Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

BÖLÜM 19

Sıcak giderek daha da yakıcı oluyordu. Nisan ayı bitmek üzereydi, ama daha üç hafta, belki de beş hafta boyunca yağmur yağacağa benzemiyordu. İnsanın başını ağrıtan, bütün kapalı yerlere sızan ve gözkapaklarını huzursuz bir uykuyla birbirine yapıştıran kör edici parlaklıkta uzun saatlerin beklediği düşüncesi kısacık, güzelim şafakların bile tadını kaçırıyordu. Avrupalı olsun Doğulu olsun hiç kimse gündüz sıcağında uyanık kalamıyordu; öte yandan geceleri, uluyan köpekler ve pişikleri yakan ter gölleri uyumayı olanaksızlaştırıyordu. Kulüpteki sivrisinekler o kadar korkunçtu ki gün boyu tütsü yakılması gerekiyordu. Kadınlar ayaklarını yastık kılıflarının içine sokuyorlardı. Yalnızca Verrall ve Elizabeth sıcağa aldırmıyorlardı. Onlar gençti, kanları tazeydi. Üstelik Verrall iklime dikkat etmeyecek kadar çileciydi, Elizabeth ise çok mutluydu.

O günlerde kulüpte bir yığın dedikodu ve atışmalar oluyordu. Verrall herkesi huzursuz etmişti. Akşamları bir-iki saatliğine kulübe uğramayı alışkanlık edinmişti, ama öteki üyeleri görmezden geliyor, kendisine teklif edilen içkileri reddediyor, konuşma girişimlerine ters ve kısa yanıtlar veriyordu. Punkah'ın altında, eskiden yalnızca Mrs. Lackersteen'in oturabildiği koltuğa oturuyor, Elizabeth gelene kadar kendisini ilgilendiren gazeteleri okuyor, sonra onunla bir-iki saat konuşup dans ettikten sonra içeridekilere iyi geceler bile dilemeden çekip gidiyordu. Bu sırada kampta yalnız kalan Mr. Lackersteen. Kyauktada'ya kadar ulaşan dedikodulara göre yalnızlığını ona unutturacak sayıda Burmalı kadın bulmuştu.

Artık Elizabeth ve Verrall neredeyse her akşam at biniyorlardı. Verrall için sabahları, nöbet değişikliğinden sonra polo antrenmanı kutsaldı, ama akşamları Elizabeth'le vakit geçirmenin bundan vazgeçmeye değeceğine karar vermişti. Elizabeth tıpkı avcılıkta olduğu gibi binicilikte de doğal bir yeteneğe sahipti; hatta Verrall'e İngiltere'de çok fazla ava gittiğini söyleyecek kadar kendine güvenliydi. Verrall bir bakışta onun yalan söylediğini anlamıştı, ama en azından at binişi onun canını sıkacak kadar kötü değildi.

Cangıla giden kırmızı patikadan çıkıyor, büyük pyin -kado ağacının yanındaki orkidelerle kaplı nehrin yanından geçip dar toprak patikayı izleyerek atların dörtnala gidebilecekleri tozlu, yumuşak alana çıkıyorlardı. Tozlu cangıl boğucu sıcaktı, uzaklardan yağmursuz gök gürlemeleri duyuluyordu. Atların çevresinde kuyruklarını havaya kaldırdıkları zaman altında uçuşan sinekleri yakalamak için küçük kırlangıçlar uçuşuyor, onların peşinden ayrılmıyorlardı. Elizabeth doru midilliye biniyordu, Verrall beyaz olana. Tere bulanmış atlarını yan yana sürerek eve dönerlerken birbirlerine o kadar yakın duruyorlardı ki zaman zaman Verrall'in dizi kızınkine sürtünüyordu. Verrall canı isterse saldırgan tavrını bir yana bırakıp son derece dostça konuşabiliyordu ve Elizabeth'leyken böyle davranmayı tercih ediyordu

Ah, böyle dolaşmak ne kadar da hoş bir şeydi! At sırtında olmak, atların dünyasında - avcılığın, at yarışlarının, polo maçlarının dünyasında olmak ne kadar zevkli bir şeydi! Elizabeth onu başka şey için sevmeseydi bile yaşamına atları soktuğu için severdi. Bir zamanlar Flory'ye avcılık konusunda yaptığını şimdi de atlar konusunda konuşturmak için ona işkence ederek Verrall'e yapıyordu. Verrall'in konuşmayı pek sevmediği doğruydu. Polo konusunda zorlama birkaç cümleyle, Hindistan'daki idare merkezlerinin ve alay adlarının bir listesinden daha öteye geçemiyordu pek. Yine de bu kadar azıcık konuşarak Elizabeth'le, Flory'nin konuşmalarının hiçbir zaman uyandırmadığı bir heyecan uyandırıyordu. Yalnızca onu atın üzerinde görmek bütün sözcüklerden daha uyarıcı bir şeydi. Bir asker ve binici halesiyle çevriliydi. Elizabeth onun güneş yanığı yüzünde, sert ve dik bedeninde aradığı bütün romantizmi, süvari yaşamının o heyecan verici gösterişini buluyordu. Onda Kuzey-Batı Cephesi'ni ve Süvari Kulübü'nü görüyordu - polo alanları, güneşten kavrulan barakalar, sivri mızraklarını havaya dikmiş at koşturan toprak rengi binicilerden oluşmuş süvari bölükleri ve arkalarında uçuşan pagrileri; sanki borozan seslerini, mahmuz şakırtılarını, sert, göz kamaştırıcı üniformalı subaylar akşam yemeğine oturdukları sırada toplantı salonunun önünde alay bandosunun çaldığı marşları duyar gibi oluyordu. Binicilerin dünyası ne kadar da heyecan vericiydi! Ve burası onun da dünyasıydı, Elizabeth de bu dünyaya doğmuştu, oraya aitti. O günlerde neredeyse atları Verrall kadar çok düşünüyor, rüyalarında onları görüyordu. Öyle bir zaman geldi ki 'çok fazla avlandığı' konusunda yalnızca palavralar atmakla kalmayıp bunlara neredeyse inanmaya başladı.

Her bakımdan çok iyi anlaşıyorlardı. Verrall kızı hiçbir zaman Flory'nin yaptığı gibi sıkmıyor, kafasını karıştırmıyordu. (Aslına bakılırsa o günlerde Flory'yi neredeyse unutmuştu.) Verrall'in aydınlara özgü her şey kendisinden bile daha fazla küçümsemesi onları birbirlerine bağlıyordu. Bir keresinde Verrall on sekiz yaşından beri tek bir kitap okumadığını ve aslında kitaplardan nefret ettiğini söylemişti; "Elbette Jorrock ve onun gibiler dışında." Üçüncü ya da dördüncü gezilerinin akşamında Verrall kızdan Lackersteen'lerin kapısının önünde ayrılıyordu. Mrs. Lackersteen'in yemek davetlerine başarıyla direnmişti; şimdiye kadar Lackersteen'lerin evine ayak basmamıştı ve basmaya da niyeti yoktu. Seyis Elizabeth'in midillisini alırken Verrall "Bak ne diyeceğim," dedi. "Bir dahaki sefere sen Belinda'ya bineceksin, ben kestane rengi olana. Sanırım artık bindiğinde Belinda' nın ağzını yaralamayacak kadar ustalaştın."

Belinda Arap kısrağın adıydı. Verrall onu iki yıl önce almış ve o günden beri kendisinden başka hiç kimsenin binmesine izin vermemişti; seyisin bile. Bu birisine gösterebileceği en büyük lütuftu. Elizabeth, Verrall'in bakış açısını o kadar iyi tanıyordu ki kendisine sunulanın ne büyük bir şey olduğunu anladığı için çok minnettar kalmıştı.

Ertesi akşam atlarının sırtında yan yana eve dönerlerken Verrall kolunu Elizabeth'in omzuna doladı, onu eyerinden kaldırıp kendisine doğru çekti. Çok güçlüydü. Yuları bırakıp boşta kalan eliyle yüzünü kendi yüzüne doğru çevirdi; dudakları birleşti. Bir an için kızı öyle tuttu, sonra yere indirip kendisi de atından indi. Birbirlerine sarılmış, ince, sırılsıklam gömlekleri birbirine yapışmış bir şekilde durdular. Verrall iki yuları da koluna takmıştı.

Hemen hemen o anda, yirmi mil uzakta Flory de Kyauktada'ya dönmeye karar vermişti. Cangılın kıyısında, kurumuş bir ırmağın kenarında duruyordu. Yorgun düşene kadar yürümüştü; şimdi de yüksek otların tohumlarını yiyen isimsiz ufak ispinozları seyrediyordu. Erkekleri krom sarısıydı, dişiler ise dişi kırlangıçlara benziyorlardı. Otları eğemeyecek kadar ufaklardı. Kanat çırparak otlara yaklaşıyor, uçarken tohumları yakalayıp onların ağırlığıyla yere iniyorlardı. Flory kuşları ilgisizce izledi ve onlardan neredeyse nefret etmeye başladı, çünkü içinde hiçbir ilgi kıvılcımı uyandırmıyorlardı. Sopasını tembelce üzerlerine fırlatıp kuşları kaçırdı. Elizabeth burada olsaydı, o burada olmuş olsaydı! Her şey -kuşlar, ağaçlar, çiçekler, her şey- ölümüne anlamsızdı çünkü Elizabeth burada değildi. Günler geçtikçe onu yitirmiş olduğundan hiç kuşkusu kalmıyor, giderek daha derinden hissettiği bu duygu her ânını zehirliyordu.

Cangılın içine doğru biraz ilerledi. Sopasıyla yerdeki sürüngenleri dürtüyordu. Kolları ve bacakları gevşemiş ve kurşun gibi ağırlaşmıştı. Çalıların üzerinde bir yabani vanilya ağacının yükseldiğini fark etti. İnce, güzel kokulu meyvelerini koklamak için eğildi. Bu koku onda bir çürümüşlük ve ölümüne özlem duygusu uyandırdı. Yalnızdı, yalnızdı, yaşam denizinde ıssız bir adaydı o! Acısı öyle büyüktü ki ağaca bir yumruk attı, kolunu burkmuş, elini yaralamıştı. Kyauktada'ya dönmesi gerekiyordu. Bu aptalcaydı. Aralarındaki o sahneden bu yana yalnızca iki hafta geçmişti ve tek şansı kıza bunu unutacak kadar zaman vermekti. Yine de geri dönmeliydi. Bu öldürücü yerde, bitmez tükenmez yaprakların arasında yalnızca düşünceleriyle baş başa daha fazla kalamayacaktı.

Aklına sevindirici bir düşünce geldi. Hapishanede işlenen leopar derisini Elizabeth'e götürecekti. Bu onu görmesi için bir bahane olacaktı, hem yanında armağan götüren birinin söyledikleri dinlenirdi genellikle. Bu kez kızın daha o konuşamadan sözünü kesmesine izin vermeyecekti. Açıklayacak, her şeyi önüne serecek, ona haksızlık ettiğini gösterecekti. Elizabeth uğruna kapı dışarı ettiği Ma Hla May yüzünden onu lanetlemesi doğru değildi. Hikâyenin aslını öğrenince onu affedeceği kesindi, öyle değil mi? Hem bu kez onu sonuna kadar dinlemek zorundaydı; konuşurken onu kolundan yakalaması gerekse bile kendisini dinlemesi için zorlayacaktı.

O akşam geri döndü. Katır arabalarıyla yirmi millik bir yolculuk yapması gerekiyordu, ama Flory gece yürümeyi tercih etti ve geceleri daha serin olduğu için böyle yaptığını söyledi. Hizmetkârlar gece yürüyüş yapma düşüncesini duyunca neredeyse isyan edeceklerdi. Son anda yaşlı Sammy yarı gerçek bir nöbet geçirip yere yığılınca yola çıkabilmesi için onu cinle ayıltmak gerekti. Aysız bir geceydi. Yollarını fener ışığıyla buluyorlardı. Fenerlerin ışığında Flory'nin gözleri zümrüt gibi, katırların gözleri de ay taşları gibi parlıyordu. Güneş doğduğunda hizmetçiler çalı çırpı toplayıp kahvaltı hazırlamak için durakladılar, ama Flory bir an önce Kyauktada'ya varmak istediği için önden yürüdü. Hiç yorgunluk hissetmiyordu. Leopar postunu düşündükçe içi çılgınca umutlarla doluyordu. Kasabanın kıyısındaki ışıltılı nehri geçip dosdoğru Veraswami'nin bungalovuna gittiğinde saat ona geliyordu.

Doktor onu kahvaltıya davet etti ve kadınları saklanmaları için uygun bir yere kovaladıktan sonra onu kendi banyosuna aldı ki yıkanıp tıraş olabilsin. Kahvaltıda Doktor çok heyecanlıydı. Timsah ile ilgili suçlamalarla dolup taşıyordu; çünkü görünüşe bakılırsa yalancı isyanın çıkması çok yakındı. Kahvaltı bitene kadar Flory leopar postunun sözünü etme fırsatı bulamadı.

"Ah, bu arada benim işlenmesi için hapishaneye bıraktığım leopar postu ne oldu? İşi bitmiş midir acaba?"

"Vay..." dedi Doktor biraz rahatsız olmuş bir tavırla burnunu ovalayarak. İçeri girdi -kahvaltı için verandaya çıkmışlardı, çünkü Doktor'un karısı Flory'nin içeri alınmasına çok sert bir şekilde karşı çıkmıştı-, biraz sonra sarılıp bir bohçaya konmuş olan postla dışarı çıktı.

"Aslına bakarsanız..." diye söze başladı bohçayı açarken.

"Aman, Doktor!"

Post bütünüyle harap olmuştu. Karton kadar sertti, deri çatlamış, kürkün rengi solmuş, yer yer tüyleri dökülmüştü. Aynı zamanda iğrenç bir koku saçıyordu. İşlenmek yerine bir paçavraya çevrilmişti.

"Ay Doktor! Ne yapmışlar böyle! Nasıl oldu bu?"

"Çok üzgünüm dostum! Ben de tam bunun için özür dilemek üzereydim. Yapabileceklerinin en iyisi buydu. Artık hapishanede postları işleyen hiç kimse kalmadı."

"İyi ama lanet olsun, bunları çok güzel işleyen bir mahkûm vardı orada!"

"Ah evet, ama o üç hafta önce aramızdan ayrıldı."

"Ayrıldı mı? Ben onun cezasının yedi yıl olduğunu sanıyordum."

"Ne? Duymadınız mı dostum? Ben sizin postları işleyenin kim olduğunu bildiğinizi sanıyordum. Nga Shwe O yapardı bunu."

"Nga Shwe O?"

"U Po Kyin'in yardımıyla hapisten kaçan Dakoit."

"Hay lanet olsun!"

Bu kaza korkunç bir şekilde gözünü yıldırmıştı. Yine de öğleden sonra banyo yapıp üzerine temiz bir gömlek giydikten sonra saat dört sularında Lackersteen'lerin evine gitti. Aramak için çok erkendi ama Elizabeth'i kulübe gitmeden önce yakalamak istiyordu. Uykusundan uyanan Mrs. Lackersteen konuk beklemediği için onu oldukça kaba karşıladı, oturmasını bile söylemedi.

"Korkarım Elizabeth henüz aşağı inmedi. At binmek üzere hazırlanıyor. Bir mesaj bıraksanız daha iyi olmaz mı?"

Mrs. Lackersteen onu oturma odasında ayakta bırakıp gitti. Böyle zamanlarda hep olduğu gibi kendini çok kaba ve korkunç irileşmiş hissediyordu. Yine de Mrs. Lackersteen Elizabeth'i aşağı çağırdı ama kapının ününde "Şu korkunç adamdan bir an önce kurtulmaya bak canım. Günün bu saatinde onu evde görmeye dayanamıyorum," diye fısıldama fırsatı bulabilmişti.

Elizabeth odaya girdiğinde Flory'nin kalbi öyle çarpıyordu ki gözlerinin önünde kırmızımsı bir sis belirmişti. Kız ipek bir gömlek ve binici pantolonu giymiş, güneşte biraz yanmıştı. Flory'nin anılarında bile bu kadar güzel olmamıştı hiç. İçini bir çekingenlik doldurdu; o anda yitirdiğini hissetti - zorla toplayabildiği cesareti uçup gitmişti. Kızı karşılamak için ileri adım atmak yerine geriledi. Arkasında müthiş bir şangırtı koptu; bir sehpayı devirmiş, bir vazo zinya çiçeği yere düşmüştü.

"Özür dilerim!" diye haykırdı dehşet içinde.

"Yok,hiç sorun değil! Lütfen canınızı sıkmayın!"

Elizabeth onun sehpayı kaldırmasına yardımcı oldu. Bu sırada sanki hiçbir şey olmamış gibi neşeyle gevezelik ediyordu. "Çok uzun zamandır yoktunuz Mr. Flory! Artık bize yabancı oldunuz. Kulüpte sizi öyle özledik ki vb. vb." Vicdani bir görevi atlatmaya çalışan kadınların o ışıltılar saçan, öldürücü parlaklığıyla konuşurken her iki sözünden birine garip bir vurgu getiriyordu. Flory ondan öyle korkuyordu ki yüzüne bile bakamıyordu. Kız bir sigara kutusu alıp ona sigara ikram ettiğinde reddetti. Elleri sigaraya uzanamayacak kadar titriyordu.

"Size postu getirmiştim," dedi donuk bir sesle.

Biraz önce düzelttikleri sehpanın üzerine postu koydu. Öyle döküntü, öyle sefil görünüyordu ki hiç getirmemiş olmayı diliyordu. Elizabeth postu incelemek için ona yaklaştı. Çiçek gibi yanağı onunkinin otuz santim yakınına gelecek kadar yaklaşmıştı, Flory kızın bedeninin sıcaklığını hissedebiliyordu. Kızdan korkusu o kadar büyüktü ki telaşla geri çekildi. Aynı anda kız da yüzünü buruşturarak geriledi, postun pis kokusunu almıştı. Bu

Flory'yi müthiş utandırdı. Sanki kokan post değil de kendisiymiş gibi hissediyordu.

"Gerçekten çok teşekkür ederim, Mr. Flory!" derken kız kendisi ile post arasındaki uzaklığı iyice açtı. "Ne kadar güzel, kocaman bir post, öyle değil mi?"

"Öyleydi ama korkarım harap etmişler."

"Yok hayır! Benim olması çok mutluluk verici! Kyauktada'da uzun süre kalacak mısınız? Kamp ne korkunç sıcak olmalı!"

"Evet, çok sıcaktı."

Üç dakika boyunca gerçekten de havadan söz ettiler. Flory çaresizdi. Kendi kendine söyleyeceğine söz verdiği her şey, bütün düşünceleri ve yalvarmaları boğazına takılıp kalmıştı. "Seni aptal, seni aptal," diye düşünüyordu, "ne yapıyorsun sen? Yirmi mili bunun için mi geldin? Haydi, ne söyleyeceksen söylesene! Onu kollarından yakala; söyleyeceklerini dinlet, tekmele, döv - seni bu gevezeliklerle boğmasına izin verme de ne yaparsan yap!" Ama hiç umut yoktu. Önemsiz, boş gevezelikler dışında ağzından tek sözcük çıkmıyordu. Kızın o parlak, rahat havası, her sözcüğü kulüp gevezeliklerine çekiştirmesi onu daha konuşamadan sustururken nasıl yalvarabilir ya da tartışabilirdi? Böyle korkunç, ürkütücü bir parlaklığa bürünmeyi nereden öğreniyorlardı? Kuşkusuz şu hareketli, modern kız okullarında. Sehpanın üzerindeki bohça onu her an daha çok utandırıyordu. Orada neredeyse hiç ses çıkarmadan duruyordu. Uykusuz geceden sonra kırışmış, sararmış yüzü ve bir çamur izi gibi duran doğum lekesiyle kaba ve çirkindi.

Kız birkaç dakika içinde ondan kurtulmayı başardı: "Ve şimdi Mr. Flory, eğer sizin için sakıncası yoksa benim gerçekten..."

Flory konuşmaktan çok homurdandı. "Biraz benimle dışarı çıkmak ister miydiniz? Yürüyüşe çıkmak, ava gitmek... bir şeyler yapmak için?"

"Bu günlerde o kadar az zamanım var ki! Bütün akşamlarım dolmuş gibi görünüyor. Bu akşam at binmeye gidiyorum. Mr. Verrall ile," diye ekledi.

Bu son bilgiyi onu yaralamak için eklemiş olması olasıydı. Verrall ile olan arkadaşlığını Flory ilk o zaman duydu. Konuşurken kıskançlıktan sesinin ölgün ve donuk bir şekilde çıkmasını engelleyemedi:

"Verrall ile birlikte çok fazla at mı biniyorsunuz?"

"Neredeyse her akşam. Öyle muhteşem bir binici ki. Üstelik gerçekten harika polo midillileri var!"

"Ah. elbette. Benim hiç polo midillim yok."

İlk olarak biraz ciddiyete yaklaşan bir şey söylemişti ve bu sözleri kızı müthiş kızdırdı. Ama yanıt verirken aynı rahat ve neşeli havasını korudu, sonra dışarı çıkması için yol gösterdi. Mrs. Lackersteen oturma odasına geldi, havayı kokladı ve hemen hizmetçilere leopar postunu dışarı çıkarıp yakmalarını söyledi.

Flory kendi bahçe kapısında güvercinleri bekleme bahanesiyle bir süre oyalandı. Ne kadar acı vereceğini bile bile Elizabeth ve Verrall'in birlikte at binişlerini görmek için beklememek elinden gelmiyordu. Kız ona ne kadar kaba, ne kadar acımasızca davranmıştı! İnsanların adam gibi tartışacak kadar bile incelik göstermemeleri korkunç bir şeydi. O sırada Verrall beyaz midillinin üzerinde Lackersteen'lerin kapısına geldi, seyis de kestane rengi olana biniyordu. Bir duraklama oldu, sonra hepsi bir araya geldiler. Şimdi Verrall kestane rengi olana binmişti, Elizabeth beyazın üstündeydi. Hızla tepeye tırmandılar. Gülüşüyor, konuşuyorlardı. Elizabeth'in ipek gömlekli omzu Verrall'inkine çok yakındı. Ne biri ne de öteki Flory'nin durduğu yöne bakmadı.

Cangılda gözden kaybolduklarında Flory hâlâ bahçede oyalanıyordu. Havadaki ışık sarıya dönmeye başlamıştı. Mali bahçedeki İngiliz çiçeklerini budamakla uğraşıyordu. Çiçeklerin birçoğu aşırı güneş ışığından kavrulmuş, yaban otlarıyla, horozibikleri ve zinyalarla başa çıkamayıp ölmüşlerdi. Bir saat sonra hüzünlü, toprak rengi bir Hintli eve çıkan yolda belirdi. Beline peştamalı bağlamıştı ve somon pembesi pagri'sinin üzerinde bir çamaşır sepeti taşıyordu. Sepetini yere indirip Flory'yi selamladı.

"Kimsin sen?"

"Sahafım sahip."

Sahaf Yukarı Burma'nın idare merkezlerini dolaşan gezgin bir kitap satıcısıydı. Uyguladığı satış yöntemine göre elindeki kitap yığınından seçtiğiniz her kitap için ona dört anna ve bir de başka kitap vermeniz gerekiyordu. Ama her kitabı almazdı, çünkü sahaf okuma yazma bilmese de bir Incil'i tanıyıp reddedecek kadar bilgi edinmişti.

"Hayır sahip," derdi ağlamaklı bir sesle, "hayır. Bu kitap... (beğenmez bir yüzle kitabı sıska kahverengi ellerinde evirip çevirirdi), siyah kaplı, üzerinde altın harfler olan bu kitabı alamam. Niye olduğunu bilmiyorum ama bütün sahip'ler bana bu kitabı teklif ediyor, hiç kimse de almak istemiyor. Bu siyah kitabın içinde ne olabilir acaba? Kötü bir şeyler olduğu kuşkusuz."

"Göster bakalım şu süprüntülerini," dedi Flory.

Kitapların arasında iyi bir korku kitabı arıyordu -Edgar Wallace, Agatha Christie ya da ona benzer bir şey; yüreğindeki o öldürücü huzursuzluğu biraz olsun bastırabilecek bir şey. Kitapların üzerine eğildiği sırada iki Hintlinin de çığlıklar atarak cangılın kıyısını işaret ettiklerini gördü.

"Dekko!" dedi mali. Ağzında erik varmış gibi konuşuyordu.

İki midilli cangıldan çıkıyorlardı ama üzerlerinde binicileri yoktu. Sahibinden kaçmış bir atın o aptal, suçlu havasıyla tepeden aşağı koşarlarken üzengileri sağa sola savruluyor, karınlarının altında birbirlerine çarpıyorlardı.

Flory kitaplardan birini göğsüne yapıştırmış, bilincini yitirmiş gibi duruyordu. Verrall ve Elizabeth atlarından inmişlerdi. Bu bir kaza değildi; aklını ne kadar zorlarsa zorlasın Verrall'in atından düşmüş olabileceğini hayal edemiyordu. Atlarından inmişlerdi, midilliler de kaçmıştı.

Atlarından inmişlerdi - ne için? Of, ne için olduğunu pekâlâ biliyordu! Su götürür bir yanı bile yoktu; biliyordu. Bütün olan biteni görür gibi oluyordu. En ince ayrıntısına kadar kusursuz ve son derece açık saçık olduğu için insanın karşısında dayanamadığı bir sanrı kadar açıkça gözünün önünde beliriyordu her şey. Şiddetle kitabı yere fırlatıp eve girdi. Sahafhayal kırıklığına uğramıştı. Hizmetkârlar içeride dolaştığını duydular, sonra bir şişe viski getirmelerini istedi. Bir içki içti, ama bu işe yaramamıştı. Bunun üzerine viski kadehinin üçte ikisini viskiyle doldurdu, içilebilir olacak kadar su ekledi ve tepesine dikti. Pis, mide bulandırıcı doz boğazından aşağı iner inmez aynı şeyi bir kez daha yineledi. Yıllar önce kampta, bir dişçiden üç yüz mil uzakta diş ağrısıyla kıvranırken de böyle yapmıştı. Saat yedide Ko S'la her zamanki gibi banyo suyunun hazır olduğunu söylemek için içeri girdi. Flory kanepelerden birinde yatıyordu, ceketini çıkarmıştı, gömleğinin üst düğmeleri açıktı.

"Banyon hazır, thakin," dedi Ko S'la.

Floryyanıt vermeyince Ko S'la uyuduğunu düşünüp koluna dokundu. Flory hareket edemeyecek kadar sarhoştu. Boş şişe yerde yuvarlandı, arkasında viski damlalarından bir iz bıraktı Ko S'la, Ba Pe'yi çağırdı, dilini şaklatarak boş şişeyi yerden aldı.

"Şu yaptığına bak! Şişenin neredeyse hepsini içmiş!"

"Ne, yine mi? İçki içmeyi bıraktığını sanıyordum."

"Şu lanet olası kadın yüzünden sanırım. Şimdi onu yavaşça taşımamız gerekiyor. Sen ayaklarından tut, ben başından. Tamam. Kaldır şimdi."

Flory'yi öteki odaya taşıyıp yavaşça yatağına yatırdılar.

"Gerçekten şu 'İngaleikma' ile evlenecek mi?" diye sordu Ba Pe.

"Kim bilir. Şu sıralar genç polis subayının metresi olduğunu söylediler bana. Onların yaşam biçimleri bizimkine benzemiyor. Sanırım bu gece ne isteyeceğini biliyorum," diye ekledi Flory'nin pantolon askılarını çözerken - Ko S'la bekârların hizmetkârları için çok gerekli bir sanat olan efendisini uyandırmadan soyma sanatında ustaydı.

Hizmetçiler efendilerinin bekârlık alışkanlıklarına geri döndüğünü görünce pek o kadar üzülmüşe benzemiyorlardı. Flory gece yarısı tere batmış bir şekilde uyandı. Kafasının içinde kocaman, keskin köşeli, metal bir nesne sağa sola vuruyormuş gibi hissediyordu. Cibinlik gerilmişti ve yatağın yanında nasır bir yelpazeyle onu yelpazeleyen genç bir kadın oturuyordu. Kadının mum ışığında bronz-altın gibi görünen hoş, esmer bir yüzü vardı. Flory'ye kendisinin fahişe olduğunu, Ko S'la'nın on rupi ödeyerek onu tuttuğunu ve sorumluluğu da üzerine aldığını açıkladı.

Flory'nin başı çatlıyordu. "Tanrı aşkına bana içecek bir şeyler getir," dedi kadına ateşli bir sesle. Kadın, Ko S'la'nın serinletip hazır tuttuğu madensuyunu ve ıslak bir havlu getirip alnını silmeye girişti. Şişman, iyi huylu bir yaratıktı. Adının Ma Sein Galay olduğunu, bu işinin yanı sıra pazarda Li Yeik'in dükkânının yakınında bir yerde hasır sepetler sattığını söyledi. Flory'nin başı biraz iyileşince bir sigara istedi; bunun üzerine sigarayı getiren Ma Sein Galay safça sordu: "Şimdi elbiselerimi çıkarayım mı thakin?"

Neden olmasın, diye düşündü Flory. Yatağında kadına yer açtı. Ama burnuna o tanıdık sarmısak ve hindistan cevizi yağı kokusu gelince içinde büyük bir acı hissetti, başını Ma Sein Galay'in tombul omzuna dayayıp ağlamaya başladı. Böyle bir şeyi on beş yaşından beri yapmamıştı.

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro