Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

BÖLÜM 17

Flory o akşam yemekten sonra kulübe gidene kadar Elizabeth'i görmedi. Yapması beklenebilecek şeyi yapmadı, onu arayıp bir açıklama yapmasını istemedi. Aynaya baktığında yüzü cesaretini kırmıştı. Bir yanında doğum lekesi, öteki yanında sıyrıkla öyle çirkin ve acıklı bir görünüşü vardı ki gün ışığında kendini göstermeye cesaret edemiyordu. Kulüp salonuna girdiğinde eliyle doğum lekesini kapadı - alnındaki bir sivrisinek ısırığını kaşıma bahanesiyle. Böyle bir anda doğum lekesini kapatmamak onun sinirlerinin kaldırabileceğinden daha fazlasını gerektiriyordu. Ama Elizabeth orada değildi zaten.

Bunun yerine beklenmedik bir tartışmanın ortasına düştü. Ellis ve Westfield cangıldan yeni gelmiş, ekşi bir havayla içki içiyorlardı. Rangoon'dan Burmalı Vatansever'in editörünün Mr. Macgregor'a yaptığı karalamalar yüzünde yalnızca dört ay hapis cezası aldığı haberi gelmişti. Ellis bu kadar hafif bir ceza verildiği için öfkeden köpürüyordu. Flory içeri girer girmez Ellis 'şu küçük, kara Çokyalaka' ile ilgili sözlerle onu iğnelemeye başladı. O anda tartışmanın düşüncesi bile Flory'yi esnetiyordu, ama dikkatsiz yanıtlar vermesi bir tartışma başlattı yine de. Tartışma kızıştı, Ellis, Flory'ye karaların sevgilisi deyince Flory de aynı türden bir yanıt verdi, bunun üzerine Westfield'in de sabrı taştı. İyi huylu bir adamdı ama Flory'nin Bolşevik düşüncelerinden zaman zaman rahatsız oluyordu. Her şey konusunda bir doğru, bir de yanlış görüş varken niçin Flory'nin her zaman yanlış olanı seçmekten hoşlandığını bir türlü anlayamıyordu. Flory'ye 'lanet olası bir Hyde Park kışkırtıcısı gibi konuşmaya başlamamasını' söyledikten sonra kısa bir vaaz verdi. Konusu pukka sahip'in beş temel erdemiydi.

Prestijimizi korumak

Sıkı bir yumruk (kadife eldivensizinden)

Biz beyazlar birlik olmalıyız

Onlara elini verirsen kolunu kaptırırsın, ve 

Esprit de Corps

Bütün bunlar sırasında Elizabeth'i görme endişesi Flory'nin yüreğini öylesine kemiriyordu ki ona söylenenleri neredeyse duymuyordu. Üstelik bütün bunları o kadar çok, ama o kadar çok duymuştu ki - Rangoon'daki ilk haftasında karşılaştığı burma sahip (cin düşkünü yaşlı bir İskoç'tu, yarış midillileri yetiştirmekte çok ustaydı, bir süre sonra aynı atı iki farklı adla yarışa soktuğu için uyarı almıştı) bir yerli cenazesi geçerken topi şapkasını çıkardığını görünce onu azarlayarak "Unutma evlat, her zaman şunu hatırla, biz sahiplog'uz, onlarsa pislik," dediğinden beri belki yüz kere, belki bin kere. Böyle saçmalıkları dinlemek onun artık midesini bulandırıyordu. Bu yüzden söver gibi bir şekilde konuşarak Westfield'in sözünü kesti:

"Of, kapat çeneni! Bu konudan bıktım artık. Veraswami çok iyi bir adam - tanıdığım kimi beyaz adamlardan çok çok daha iyi üstelik. Zaten bir dahaki genel toplantıda onun kulübe üye alınmasını önereceğim. Belki şu lanet yerin seviyesini yükseltir biraz."

Bu sözler üzerine tartışma ciddileşebilirdi, ama kulüpteki bütün tartışmalar gibi içeride seslerin yükseldiğini duyan kâhyanın kapıda belirmesiyle kesildi.

"Efendim beni mi çağırdı?"

"Hayır, cehennemin dibine git!" dedi Ellis aksi aksi.

Kâhya yerine döndü, ama bu şimdilik tartışmanın sonu olmuştu. O anda dışarıda ayak sesleri ve konuşmalar duyuldu; Lackersteen'ler kulübe gelmişlerdi.

Salona girdiklerinde Flory, Elizabeth'in yüzüne bakacak cesareti bile bulamadı; ama üçünün de her zamankine göre çok daha şık giyinmiş olduklarını fark etmişti. Mr. Lackersteen bir akşam ceketi giymişti -mevsim nedeniyle beyaz bir ceket-ve son derece ayıktı. Beyaz gömleği ve pike yeleği sanki yalnızca bedenini değil, ahlak duygusunu da dik tutan bir korse olmuştu. Üzerindeki kırmızı elbise Mrs. Lackersteen'i çok şık ve ince, uzun gösteriyordu. Önemli bir konuğu bekliyormuş gibi bir izlenim veriyorlardı, ama bu izlenimin neden kaynaklandığını anlatmak güçtü.

İçkiler söylenip Mrs. Lackersteen punkah'ın altında her zamanki yerine oturduğunda Flory onlardan uzakta bir sandalye seçti. Henüz Elizabeth'le karşılaşmaya cesareti yoktu. Mrs. Lackersteen son derece aptalca bir tavırla sevgili Galler Prensi'nden söz etmeye başladı. Bir müzikal komedide geçici olarak düşes rolü oynayan bir koro kızı gibi bir aksanla konuşuyordu. Ötekiler içlerinden 'Bu salağın derdi ne?' diye düşünmeye başlamışlardı. Flory Elizabeth'in neredeyse tam arkasına yerleşmişti. Elizabeth o zamanların modasına uygun çok açık yakalı sarı bir elbise giymişti, elbisesine uygun şampanya rengi çorapları ve ayakkabıları vardı ve elinde kocaman, devekuşu tüyünden bir yelpaze tutuyordu. Öyle şık, öyle olgun görünüyordu ki Flory ondan her zamankinden de daha fazla çekiniyordu. Onu öpmüş olduğuna inanamıyordu şimdi. Kız aynı anda herkesle rahat bir sohbete girişmişti. Arada sırada birkaç sözle genel konuşmaya katılmaya cesaret ediyordu Flory; ama Elizabeth ona hiç doğrudan yanıt vermemişti. Bununla onu görmezden geldiğini mi göstermek peşindeydi, anlamıyordu.

"Pekâlâ," dedi Mrs. Lackersteen, "kim bir rubbah istiyor?"

Çok açıkça 'rubbah' demişti, aksam giderek daha da aristokratlaşıyordu. Bu açıklanabilir bir şey değildi. Görünüşe bakılırsa Ellis, Westfield ve Mr. Lackersteen de bir 'rubbah' istiyorlardı. Elizabeth'in oynamadığını görür görmez Flory oyuna katılmayı reddetti. Onunla ya şimdi yalnız kalabilirdi ya da asla. Hepsi oyun odasına geçtiklerinde bir korku ve rahatlama duygusuyla Elizabeth'in en arkadan geldiğini gördü. Kapıda bekleyip yolunu kesti. Ölü gibi sararmıştı. Kız ondan biraz uzaklaştı.

"Özür dilerim," dedi ikisi de aynı anda.

"Bir dakika," dedi Flory titreyen bir sesle. "Seninle konuşabilir miyim? Senin için bir sakıncası yok değil mi? Söylemem gereken bir şey var."

"Lütfen geçmeme izin verir misiniz Mr. Flory?"

"Lütfen, lütfen! Şimdi yalnızız. Yalnızca birkaç şey söylememi reddetmeyeceksin değil mi?"

"Neymiş söyleyeceğiniz şey?"

"Yalnızca şunu söyleyecektim. Seni kıracak her ne yaptıysam lütfen bana bunun ne olduğunu söyle. Söyle bana da kendimi düzelteyim. Seni kırmaktansa bileklerimi keserim daha iyi. Lütfen söyle bana. Böyle ne olduğunu bile bilmeden sürmesine dayanamıyorum."

"Gerçekten neden söz ettiğinizi anlamıyorum. Ne yapıp da beni kırdığınızı mı söylememi istiyorsunuz? Siz beni nasıl kırabilirsiniz ki? Niye kırasınız?"

"Ama bir şey yapmış olmalıyım! Bana böyle davrandığına göre!"

"Size nasıl davrandığıma göre? Ne demek istediğinizi anlamıyorum. Niçin böyle alışılmadık bir biçimde konuştuğunuzu hiç anlamıyorum."

"Ama benimle konuşmuyorsun bile! Bu sabah yokmuşum gibi geçip gittin yanımdan."

"Herhalde davranışlarımın hesabını vermek zorunda değilim."

"Ama lütfen, lütfen! Böyle birdenbire küçümsenmenin benim için ne korkunç bir şey olduğunu görmüyor musun? Hem daha dün gece..."

Kızın yüzü pembeleşti. "Bana kalırsa böyle şeylerin sözünü etmeniz son derece uygunsuz bir davranış!"

"Biliyorum, biliyorum. Bütün bunları biliyorum. Ama başka ne yapabilirim ki? Bu sabah sanki ben yerde duran bir taşmışım gibi geçip gittin Seni bir şekilde kırmış olduğumu biliyorum. Ne yaptığımı öğrenmek istediğim için beni suçlayabilir misin?"

Her zamanki gibi konuştukça işleri daha da batırıyordu. Yaptığı şey her neyse bunu konuşmaya çalışmanın kızın gözüne o şeyin kendisinden bile kötü göründüğünü anlıyordu. Hiçbir şey açıklamayacaktı. Onu karanlıkta bırakacak, küçümseyecek, sonra da hiçbir şey olmamış gibi davranacaktı; tam kadınlara özgü bir davranış. Yine de onu zorladı:

"Lütfen söyle bana. Aramızdaki her şeyin böyle bitmesine izin veremem."

"Aramızdaki her şeyin bitmesi mi? Bitecek bir şey yok ki!" dedi kız soğuk bir sesle.

Bu sözlerdeki kabalık Flory'yi yaralamıştı, hızla konuştu.

"Sen böyle değildin Elizabeth! Bir insana iyi davrandıktan sonra ona öldürücü bir vuruş vurmak, sonra da nedenini söylemeyi reddetmek adıl bir davranış değil. Benimle açıkça konuşabilirsin. Lütfen söyle, ne yaptım?"

Kız ona yan yan, acı bir bakış attı. Yaptığı şeyden dolayı değil, ona bunu söyletmeye çalıştığı için böyle bakıyordu. Ama belki de bu sahnenin bir an önce bitmesini istiyordu.

"Peki, eğer ille de beni konuşmaya zorluyorsanız..."

"Evet?"

"Bana anlatılanlara göre siz benimle... bana sanki... of, yani siz benimle... birlikteyken, of bu çok çirkin bir şey! Söyleyemiyorum."

"Devam et."

"Bana sizin evinizde Burmalı bir kadın tuttuğunuzu söylediler. Ve şimdi lütfen geçmeme izin verir misiniz?"

Bu sözlerden sonra kısa eteğini savurarak önünden süzüldü -bunu anlatabilecek başka bir sözcük olamaz-ve oyun odasına girip gözden kayboldu. Flory kapıda durmuş arkasından bakıyordu, konuşamayacak kadar şaşırmıştı ve çok aptalca bir görünüşü vardı.

Bu korkunç bir şeydi. Bundan sonra kızın yüzüne bakamazdı. Kulüpten dışarı çıkmak için hızla döndü, sonra vazgeçti. Bırakın kızın karşısına çıkmaya, oyun odasının kapısından geçmeye bile cesareti yoktu. Nasıl kaçacağını düşünerek salona girdi, sonunda veranda parmaklıklarına tırmanıp Irrawaddy'ye kadar uzanan küçük çayırlığa atladı. Alm ter içinde kalmıştı. Öfke ve umutsuzluktan çığlıklar atabilirdi. Lanet olası şanssızlık! Böyle bir şey yüzünden yakalanmak. 'Burmalı bir kadın tutmak' - üstelik bu doğru bile değildi! Ama reddetmek ne işe yarardı! Ah, hangi kahrolası kötü talih bunu kızın kulaklarına kadar ulaştırmıştı?

Ama aslında bu talihsizlik değildi. Bunun son derece sağlam bir nedeni vardı. O akşam kulüpte Mrs. Lackersteen'in öyle garip davranmasının nedeni de aynıydı. Önceki gece, tam depremden önce Mrs. Lackersteen siviller listesini okuyordu. Siviller listesi (bu listede Burma'daki her görevlinin ne kadar kazandığı yazılıydı) onun için tükenmez bir ilgi kaynağıydı. Tara bir kere Mandalay'da karşılaştığı bir orman koruyucunun gelirlerini hesaplamakla uğraşırken aklına Mr. Macgregor'dan ertesi gün yanında yüz polisle birlikte Kyauktada'ya gelecek olan Teğmen Verrall'e bakmak geldi. Onun adını bulduğunda adının önünde neredeyse aklını başından alan bir sözcük yazdığını gördü.

Bu sözcük 'Asaletli' idi.

Asaletti. Soylu teğmenlere çok az rastlanırdı, Hint ordusunda elmas kadar ender görülürlerdi, Burma'daki do-dolar kadar enderlerdi. Ve eğer elli millik bir alandaki tek evlenmeye uygun genç kızın yengesiyseniz ve ertesi gün soylu bir teğmenin geleceğini duyarsanız - evet! Mrs. Lackersteen üzüntüyle Elizabeth'in o sırada Flory ile birlikte bahçede olduğunu hatırladı - aylık ücreti yalnızca yedi yüz rupi olan ve büyük bir olasılıkla şu anda Elizabeth'e evlenme teklif etmekle meşgul olan şu ayyaş ve sefil Flory'yle! Aceleyle Elizabeth'i içeri çağırmak için verandaya çıkıyordu ki deprem buna engel oldu. Neyse ki eve giderken konuşma şansı bulabilmişti. Mrs. Lackersteen sevgiyle Elizabeth'in elini tuttu ve olabilecek en şefkatli sesiyle konuştu:

"Şu Flory'nin evinde Burmalı bir kadın tuttuğunu biliyorsundur herhalde sevgili Elizabeth?"

Bir an için bu ölümcül suçlama büyük bir tepki yaratmadı. Elizabeth ülkede o kadar yeniydi ki söylenenler onun üzerinde hiç etki bırakmamıştı. 'Evinde bir papağan tutmak'tan farklı gelmemişti ona.

"Evinde Burmalı bir kadın mı tutuyor? Ne için?"

"Ne için mi? Tatlım, bir adam bir kadını ne için tutar?"

Ve elbette bu kadarı yetmişti.

Flory uzun bir süre nehrin kıyısında durdu. Yükselen ay suyun üzerinde geniş bir elektron kalkanı gibi yansıyordu. Dışarıda havanın serinliği Flory'nin ruh halini değiştirmişti. Artık kızmayı bile yüreği kaldırmıyordu. Çünkü ölümcül bir dürüstlük ve kendini aşağılama duygusuna kapılmış, olanların hepsini hak ettiğini anlamıştı. Bir an için ay ışığında önünden bir hayaletler birliği gibi sıra sıra Burmalı kadının geçtiğini görür gibi oldu. Tanrım, kaç taneydiler! Bin - yok ama en azından yüz tane vardı. 'Sağa bak!' diye düşündü umutsuzca. Kafalarını ona çevirdiler ama yüzleri yoktu, çizgileri olmayan oval disklerdi yalnızca. Şurada bir mavi longyi, burada bir çift mercan küpe hatırlıyordu, ama aklına neredeyse tek bir yüz ve tek bir ad gelmedi. Tanrılar adildi; zevk için işlediğimiz suçları (zevk miydi bu gerçekten!) bizi cezalandırmada kullanıyorlardı. Bir daha arındırılmayacak kadar kirlenmişti ve bu da onun cezasıydı.

Kroton çalılarının arasından ağır ağır yürüyüp kulübün çevresini dolandı. Felaketin acısını tam olarak hissedemeyecek kadar üzgündü. Bütün derin yaralar gibi acısı çok sonra çıkacaktı. Kapıdan geçtiği sırada arkasındaki yaprakların arasında bir şey kımıldadı. İrkildi. Birisi Burma dilinin sert heceleriyle bir şeyler fısıldıyordu.

"Pike-san pay-like! Pike-san pay-like!"

Aniden arkasına döndü. Pike-san pay-like (bana para ver) sözcükleri yineliyordu. Altın mohur ağacının gölgesinde duran bir kadın gördü. Bu Ma Hla May'di. Düşmanca bir havayla endişeli bir şekilde ay ışığına çıktı. Flory'nin ona vurmasından korkuyormuş gibi uzak duruyordu. Pudrayla kaplanmış yüzü ay ışığında hastalıklı bir beyazlıkta görünüyordu. Bir kafatası kadar çirkin ve küstah görünüyordu.

Kızı görünce çok şaşırmıştı. "Lanet olası, senin burada ne işin var?" dedi İngilizce öfkeyle.

"Pike-san pay-like!"

"Ne parası? Ne demek istiyorsun? Niçin böyle peşimden gelip duruyorsun?"

"Pike-san pay-like!" diye yineledi kız neredeyse çığlık atarak. "Bana söz verdiğin para, thakin! Bana daha para vereceğini söylemiştin. Şimdi istiyorum, tam şimdi!"

"Sana şimdi nasıl para verebilirim? Önümüzdeki ay alacaksın. Zaten yüz elli rupi verdim ya."

Sesinin bütün gücüyle Pike-san pay-like ve buna benzer sözcükleri yineleyerek çığlık atmaya başlayınca Flory çok korktu. Bir isteri krizi geçirmek üzereymiş gibi görünüyordu kız. Çıkardığı sesin yüksekliği şaşırtıcıydı.

"Sessiz ol! Kulüpten duyacaklar!" diye bağırdı ve bunu söyler söylemez kıza böyle bir şeyi hatırlattığına pişman oldu.

"Yaa, şimdi seni nasıl korkutacağımı biliyorum! Bana hemen şimdi parayı ver, yoksa imdat çığlıkları atıp hepsini buraya toplarım. Çabuk, şimdi ver, yoksa bağırmaya başlıyorum!"

"Seni köpek!" diyen Flory ona doğru bir adım attı. Kız çevik bir şekilde geri kaçtı, terliğini çıkarıp ona meydan okur gibi durdu.

"Çabuk ol! Şimdi elli rupi ver, gerisini yarın verirsin. Çık parayı! Yoksa öyle bir bağırırım ki pazardan bile duyarlar!"

Flory sövüp sayıyordu. Böyle bir sahneye hiç uygun bir zaman değildi. Sonunda cüzdanını çıkardı, içinde yirmi beş rupi buldu, bunları yere fırlattı. Ma Hla May paraların üstüne atladı, saydı.

"Benelli rupi demiştim thakin!"

"Bende yoksa sana nasıl verebilirim. Cebimde yüz rupilerle mi dolaştığımı sanıyorsun?"

"Elli rupi dedim!"

"Of, çekil git yolumdan," diyen Flory onu itip yürüdü.

Ama sefil kadın onu rahat bırakmayacaktı. Yolda söz dinlemez bir köpek gibi peşinden yürüyor ve sanki paranın gelmesi için gürültü çıkarması yetecekmiş gibi Pike-san pay-like! Pike-san pay-like diye çığlık atıyordu. Kısmen kızı kulüpten uzaklaştırmak için, kısmen de ondan kurtulabilmek umuduyla Flory hızlandı, ama kız gerekirse onu eve kadar izlemeye kararlı görünüyordu. Bir süre sonra buna daha fazla dayanamadı, onu kovalamak için arkasını döndü.

"Hemen şu anda git buradan! Eğer beni izlemeye devam edersen bir anna bile alamayacaksın."

"Pike-san pay-like!"

"Seni aptal," dedi Flory, "bunu yapmanın ne yararı var? Üzerimde başka para yokken sana nasıl para verebilirim?"

"Ben de bu dediğine inanacaktım öyle mi?"

Umutsuzca ceplerini karıştırdı. O kadar endişeliydi ki kızdan kurtulmak için her şeyi vermeye hazırdı. Parmakları altın sigara tabakasına değdi. Tabakayı cebinden çıkardı.

"İşte, eğer sana bunu verirsem gidecek misin? Bunu otuz rupiye rehine verebilirsin."

Ma Hla May bir an düşünür gibi yaptı, sonra somurtkan bir suratla "Ver onu bana," dedi.

Flory tabakayı yolun arkasındaki çimenlerin arasına fırlattı. Kız tabakayı kaptığı gibi sanki Flory'nin bunu elinden almasından korkuyormuşçasına koşarak uzaklaştı. Flory geri dönüp evine giderken o korkunç sesten kurtulduğu için Tanrı'ya şükrediyordu. Sigara tabakası Ma Hla May'in on gün önce ondan çaldığı tabakaydı.

Kapıya geldiğinde dönüp arkasına baktı. Ma Hla May hâlâ tepenin eteğinde duruyordu. Ay ışığında gri bir heykelcik gibi görünüyordu. Bir köpeğin kuşkulu bir yabancıyı gözden kayboluncaya kadar izlemesi gibi durmuş onu seyrediyordu. Bu garipti. Birkaç gün önce ona şantaj mektubu gönderdiği zaman olduğu gibi şimdi de kızın çok tuhaf ve ondan beklenmedik bir şekilde davrandığını düşündü. Ondan hiç beklenmeyen bir kararlılıkla davranıyordu, sanki birileri onu kışkırtıyormuş gibi davranıyordu neredeyse.

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro