Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

BÖLÜM 22

Maxwell'in ölümü Kyauktada'da derin bir şoka yol açmıştı. Burma'nın her yanında bir sarsıntı yaratacak ve zavallı gencin ölümünden yıllar sonra hâlâ "Şu Kyauktada olayını hatırlıyorsun değil mi?" diye bu konudan söz ediliyor olacaktı. Ama doğrudan kişisel nedenlerle bu olaya üzülen hiç kimse yoktu. Maxwell varlığını hissettiren biri değildi -Burma'nın on bin ex colore iyi adamı gibi yalnızca 'iyi bir adamdı' işte- ve hiç yakın arkadaşı yoktu. Avrupalılar arasında hiç kimse onun için yas tutarken içten değildi. Ama bu, kızgın olmadıkları anlamına gelmiyordu. Tersine o anda öfkeden neredeyse çılgına dönmüşlerdi. Çünkü bağışlanamaz bir olay olmuştu - bir beyaz adam öldürülmüştü. Böyle bir şey olduğunda Doğu'daki İngilizlerin içini bir ürperti kaplar. Burma'da her yıl yaklaşık sekiz yüz kişi öldürülür; bunun hiçbir önemi yoktur; ama bir beyaz adam'ın öldürülmesi canavarlıktır, kutsal şeylere karşı işlenmiş bir suçtur. Zavallı Maxwell'in öcü alınacaktı, bu kesindi. Ama yalnızca onun cesedini getiren orman gözcüsü ve Maxwell'i seven bir-iki hizmetkârı onun ölümüne gerçekten gözyaşı döktüler.

Öte yandan U Po Kyin dışında hiç kimse bu durumdan memnun olmamıştı.

"Bu göklerden gelen bir armağan!" diyordu Ma Kin'e. "Bundan iyisini ben bile ayarlayamazdım. İsyanımı ciddiye almaları için bana gereken tek şey, biraz kan dökülmesiydi. Ve işte bu da oldu! Sana söylüyorum Ma Kin, her gün yükseklerde bir gücün benim yararıma çalıştığına daha fazla emin oluyorum."

"Ko Po Kyin, gerçekten sende hiç utanma duygusu yok! Anlamıyorum böyle şeyler söyleme cesaretini nereden buluyorsun? Ruhunda cinayet taşımak seni ürpertmiyor mu?"

"Ne! Ben mi? Ruhumda cinayet taşımak mı? Sen neden söz ediyorsun? Ben hayatımda bir tavuk bile öldürmedim."

"Ama o zavallı gencin ölümünden yarar sağlıyorsun."

"Yarar sağlamak! Elbette yarar sağlıyorum! Hem bunu niye yapmayayım ki? Eğer birileri cinayet işlemeyi seçtiyse bunun suçlusu ben miyim? Balıkçılar balık yakalarlar ve bu yüzden lanetlenirler. Ama biz balık yediğimiz için lanetleniyor muyuz? Elbette hayır. Nasıl olsa öldüklerine göre balıkları niye yemeyelim? Kutsal yazıları biraz daha dikkatli incelemelisin sevgili Kin Kin."

Cenaze ertesi sabah kahvaltıdan önce kaldırıldı. Bütün Avrupalılar oradaydı, yalnızca Verrall mezarlığın tam karşısındaki meydanda her sabah yaptığı gibi antrenman yapıyordu. Cenaze konuşmasını Mr. Macgregor yaptı. İngilizlerden oluşan küçük grup topi şapkaları ellerinde, sandıklarının dibinden çıkardıkları siyah giysilerinin içinde ter dökerek mezarın başında toplanmışlardı. Sert sabah güneşi yüzlerini acımasızca dövüyor, çirkin, yıpranmış giysilerinin üzerinde her zamankinden de sarı görünüyordu. Elizabeth'inki dışında bütün yüzler buruşuk ve yaşlı görünüyordu. Dr. Veraswami ve yarım düzine Doğulu da oradaydı ama saygıyla geride duruyorlardı. Küçük mezarlıkta on altı mezar taşı vardı; kereste firmalarının yardımcıları, memurlar, unutulmuş çarpışmalarda öldürülen askerler.

'Koleranın elimizden aldığı, Hindistan İmparatorluk Polisi'nden çalışkan ve cesur John Henry Spagnall'ın kutsal anısına vb., vb.'

Flory, Spagnall'ı hayal meyal hatırlıyordu. Kampta girdiği ikinci içki komasından sonra ölmüştü. Bir köşedeki birkaç Avrasyalinm mezarlarının üzerinde tahta haçlar vardı. Portakal rengi, yürek biçimindeki minik çiçekleriyle yaseminler her şeyin üzerini örtmüşlerdi. Yaseminlerin arasında mezarlara inen kocaman fare çukurları vardı.

Mr. Macgregor tok ve saygılı bir sesle konuşmasını sonlandırdı ve gri topi şapkasını -bu şapka Doğu'da fötr şapkanın yerini almıştı- karnının üzerinde tutarak mezarlıktan ayrıldı. Flory mezarlığın kapısında biraz oyalandı, Elizabeth'in onunla konuşacağını umuyordu. Ama kız yüzüne bile bakmadan önünden geçti. Bu sabah herkes ondan uzak duruyordu. Gözden düşmüştü; cinayet onun dün geceki ihanetini korkunç bir şeye dönüştürmüştü. Ellis Westfield'in kolunu yakaladı, birlikte mezarın başında durup sigara tabakalarını çıkardılar. Konuşmaları açık mezarın üzerinden Flory'nin kulağına ulaşıyordu.

"Tanrım,Tanrım, Westfield, şu zavallı piçin burada yattığını düşündükçe, ah Tanrım, öfkeden köpürüyorum! Öyle kızgınım ki bütün gece uyuyamadım."

"Kabul ediyorum çok berbat bir şey. Ama aldırma, sana söz veriyorum, o iki adam bunun cezasını kötü ödeyecek. Bir cesede karşı iki ceset - elimizden gelenin en iyisi."

"İkimi! Elli olmalıydı! Bu iki herifi astırmak için yeri göğü birbirine katmalıyız. Adlarını alabildin mi?"

"Aldım elbette!! Kimin yaptığını bölgede herkes biliyor. Biz her zaman böyle durumlarda kimin yaptığını biliriz zaten. Lanet olası köylüleri konuşturmak - tek sorun bu."

"Pekâlâ, Tanrı aşkına bu kez onları konuşturun. Lanet olası yasalara aldırma. Onları döve döve konuştur. İşkence yap - ne yaparsan yap. Eğer tanıklara rüşvet vermek istiyorsan benden de iki yüz papel çıkar."

Westfield içini çekti. "Korkarım böyle şeyler yapamam. Yapabilmeyi isterdim. Adamlarım onlardan istendiğinde bir tanığı nasıl sıkıştıracaklarını bilirler. Bir karınca yuvasının üzerine bağlarsın. Kırmızıbiber... Ama bu günlerde böyle şeyler yapamıyoruz. Lanet olası aptal yasalara uymamız gerekiyor. Ama sen aldırma, bu herifler yaptıklarını ödeyecekler. İstediğimiz bütün kanıtlar elimizde."

"İyi! Onları tutukladığında cezalandırılacaklarından emin olamazsan vur onları, vur gitsin. Kaçmaya çalıştıklarını ya da ona benzer bir şey uydurursun. Bu piçleri yeniden serbest bırakma da ne yaparsan yap."

"Serbest kalmayacaklar, korkma. Onları yakalayacağız. En azından birilerini yakalayacağız. Yanlış adamı asmak hiç adam asmamaktan çok daha iyidir," diye ekledi farkında olmadan alıntı yaparak.

"Mesele bu işte! Onların ipin ucunda sallandığını görene kadar rahat uyuyamayacağım," diyordu Ellis mezarın başından ayrılırlarken. "İsa aşkına, şu güneşin altından çekilelim. Susuzluktan kavruluyorum."

Herkes az çok kavruluyordu ama hemen cenaze töreninin ardından kulübe gidip içki içmek hiç de saygılı bir davranış olmazdı. Avrupalılar evlerine dağıldılar, dört çöpçü mammootie'leriyle gri, çimento gibi toprağı yeniden mezara doldurup yuvarlak bir tümsek oluşturdular.

Kahvaltıdan sonra Ellis elinde bastonuyla bürosuna yürüyordu. Kör edici bir sıcak vardı. Ellis banyo yapmış, yeniden gömleğini ve şortunu giymişti ama sıcaktan isilik olmuş bedenine bir saatliğine bile olsa o kalın elbiseleri geçirmek dayanılmaz bir şeydi. Westfield şimdiden arabasına binip bir müfettiş ve yarım düzine adamla birlikte katilleri tutuklamaya gitmişti. Verrall'e kendisine eşlik etmesini emretmişti - Verrall gerektiği için değil, ama Westfield'in deyişiyle bu genç süprüntü de birazcık iş yapsa iyi olacağı için.

Ellis omuzlarını oynattı - sıcak kaşıntıları neredeyse dayanılmaz olmuştu. Öfkesi içini kasıp kavuruyordu. Bütün gece olanları düşünüp durmuştu. Bir beyaz adam öldürmüşlerdi, bir beyaz adam öldürmek... Lanet olası herifler, ödlek, sinsi köpekler! Of, bu pis domuzlar yaptıklarını çok kötü ödeyeceklerdi! Niçin şu lanet olası kadife eldivenli yasaları çıkardık? Niçin her şeyi sineye çeker olduk? Bir düşün, böyle bir şey savaştan önce bir Alman sömürgesinde olacaktı! Ah şu Almanlar ne kadar akıllıydı! Bu süprüntülere nasıl davranılacağını biliyorlardı. Misillemeymiş! Gergedan kıçı! Köylerine baskın yapın, sığırlarını öldürün, ekinlerini yakın, onları yok edin, tüfeklerle vurun.

Ellis ağaçların arasından dökülen korkunç ışık çağlayanlarına baktı. Yeşilimsi gözleri iri ve hüzünlüydü. Orta yaşlı, yumuşak yüzlü bir Burmalı kocaman bir bambu taşıyarak yürüyordu. Ellis'in yanından geçerken homurdanarak bambuyu bir omzundan ötekine aktardı. Ellis bastonunu daha sıkıca kavradı. Şimdi bu domuz bir saldırmaya kalksaydı! Ya da hakaret etseydi - onu pataklama hakkını verecek herhangi bir şey yapsaydı! Şu ödlek fareler şöyle anlaşılabilir bir direnç göstermiş olsalardı! Yanından sinsice geçtiğinde yasalara karşı hiçbir şey yapmamış oluyordu, o zaman onlara saldırma şansı bırakmıyorlardı. Ah, şöyle gerçek bir isyan çıksaydı - sıkıyönetim ilan edilse, kimsenin gözünü açmasına izin verilmese... Gözünün önünde nefis, kana bulanmış imgeler beliriyordu. Çığlıklar atan yerliler, onları doğrayan askerler. Vurun onları, atlarınızın nalları altında ezip bağırsaklarını dökün, kırbaçlayarak yüzlerini parçalayın!

Yoldan aşağı yan yana yürüyen beş liseli oğlan geliyordu. Ellis onların sarı, hain yüzleriyle ona doğru geldiklerini gördü. Bu yuvarlak, korkunç pürüzsüz, genç yüzler kasıtlı bir saygısızlıkla ona sırıtıyorlardı. Beyaz olduğu için onunla dalga geçiyorlardı içlerinden. Belki de cinayeti duymuşlardı -bütün okullu gençler gibi milliyetçi olduklarından-, bunu bir zafer olarak görüyorlardı. Yanından geçerken hepsi de Ellis'e sırıttılar. Açıkça onu kışkırtmaya çalışıyorlardı ve yasanın onlardan yana olduğunu biliyorlardı. Ellis göğsünün kasıldığını hissetti. Onların gözlerindeki bakış, bir dizi sarı suratın onunla alay eder gibi sırıtışı delirtici bir şeydi. Olduğu yerde durdu.

"Bakın buraya! Siz neye gülüyorsunuz öyle veletler?"

Çocuklar dönüp ona baktılar.

"Ne cehenneme gülüp duruyordunuz dedim?"

Çocuklardan biri saygısızca yanıt verdi - belki de İngilizcesinin kötü oluşu yüzünden yanıtı amaçladığından daha saygısızca olmuştu:

"Seni ilgilendirmez."

Bir saniye kadar Ellis ne yaptığının farkında değildi. Bu saniye içinde bastonunu bütün gücüyle çocuğa fırlatmıştı. Baston bir çatırtıyla dosdoğru çocuğun gözüne çarptı. Çocuk bir çığlık atarak geri çekildi, aynı anda öteki dördü Ellis'in üzerine atladılar. Ama Ellis onlara göre çok güçlüydü. Hepsini yana savurup ayağa fırladı. Bastonunu öfkeyle öyle savuruyordu ki, hiçbiri ona yaklaşmaya cesaret edemedi.

"Uzak durun sizi piçler! Uzak durun, yoksa Tanrı şahidimdir birinizin daha kafasını kırarım!"

Bire karşı dört olmalarına rağmen Ellis öyle ürkütücü görünüyordu ki, korkuyla kaçıştılar. Yaralanan çocuk ellerini yüzüne kapatmış, dizüstü çökmüş "Kör oldum, kör oldum!" diye bağırıyordu. Birden öteki dördü yirmi yarda ötede duran tuğla yığınına doğru koşmaya başladılar, bunlar yol tamiri için buraya yığılmışlardı. Ellis'in kâtiplerinden biri verandaya çıkmış, heyecanla olduğu yerde zıplıyordu.

"Yukarı gelin efendim, hemen yukarı gelin. Sizi öldürecekler! "

Ellis koşmaya tenezzül etmedi ama veranda merdivenlerine yöneldi. Tuğlalardan biri yanından uçtu, sütunlardan birine çarpıp kırıldı, bunun üzerine kâtip içeri kaçtı. Ama Ellis verandada durup kucaklarında tuğlalarla aşağıda duran çocuklara döndü. Zevkten dört köşe olmuştu.

"Sizi lanet olası pis küçük siyahlar!" diye bağırdı onlara. "Bu defa bir sürprizle karşılaştınız öyle değil mi? Verandaya çıkın da dövüşün bakalım benimle, dördünüz birden! Cesaret edemezsiniz. Bire karşı dört kişisiniz, ama benimle yüzleşmeye cesaretiniz yok! Siz kendinizi adam mı sanıyorsunuz? Sizi sinsi, uyuz sıçanlar!"

Sonra Burmaca konuşmaya başladı, onlara zina yapan domuzların çocukları olduklarını söyledi. Bu sırada çocuklar ona tuğla yağdırıyorlardı, ama kolları çelimsiz, atışları yetersizdi. Ellis tuğlalardan kaçınabiliyordu. Ona çarpmadan yere düşen her tuğlanın ardından zaferle kahkahalar atıyordu. Bir süre sonra yoldan bağrışlar duyuldu, çünkü sesler polis karakoluna kadar ulaşmıştı. Sorunun ne olduğunu anlamak için birkaç polis memuru oraya doğru geliyordu. Çocuklar korkup kaçıştılar, böylece Ellis tam bir zafer kazanmış oldu.

Bütün bu olanlar Ellis'i müthiş eğlendirmişti ama biter bitmez korkunç bir öfkeye kapıldı. Mr. Macgregor'a sert bir mektup yazarak serserilerin ona saldırdıklarını, intikamının alınmasını istediğini bildirdi. Olaya tanık olan iki kâtip ve bir chaprassi de öyküyü doğrulamak için Mr. Macgregor'un bürosuna gönderildi. Ağız birliği ile tam bir yalan uydurdular. "Çocuklar ortada hiçbir kışkırtma yokken Mr. Ellis'e saldırmışlar o da kendini savunmuştu, vb. vb..." Ellis'e hakkını vermek gerekirse belki kendisi de gerçekte olayın böyle olduğuna inanıyordu. Mr. Macgregor biraz huzursuz olmuştu, polise bu dört okul öğrencisini bulup sorguya çekmeleri emrini verdi. Ama çocuklar da böyle bir şey beklediklerinden kendilerini ortalıkta göstermiyorlardı; bütün gün pazarı arayan polis onları bulamadı. Akşam yaralı çocuk bir Burmalı doktora götürüldü. Doktor sol gözüne ezilmiş yapraklardan yapılmış zehirli bir merhem sürüp onu kör etmeyi başardı.

O akşam henüz geri dönmemiş olan Westfield ve Verrall dışındaki bütün Avrupalılar her zamanki gibi kulüpte toplandılar. Herkes keyifsizdi. Cinayetin üstüne bir de Ellis'e yapılan bu nedensiz saldırının gelmesi (herkes olayın böyle olduğunu kabul ediyordu) onları kızdırdığı kadar korkutmuştu da. Mrs. Lackersteen "Yataklarımızda öldürüleceğiz..." deyip duruyordu. Mr. Macgregor onu yatıştırmak için ayaklanma durumlarında Avrupalı hanımların her şey bitene kadar hapishanede kapalı tutulduklarını söyledi ama bu söylediği şey kadını pek rahatlatmış görünmüyordu. Ellis Flory'ye karşı saldırgan bir havadaydı, Elizabeth ise o hiç yokmuş gibi davranıyordu. Flory tartışmalarını tatlıya bağlamak gibi delice bir umutla kulübe gelmiş, kızın tavrı karşısında eskisinden de perişan bir duruma düşmüştü. Akşamın büyük bir kısmında kütüphanede saklandı. Ancak akşam saat sekiz sularında herkes birkaç içkiyi mideye indirdikten sonra ortam biraz daha dostça olmaya başlayınca Ellis ortaya bir soru attı:

"Evlerimize birkaç chokra gönderip yemeklerimizi buraya getirtmeye ne dersiniz? Üstelik birkaç el de briç oynayabilirdik. Evde oturup bunalmaktan daha iyi olmaz mı?"

Eve gitmekten ödü kopan Mrs. Lackersteen bu öneriye hevesle atladı. Avrupalılar arada sırada geç saate kadar oturmak istediklerinde kulüpte yemek yerlerdi. İki chokra'yı çağırıp ne istediklerini söylediklerinde adamlar bir anda hüngür hüngür ağlamaya başladılar. Söylediklerinden anlaşıldığına göre tepeye tırmanırlarsa Maxwell'in hayaletiyle karşılaşacaklarına emindiler. Onların yerine mali gönderildi. Adam yola çıktığı sırada Flory yine dolunaylı bir gece olduğunu fark etti - frangipani ağacının altında Elizabeth'i öptüğünden bu yana dört hafta geçmişti ama şimdi bu ona çok çok eskidenmiş gibi geliyordu.

"Briç masasına daha yeni oturmuşlardı. Mrs. Lackersteen yalnızca sinirleri çok gergin olduğu için kâğıtların yeniden dağıtılmasını istiyordu ki, çatıda bir gümbürtü duyuldu. Herkes irkilip yukarı baktı.

"Bir hindistan cevizi düştü," dedi Mr. Macgregor.

"Buralarda hiç hindistan cevizi ağacı yok," dedi Ellis.

Bir saniye sonra aynı anda birçok şey birden oldu. Çatıda çok daha yüksek bir gürültü duyuldu, petrol lambalarından biri kancasından koptu, Mrs. Lackersteen'in yanı başından geçerek yere düştü ve kırıldı. Mrs. Lackersteen imdat çığlıkları atarak geri kaçarken suratı bayat kahverengine dönmüş kâhya başı açık bir şekilde telaşla odaya daldı.

"Efendim, efendim! Kötü adamlar geldi! Hepimizi öldürecekler efendim!"

"Ne? Hangi kötü adamlar? Ne diyorsun sen?"

"Efendim, bütün köylüler dışarıda! Ellerinde koca sopalar ve dah'Iar var. Hepsi çevrede dans ediyorlar! Efendi'nin boynunu kesecekler!"

Mrs. Lackersteen kendini koltuğuna attı. Öyle kulak tırmalayıcı çığlıklar atıyordu ki kâhyanın sesi duyulmuyordu.

"Of, sus artık!" dedi Ellis ona dönüp keskin bir sesle. "Hepiniz dinleyin! Dinleyin şunu!"

Dışarıdan kızgın bir devin homurtuları gibi derin, tehlikeli bir uğultu geliyordu. Ayakta duran Mr. Macgregor bunu duyunca gerildi, burnuna düşen gözlüğünü aksi bir hareketle düzeltti.

"Ortalık karışıyor! Kâhya, lambayı yerden al. Miss Lackersteen, siz yengenizle ilgilenin. Bakın bakalım yaralanmış mı? Geri kalanlarınız benimle gelsin!"

Hepsi ön kapıya yürüdüler. Kapı kapalıydı, büyük olasılıkla kâhya kapatmıştı. Dolu gibi yağan küçük taşlar çarpıp yere düşüyorlardı. Mr. Lackersteen bu sesi duyunca durakladı, ötekilerin arkasına çekildi.

"Kahrolsun, çabuk birisi şu kapıyı kilitlesin!" diye bağırdı.

"Hayır, hayır!" dedi Mr. Macgregor. "Dışarı çıkmalıyız. Onlarla yüz yüze gelmemek öldürücü bir yanlış olur."

Kapıyı açtı, cesaretle merdivenlerin en yukarısında durdu. Patikada ellerinde sopaları ve dah'larıyla yirmi kadar Burmalı vardı. Çitin dışında yolun yukarısında, aşağısında ve meydana kadar uzanan alanda büyük bir kalabalık toplanmıştı. Ay ışığında siyah beyaz bir insan denizine benziyordu, en azından iki yüz kişi vardı, şurada burada kıvrık bir dah'ın parladığı görülüyordu. Ellis sakin bir şekilde, elleri ceplerinde Mr. Macgregor'un arkasına geçti. Mr. Lackersteen ortadan kaybolmuştu.

Mr. Macgregor susturmak için ellerini kaldırdı. "Bunun anlamı nedir?" diye bağırdı çok sert bir sesle.

Çığlıklar duyuldu, kriket topu büyüklüğünde birkaç kil topağı yoldan onların üzerlerine uçtu, neyse ki hiç kimseye çarpmadılar. Patikadaki adamlardan biri dönüp ötekilere elini salladı ve bağırarak henüz taş atmaya başlamayacaklarını söyledi. Sonra Avrupalılarla konuşmak için öne çıktı. Yaklaşık otuz yaşlarında, sarkık bıyıklı, güçlü, hoş bir adamdı. Üzerinde bir fanila ve dizlerine inen bir longyi vardı:

"Bunun anlamı nedir?" diye yineledi Mr. Macgregor.

Adam neşeli bir sırıtışla ve pek de saygısızca olmayan bir tavırla yanıt verdi:

"Sizinle bir hesabımız yok ming yi. Biz kereste tüccarı Ellis (Ellit diyordu) için geldik. Bu sabah dövdüğü çocuk kör oldu. Ellit'i cezalandırmamız için bize teslim etmeniz gerekiyor. Geri kalanlarınıza bir şey olmayacak."

"Şu herifin yüzünü iyi hatırla," dedi Ellis omzunun üzerinden Flory'ye. "Sonradan bu yaptığı için yedi yıl içeri attıracağız onu."

Mr. Macgregor bir an için mosmor oldu. Öfkesinden neredeyse boğulacak gibi olmuştu. Epeybir süre konuşamadı ve konuşmaya başladığında da İngilizce konuşuyordu:

"Sen kiminle konuştuğunu sanıyorsun? Yirmi yıldır böyle bir küstahlık duymadım hiç! Hemen çekip gidin buradan yoksa askeri polisi çağıracağım."

"Biraz acele etseniz iyi olacak ming yi. Sizin mahkemelerinizde bizim için adalet olmadığını biliyoruz, onun için Ellit'i kendimiz cezalandırmak zorundayız. Onu buraya gönderin. Yoksa hepiniz bunun için pişman olacaksınız."

Mr. Macgregor yumruğuyla bir çiviye vuruyormuş gibi öfkeli bir hareket yaptı. "Git buradan seni itoğlu it!" diye bağırdı. Yıllardır ilk kez ağzından bir küfür çıkıyordu.

Yolun üzerinde gök gürültüsü gibi bir uğultu oldu, öyle bir taş yağmuru başladı ki patikadaki Burmalılar da içlerinde olmak üzere herkes bundan payını aldı. Taşlardan biri dosdoğru Mr. Macgregor'un yüzüne çarptı, neredeyse onu yere devirecekti. Avrupalılar aceleyle kapıyı kilitleyip arkasına barikat yaptılar. Mr. Macgregor'un gözlüğü kırılmış, burnu kanamaya başlamıştı. Lobiye döndüklerinde Mrs. Lackersteen'in isterik bir yılan gibi kanepede kıvrandığını, Mr. Lackersteen'in elinde boş bir şişeyle ne yapacağını bilmez bir şekilde odanın ortasında durduğunu gördüler. Kâhya bir köşede diz çökmüş haç çıkarıyor (o bir Katolik'ti), ckokra'lar ağlıyorlardı. Yalnızca Elizabeth çok solgun olmasına karşın sakin görünüyordu.

"Neler oldu?" diye haykırdı.

"İşler çorbaya döndü, olan bu!" dedi Ellis öfkeyle. Ensesini ovuyordu, taşlardan biri de ona gelmişti. "Her tarafı Burmalılar sarmış, taş atıyorlar. Ama sakin ol! Burmaklarda kapıyı kırıp içeri girecek cesaret yoktur."

"Hemen polisi çağırın!" dedi Mr. Macgregor. Konuşması zor anlaşılıyordu çünkü mendilini burnuna dayamıştı.

"Yapamayız!" dedi Ellis. "Sen onlarla konuşurken ben tepelere bakıyordum. Lanet olasılar yolu kesmişler! Hiç kimse polis hatlarına ulaşamaz. Veraswami'nin binası adam dolu."

"Öyleyse beklemek zorundayız. Biraz bağırıp çağırdıktan sonra çekip gideceklerine emin olabiliriz. Sakinleşin biraz sevgili Mrs. Lackersteen, lütfen sakinleşin artık! Çok önemsiz bir tehlike bu."

Gelen seslere bakılırsa tehlike o kadar da önemsiz değildi. Artık kesintisiz bir gürültüye dönüşmüştü ve her yandan yüzlerce Burmalı oraya doğru akıyor gibiydi. Uğultu birden öyle bir düzeye yükseldi ki, ancak bağırarak konuştuklarında birbirlerini duyabilir oldular. Salonun bütün pencereleri kapalıydı, birileri böcekleri dışarıda tutmak için kullanılan çinko kepenkleri de içeriden çekip kapatmış ve kilitlemişti. Büyük bir şangırtıyla camlar birer birer kırıldılar, sonra her yandan aralıksız taş yağmaya başladı. Taş yağmuru ince ahşap duvarları kıracakmışçasına sarsıyordu. Ellis kepenklerden birini açıp öfkeyle kalabalığa bir şişe fırlattı, ama üzerine yağan bir düzine taş yüzünden kepengi hızla kapatmak zorunda kaldı. Burmalıların taş atmak, bağırmak ve duvarları yumruklamaktan başka bir planları yokmuş gibi görünüyordu, ama çıkardıkları korkunç gürültü ürkütücüydü. Avrupalılar başlangıçta biraz sersemlediler. Bütün bunlara neden olan Ellis'i suçlamak hiçbirinin aklına gelmiyordu; ortak tehlike bir süreliğine onları birbirlerine yakınlaştırmış gibiydi. Gözlüğü olmadığı için yarı körleşmiş olan Mr. Macgregor kafası karışmış bir şekilde odanın ortasında durmuştu. Sağında elini okşayan Mrs. Lackersteen, solunda dizinin dibinde ağlayan bir chokra vardı. Mr. Lackersteenyine ortalıktan kaybolmuştu. Ellis öfkeyle ayağını yere vuruyor, yumruğunu polis hatları yönünde sallıyordu.

"Nerede kaldı şu polis, ağzına s... ödlekleri?" diye bağırdı kadınlara hiç aldırmadan. "Niye ortaya çıkmıyorlar? Tanrım, böyle bir şans elimize yüz yılda bir geçer. Ah, şimdi elimizde on tane tüfek olsaydı, nasıl tepelerdik bütün bu piçleri!"

"Birazdan burada olurlar!" diye seslendi Mr. Macgregor. "Kalabalığın arasından geçmeleri birkaç dakikalarını alacaktır."

"Ama niye silahlarını kullanmıyor şu sefil it oğlu itler? Bir ateş açsalar bir yığınını gebertebilirler. Of Tanrım, böyle bir şansı kaçırdığımızı düşünmek ne kötü!"

Bir kaya parçası çinko kepenklerden birini kırdı. Bir başkası onun açtığı delikten içeri girip bir 'Bonzo' resmine çarptı, sıçradı, Elizabeth'in dirseğine çarptı ve sonunda masanın üzerine düştü. Dışarıdan bir zafer uğultusu duyuldu, ardından çatıdan korkunç gümbürtüler gelmeye başladı. Çocuklardan bazıları ağaçlara tırmanıp çatıya atlamış, orada kaydırak oynayarak eğlenmeye başlamışlardı. Mrs. Lackersteen şimdiye kadarkileri gölgede bırakan bir çığlık attı. Bu öyle bir çığlıktı ki dışarıdaki uğultuyu bile bastırmıştı.

"Birileri şu lanet olası kart tavuğun boğazını sıksın!" diye bağırdı Ellis. "Birisi duysa burada domuz öldürülüyor sanacak. Bir şeyler yapmalıyız! Flory, Macgregor, buraya gelin! Bu kargaşadan kurtulmanın bir yolunu düşünmemiz gerekiyor!"

Artık sinirleri iyice bozulmuş olan Elizabeth ağlamaya başladı. Koluna çarpan taş canını acıtmıştı. Flory büyük bir şaşkınlıkla kızın onun koluna sımsıkı sarıldığını fark etti. Öyle bir anda bile bu davranış karşısında kalbi hızlı hızlı atmaya başladı. Bütün olayları oldukça ilgisiz bir şekilde izliyordu şimdiye kadar - gürültülerden biraz sersemlediği doğruydu ama pek korkmamıştı. Doğuluların gerçekten tehlikeli olabileceklerini düşünmek ona her zaman çok zor gelmişti. Ancak Elizabeth'in elini kolunun üzerinde hissedince durumun ciddiyetini kavrayabildi.

"Ah, Mr. Flory, lütfen, lütfen bir şeyler düşünün! Yapabilirsiniz bunu, siz yapabilirsiniz! Ne olursa olsun, ama şu korkunç adamlar buraya girmesinler!"

"Eğer aramızdan biri polis hatlarına ulaşabilseydi!" diye homurdandı Mr. Macgregor. "Onları getirmek için bir İngiliz subayı gerek! Belki benim gitmeyi denemem gerekiyor."

"Aptal olma! Tek yapacağın şey kafanı koparttırmak olur!" diye bağırdı Ellis. "Eğer gerçekten de içeri girecek gibi görünmeye başlarlarsa ben giderim. Ama, of, böyle domuz gibi öldürülmek! Bu beni korkunç öfkelendiriyor! Polisi buraya getirebilsek bütün bu lanet kalabalığı gebertebileceğimiz! düşündükçe deli oluyorum!"

"Nehir kıyısı boyunca gidemez mi biri?" diye bağırdı Flory telaşla.

"Hiç umut yok! Yüzlercesi orada aşağı yukarı gidip geliyor. Sarıldık. Üç tarafımızda Burmalılar, bir tarafımızca nehir var!"

"Nehir!"

Çok göz önünde olduğu için herkesin gözden kaçırdığı şu parlak düşüncelerden biri gelmişti Flory'nin aklına.

"Nehir! Elbette! Bir çırpıda polis hatlarına kolayca ulaşabiliriz. Görmüyor musunuz?"

"Nasıl?"

"Nasıl olacak, nehirden - suyun içinden! Yüzerek!"

"Ah, akıllı adam!" diye bağıran Ellis, Flory'nin omzuna vurdu. Elizabeth kolunu sıktı ve sevinçten neredeyse dans etmeye başladı. "İstersen ben gideyim!" diye bağırdı Ellis, ama Flory başını olumsuz anlamda salladı. Ayakkabılarını çıkarmaya başlamıştı bile. Kaybedecek hiç zaman olmadığı ortadaydı. Burmalılar şimdiye kadar aptal gibi davranmışlardı, ama eğer içeri girmeyi başarırlarsa neler olabileceğini söylemek olanaksızdı. İlk andaki korkusunu yenen kâhya çayıra açılan pencereyi aralayıp kendini göstermeden dışarıya baktı. Çayırda çok az sayıda Burmalı vardı. Kulübün arkasını kollama gereği duymamışlardı, nehrin kaçışı engellediğini düşünüyorlardı.

"Çayırdan aşağıya doğru deli gibi koş!" diye bağırdı Ellis, Flory'nin kulağına. "Seni gördükleri zaman kesinlikle kaçışacaklardır."

"Polislere hemen ateş açmaları emrini ver!" diye seslendi Mr. Macgregor yan taraftan. "Sana bu konuda yetki veriyorum."

"Söyle de aşağı nişan alsınlar! Başlarının üzerinden ateş etmek yok. Öldürmek için ateş etsinler. Bir kere de cesur davransınlar!"

Flory verandadan aşağı atladı. Sert toprağa düşünce bacağını incitmişti ve nehir kıyısına on metre kadar vardı. Ellis'in söylemiş olduğu gibi Burmalılar onun aşağı doğru topallayarak koştuğunu görünce bir an için irkildiler. Arkasından birkaç taş geldi ama kimse peşine takılmadı - kuşkusuz yalnızca kaçmaya çalıştığını düşünüyorlardı ve parlak ay ışığında onun Ellis olmadığını da kolayca görebiliyorlardı. Bir an sonra çalıların arasından geçip kendini suya atmıştı.

Önce derine gömüldü, korkunç nehir çamuru onu yakalamış aşağı çekiyordu. Dizine kadar batmıştı. Onun için kendini kurtarması biraz zaman aldı. Su yüzüne çıktığında ağzının kenarında bira köpüğü gibi ılık bir köpük vardı ve süngerimsi bir şey boğazından aşağı kayıyor, soluk almasını engelliyordu. Bu bir susümbülü filiziydi. Filizi tükürmeyi başardığında hızlı akıntının onu şimdiden yirmi yarda sürüklediğini fark etti. Burmalılar amaçsız bir şekilde kıyıda ileri geri koşuyor, çığlıklar atıyorlardı. Gözleri suyla aynı düzeyde olduğu için Flory kulübü kuşatan kalabalığı göremiyordu; ama onların derin, şeytansı gürlemelerini duyabiliyordu. Bu sesler suyun içinde sahilde olduğundan da daha yüksek duyuluyordu. Askeri polis hatlarının karşısına geldiğinde kıyıda neredeyse tek bir insan bile yokmuş gibi görünüyordu. Akıntıyı yenmeyi başarıp kıyıya yanaştı, ama sol çorabını yutan bataklıktan kendini kurtarması oldukça zor oldu. Kıyının biraz aşağısında iki yaşlı adam bir çitin kenarında oturmuş, sanki yüz mil ötede bir ayaklanma olmamış gibi çit kazıklarını onarmakla uğraşıyorlardı. Flory sürünerek karaya çıktı, çitin üzerine tırmanıp atladı ve ıslak pantolonunun ağırlığıyla zorlanarak ay ışığında bembeyaz aydınlanmış toplantı alanına doğru koşmaya başladı. Sağ taraftaki ahırlarda Verrall'in atları panik içinde zıplıyorlardı. Flory koşarak yola çıktı ve ne olduğunu gördü.

Askeri ve sivil bütün polisler, yani yaklaşık yüz elli adam yalnızca sopalarla kalabalığa arkadan saldırmış ve tümüyle kuşatılmışlardı. Kalabalık öylesine yoğundu ki vızıldayarak uçuşan dev bir arı sürüsüne benziyordu. Her yanda Burmalı yığınları tarafından kuşatılmış, öfkeyle ama çaresiz bir şekilde debelenen polisler görülüyordu. Öyle sıkışıklardı ki sopalarını kımıldatamıyorlardı bile. Üç ya da dört dilden korkunç küfürler duyuluyor, havada toz bulutları uçuşuyordu. Kadife çiçeklerinin kokusuna karışan boğucu ter kokusu her yanı sarmıştı -ama hiç kimse ciddi bir yara almamış gibi görünüyordu. Belki de Burmalılar ateş edilmesini kışkırtmamak için dah'larını kullanmıyorlardı. Flory kalabalığın arasına dalar dalmaz ötekiler gibi yutuldu. Bir insan bedenleri denizi üzerine kapandı, onu sağa sola fırlattı, kaburgalarına çarptı ve hayvanlara özgü sıcağıyla onu boğdu. Durum öylesine saçma ve gerçek dışıydı ki, kurtulmak için çırpınırken kendini rüyadaymış gibi hissediyordu. Bütün ayaklanma en başından bir saçmalıktı ve işin en saçma yanı isteseler onu öldürebilecek olan Burmalıların şimdi onu aralarında bulunca ne yapacaklarını bilemez duruma gelmeleriydi. Kimileri yüzüne karşı küfürler savuruyor, kimileri itip kakıyor, ayağına basıyor, kimileri beyaz olduğu için ona yol açmaya çalışıyordu. Flory canını kurtarmak için mi dövüştüğünü, yoksa yalnızca kalabalığın arasından kendine yol açmaya mı çalıştığını bilemiyordu. Uzun bir süre kolları iki yanına yapışmış, çaresiz bir şekilde yerinden kımıldayamadı, sonra kendisinden çok daha güçlü, tıknaz bir Burmalıyla güreştiğini fark etti. Sonra bir düzine adam bir dalga gibi üzerine yuvarlandı ve onu kalabalığın içlerine doğru çekti. Birden sağ ayak başparmağında dayanılmaz bir ağrı hissetti - çizmeli biri ayağına basmıştı. Bu askeri polis komiserlerinden biriydi. Şişman, bıyıklı bir adamdı, pagri'sini kaybetmişti. Adam bir Burmalıyı boynundan yakalamış yüzünü yumruklamaya çalışırken çıplak, kel kafasından ter damlaları yuvarlanıyordu. Flory kolunu adamın ensesine atıp onu düşmanından uzaklaştırmayı başardığında kulağına bağırmaya başladı. O anda Urdu dilinden aklına hiçbir şey gelmediği için Burmaca bağırıyordu:

"Niçin ateş açmadınız?"

Uzun bir süre adamın ne yanıt verdiğini duyamadı. Sonra sözleri anladı:

"Hukm ne aya - Kimse bana emir vermedi!"

"Budala!"

Tam o anda yeni bir grup adam onlara doğru sürüklendi ve birkaç dakika daha kıpırdayamaz duruma geldiler. Flory polisin cebinde bir düdük olduğunu ve ona ulaşmaya çalıştığını fark etti. Sonunda düdüğü çıkaran adam kulak tırmalayıcı bir şekilde öttürmeye girişti, ama açıklık bir alana çıkmadıkça adamları toplama şansları yoktu. Kalabalığın içinden sıyrılmaya çalışmak korkunç bir çaba gerektiriyordu - yapışkan bir denizde boynuna kadar gömülmüş gibi bir duyguydu bu. Zaman zaman Flory'nin kolları ve bacakları yorgunluktan öylesine tükeniyordu ki kendini yeniden kalabalığa bırakıyor ve içerilere doğru çekilmeye karşı koyamıyordu. Sonunda kendi çabalarından çok, kalabalığın doğal akışı sayesinde kendini açık bir yere fırlatılmış buldu. Biraz önceki polis, on-on beş sepoy ve bir de Burmalı polis müfettişi de buraya ulaşabilmişti. Sepoy'ların çoğu yorgunluktan yere yığılmışlardı. Ayakları ezildiği için topallıyorlardı.

"Haydi, kalkın ayağa! Hemen yerinize koşup silahlarınızı ve cephanelerinizi alın."

Flory doğru dürüst Burmaca bile konuşamayacak bir durumdaydı ama adamlar onu anladılar, zorlanarak da olsa polis hatlarına koşmaya başladılar. Flory kalabalık kendi üzerine dönmeden oradan uzaklaşmak için polislerin peşine takıldı. Kapıya ulaştığında sepoy'lar silahlarını almış geri dönüyorlardı ve şimdiden ateş etmek için hazırlanmaya başlamışlardı.

"Sahip emir verecek!" dedi komiser soluk soluğa.

"Hey sen!" diye müfettişe seslendi Flory. "Hindistani konuşabilir misin?"

"Evet efendim."

"Onlara yüksekten, insanların başlarının üzerinden ateş etmelerini söyle. En önemlisi de aynı anda, hep birlikte ateş etmeleri. Bunu iyi anlasınlar."

Hintçesi Flory'ninkinden bile kötü olan şişko müfettiş konuşmaktan çok el hareketleriyle, eğilip kalkarak istenilenin ne olduğunu açıkladı. Sepoy'Iar silahlarını doğrulttular. Bir gümbürtü koptu, tepelerde yankılandı. Flory bir an için emrinin dinlenmemiş olduğunu düşündü çünkü önlerindeki kalabalığın neredeyse tamamı saman yığınları gibi yere devrildi. Aslında yalnızca panik içinde kendilerini yerlere atmışlardı. Sepoy'Iar ikinci bir atış daha yaptılar, ama buna gerek yoktu. Kalabalık yatağını değiştiren bir nehir gibi kulübe doğru akmaya başlamıştı bir anda. Yolun üzerine döküldüler, silahlı adamların yollarını kestiğini görünce geri çekilmeye çalıştılar, bunun üzerine öndekilerle arkadan gelenler arasında yeni bir çatışma oldu; sonunda bütün kalabalık dışarı doğru taşarak yavaş yavaş meydana doğru yayılmaya başladı. Flory ve sepoy'Iar geri çekilen kalabalığın peşinde kulübe doğru ilerliyorlardı. Çevreleri kuşatılmış polisler birer ikişer kalabalıktan sıyrılıyorlardı. PagriIeri düşmüş, başlarına doladıkları puteeIeri arkalarından sürünerek geliyorlardı, ama birkaç sıyrık ve ezikten başka yara almamışlardı. Sivil polisler birkaç tutukluyu sürükleyerek götürüyorlardı. Kulüp binasına ulaştıklarında Burmaklar dışarı doğru akmayı sürdürüyorlardı. Çitin arasındaki bir açıklıktan zarif bir şekilde atlayan ceylanlar gibi genç adamlardan oluşan bitmez tükenmez bir sıra oluşmuştu. Flory'ye hava giderek daha karanlık oluyormuş gibi geliyordu. Kalabalığın arkalarında beliren küçük, beyaz giysili bir figür kendini Flory'nin kollarına attı. Bu Dr. Veraswami'ydi. Boyunbağı yırtılmış ama mucizevi bir şekilde gözlüğüne bir şey olmamıştı.

"Doktor!"

"Of dostum! Of, öyle tükendim ki!"

"Burada ne yapıyorsun? Bu kalabalığın tam ortasında miydin?"

"Onları yatıştırmaya çalışıyordum dostum. Siz gelene kadar bu imkânsızdı. Ama en azından bir adam bunun izini taşıyor sanırım!"

Sıyrıklarını görebilmesi için küçük yumruğunu Flory'ye uzattı. Ama şimdi gerçekten çok karanlıktı. Aynı anda Flory arkasında burundan gelen bir ses duydu:

"Evet, Mr. Flory, demek şimdiden her şey bitti! Her zamanki gibi tavada küçük bir kıpırdaşma. Siz ve ben onlara biraz fazla geldik - ha ha!"

Bu, U Po Kyin'di. Elinde koca bir sopa, kemerine sıkıştırılmış bir tabancayla savaşçı bir havayla onlara doğru geliyordu. Üzerindeki yatak giysileri -kolsuz bir fanila ve Shan pijamaları- evinden büyük bir telaşla dışarı fırlamış izlenimini yaratmak için özenle seçilmişti. Tehlike geçene kadar ortaya çıkmamıştı, şimdi de bu olaydan kendine düşebilecek payı kapmaya geliyordu.

"Çok akıllıca bir işti, efendim!" diye ekledi coşkuyla "Bakın nasıl tepeye doğru kaçıyorlar! Onları tam bir bozguna uğrattık."

"Biz!" dedi öfkesinden soluğu kesilen Doktor.

"Ah sevgili Doktor! Sizin burada olduğunuzu görmemiştim. Nasıl oldu da siz de bu kavgaya karıştınız? O çok değerli yaşamınızı tehlikeye attınız demek? Kim inanırdı böyle bir şey olacağına?"

"Ama sizin buraya gelmeniz epey uzun sürdü!" dedi Flory kızgın bir sesle.

U Po Kyin, "Neyse efendim, onları dağıtmış olmamız yeterli," dedikten sonra Flory'nin sesinin tonundan dolayı biraz hoşnutsuz bir havayla ekledi: "Ama görünüşe bakılırsa Avrupalıların evlerine doğru gidiyorlar. Korkarım yollarının üzerinde biraz da yağma yapmayı düşüneceklerdir."

Adamın yüzsüzlüğüne hayran olmak gerekirdi. Uzun bastonunu kolunun altına sıkıştırmış, neredeyse buyurgan bir tavırla Flory'nin yanında yürüyordu. Bu sırada Doktor nasıl olduğunu bilemeden arkada kalmıştı. Kulüp kapısına geldiklerinde üçü de durakladılar. Şimdi ortalık olağanüstü karanlıktı, ay da gözden kaybolmuştu. Gökyüzünün aşağılarında zorlukla görülen siyah bulutlar bir kurt sürüsü gibi doğuya doğru koşuşuyorlardı. Tepeden önünde toz ve ince bir su buharı sürükleyen, neredeyse soğuk denebilecek bir rüzgâr esti. Birden yoğun bir nem kokusu duyuldu. Rüzgâr hızlandı, ağaçlar hışırdadı, dalları sertçe sağa sola sallanmaya başladı, tenis kortunun yanındaki büyük frangipani ağacı minik çiçeklerden oluşmuş bir bulutun içinde kaldı. Üç adam da dönüp aceleyle kendilerine sığınacak bir yer bulmak için koşmaya başladılar. Doğulular evlerine gittiler, Flory de kulübe. Yağmur yağmaya başlamıştı.

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro