Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

BÖLÜM 23

Ertesi sabah kasaba pazartesi sabahları bir katedral ne kadar sessiz olursa o kadar sessizdi. Bir ayaklanmadan sonra genellikle böyle olurdu. Bir avuç tutuklunun dışında kulüp saldırısıyla herhangi bir şekilde ilgili olabilecek herkesin başka yerde olduğunu kanıtlayacak su götürmez tanıkları vardı. Kulüp bahçesi üzerinden bir bizon sürüsü geçmiş gibi görünüyordu, ama evler yağmalanmamıştı ve elinde bir viski şişesiyle bilardo masalarından birinin üzerinde sızmış olarak bulunan Mr. Lackersteen dışında Avrupalılar bir kayıp vermemişlerdi. Westfield ve Verrall sabah erkenden geldiler, Maxwell'in katillerini tutukladılar; ya da en azından Maxwell cinayeti yüzünden asılacak iki adam yakaladılar. Ayaklanma haberlerini duymuş olan Westfield'in keyfi kaçmış ama durumu kabullenmişti. İşte yine olmuştu - şöyle adam gibi bir ayaklanma çıkmış ama bastırmaya yetişememişti! Görünüşe bakılırsa kader onun asla bir adam öldürmesine izin vermeyecekti. Çok üzücüydü bu. Verrall'in bu konudaki tek yorumu Flory'nin (bir sivilin) askeri polise emir verme hakkını kendinde bulmasının 'lanet bir kendini bilmezlik' olduğuydu.

Bu arada yağmur durmaksızın yağıyordu. Flory uyanıp da yağmurun çatıyı dövdüğünü duyar duymaz giyindi ve peşinde Flo ile dışarı fırladı. Evlerden görünmeyecek bir yere gelince giysilerini çıkardı, çıplak bedenini yağmura bıraktı. Büyük bir şaşkınlık içinde bir önceki gece her yanının çürüklerle kaplanmış olduğunu gördü; ama yağmur üç dakika içinde bütün isilikleri yıkayıp temizlemişti. Yağmur suyunun bu iyileştirici gücü harika bir şeydi. Flory sırılsıklam olmuş, gıcırdamaya başlamış ayakkabılarıyla, Terai şapkasının kenarından ensesine sel gibi sular akarak Dr. Veraswami'nin evine doğru yürüdü. Gökyüzü çok ağırlaşmıştı, meydan boyunca sayısız küçük fırtınalar süvari bölükleri gibi birbirini kovalıyordu. Yoldan Burmalılar geçiyordu; kafalarındaki kocaman hasır şapkalarla fıskiyelerin başındaki her yanlarından sular fışkıran bronz tanrı heykellerine benziyorlardı. Bir derecikler ağı şimdiden yolun üzerindeki taşları sürükleyip götürmüştü. Flory oraya vardığında Doktor eve yeni dönmüş, veranda parmaklığında ıslak şemsiyesini silkelemekle uğraşıyordu. Heyecanla Flory'yi selamladı.

"Yukarı gelin Mr. Flory, hemen yukarı gelin! Tam zamanında geldiniz. Ben de bir şişe Eski Tommy cini açmak üzereydim. Yukarı gelin de Kyauktada kurtarıcısının sağlığına bir içki içeyim!"

Uzun uzun konuştular. Doktor tam bir zafer havasına girmişti. Görünüşe bakılırsa dün gece olanlar onun sorunlarını neredeyse mucizevi bir şekilde ortadan kaldırmıştı. U Po Kyin'in entrikaları bozulmuştu. Doktor artık onun elinde değildi - aslında durum artık tam tersiydi. Doktor bunları Flory'ye açıkladı.

"Anlıyorsunuz ya dostum, bu ayaklanma -daha doğrusu sizin ayaklanma sırasında gösterdiğiniz soylu davranış- U Po Kyin'in programının çok dışındaydı. O şu sözde isyanı başlatmış ve bunu bastırmak ona ün sağlamıştı. Daha başka bir ayaklanmanın yalnızca ününü artırmaya yarayacağını hesaplıyordu. Bana söylenenlere göre MaxwelFin ölümünü duyduğunda gerçekten de öyle neşelenmiş ki bu kadarı" -Doktor parmaklarını şıklattı- "neydi o aradığım sözcük?"

"Ahlaksızca?"

"Ah evet, ahlaksızcaydı. Gerçekten dans etmeye bile kalkışmış -böyle bir manzarayı gözünüzün önüne getirebiliyor musunuz?- ve şöyle diyormuş: 'En azından böylece benim isyanımı ciddiye alırlar!' İşte, insan yaşamına saygısı bu kadar. Ama şimdi zaferinin sonu geldi. Bu son ayaklanma yolun ortasında onun ayağını kaydırdı."

"Nasıl?"

"Çünkü, görmüyor musunuz, ayaklanmayı bastırma onuru onun değil, sizin payınıza düştü! Ben de sizin dostunuz olarak tanınıyorum. Denebilir ki sizin zaferinizin ışığı benim üzerime de düşüyor. Günün kahramanı siz değil misiniz? Gece kulübe döndüğünüzde dostlarınız sizi kucak açmış beklemiyorlar mıydı?"

"İtiraf etmeliyim ki öyle yaptılar. Bu benim için çok yeni bir şey. Mrs. Lackersteen yanımdan hiç ayrılmadı. Artık bana 'Sevgili Mr. Flory' diyor. Ellis'e de çok kötü davranıyor. Ona kart tavuk dediğini ve boğazlanan bir domuz gibi çığlık atmayı kesmesini istediğini unutmamış."

"Ah, Mr. Ellis'in zaman zaman biraz aşırı vurgulu konuştuğunun ben de farkındayım."

"Yağın içindeki tek sinek polise kalabalığın üstüne değil de başlarının üzerine ateş etmelerini söylemiş olmam. Görünüşe bakılırsa bu hükümetin düzenlemelerine uymayan bir şeymiş. Ellis bu konuda biraz kızgın. 'Niçin eline fırsat geçmişken şu piçlerden birkaçını zımbalamalarını söylemedin?' diyor. Ona böyle yaparlarsa kalabalığın arasına karışmış olan polisleri de vurabileceklerini söyledim; ama nasıl olsa o polislerin de karalardan olduğunu söylüyor. Her neyse, bütün günahlarım bağışlandı. Macgregor Latince bir şeyler bile söyledi - sanırım Horace'dandı."

Yaklaşık yarım saat sonra Flory kulübe gitmek için oradan ayrıldı. Mr. Macgregor'u görüp Doktor'un seçilmesi işini karara bağlamaya söz vermişti. Artık bunu yapmak hiç zor olmayacaktı. Bu saçma ayaklanma unutulana kadar ötekiler onun ağzının içine bakacaklardı; şimdi kulübe gidip Lenin üzerine bir konuşma yapsa bunu bile dinlemeye hazırlardı. Güzel bir yağmur yağıyor, onu tepeden tırnağa ıslatıyor, burun deliklerine toprak kokusu dolduruyor, kurak ayların acısını unutturuyordu. Harap olmuş bahçeyi geçti. Bahçede bir mali yere eğilmiş, çıplak sırtını döven yağmurun altında zinyaların çukurlarını çapalıyordu. Neredeyse bütün çiçekler ayaklar altında kalıp ezilmişti. Elizabeth yan verandada duruyordu, neredeyse onu bekliyor gibiydi. Şapkasını çıkarıp siperinde biriken suları yere döktü ve kızın yanına doğru yürüdü.

"Günaydın," derken sesini yükseltmişti çünkü alçak tavana yağan yağmur büyük bir gürültü çıkarıyordu.

"Günaydın! Gökyüzü yere iniyormuş gibi değil mi? Şakır şakır yağmur yağıyor!"

"Aa, bu gerçek yağmur sayılmaz. Temmuzu bekle. Bütün Bengal Körfezi taksit taksit üzerimize dökülecek."

Sanki mutlaka her karşılaşmalarında havadan söz etmek zorundaydılar. Yine de kızın yüzü bu sıradan sözlerden çok farklı bir şey söylüyordu. Dün geceden bu yana davranışları çok değişmişti. Flory cesaret buldu:

"Taşın çarptığı yer nasıl oldu?"

Elizabeth kolunu uzatıp Flory'nin tutmasına izin verdi. Üzerinde kibar, hatta alçak gönüllü bir hava vardı. Flory dün geceki serüvenin sonunda onun gözünde neredeyse bir kahraman olduğunu anlıyordu. Her şeyi, hatta Ma Hla May'i bile bağışlamıştı çünkü doğru anda cesaret göstermişti. Tıpkı buffalolarda ve leoparda olduğu gibi. Yüreği hızla çarpıyordu. Elini kızın kolundan aşağı kaydırıp elini yakaladı.

"Elizabeth..."

"Birileri görecek!" diye elini çekti kız. Ama kızgın değildi.

"Elizabeth, sana söylemek istediğim bir şey var. Sana cangıldan yazdığım mektubu hatırlıyor musun? Hani biz... yani birkaç hafta önce demek istiyorum."

"Evet."

"Mektupta ne dediğimi hatırlıyor musun?"

"Evet. Üzgünüm, mektuba cevap vermedim. Yalnızca..."

"O zamanlar cevap vermeni umamazdım. Ama yalnızca sana o söylediklerimi hatırlatmak istedim."

Mektupta elbette yalnızca onu çok sevdiğini -ama yeterince ateşli bir şekilde-ve ne olursa olsun her zaman da seveceğini söylemişti. Yüz yüze duruyorlardı, birbirlerine çok yaklaşmışlardı. Birden içinden gelen bir duyguyla -bu o kadar çabuk oluvermişti ki sonradan böyle bir şeyin gerçekten olduğuna inanmak bile ona zor gelmişti- kızı kollarına alıp kendine çekti. Kız bir an için boyun eğdi, Flory'nin yüzünü kendisine doğru kaldırıp onu öpmesine izin verdi; sonra aniden geri çekilip başını salladı. Belki birilerinin göreceğinden korkmuştu, belki yalnızca Flory'nin bıyıkları yağmurdan ıslanmış olduğu için böyle yapmıştı. Başka hiçbir şey söylemeden Flory' nin kollarından sıyrılıp aceleyle kulübe girdi. Yüzünde acı ve utanç vardı; ama kızgın görünmüyordu.

Flory daha yavaş adımlarla kızın peşinde yürüyüp kulübe girdi ve MacgregorTa karşılaştı. Macgregor'un keyfi çok yerindeydi. Flory'yi görür görmez içten bir çığlık kopardı: "İşte, kahramanımız geliyor!" Ve sonra daha ciddi bir havada onu tebrik etmeye girişti. Flory bu fırsattan yararlanıp Doktor'la ilgili birkaç şey söyledi. Ayaklanmada Doktor'un nasıl kahramanca davrandığını gösteren çok canlı bir tablo çizdi. "Kalabalığın tam ortasındaydı, bir kaplan gibi dövüşüyordu vb. vb..." Aslında çok fazla abartmıyordu çünkü Doktor gerçekten yaşamını tehlikeye atmıştı. Macgregor da ötekiler de bunu duyduklarında çok etkilendiler. Her zaman tek bir Avrupalının tanıklığı bir Doğuluya kendi yurttaşlarından bin tanesinin tanıklığından daha çok yarar sağlar; ve o anda Flory'nin görüşlerinin belli bir ağırlığı vardı. Doktor'un konumu yeniden sağlamlaşmıştı artık. Kulübe seçileceğine kesin gözüyle bakılıyordu.

Bununla birlikte son karar verilmedi, çünkü Flory kampa geri dönüyordu. Aynı akşam yola çıktı ve bütün gece yürüdü. Ayrılmadan önce Elizabeth'i bir kez daha görememişti. Şimdi artık cangılda yolculuk etmek çok güvenliydi çünkü başarısız ayaklanmanın bittiği ortadaydı. Yağmurlar başladıktan sonra genellikle pek ayaklanma sözü edilmezdi - Burmalılar çift sürmekle uğraşıyorlardı, ayrıca su basmış tarlalar çok sayıda insanın geçebilmesine uygun değildi. Flory on gün sonra, pederin altı haftada bir yaptığı ziyaret sırasında Kyauktada'ya geri dönecekti. Aslına bakılırsa hem Elizabeth hem de Verrall oradayken Kyauktada'ya dönmeyi canı istemiyordu. Yine de gariptir ki bütün acı duyguları -önceden ona işkence eden, iç gıcıklayıcı, ruhunu karıştıran haset- kızın onu bağışladığını öğrenir öğrenmez silinip gitmişti. Şimdi aralarındaki tek engel Verrall'di. Elizabeth'i Verrall'in kollarında düşünmek bile onu pek rahatsız etmiyordu çünkü ne olursa olsun bu ilişkinin bitmek zorunda olduğunu biliyordu. Verrall'in Elizabeth'le hiçbir zaman evlenmeyeceği çok kesindi; Verrall'in türünden genç adamlar uzak bir Hindistan merkezinde rastladıkları beş parasız kızlarla evlenmezlerdi. Elizabeth'le yalnızca gönül eğlendiriyordu. Çok yakında Verrall tarafından terk edilince kız da ona, Flory'ye dönecekti. Bu yeterliydi, umduğundan bile çok daha iyiydi böylesi. Gerçek sevgide kimi zaman dehşet verici olabilen bir alçak gönüllülük vardır.

U Po Kyin deli gibi öfkeliydi. Rezil ayaklanma onu habersiz yakalamıştı ve o böyle habersiz yakalanmaya alışık değildi. Planlarının makinesine bir avuç çakıl taşı atılmış gibi olmuştu. Doktor'u gözden düşürme işine en baştan başlaması gerekiyordu yeniden. Başlamıştı da zaten. Hla Pe iki gün boyunca işe gitmeyip -bu kez de bronşitti- bir yığın yeni imzasız mektup yazdı. Doktor oğlancılıktan hükümetin posta pullarını çalmaya varıncaya kadar bütün suçlarla suçlanıyordu. Nga Shwe O'nun kaçmasına yardımcı olan gardiyan mahkemeye çıkmıştı. U Po Kyin tanıklara rüşvet vermek için iki yüz rupi harcama yaparak onun suçsuz çıkmasını sağladı. Mr. Macgregor'a kaçışı asıl planlayanın Dr. Veraswami olduğunu, suçu çaresiz gardiyanlara yıkmaya çalıştığını ayrıntılı bir biçimde kanıtlayan mektuplar yağdı. Yine de sonuçlar hiç umut verici değildi. Mr. Macgregor'un komisyona yazdığı gizli mektubu buharla açıp okuduğunda U Po Kyin mektubun tonunu öyle endişe verici buldu ki -Mr. Macgregor ayaklanma gecesi Doktor'un 'çok güvenilir bir davranış sergilediğini' yazıyordu- savaş konseyini toplantıya çağırdı.

"Zorlu bir çıkış yapma zamanı geldi," dedi ötekilere. Kahvaltıdan önce ön verandada toplanmışlardı. Ma Kin oradaydı, Ba Sein ve Hla Pe de. Bu sonuncu on sekiz yaşında, aydınlık yüzlü, umut verici bir delikanlıydı, tavırlarından yaşamda başarılı olacağı şimdiden belli oluyordu.

"Gelip gelip duvara tosluyoruz," diye sözlerini sürdürdü U Po Kyin, "ve bu duvar Flory. Bu sefil korkağın dostunun arkasında duracağı kimin aklına gelirdi? Ama durum böyle. Veraswami'nin arkasında bu destek oldukça çaresiziz."

"Kulüp kâhyasıyla konuşuyordum efendim," dedi Ba Sein. "Bana Mr. Ellis'in ve Mr. Westfield'in hâlâ Doktor'un Kulüp'e seçilmesini istemediklerini söyledi. Sizce şu ayaklanma meselesi unutulur unutulmaz yeniden Flory ile kavga etmeye başlamazlar mı?"

"Elbette kavga edecekler, onlar her zaman kavga ederler. Ama bu arada vereceği zararı vermiş olur. Adamın seçildiğini düşünün bir! Sanırım böyle bir şey olursa öfkeden ölürüm. Hayır, geriye tek bir hareket kaldı. Flory'nin kendisine vurmalıyız!"

"Flory'ye mi efendim! Ama o bir beyaz adam!"

"Umurumda değil. Bundan önce de beyaz adamlara zarar verdiğim oldu. Bir kere Flory'yi gözden düşürdük mü bu Doktor'un da sonu demektir! Onu öyle bir utandıracağım ki bir daha kulüpte yüzünü göstermeye cesaret edemeyecek!"

"Ama efendim! O bir beyaz! Onu neyle suçlayacağız? Bir beyaza karşı söylenenlere kim inanır?"

"Sen stratejiden hiç anlamıyorsun Ko Ba Sein. Beyaz bir adam suçlanmaz, onun eylem sırasında yakalanması gerekir. Herkesin önünde rezil edilir, hem de inflagrante delicto (suçüstü). Buna nereden başlayacağımızı bulacağım şimdi. Ben düşünürken sessiz olun."

Bir duraklama oldu. U Po Kyin küçük ellerini arkasında kavuşturup kalçalarının doğal platosu üzerine dayayarak bir şekilde ayakta durmuş dışarıdaki yağmura bakıyordu. Ötekiler verandanın ucunda, beyaz bir adama saldıracağını söylediği için neredeyse korkuyla onu seyrediyor ve kendilerini çok aşan bu duruma ustaca bir darbe atmasını bekliyorlardı. Bu, birazcık tanıdık bir tabloya (galiba Meissioner'indi) benziyordu. Moskova önlerinde Napolyon ayakta haritalarını incelerken mareşalleri ellerinde sivri şapkalarıyla sessizce onu bekliyorlardı bu tabloda. Ama elbette U Po Kyin duruma Napolyon'dan çok daha hâkimdi. İki dakika içinde planı hazırdı. Döndüğünde geniş yüzü aşırı bir neşeyle dolup taşıyordu. U Po Kyin'in dans ettiğini söylerken Doktor yanılıyordu; U Po Kyin'in bedeni dans etmek için tasarlanmamıştı; ama eğer öyle tasarlanmış olsaydı o anda dans ediyor olurdu.

Ba Sein'i yanına çağırdı, birkaç saniye kulağına bir şeyler fısıldadı.

"Sanırım doğru hareket bu olacak, öyle değil mi?" diye bitirdi sözlerini.

Ba Sein istemeye istemeye sırıtmaya başlamıştı. Yüzünde geniş, şaşkın bir gülümseme belirdi.

"Elli rupinin bütün masrafları karşılaması gerek," diye ekledi U Po Kyin neşe içinde.

Plan ayrıntılarıyla açıklandı. Ötekiler planı anladıklarında çok ender gülen Ba Sein ve ruhunun derinliklerinde bunları onaylamayan Ma Kin de aralarında olmak üzere hepsi kendilerini tutamayıp kahkahalar atmaya başladılar. Plan gerçekten de karşı konulamayacak kadar güzeldi. Dâhice bir plandı bu.

Bütün bu süre boyunca yağmur yağıyor, yağıyordu. Flory'nin kampa dönüşünün ertesi günü hiç durmadan otuz sekiz saat boyunca yağmur yağdı. Zaman zaman İngiliz yağmurları gibi yavaşlıyor, zaman zaman sanki bulutlar bütün okyanusu emmiş de şimdi çağlayanlar gibi yeryüzüne boşaltıyordu. Birkaç saat sonra çatıdaki yağmur tıkırtıları çıldırtıcı bir duruma geldi. Yağmur durduğu zamanlar güneş her zamanki gibi öfkeyle parlamaya başlıyor, çamurlar kuruyup çatlıyor, vücudu yeniden isilikler sarıyordu. Yağmur başlar başlamaz sürülerle uçan böcek kozalarından dışarı çıkmışlardı; evlere doluşan, yemek masasının üzerini pisletip yemekleri yenilmez hale getiren kokulu böcekler inanılmaz çoktu ve her yeri kaplamışlardı. Verrall ve Elizabeth yağmurun çok şiddetli olmadığı akşamlarda at binmeyi sürdürüyorlardı. Verrall için bütün iklimler aynıydı ama midillilerinin çamurla kaplandığını görmekten hoşlanmıyordu. Yaklaşık bir hafta daha geçti. Aralarında hiçbir şey değişmedi -öncekine göre birbirlerine ne daha yakın ne daha uzaktılar. Hâlâ gizliden gizliye beklenen evlenme teklifi yapılmamıştı. Sonra endişe verici bir olay oldu. Haberi kulübe getiren Mr. Macgregor olmuştu; Verrall Kyauktada'dan ayrılıyordu; Kyauktada'da askeri polis bulundurulmasına karar verilmişti, ama Verrall'in yerine başka birisi gelecekti ve ne zaman geleceğini hiç kimse kesin olarak bilmiyordu. Elizabeth korkunç bir bekleyişe girdi. Gerçekten de eğer Verrall buradan gidecekse çok yakında kesin bir şeyler söylemesi gerekmiyor muydu? Ona soru soramazdı - gerçekten gidip gitmediğini sormaya bile cesaret edemiyordu; tek yapabileceği şey konuşmasını beklemekti. Verrall hiçbir şey söylemedi. Sonra bir akşam hiç haber göndermeden kulübe gelmedi. Sonraki iki gün boyunca Elizabeth onu hiç görmedi.

Bu çok korkunçtu ama yapılabilecek hiçbir şey yoktu. Haftalardır Verrall ve Elizabeth birbirlerinden ayrılmaz olmuşlardı, ama yine de bir bakıma birbirlerine bütünüyle yabancıydılar. Verrall kendini bütün ötekilerden öyle ayrı tutmuştu ki, daha Lackersteen'lerin evine bile adım atmamıştı. Onu bungalovunda arayacak ya da mektup yazacak kadar iyi tanımıyorlardı; sabah törenlerinde meydanda da görünmez olmuştu. Yeniden ortaya çıkmaya karar verene kadar beklemekten başka yapacak şey yoktu. Peki geldiğinde Elizabeth'e evlenme teklif edecek miydi? Elbette, elbette bunu yapmak zorundaydı! Hem Elizabeth hem de yengesi (bu konuyu hiçbir zaman açıkça konuşmamış olmalarına rağmen) onun evlenme teklif edeceğine kesinlikle inanıyorlardı, Elizabeth neredeyse canını acıtan bir umutla bir dahaki buluşmalarını bekliyordu. Lütfen Tanrım, gitmesine en azından bir hafta kalmış olsun! Onunla dört kere daha at binebilse ya da üç kere, hatta iki kere bile olsa her şey yoluna girecekti! Lütfen Tanrım bir an önce geri dönsün! Yalnızca vedalaşmak için geri dönmesi düşünülemezdi! İki kadın her akşam kulübe gidiyor, geç saatlere kadar orada oturup dışarıdan Verrall'in ayak seslerinin gelmesini bekliyor ve bunu hiç kimseye belli etmemeye çalışıyorlardı; ama Verrall bir daha gelmedi. Durumu çok iyi anlamış olan Ellis, haince bir neşeyle Elizabeth'i izliyordu. Hepsinden daha kötüsü de Mr. Lackersteen'in artık hiç durmadan Elizabeth'i sıkıştırmaya başlamış olmasıydı. Çok da pervasız olmuştu. Neredeyse hizmetçilerin gözleri önünde onun yolunu kesiyor, yakalayıp mide bulandırıcı bir şekilde mıncıklamaya ve okşamaya başlıyordu. Elizabeth'in tek savunması onu yengesine anlatmakla tehdit etmekti; neyse ki adam kızın hiçbir zaman bunu yapmaya cesaret edemeyeceğini anlayamayacak kadar aptaldı.

Üçüncü günün sabahı Elizabeth ve yengesi korkunç bir sağanak ve fırtınanın başlamasından hemen önce kulübe geldiler. Salona oturalı birkaç dakika olmuştu ki girişte birinin ayaklarını vurarak sularını silkelediğini duydular. İki kadının da yürekleri çarpmaya başladı, çünkü bu Verrall olabilirdi. Sonra salona genç bir adam girdi. İçeri girerken yağmurluğunun düğmelerini açıyordu. Bu yaklaşık yirmi beş yaşlarında iriyarı, neşeli, şamatacı bir gençli. Tombul, pembe yanaklı, açık sarı saçlıydı, alnı yok gibiydi ve sonradan bir de kulakları sağır eden bir kahkahası olduğu anlaşıldı.

Mrs. Lackersteen anlaşılmaz bir ses çıkardı - hayal kırıklığından bu ses istemeden ağzından kaçmıştı. Ama delikanlı karşılaştığı herkese ânında aşırı samimi davranmaya başlayanlardan olduğu için onları görür görmez şakacı bir şekilde selamladı.

"Merhaba, merhaba!" dedi. "Beyaz atlı prens geldi işte! Umarım rahatsız etmiyorumdur. Hani şu aile toplantıları ya da buna benzer bir şeylerin ortasına dalmadım değil mi?"

"Yok, kesinlikle hayır!" dedi Mrs. Lackersteen şaşkınlık içinde.

"Demek istiyorum ki ben kulübe öylesine bir uğrayıp biraz sağa sola bakacaktım. Yerel viskinin bir tadına bakmak gibi şeyler işte. Buraya daha dün gece geldim "

"Buraya mı atandınız?" diye sordu Mrs. Lackersteen kafası karışmış bir yüzle çünkü yeni birilerinin gelmesini beklemiyorlardı.

"Evet, biraz öyle oldu. Bu zevk bütünüyle bana ait."

"Ama biz hiç duymamıştık... Ah, elbette! Sanırım siz Orman Bakanlığı'ndansınız. Zavallı Maxwell'in yerine, değil mi?"

"Ne Orman Bakanlığı mı? Yok öyle bir şey! Ben yeni askeri polisiniz olan adamım, anlıyorsunuz ya."

"Yeni... ne?"

"Yeni askeri polis. Sevgili dostumuz Verrall'in yerine geldim. Eski dostumuz kendi alayına geri dönme emri aldı. Alelacele çekip gitti. Üstelik de her şeyi karmakarışık bırakmış, toparlamak da ben zavallıya düşüyor."

Askeri polis şapşal bir gençti, ama o bile Elizabeth'in yüzünün birden hasta gibi solduğunu fark etti. Kız konuşamaz hale gelmişti. Mrs. Lackersteen bile bir an sessiz kaldı, sonra telaşla sordu:

"Mr. Verrall gidiyor mu? Eminim hemen gitmez, öyle değil mi?"

"Hemen gitmek mi? Gitti bile!"

"Gitti mi?"

"Şey, demek istiyorum ki trenin kalkmasına yarım saat kadar kaldı. Şimdiye istasyona varmıştır. Ona yardımcı olmaları için yanında birkaç kişi gönderdim. Midillilerin bindirilmesi ve buna benzer şeyler için."

Belki başka şeyler de söylemişti, ama Elizabeth de, yengesi de söylenenlerden bir tekini bile duymadı. Askeri polise bir hoşça kal bile demeden on beş saniye içinde ön merdivenlere çıkmışlardı. Mrs. Lackersteen sert bir sesle kâhyayı çağırdı.

"Kâhya! Benim çekçek arabamı hemen ön tarafa gönder. İstasyona gidiyoruz, jaldiV diye ekledi çekçek arabasıyla gelen adamı gördüğünde. Arabaya biner binmez adamın sırtını şemsiyesinin ucuyla dürtüp yola çıkmasını istedi.

Elizabeth yağmurluğunu giymişti, Mrs. Lackersteen ise çekçek arabasında oturmuş, şemsiyesinin altına gizlenmeye çalışıyordu, ama ne yağmurluk ne de şemsiye yağmurdan onları korumaya yetmiyordu. Yağmur öyle şiddetli yağıyordu ki daha kapıya ulaşmadan Elizabeth'in yağmurluğu sırılsıklam olmuştu, çekçek arabası rüzgârdan neredeyse devrilecekti. Çekçek sürücüsü kafasını yere eğmiş, inleyerek rüzgâra karşı mücadele ediyordu. Elizabeth acı çekiyordu. Bunda bir yanlışlık vardı, kesinlikle bir yanlışlık vardı. Verrall ona yazmış ama mektup eline ulaşmamış olmalıydı. Evet böyleydi, mutlaka böyle olmuştu! Bir hoşçakal bile demeden ondan ayrılmayı düşünmüş olamazdı! Eğer böyleyse - yok, o zaman bile Elizabeth umut etmekten vazgeçmeyecekti! Verrall platformda son bir kez gördüğünde onu terk edecek kadar acımasız olamazdı! İstasyona yaklaşırlarken çekçek arabacının biraz gerisinde kalıp yanaklarını çimdikleyerek renklendirmeye çalıştı. Bir askeri polis sepoy'ları mangası aceleyle önlerinden geçti. İnce üniformaları ıslanınca paçavraya dönmüştü. Bir el arabasını itiyorlardı. Bunlar Verrall'in eşlikçileri olmalıydı. Tanrı'ya şükür daha çeyrek saat zamanları vardı. Tanrı'ya şükür, en azından onu son bir kez görme fırsatı vardı!

Tam tren istasyondan ayrılıp kulakları sağır edici homurtularla hızlanmaya başladığı sırada onlar da istasyona varmışlardı. Ufak, tombul, esmer bir adam olan istasyon şefi hattın üzerinde durmuş üzgün gözlerle trenin arkasından bakarken bir eliyle su geçirmez örtüyle kaplı topi şapkasını başının üzerinde tutuyor, ötekiyle de ona bağırıp çağıran ve bir şeyler göstermeye çalışan yaygaracı iki Hintliyi uzak tutmaya çalışıyordu. Mrs. Lackersteen çekçek arabasından eğilip heyecanla yağmurun içine seslendi:

"İstasyon şefi!"

"Madam!"

"Hangi tren bu?"

"Mandalay treni madam."

"Mandalay treni mi! Olamaz!"

"Ama sizi temin ederim madam! Mandalay treni bu."

Topi'sini çıkarıp onların yanına doğru yürüdü.

"Ama Mr. Verrall - Polis subayı? O bu trende değildi, öyle değil mi?"

"O da bu trenle gitti madam." Elini şimdi hızla bir yağmur ve buhar bulutunun arkasında kaybolmaya başlayan trene doğru salladı.

"Amatrenin daha kalkmaması gerekiyordu!"

"Öyleydi madam. Kalkmasına daha on dakika vardı."

"Öyleyse niye hareket etti?"

İstasyon şefi özür diler gibi topi şapkasını iki yana salladı. Esmer, tombul yüzü çok üzgün görünüyordu.

"Biliyorum madam, biliyorum! Bu hiç görülmedik bir şey! Ama genç askeri polis subayı bana treni hareket ettirmem için emir verdi! Her şeyin hazır olduğunu ve bekletilmek istemediğini söyledi. Ona bunun kurallara uymadığını söyledim. Kuralların umurunda olmadığını söyledi. Açıklamaya çalıştım. O diretti. Sözün kısası..."

Bir başka el işareti yaptı. Bunun anlamı Verrall'in treni saatinden on dakika önce kaldırmak gerekse bile istediğini yaptıran türden bir adam olduğuydu. Bir an sessizlik oldu. Ellerine bir fırsat geçtiğini düşünen iki Hintli birden onlara doğru seğirttiler. Mrs. Lackersteen'e göstermek için ellerindeki buruşuk defterleri sallıyorlardı.

"Bu adamlar ne istiyorlar?" diye bağırdı Mrs. Lackersteen kafası karışmış bir şekilde.

"Bunlar yem tüccarları madam. Teğmen Verrall'in onlara olan borçlarını ödemeden ayrıldığını söylüyorlar. Biri saman, öteki tahıl satıyor. Bu beni ilgilendiren bir iş değil."

Uzaklardan bir tren düdüğü duyuldu. Tren yürürken arkasına bakan siyah sırtlı bir tırtıl gibi bir dönemeçten dönüp gözden kayboldu. İstasyon şefinin ıslak beyaz pantolonu bacaklarına yapışmıştı. Verrall'in treni Elizabeth'ten kaçmak için mi, yoksa yem tüccarlarına yakalanmamak için mi erken hareket ettirdiği sorusu hiçbir zaman tam yanıtlanamayacak ilginç bir soruydu.

Yola çıkıp geri döndüler. Tepeyi çıkarken öyle bir rüzgâra karşı ilerliyorlardı ki, zaman zaman rüzgâr onları geriletiyordu. Verandaya ulaştıklarında solukları kesilmişti. Hizmetçiler sırılsıklam yağmurluklarını aldılar, Elizabeth saçlarındaki suları silkeledi. Mrs. Lackersteen istasyondan ayrıldıklarından beri ilk kez konuşuyordu:

"Demek böyle! Böylesi bir kabalık, böylesi bir rezillik!.."

Elizabeth yüzüne yediği yağmura ve rüzgâra rağmen solgun ve hasta görünüyordu. Ama hiç renk vermedi.

"Bence bize hoşça kal demek için bekleyebilirdi," dedi soğuk bir sesle.

"Sözüme inan canım, ondan kurtulman gerçekten çok iyi oldu!.. Başında da söylediğim gibi çok iğrenç bir gençti!"

Bir süre sonra, banyo yapıp kuru giysilerini giyerek kahvaltı masasına oturduklarında kendilerini daha iyi hissediyorlardı.

"Dur bakayım, bugün günlerden ne?" diye sordu Mrs. Lackersteen.

"Cumartesi yenge."

"Ah, cumartesi. O zaman sevgili peder bu akşam gelecek. Yarın pazar ayininde kaç kişi olacağız acaba? Bana kalırsa hepimiz orada olacağız! Ne kadar iyi! Mr. Flory de gelecek. Sanırım cangıldan yarın döneceğini söylüyordu." Neredeyse sevgi dolu bir sesle ekledi: "Sevgili Mr. Flory!"

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro