti. Köpek kanepenin altında uyuyakalmıştı. Flory kendini çok rahatsız hissediyordu. Eğer Ellis'le birkaç kavgayı göze alacak kadar cesareti olsaydı Veraswami'nin kulübe seçilmesinin sağlamasının çok olanaklı olduğunu biliyordu. Ve önünde sonunda Doktor onun dostuydu, aslında Burma'daki tek dostuydu. Yüzlerce kez oturup konuşmuşlar, Doktor ona yemeğe gitmiş, hatta karısıyla tanıştırmayı bile teklif etmişti - ama çok dindar bir Hindu olan karısı bu teklifi dehşet içinde reddetmişti. Birlikte atış turlarına çıkmışlardı. Fişekliklerini ve av bıçaklarını yüklenen Doktor bambu kamışları yüzünden kayganlaşmış yamaçlardan soluk soluğa inip çıkmış, silahını boşa ateşleyip durmuştu. Sıradan terbiye kuralları bile Doktor'u desteklemenin onun görevi olduğunu söylüyordu. Ama aynı zamanda Doktor'un asla ondan destek istemeyeceğini ve bir Doğulu kulübe girmeden önce çirkin bir kavga çıkacağını da biliyordu. Hayır, bu kavgayı göze alamazdı! Değmezdi.

"Gerçeği söylemek gerekirse şimdiden bu konuda konuşmalar oldu. Daha bu sabah bunu tartışıyorlardı. O küçük hayvan Ellis her zamanki 'pis karalar' vaazını verdi. Macgregor bir yerli üye seçmeyi önermişti. Sanırım böyle yapması yolunda emir almış," dedi Flory.

"Evet, bunu duymuştum. Bütün bunları duyarız biz. Bu düşünceyi aklıma getiren de bu oldu zaten."

"Haziran ayındaki genel toplantıda ele alınacak. Neler olacağını bilmiyorum - sanırım her şey Macgregor'a bağlı. Ben oyumu sana vereceğim ama bundan fazlasını yapamam. Üzgünüm ama elimden gelmez. Orada çıkacak olan kavgayı bilmiyorsun. Büyük olasılıkla seni seçecekler ama bunu tatsız bir görev olarak, bir yığın karşı çıkıştan sonra yapacaklar. Kulübü kendi deyişleriyle beyazlara-özgü tutmak onlar için tam bir fetiş oldu."

"Elbette, elbette dostum! Bütünüyle anlıyorum. Tanrı korusun, benim yüzümden Avrupalı dostlarınla aranızda sorun çıkmasın sakın. Lütfen, lütfen asla bu konuya karışmayın! Yalnızca benim dostum olduğunuzun bilinmesi bile bana düşünemeyeceğiniz ölçüde yararlı oluyor. Prestij, Mr. Flory, tıpkı bir barometre gibidir. Evime geldiğinizi her gördüklerinde cıva yarım derece yükseliyor."

"Pekâlâ, bu işin 'adilce' yapılması ve yürütülmesi için elimizden geleni yapmalıyız. Benim yapabileceğim de yalnızca bu kadarı korkarım."

"Bu bile çok fazla dostum. Bir de bu konuda sizi uyarmam gereken başka bir şey daha var. Ama korkarım güleceksiniz. Siz de U Po Kyin'den sakının dostum. Timsahtan sakının kendinizi! Çünkü benimle dostluk ettiğinizi öğrenir öğrenmez size de vuracağı kesin."

"Tamam Doktor, timsahtan kendimi sakınırım. Gerçi bana pek zarar verebileceğini düşünemiyorum ama olsun."

"En azından zarar vermeye çalışacaktır. Onu tanıyorum. Dostlarımı benden koparma politikası uyguluyor. Belki sizin hakkınızda da kötü söylentiler yaymaya bile cesaret eder."

"Benim hakkımda mı? Haydi canım, bana karşı söylenecek şeylere kimse inanmaz. Civis Romanusum. Ben bir İngilizim - kuşkunun çok yukarısındayım ben."

"Yine de onun iftiraları konusunda dikkatli olun dostum. Onu hafife almayın. Sizi nereden vuracağını bulur. O bir timsah. Ve timsah gibi" -Doktor başparmağını ve işaret parmağını anlamlı bir şekilde şaklattı; zaman zaman imgeleri biraz karışıyordu- "timsah gibi, her zaman en zayıf noktadan vurur!"

"Timsahlar her zaman en zayıf noktadan mı vururlar Doktor?"

İki adam da güldüler. Doktor'un zaman zaman bozulan İngilizcesine birlikte gülebilecek kadar yakındılar birbirlerine. Belki de yüreğinin derinliklerinde Doktor Flory'nin onu kulübe önermeyi teklif etmemesine biraz kırılmıştı ama bunu söylemektense ölmeyi yeğlerdi. Flory de aslında hiç açılmamış olmasını yeğleyeceği bu rahatsız edici konunun kapanmasına sevinmişti.

"Evet, gerçekten artık gitmeliyim Doktor. Seni bir daha göremezsem şimdilik hoşça kal. Umarım genel toplantıda işler iyi gider. Macgregor o kadar çürük bir tahta değildir. Seni seçmekte direteceğini söyleyebilirim şimdiden."

"Öyle olacağını umalım dostum. Bu olursa yüz tane UPo Kyin'in üstesinden gelebilirim. Hatta bin tane! Hoşça kal dostum, hoşça kal."

Flory Terai şapkasını başına yerleştirdi, güneş altında kaynayan meydandan geçip evine, kahvaltısına gitti. İçki, sigara ve konuşmayla geçen uzun sabahtan sonra aslında hiç iştahı kalmamıştı.

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro