BÖLÜM 24
Akşam saat neredeyse altıya geliyordu, kilisenin bir metre yüksekliğindeki çinko kulesinin tuhaf çanı içeriden yaşlı Mattu'nun ipi çekmesiyle klank-klank, klank-klank diye çalmaya başladı. Batan güneşin ışıkları uzaklarda yağan sağanak yağmur tarafından kırılıyor, meydanı güzel, renkli bir ışığa bürüyordu. O gün erken saatlerde yağmur yağmıştı ve yine yağacaktı. Kyauktada'nın sayıları on beş olan Hristiyan topluluğu akşam ayini için kilise kapısında toplanmaya başlamıştı.
Flory, gri topi şapkasıyla Mr. Macgregor, yeni yıkanmış talim giysileriyle boy gösteren Mr. Francis ve Mr. Samuel -altı haftada bir kilise ayinine katılmak onların yaşamının en büyük toplumsal olayıydı- şimdiden oradalardı. Uzun boylu, kır saçlı, temiz, renksiz yüzlü, gözlüklü rahip, Mr. Macgregor'un evine gidip giydiği cüppesi ve peleriniyle kilise merdivenlerinde duruyordu. Ona saygılarını sunmak için gelmiş dört pembe yanaklı Karen Hıristiyan karşısında dostça ama biraz çaresiz bir yüzle gülümsüyordu; çünkü iki taraf da birbirlerinin dilinden tek bir sözcük bile anlamıyordu. Bir Doğulu Hıristiyan daha vardı. Bu alçak gönüllü bir şekilde geride duran, hangi ırktan geldiği belirsiz hüzünlü, esmer bir Hintliydi. Kilisedeki bütün ayinlerde bulunurdu, ama hiç kimse onun kim olduğunu ya da niçin Hıristiyan olduğunu bilmiyordu. Kuşkusuz misyonerler onu bebekken yakalayıp vaftiz etmişlerdi, çünkü yetişkin yaşta Hıristiyanlığa döndürülen Hintliler neredeyse hep sonradan dinlerini bırakırlardı.
Flory, Elizabeth'in üzerinde leylak rengi bir giysiyle, yengesinin ve amcasının yanında tepeden aşağı indiğini gördü. O sabah onu kulüpte görmüştü-ötekiler içeri gelmeden önce yalnızca birkaç dakika yalnız kalabilmişlerdi. Kıza yalnızca tek bir soru sordu Flory:
"Verrall temelli gitti mi?"
"Evet."
Daha fazla bir şey söylemeye gerek yoktu. Yalnızca kızı kollarının arasına alıp kendine çekti. Elizabeth isteyerek, hatta sevinçle ona sokuldu - hem de biçimsiz yüzünü acımasızca aydınlatan gün ışığının altında. Bir an için Flory'ye neredeyse bir çocuk gibi sarıldı. Sanki onu kurtarmış ya da bir şeyden korumuştu. Öpmek için kızın yüzünü kendine doğru kaldırdığında ağladığını görüp çok şaşırdı. O sırada konuşmak için hiç zaman olmadı, hatta "Benimle evlenir misin?" bile diyemedi. Sorun değildi, ayinden sonra yeterince zamanı olacaktı. Belki de bir sonraki gelişinde, yalnızca altı hafta sonra, rahip onları evlendirebilirdi.
Ellis, Westfield ve yeni askeri polis kulüpte onları ayin boyunca idare edecek bir-iki bardak bir şeyler içtikten sonra kiliseye doğru geliyorlardı. Maxwell'in yerini alması için gönderilen sıska, uzun boylu orman memuru da arkalarındaydı. Kulaklarının önünden çıkan favoriye benzer tüy yığınları dışında kafası bütünüyle keldi. Elizabeth geldiğinde Flory ona ancak 'İyi akşamlar' diyecek zaman bulabildi. Herkesin geldiğini gören Mattu çanı çalmayı bıraktı ve rahip arkasında elindeki topi şapkasını karnına dayamış olan Mr. Macgregor, Lackersteen'ler ve iki yerli Hıristiyan'la içeri girdi. Ellis, Flory'nin koluna bir çimdik attı ve sarhoş bir sesle fısıldadı:
"Haydi, sıraya girin. Sızlanma gösterisi zamanı. Çabuk yürüyün!"
Ellis ve askeri polis kol kola, dans eder gibi adımlarla ötekilerin arkasına geçtiler. Polis, kiliseden içeri girinceye kadar şişman kalçalarını birpwe dansçısı gibi sallayarak yürüdü. Flory bu ikisiyle aynı sıraya oturdu, Elizabeth'le aralarında yalnızca sıraların arasındaki dar koridor vardı. İlk kez doğum lekesi ona dönük bir şekilde oturma riskini göze almıştı. "Gözlerini kapa ve yirmi beşe kadar say," dedi Ellis yerlerine oturdukları sırada. Bu sözleri polisi kıs kıs güldürmüştü. Mr. Lackersteen bir yazı masasından daha büyük olmayan orgun karşısında yerini almıştı bile. Mattu kapının yanına yerleşti ve punkah'ın ipini çekmeye başladı. Pervane öyle yerleştirilmişti ki yalnızca Avrupalıların oturduğu ön sıraları serinletiyordu. Flo sıraların arasından çevresini koklayarak yürüdü, Flory'nin sırasını buldu ve altına oturdu. Ayin başladı.
Flory ayine ara ara katılıyordu. Ayakta durduğunu, diz çöktüğünü, bitmez tükenmez dualara 'amin' dediğini ancak belli belirsiz fark ediyordu. Tabii bir de onu dürtüp duran ve dua kitabının arkasına saklanıp fısıldayarak sövgüler yağdıran Ellis'in farkındaydı. Ama düşüncelerini toplamaya çalışmayacak kadar mutluydu. Cehennem, Öridis'e boyun eğiyordu. Sarı ışık açık kapıdan içeri doldu, Mr. Macgregor'un ipek gömleğinin geniş sırtını altından yapılmış gibi parlattı. Elizabeth o kadar yakınındaydı ki, giysisinin bütün hışırtılarını duyabiliyordu. Sanki kızın bedeninin sıcaklığını hissedebiliyormuş gibi geliyordu ona; yine de ötekiler fark etmesin diye bir kez bile dönüp bakmadı. Mrs. Lackersteen orga yeterli hava pompalamak için çalışan tek pedalına basıp durdukça orgdan bronşitli, titrek bir ses yükseliyordu. İlahi garip, kesik kesik geliyordu kulağa - Mr. Macgregor'un büyük bir içtenlikle gürlemesi, öteki Avrupalıların utangaç mırıltıları ve ilahilerin melodilerini bilen ama sözlerini bilmeyen Karen Hıristiyanların arka tarafta yüksek sesle müziği mırıldanmaları.
Yeniden çömeliyorlardı. "Şu lanet diz çökme antrenmanları," diye fısıldadı Ellis. Hava karardı, yağmur yavaşça çatıda tıkırdamaya başladı; dışarıdaki ağaçlar hışırdadılar, sarı yapraklardan bir bulut pencerenin önünden geçti. Flory parmaklarının arasından bunları izledi. Yirmi yıl önce, kış pazarlarında, İngiltere'deki kilisede de tıpkı şimdiki gibi kurşun rengi gökyüzünün önünde uçuşup duran sarı yaprakları izlerdi. Sanki bütün o amansız yıllar ona hiç dokunmamış gibi şimdi yeniden başlayamaz mıydı? Parmaklarının arasından yan tarafta diz çökmüş, başını eğmiş, genç yüzünü çilli ellerinin arkasına gizlemiş Elizabeth'e baktı. Evlendiklerinde, evlendiklerinde!.. Bu yabancı ama iyi yürekli ülkede ne kadar eğleneceklerdi! Elizabeth'i kampta görür gibi oldu.
Yorgun argın işten döndüğünde onu karşılıyordu. Ko S'la bir şişe birayla çadıra koşuyordu. Ormanda birlikte yürüdüklerini, peepul ağaçlarındaki boru çiçeklerine baktıklarını, adsız çiçekler topladıklarını, bataklık çulluğu peşinde çamurlu çayırlarda yürüdüklerini, üzeri buğulanmış soğuk nehirlerden geçtiklerini gördü. Elizabeth'in yeniden düzenlediği evinin nasıl bir yer olacağını gördü. Oturma odası Rangoon'dan gelen yeni mobilyalar, kitaplar, suluboya resimler, siyah bir piyano ve masanın üzerinde içi gonca güllerle dolu bir vazoyla artık pasaklı bir bekâr evi olmaktan çıkacaktı. Hepsinden önemlisi de piyanoydu! Düşünceleri piyanoya takıldı - belki de kendisi müziğe yatkın olmadığı için onun gözünde bu uygar ve yerleşik yaşamın simgesiydi. Geçen on yılın düzeysiz yaşamından -düşkünlükler, yalanlar, sürgün ve yalnızlığın acısı, Fahişeler, tefeciler ve pukka sahip'lerle ilişkiler- sonsuza dek kurtarılmış olacaktı.
Rahip aynı zamanda mimber olarak da kullanılan küçük, ahşap kürsüye çıktı, vaazını yazdığı kâğıt rulosunu açtı, öksürdü ve yazıyı okumaya başladı. "Tanrı, Oğul ve Kutsal Ruh adına. Amin."
"İsa aşkına kısa kes," diye mırıldandı Ellis.
Flory kaç dakika geçtiğini fark etmedi. Vaazın sözleri neredeyse duyulmayan, bulanık bir şırıltı gibi sakin sakin akıp gidiyordu. Evlendiklerinde... Hâlâ bunu düşünüyordu. Evlendiklerinde...
Hey, ne oluyordu?
Rahip konuşmasının tam ortasında birden susmuştu. Gözlüğünü çıkarmış, sıkıntılı bir yüzle kapıda duran birine doğru sallıyordu. Boğuk, kaba ve korkunç bir çığlık duyuluyordu:
"Pike-san pay-like! Pike-san pay-like!"
Herkes ayağa sıçrayıp kapıya döndü. Bu Ma Hla May'di. Ayağa kalktıkları sırada kiliseden içeri girdi ve yaşlı Mattu'yu sertçe yana itti. Yumruğunu Flory'ye sallıyordu.
"Pike-san pay-like! Pike-san pay-like! İşte, aradığım bu - Flory, Flory! (Adını Porley der gibi söylüyordu.) Şu önde oturan siyah saçlı! Dönüp benimle yüzleşsene korkak! Bana söz verdiğin para nerede?"
Çılgın gibi çığlıklar atıyordu. İnsanlar kımıldayamayacak ya da konuşamayacak kadar şaşırmış, ağızları açık ona bakıyorlardı. Yüzü pudradan grileşmişti, yağlı saçları sırtına dökülüyordu, longyi'sinin arkası yırtılmıştı. Pazarda çığlıklar atan cadalozlara benziyordu. Flory kanının buz kestiğini hissetti. Ah Tanrım, Tanrım! Bu kadının bir zamanlar onun metresi olduğunu bilmeleri gerekiyor muydu - Elizabeth'in bunu bilmesi gerekiyor muydu? Ama umut yoktu, bir damla bile umut yoktu. Ma Hla May defalarca adını söylemişti. Tanıdık sesi duyan Flo sıranın altından çıkıp Ma Hla May'e kuyruk salladı. Rezil kadın bağırarak Flory'nin ona neler yaptığını bütün ayrıntılarıyla anlatıyordu.
"Bana bakın beyaz adamlar, kadınlar, siz de bakın! Bakın beni ne hale getirdi! Şu üzerimdeki paçavralara bakın! Ve şimdi orada oturuyor. Korkak yalancı beni görmemiş gibi yapıyor. Kapısının önünde bir sokak köpeği gibi açlıktan ölmeye bıraktı beni. Ama ben seni utandıracağım! Dön arkanı da bana bak! Binlerce kere öptüğün şu bedene bak bir - bak - bak!"
Üzerindeki giysileri yırtmaya başlamıştı gerçekten -düşmüş bir Burmalı kadın için bu en son aşağılamaydı. Mrs. Lackersteen çırpınır gibi bir hareket yapınca orgdan bir cızırtı duyuldu. Sonunda insanlar akıllarını başlarına toplayıp kımıldamaya başlamışlardı. Rahip işe yaramaz mırıltılar çıkarmayı bıraktı, sesini toparladı, "Şu kadını dışarı çıkarın!" dedi keskin bir sesle.
Flory'nin yüzü ölü gibi sararmıştı. İlk andan sonra başını kapıdan uzağa çevirmiş, ilgilenmiyormuş gibi görünmek için çaresiz bir çabayla dişlerini sıkmıştı. Ama bu bir işe yaramamıştı, hiç işe yaramamıştı. Yüzü kemik rengi almıştı, alnı terden parlıyordu. Francis ve Samuel belki de yaşamlarında ilk kez işe yarar bir şey yaptılar, birden sıralarından fırlayıp Ma Hla May'i kollarından yakaladılar ve hâlâ çığlıklar atan kadını dışarı sürüklediler.
Sonunda onu duyulmayacak kadar uzağa götürdüklerinde kilise birden çok sessizleşmiş gibiydi. Öyle şiddetli, öyle sefil bir sahne yaşamışlardı ki hepsi bundan tedirgin olmuşlardı. Ellis bile olanlardan iğrenmiş gibi görünüyordu. Flory ne konuşabiliyor, ne kımıldayabiliyordu. Gözlerini minbere dikmişti. Yüzü öyle katı, öyle kansızdı ki doğum lekesi mavi bir boya gibi parlıyordu. Elizabeth yan gözle ona baktı, hissettiği iğrenme duygusu neredeyse fiziksel bir duyguydu. Ma Hla May'in söylediği sözlerden tek bir kelime anlamamıştı, ama bu sahnenin anlamı son derece açıktı. Flory'nin bu gri suratlı, çılgın yaratığın sevgilisi olmuş olması düşüncesi onu iliklerine kadar ürpertiyordu. Ama daha da kötüsü, en kötüsü Flory'nin o andaki çirkinliğiydi. Yüzü onu rahatsız ediyordu, öyle korkunç solgun, katı ve yaşlıydı ki. Kafatası gibiydi. Üzerinde tek canlı şey doğum lekesiymiş gibi görünüyordu. Doğum lekesi yüzünden Flory'den nefret ediyordu. O âna kadar o doğum lekesinin ne kadar onur kırıcı, ne kadar bağışlanmaz bir şey olduğunu anlamamıştı.
U Po Kyin, bir timsah gibi en zayıf noktadan saldırmıştı. Bu sahneyi hazırlayanın U Po Kyin olduğunu söylemeye gerek yok. Her zamanki gibi fırsatı yakalamış, Ma Hla May'i büyük bir özenle hazırlamıştı. Rahip çabucak ayini sonlandırdı. Ayin biter bitmez Flory ötekilere bakmadan hemen dışarı çıktı. Tanrı'ya şükür hava kararıyordu. Kiliseden elli yarda uzaklaştığında durakladı, ötekilerin birer ikişer kulübe doğru yollandıklarını gördü. Sanki acele ediyormuş gibi görünüyorlardı. Ah, elbette acele ederlerdi! Bu gece kulüpte konuşacak bir şeyler vardı! Flo sırtüstü yatıp ayaklarının dibinde yuvarlandı, oyun istiyordu. "Çekil başımdan lanet hayvan!" diyen Flory onu tekmeledi. Elizabeth kilise kapısında duruyordu. Şansına Mr. Macgregor Elizabeth'i rahiple tanıştırıyordu. Bir an sonra iki adam Mr. Macgregor'un evi yönünde uzaklaştılar. Rahip gece onda kalacaktı. Elizabeth otuz yarda arkalarından ötekileri izledi. Flory peşinden koşup tam kulübün kapısına geldiği sırada onu yakaladı.
"Elizabeth!"
Kız arkasını dönüp onu gördüğünde soldu, tek bir söz etmeden aceleyle yürümeyi denedi. Ama Flory'nin endişesi o kadar büyüktü ki kızı bileğinden yakaladı.
"Elizabeth! Seninle konuşmam gerek!"
"Beni bırakır mısınız?"
İtişmeye başladılar, sonra birden durdular. Karenlerden ikisi kiliseden çıkmış, elli yarda ötede durmuş, yarı karanlıkta büyük bir ilgiyle onlara bakıyorlardı. Flory bu kez daha alçak bir sesle konuşmaya başladı:
"Elizabeth, biliyorum, seni böyle durdurmaya hiç hakkım yok. Ama seninle konuşmak zorundayım! Lütfen söyleyeceklerimi dinler misin. Lütfen benden kaçma!"
"Ne yapıyorsunuz? Niçin kolumu tutuyorsunuz? Hemen bırakın beni!"
"Seni bırakacağım, bak bıraktım işte! Ama lütfen beni dinle! Şu tek şeye cevap ver: Bu olanlardan sonra beni bağışlayabilir misin?"
"Bağışlamak mı? Ne demek istiyorsunuz? Sizi mi bağışlayacağım!"
"Biliyorum, gözünden düştüm. Bu olabilecek en korkunç şeydi! Ama yine de bir anlamda benim suçum değildi. Biraz daha sakinleşince bunu anlayacaksın. Acaba sence -şimdi değil, şimdi çok korkunç, ama daha sonra-sence bunu unutabilir misin?"
"Gerçekten neden söz ettiğinizi anlamıyorum. Bunu unutmak mı? Bütün bunların benimle ne ilgisi var? Bana kalırsa çok iğrençti, ama yine de beni ilgilendirmez. Niçin beni böyle sorguya çektiğinizi bir türlü anlamıyorum."
Bu sözleri duyunca neredeyse tam bir umutsuzluğa kapılmıştı Flory. Kızın ses tonu, hatta sözcükleri daha önceki tartışmalarındakinin tam aynısıydı. Her şey yeniden başlamıştı. Onu dinlemek yerine arkasını dönüp gidecekti -onun üzerinde hiçbir hakkı yokmuş gibi davranarak onu aşağılayacaktı.
"Elizabeth! Lütfen bana cevap ver. Lütfen bu kez haksızlık yapma. Bu sefer çok ciddi. Bir anda beni yeniden kabul etmeni bekleyemem. Herkesin önünde böylesine rezil olduktan sonra böyle bir şey yapamazsın. Ama ne de olsa bana evlenme sözü vermiş sayılırsın..."
"Ne, sizinle evlenmeye söz vermek mi? Ne zaman evlenmeye söz vermişim ben?"
"Sözlerde değil, biliyorum. Ama kendi aramızda böyle olduğunu anlamıştık."
"Aramızda bu türden hiçbir şey anlaştığımız yok! Bana kalırsa çok korkunç bir biçimde davranıyorsunuz. Hemen kulübe gidiyorum. İyi akşamlar!"
"Elizabeth! Elizabeth! Dinle. Beni dinlemeden yargılaman doğru değil. Eskiden neler yaptığımı biliyordun, seninle karşılaştıktan sonra farklı bir yaşam sürdüğümü de biliyorsun. Bu akşam olanlar yalnızca bir kazaydı. O rezil kadın, itiraf ediyorum, o bir zamanlar benim... şey..."
"Dinlemeyeceğim, böyle şeyleri dinlemeyeceğim! Ben gidiyorum!"
Flory onu yeniden bileklerinden yakaladı ve bu kez bırakmadı. Neyse ki Karenler gözden kaybolmuşlardı.
"Hayır, hayır, dinleyeceksin! Böyle ne olacağını bilmeden yaşamaktansa senin kalbini kırmayı tercih ediyorum. Haftalardır, aylardır böyle sürüyor bu ve ben bir kere bile seninle açıkça konuşamadım. Bunun bana ne kadar acı verdiğini anlamıyor ya da umursamıyor gibi görünüyorsun. Ama bu kez bana cevap vermek zorundasın."
Kız elinden kurtulmaya çabaladı, şaşırtıcı ölçüde güçlüydü. Yüzü Flory'nin şimdiye kadar hiç görmediği ve hayal bile edemeyeceği ölçüde acı ve öfke doluydu.
Ondan öyle nefret ediyordu ki eğer elleri serbest olsaydı ona vururdu.
"Bırak beni! Of, seni hayvan, seni hayvan, bırak beni gideyim!"
"Tanrım, Tanrım, seninle böyle kavga mı edecektik! Ama başka ne yapabilirim ki? Benim söyleyeceklerimi dinlemeden gitmene izin veremem. Elizabeth, beni dinlemek zorundasın!"
"Dinlemeyeceğim! Bunu tartışmayacağım! Beni sorgulamaya ne hakkın var senin? Bırak gideyim!"
"Bağışla beni, bağışla beni! Tek bir sorum var. Benimle -şimdi değil, şu berbat iş unutulduğunda, daha sonra- benimle evlenir misin?"
"Hayır, asla, asla!"
"Böyle deme! En son sözünü söyleme. Eğer istersen şimdilik hayır diyebilirsin - ama bir ay, bir yıl, beş yıl sonra..."
"Hayır demedim mi? Niçin bir daha, bir daha sorup duruyorsun?"
"Elizabeth, dinle beni. Defalarca senin benim için ne anlama geldiğini anlatmaya çalıştım - bunu konuşmanın bir yararı yok! Ama anlamaya çalış. Burada sürdürdüğümüz yaşamla ilgili bir şeyler anlatmadım mı sana? Yaşarken ölmenin ne korkunç olduğunu? Düşkünlüğü, yalnızlığı, kendine acımayı? Bunların ne anlama geldiğini anlamaya çalış. Yeryüzünde beni bundan kurtarabilecek tek insan sensin."
"Beni bırakacak mısınız? Niye böyle korkunç bir sahne yaratmanız gerekiyordu?"
"Seni sevdiğimi söylediğim zaman bunun senin için hiçbir anlamı yok mu? Senden istediğim şeyin ne olduğunu hiç anlamadın sanırım. Eğer istersen seninle evlenirim ve sana parmağımı bile dokunmayacağıma söz veririm. Sen benim yanımda olduktan sonra bu bile umurumda değil. Ama yaşamımı böyle yalnız başına daha fazla sürdüremeyeceğim. Beni bağışlamak hiç mi gelmiyor elinden?"
"Asla, asla! Eğer yeryüzündeki son erkek siz olsanız yine de sizinle evlenmem. Bunun yerine bir çöpçüyle bile evlenebilirim!"
Kız şimdi ağlamaya başlamıştı. Flory söylediklerinde ciddi olduğunu görebiliyordu. Onun da gözleri yaşardı. Yeniden konuştu:
"Son kez söylüyorum. Unutma, dünyada seni seven tek bir insanın bile olması büyük bir şey. Unutma, benden daha zengin, daha genç, başka her bakımdan daha iyi erkekler bulacak olsan bile seni benim kadar çok seveni bulamayacaksın. Gerçi zengin değilim ama en azından sana bir ev kurabilirdim. Böyle bir yaşam da var -uygar, saygın..."
"Yeteri kadar konuşmadık mı?" dedi kız daha sakin bir sesle. "Birileri gelmeden beni bırakacak mısınız?"
Flory'nin kızın bileklerini tutan elleri gevşedi. Onu yitirmişti, bu kesindi Sanki bir sanrı gibi hayal ettiği ev bütün ayrıntılarıyla gözlerinin önünde belirdi; bahçelerini gördü, Elizabeth Nero'ya yem veriyordu, bahçe yolunun kenarında kızın omuzlarına kadar yükselmiş sülfür sarısı kasımpatlarının üzerinde güvercinler uçuyordu; sonra duvarlarında suluboya resimleri, porselen vazodaki gonca gülleri, cilalı sehpası, kitap rafları ve siyah piyanosuyla oturma odasını gördü. O inanılmaz, gizemli piyano - şu anlamsız kazayla çöken bütün hayallerinin simgesi.
"Bir de piyanon olurdu," dedi yalvarırcasına.
"Ben piyano çalmıyorum."
Kızı bıraktı. Sürdürmenin bir yararı yoktu. Elizabeth onun elinden kurtulur kurtulmaz kulüp bahçesine doğru son hızıyla koşmaya başladı. Varlığı onu bu derece rahatsız ediyordu. Ağaçların arasına gelince durdu, gözlüğünü çıkarıp yüzündeki gözyaşı izlerini temizledi. Of, hayvan, hayvan! Bileklerini çok kötü acıtmıştı. Of, ne biçim bir hayvandı bu adam! Kilisede sararmış yüzünde parlayan o korkunç doğum lekesiyle nasıl göründüğünü hatırladıkça onun ölmesini istiyordu neredeyse. Kızı dehşete düşüren şey yaptıkları değildi. Binlerce aşağılık şey yapabilirdi, yine de onu bağışlayabilirdi. Ama o utanç verici, iğrenç sahneden ve o anda biçimsiz yüzünün aldığı şeytansı çirkinlikten sonra bunu yapamazdı. Hem doğum lekesi onun lanetiydi.
Yengesi Flory'yi reddettiğini duyunca çok öfkelenecekti. Bir de amcasının her yerde onu sıkıştırması vardı -bu ikisinin arasında yaşam burada giderek olanaksızlaşıyordu. Belki de evlenmemiş bir kız olarak eve dönmesi gerekecekti. Hamamböcekleri! Olsun! Başka her şey -kız kurusu olmak, ağır işlerde çalışmak, her şey ama her şey- Flory ile evlenmekten daha iyiydi. Asla, asla böylesine aşağılanmış bir adamı kabul edemezdi! Ölüm bile çok daha iyiydi. Eğer bir saat öncesine kadar kafasında bağışlayıcı yönde düşünceler vardıysa şimdi bunların hepsini unutmuştu. Verrall'in onu yüzüstü bıraktığını, Flory ile evlenmenin adını temize çıkaracağını bile unutmuştu. Tek bildiği şey, Flory'nin böyle aşağılanarak erkekliğini yitirdiği ve ondan bir cüzamlıdan ya da bir deliden nefret eder gibi nefret ettiğiydi. İçgüdüleri aklından ve giderek öz çıkarlarından daha derindi ve onların sözünü dinlememek Elizabeth için soluk almayı bırakmak kadar zordu.
Flory tepeye çıkarken koşmuyordu ama elinden geldiğince hızlı yürüyordu. Yapması gereken şeyi bir an önce yapmalıydı. Hava kararıyordu. Şimdi bile ortalıkta ciddi bir sorun olduğunu anlamamış olan sefil Flo ayaklarının dibinde koşuşturuyor, biraz önce yediği tekme yüzünden ona sitem edermiş gibi acıklı bir şekilde sızlanıyordu. Yolun yukarısına ulaştığında ağaçların arasından bir rüzgâr esti, yıpranmış yaprakları hışırdattı ve nem kokusu getirdi. Yeniden yağmur yağacaktı. Ko S'la yemek masasını hazırlamış, petrol lambasına intihar girişimleri yapan kanatlı böcekleri kovalıyordu. Belli ki kilisede olan biteni duymamıştı.
"Kutsal Efendimin yemeği hazır. Efendim yemeğini şimdi mi yiyecek?"
"Yok, daha değil. Lambayı ver bana."
Flory lambayı aldı, yatak odasına girip kapıyı kapadı. İçeride onu bayat bir toz ve sigara dumanı kokusu karşıladı. Lambanın beyaz, titrek ışığında küf tutmuş kitapları ve duvardaki kertenkeleleri görebiliyordu. Demek her şeyin sonunda yine buna -eski, gizli yaşama-geri dönmüştü. Burada her şey bıraktığı gibiydi.
Buna katlanmak olanaklı mıydı? Daha önce katlanmıştı. Uyuşturucular vardı - kitaplar, bahçe, içki, iş, fahişeler, avcılık, Doktor'la konuşmalar.
Hayır, artık katlanılabilir olmaktan çıkmıştı. Elizabeth'in gelişinden beri içinde öldüğünü düşündüğü acı çekme ve hepsinin üstünde de umut etme gücü yeni bir yaşam kazanmışlardı. İçinde yaşadığı yarı rahat uyuşukluk yıkılmıştı. Ve eğer şimdi acı çekiyorsa bundan sonra daha da kötü olacaktı. Kısa bir süre sonra başka biri Elizabeth'le evlenecekti. Bunu gözünün önüne getirebiliyordu - bu haberi duyduğu ânı! "Duydun mu, Lackersteenlerdeki kız sonunda birini yakalamış. İhtiyar zavallı bilmem kimi çıkarıyor rahibin karşısına, Tanrı adamın yardımcısı olsun vb. vb..." Sonra öylesine sorulmuş gibi "Ya, gerçekten mi? Ne zaman olacakmış bu?" derken ilgilenmiyormuş gibi yapmaya çalışmak ve yüzünden bir şey belli etmemek. Sonra da düğün günü yaklaşacaktı, gelinin ilk gecesi - of, bu değil! Utanmazlık bu, utanmazlık. Gözlerini kaçırma. Utanmazlık. Yatağın altından teneke üniforma kutusunu çıkardı, içinden otomatik tabancasını aldı, bir şarjör alıp yuvaya yerleştirdi ve mermilerden birini namluya sürdü.
Vasiyetinde Ko S'la unutulmamıştı. Geriye bir tek Flo kalıyordu. Tabancasını masanın üzerine koyup dışarı çıktı. Flo, mutfak damının altında, hizmetçilerin bir odun ateşinin artıklarını bıraktıkları yerde, Ko S'la'nın en küçük oğlu olan Ba ShinTe oynuyordu. Oğlanın çevresinde dans ediyor, küçük dişlerini göstererek onu ısıracakmış gibi yapıyordu. Küçük oğlan da közlerin kırmızı ışığında parlayan çıplak karnıyla köpeğe zayıf saldırılar yapıyor, bir yandan korkuyor, bir yandan da gülüyordu.
"Flo! Gel buraya Flo!"
Köpek onu duyunca söz dinler bir şekilde geldi, sonra yatak odasının kapısına varmadan durdu. Yanlış bir şeyler olduğunu sezmiş gibiydi. Biraz gerileyip ürkek gözlerle Flory'ye baktı. İçeri girmek istemiyordu.
"Gir içeri!"
Kuyruğunu salladı, ama kımıldamadı.
"Haydi Flo! Eski dostum benim! Gel haydi!"
Flo birden dehşete kapıldı. Sızlandı, kuyruğu aşağı indi ve büzüldü. "Gel buraya lanet olası!" diye bağıran Flory onu tasmasından yakalayıp odanın ortasına fırlattı ve arkasından kapıyı kapattı. Tabancasını almak için masaya gitti.
Köpek sinmiş, bağışlanmak için sızlanıyordu. Bunu duymak Flory'nin yüreğini sızlatıyordu. "Gel buraya ihtiyar kız! Ah benim eski dostum! Efendi senin canını yakmayacak. Gel buraya!" Köpek yavaşça ayaklarına doğru sürünmeye başladı. Karnını yere yapıştırmıştı, sızlanırken başını yere eğiyordu, sanki ona bakmaktan korkuyormuş gibiydi. Köpek bir metre yakınına gelince Flory ateş etti, hayvanın kafatası paramparça oldu.
Dağılan beyni kırmızı kadifeye benziyordu. Kendisininki de böyle mi görünecekti? Öyleyse kafaya değil kalbe ateş etmeliydi. Hizmetkârların koşarak odalarından çıktıklarını, bağrıştıklarını duyabiliyordu - ateş edildiğini duymuş olmalıydılar. Aceleyle ceketini açtı, tabancanın namlusunu gömleğine dayadı. Jelatinden yapılmış bir yaratık gibi saydam, küçük bir kertenkele masanın kenarında bir güveyi gözlüyordu. Flory başparmağıyla tetiği çekti.
Ko S'la odaya daldığında bir an için yalnızca köpeğin ölü bedenini gördü. Sonra yatağın arkasından efendisinin ayaklarının çıktığını fark etti, topukları yukarı bakıyordu. Ötekilere seslenip çocukları odadan uzak tutmalarını söyledi, sonra hepsi çığlıklar atarak odadan içeri daldılar. Ko S'la, Flory'nin arkasında dizlerinin üzerine yığıldı, aynı anda Ba Pe koşarak verandadan içeri giriyordu.
"Kendini mi vurmuş?"
"Sanırım. Sırtüstü çevirin. Ah, şuraya bak! Koş Hintli doktoru çağır! Var gücünle koş!"
Flory'nin gömleğinde kurutma kâğıdından geçirilmiş bir kalemin açtığı delikten daha büyük olmayan, düzgün kenarlı bir delik vardı. Öldüğü çok açıktı. Ko S'la büyük bir güçlükle onu yatağa çıkarmayı başardı. Öteki hizmetkârlar ona dokunmayı reddetmişlerdi. Doktor yirmi dakika içinde geldi. Yalnızca Flory'nin yaralandığına dair belirsiz bir haber almıştı. Sağanak yağmurun altında bisikletini son hızla sürüp tepeye tırmanmıştı. Bisikletini çiçek tarhlarının üzerine fırlatıp aceleyle verandadan içeri girdi. Soluğu kesilmişti, gözlüğü ıslandığı için önünü göremiyordu. Gözlüğünü çıkarıp miyop gözlerini kısarak yatağa baktı. "Ne oldu dostum?" dedi endişeyle. "Nasıl yaralandınız?" Sonra yatağa yaklaşınca üzerinde yatanın ne olduğunu gördü ve ağzından keskin bir ses çıktı.
"Ah, nedir bu? Ona ne oldu?"
"Kendini vurdu efendim."
Doktor dizüstü çöktü, Flory'nin gömleğini yırtıp açtı ve kulağını göğsüne dayadı. Yüzüne bir ıstırap çöktü, ölüyü omuzlarından yakalayıp sanki bunu yaparak onu yaşama geri döndürecekmişçesine şiddetle sarstı. Kollardan biri yatağın kenarından aşağı sarktı. Doktor onu kaldırıp yerine koydu, sonra ölü eli ellerinin arasına aldı ve birden gözyaşlarına boğuldu. Ko S'la yatağın ayak ucunda duruyordu, kahverengi yüzü kırışık doluydu. Doktor ayağa kalktı, sonra bir an için kontrolünü kaybedip yatak direğine dayandı, sırtı Ko S'la'ya dönük olarak gürültülü, garip bir ağlama tutturdu. Şişman omuzları titriyordu. Ardından kendini toplayıp yeniden Ko S'la'ya döndü.
"Bu nasıl oldu?"
"İki el silah sesi duyduk. Bunu kendisinin yaptığı kesin. Niçin yaptığını bilmiyorum."
"Bunu bilerek yaptığını nereden biliyorsun? Bir kaza olmadığını nereden biliyorsun?"
Yanıt olarak Ko S'la sessizce Flo'nun cesedini gösterdi. Doktor bir an düşündü, sonra yumuşak, becerikli elleriyle ölüyü çarşafa sardı, başını ve ayağını düğümledi. Ölümle birlikte doğum lekesi de solmuş, geriye soluk gri bir izden başka bir şey kalmamıştı.
"Köpeği hemen gömün. Mr. Macgregor'a silahını temizlerken bir kaza olduğunu söyleyeceğim. Köpeği mutlaka gömün. Efendiniz benim dostumdu. Mezar taşına intihar ettiği yazılmayacak."
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro