BÖLÜM 14
Flory ve Elizabeth'i taşıyan iki kano nakışa girip çıkan ince, kıvrık iğneler gibi Irrawaddy'nin doğu yakasından içerilere doğru giren ırmağın üzerinde ilerliyorlardı. Av gezisi günü gelmişti - kısa bir öğleden sonra gezisi olacaktı çünkü cangılda baş başa bir gece geçiremezlerdi. Akşamın göreli serinliğinde bir-iki saat avlanacak, sonra da yemek saatinde Kyauktada'ya dönmüş olacaklardı.
Ağaç gövdesinden oyulmuş kanolar koyu kahverengi sularda neredeyse hiçbir kıpırtı yaratmadan hızla süzülüyorlardı. Bol yapraklı, mavi çiçekli susümbülleri ırmağın üzerini öyle bir kaplamışlardı ki su bir metre genişliğinde kıvrımlı bir kurdele gibi görünüyordu. Ağaçların iç içe geçmiş dalları arasından yeşilimsi bir ışık süzülüyordu. Zaman zaman yukarıda papağanların bağrıştıkları duyulabiliyordu ama hızla yüzerek uzaklaşıp su-sümbüllerinin arasında kaybolan bir yılan dışında tek bir yabanı yaratık kendini göstermedi.
"Köye gelmemize ne kadar var?" diye seslendi Elizabeth arkadan gelen Flory'ye. Arkadaki kano daha büyüktü, Flo ve Ko S'la'dan başka bir de kürek çeken paçavralar giymiş, buruşuk bir ihtiyar kadın vardı.
"Ne kadar kaldı nine?" diye sordu Flory.
Yaşlı kadın ağzındaki sigarayı çıkardı, düşünmek için küreği dizinin üzerine koydu. "Seslenemeyecek kadar uzak," dedi bir süre düşündükten sonra.
"Yaklaşık yarım mil," diye çevirdi Flory.
İki mil yol gelmişlerdi. Elizabeth'in sırtı ağrıyordu. Dikkatsiz bir hareketle kanolar devrilebileceğinden dar, arkalıksız taburede dimdik oturmak, ayakları kayığın dibinde toplanan suyun içinde sağa sola savrulan ölü karideslerden uzak tutmak için yukarı kaldırmak gerekiyordu. Elizabeth'in kürekçisi altmış yaşında, yarı çıplak, kuru yaprak rengi ve genç bir delikanlı kadar kusursuz vücutlu bir Burmalıydı. Yıpranmış yüzü yumuşak ve neşeliydi. Burmalıların çoğununkinden daha güzel görünen siyah bulut gibi saçları gevşek bir şekilde toplanmıştı, bir-iki tutam saç yanaklarına düşüyordu. Elizabeth'in dizlerinin üzerinde amcasının tüfeği vardı. Flory tüfeği almayı teklif etmiş ama o bunu reddetmişti: Aslında tüfek ona öyle hoş bir duygu veriyordu ki, elinden bırakmayı canı istememişti. Kalın bir etek, sağlam ayakkabılar ve erkeklerin giydiği türden ipek bir gömlek giymişti. Başındaki Terai şapkasıyla giydiklerinin ona çok yakıştığının farkındaydı. Ağrıyan sırtına, yüzünü gıdıklayan sıcak ter damlalarına, ayak bileklerinin çevresinde vızıldayan kocaman, benekli sivrisineklere rağmen çok mutluydu.
Irmak daraldı, su sümbülleri yerlerini parlak, çikolata gibi bir çamurla kaplanmış dik kıyılara bıraktı. İlerde ırmak boyunca yamru yumru saz kulübeler uzanıyordu. Çıplak bir çocuk kulübelerden ikisinin arasında durmuş bir ipe bağladığı iri, yeşil bir böceği uçurtma gibi uçuruyordu. Avrupalıları görünce bağırmaya başlamasıyla bir anda ortalıkta çok sayıda çocuk belirdi. Yaşlı Burmalı kanoyu çamurlara yatırılmış palmiye gövdesinden yapılmış bir mendireğin arkasına soktu. Her yeri midyelerle kaplı olduğu için sağlam basılabilen palmiyenin üzerine sıçrayıp Elizabeth'in inmesine yardım etti. Ötekiler torbaları ve fişeklikleriyle peşlerinden gittiler. Flo böyle zamanlarda hep yaptığı gibi çamura düşüp omuzlarına kadar gömüldü. Mor bir paso giymiş sıska, yanağındaki çıbandan upuzun kırlaşmış tüyler fışkıran yaşlı bir beyefendi eğilip selam vererek yanlarına geldi, mendireğin çevresinde toplaşan çocukların kafalarına birkaç tokat attı.
"Köyün muhtarı," dedi Flory.
Yaşlı adam önlerine geçip onları evine götürdü. Tepetaklak bir L harfi gibi tuhaf, kambur bir yürüyüşü vardı. Romatizmalarının ve küçük bir hükümet görevlisi olduğu için sürekli eğilip selam vermek zorunda olmasının sonucuydu bu. Çocuklardan oluşan bir kalabalık Avrupalıların peşinde koşturuyordu. Onlara giderek daha çok sayıda köpek katıldı. Sürekli havlıyorlardı. Flo sahibinin ayaklarının dibinden ayrılmıyordu şimdi. Her kulübenin kapısında ağızları açık 'Ingaleikma'ya bakan ay yüzlü köylüler yığılmıştı. Geniş yaprakların gölgesindeki köy biraz karanlıktı. Yağmurlarda ırmak taşar, köyün alçak bölümlerini pis, tahtadan yapılmış bir Venedik'e çevirirdi. Burada yaşayan köylüler kanolarına binerek kapılarından dışarı çıkarlardı.
Muhtarın evi ötekilerden biraz daha büyüktü ve oluklu sacdan bir çatısı vardı. Yağmur yağdığında dayanılmaz bir gürültü çıkarmasına rağmen bu çatı muhtarın yaşamının en gurur verici şeyiydi. Bunun parasını ödemek için bir pagoda yaptırmaktan vazgeçmiş ve böylece Nirvana şansını önemli ölçüde azaltmıştı. Hızla merdivenleri tırmandı, verandada yatmış uyuyan bir gencin kaburgalarını yavaşça tekmeledi. Sonra Avrupalılara dönüp yeniden eğilerek selam verdi ve içeri girmelerini istedi.
"İçeri girelim mi?" diye sordu Flory. "Sanırım yarım saat kadar beklemek zorundayız."
"Verandaya sandalye getirmesini söyleyemez miyiz?" dedi Elizabeth. Li Yeik'in yerinde yaşadıklarından sonra elinden geldiğince bir daha asla bir yerli evine ayak basmamaya karar vermişti.
Evin içinde bir koşuşturma oldu, muhtar, delikanlı ve birkaç kadın kırmızı amber çiçekleri ve tenekelerde büyütülmüş begonyalarla ilginç bir şekilde süslenmiş iki sandalyeyi sürükleyerek dışarı çıkardılar. Belli iki içeride Avrupalılar için bir tür taht hazırlanmıştı. Elizabeth oturduğunda muhtar elinde bir çaydanlık, bir demet yemyeşil muz, altı kömür karası puroyla yanlarına geldi. Ama fincana çay doldurduğunda Elizabeth başını salladı çünkü çay gözüne Li Yeik'inkinden de daha kötü görünmüştü.
Muhtar utanmıştı, burnunu ovuşturuyordu. Flory'ye dönüp genç thakinma'nın çayının içine süt isteyip istemediğini sordu. Avrupalıların çaylarını sütle içtiklerini duymuştu. Eğer istenirse köylüler bir inek yakalayıp sütünü sağabilirlerdi. Elizabeth yine de çay içmek istemiyordu; ama susamıştı, Flory'den Ko S'la'nın çantasında getirdiği maden suyu şişelerinden birini getirtmesini istedi. Bunu gören muhtar hazırlıkları yeterli olmadığı için kendini suçlu hissederek geri çekildi ve verandayı Avrupalılara bıraktı.
Elizabeth tüfeği hâlâ dizlerinin üzerinde taşıyordu. Flory veranda parmaklıklarına dayanmış muhtarın getirdiği purolardan birini içiyor gibi yapıyordu. Elizabeth bir an önce atış yapmak istiyordu. Flory'yi soru yağmuruna tuttu.
"Ne zaman başlıyoruz? Sizce yeterince cephanemiz var mı? Yanımıza kaç tane köpek alacağız? Ah, gerçekten şansımızın yolunda gitmesini istiyorum! Sizce bir şeyler avlayabilecek miyiz dersiniz?"
"Öyle muhteşem şeyler olmayacak büyük olasılıkla. Birkaç cangıl güvercini, belki cangıl tavuğu. Cangıl tavuklarının sezonu değil şimdi, ama horozlarını vurmanın sakıncası yok. Yakınlarda bir leopar olduğunu, geçen hafta neredeyse köye kadar gelip bir katır öldürdüğünü söylüyorlar."
"Ah, bir leopar. Eğer onu bulabilseydik ne kadar güzel olurdu!"
"Pek olacak şey değil korkarım. Burma'da ava çıkmanın tek kuralı hiçbir şey ummamaktır. Yoksa kesinlikle hayal kırıklığına uğrarsın. Cangıl av hayvanlarıyla kaynıyor, ama pek çok kereler silahını ateşleme fırsatı bile geçmez eline."
"Niye öyle?"
"Cangılda bitki örtüsü çok sık. Beş yarda uzakta bir hayvan olabilir ama kendini göstermez. Sık sık köpeklerin yanı başından geçip gitmeyi başarırlar. Onları yalnızca bir an için görebilirsin. Üstelik bir de her yerde su olduğundan hiçbir hayvan özel bir yere bağlı değildir. Örneğin bir kaplan canı isterse yüzlerce mil gidebilir. Üstelik de her yanda avlayabileceği bu kadar çok hayvan olduğundan en ufak bir şeyden kuşkulandıklarında öldürdükleri hayvanın yanına bir daha geri dönmezler. Ben çocukken leş gibi kokan ölü ineklerin başında gecelerce kaplan beklerdim ama onlar bir daha geri gelmezlerdi."
Elizabeth kürekkemiklerini sandalyeye sürterek hafifçe kıpırdadı. Bir şey gerçekten çok hoşuna gittiği zamanlar yapardı bu hareketi. Flory'yi seviyordu, böyle konuştuğu zamanlarda gerçekten seviyordu onu. Avcılık konusundaki en sıradan bilgi kırıntılarından bile büyüleniyordu. Keşke kitaplar, sanat ve şu yapışkan şiirler yerine hep avcılıktan konuşsaydı! Ani bir hayranlık dalgasına kapılıp Flory'nin belli bakımlardan son derece yakışıklı bir erkek olduğuna karar verdi. Üst düğmesi açık Pagri kumaşından gömleği, şortu, putee'Ieri ve avcı botlarıyla öyle erkekçe bir görünüşü vardı ki! Güneşte yanmış, çizgilerle dolu yüzü bir askerin yüzüne benziyordu. Doğum lekeli yanağı öteki tarafa dönük olarak duruyordu Flory. Elizabeth onu daha fazla konuşmaya zorladı.
"Lütfen bana kaplan avıyla ilgili bir şeyler daha anlatın. Çok müthiş ilgi çekici bir şey bu."
Flory, yıllar önce kuli'lerinden birini öldüren yaşlı, uyuz bir insan yiyiciyi nasıl avladıklarını anlattı. Sivrisinek dolu machan'da bekleyiş; karanlık cangıldan onlara doğru yaklaşan kaplanın kocaman yeşil fenerler gibi gözleri; aşağıda bir kazığa bağlanmış olan ölü kuli'nin bedenini yerken çıkardığı boğuk sesler. Flory bütün bunları çok baştan savma bir şekilde anlatıyordu -Hindistan'dan gelen bütün can sıkıcı İngilizler hep kaplan avı hikâyeleri anlatmaz mı?- ama Elizabeth bir kere daha keyifle omuzlarını kıpırdattı. Flory böyle konuşmaların kızı ne kadar rahatlattığını ve onun canını sıkıp huzurunu kaçırdığı zamanları unutturduğunu fark etmiyordu. Patikadan yukarı doğru omuzlarında dah'lar altı kırpık saçlı genç geliyordu. Başlarında kır saçlı, sıska ve çevik bir ihtiyar vardı. Muhtarın evinin önünde durdular, içlerinden biri atları çağırır gibi bağırdığında muhtar dışarı çıktı ve öncülerin geldiğini söyledi. Eğer genç thakin-ma sıcaktan rahatsız olmuyorsa başlamaya hazırdılar.
Yola çıktılar. Köyün bir yanı iki metre yüksekliğinde ve dört metre genişliğinde kaktüs bir çitle korunuyordu. İki yanında kaktüslerin uzandığı dar bir yoldan yukarı çıkıldığında yanlarda bayrak direği yüksekliğinde bambuların yükseldiği tozlu, üzeri tekerlek izleriyle kaplı bir katır arabası yolu geliyordu. Öncüler tek sıra halinde hızla önden yürüyorlardı. Geniş dah'larını kollarına takmışlardı. Yaşlı avcı Elizabeth'in önünde yürüyordu. Longyi'sini Hintliler gibi yukarı sıvadığından koyu mavi dövmelerle kaplı sıska bacakları açığa çıkmıştı. Dövmelerinin ilginç biçimleri yüzünden mavi dantel çoraplar giymiş gibi görünüyordu. İnsan bileği kalınlığında bir bambu kopup yola düştü. Öndeki öncü dah'vaı havaya savurarak bambuyu ikiye biçti; bambunun içinden elmas gibi parlayan bir su fışkırdı. Yarım mil yürüdükten sonra bir tarlaya geldiklerinde hepsi terlemişti, çünkü hızlı yürüyorlardı ve güneş acımasızdı.
"Ateş edeceğimiz yer şu ilerisi," dedi Flory.
Tarlanın ilerisindeki geniş, toz rengi ovayı gösteriyordu. Burası çamurdan yapılmış sınırlarla bir-iki dönümlük arazilere bölünmüştü. Dümdüz bir yerdi ve kar gibi birkaç balıkçıl dışında tek bir yaşam izi yoktu. Karşı tarafta kocaman ağaçlardan oluşmuş cangıl birden yeşil bir dağ gibi yükseliyordu. Öncüler yirmi yarda uzaktaki küçük bir ağacın yanına gitmişlerdi. İçlerinden biri diz çöktü, ağacın önünde yere kapandı ve bir şeyler mırıldandı. Bu sırada yaşlı adam bir şişeden yere bulanık bir sıvı döktü. Ötekiler ayakta durmuş, kilisedeki insanlar gibi ciddi, sıkkın bakışlarla onu izliyorlardı.
"Ne yapıyor bu adamlar?" dedi Elizabeth.
"Yerel tanrılarından birine adak adıyorlar. Bu tanrılara Nat diyorlar, bir tür orman perisi gibi. Onlara şans getirmesi için dua ediyorlar şimdi."
Avcı geri geldi, çatlak bir sesle asıl cangıla girmeden önce sağ taraftaki çalılar arasında küçük bir yer açmaları gerektiğini söyledi. Belli ki Natonlara böyle yapmalarını söylemişti. Avcı dah'ıyla Elizabeth ve Flory'ye nerede duracaklarını gösterdi. Altı öncü çalıların arasına daldı; buradan çeltik tarlalarına doğru gidip geri döneceklerdi. Cangılın kıyısından otuz yarda uzakta yabani gül çalıları vardı, Elizabeth ve Flory bunlardan birinin arkasına saklandılar. Ko S'la da biraz uzakta başka bir çalının arkasına çömelmiş, tasmasından tuttuğu Flo'nun kafasını okşayarak onu sakinleştirmeye çalışıyordu. Flory avlanacağı zaman Ko S'la'yı hep kendisinden biraz uzağa yollardı çünkü boşa ateş ettiği zamanlar dilini şaklatması çok sinirini bozuyordu. O sırada uzaklardan yankılı bir ses duyuldu - ayak sesleri ve garip, boğuk çığlıklar. Av başlamıştı. Elizabeth birden öylesine titremeye başladı ki tüfeğini kımıldatmadan tutamaz hale geldi. Gri kanatlı, parlak kırmızı gövdeli harika bir kuş ağaçların arasından çıkıp kanatlarını çırparak onlara doğru yaklaştı. Ayak sesleri ve çığlıklar da yakına gelmişti. Cangılın kıyısındaki çalılardan birisi hızla dalgalandı - kocaman bir hayvan olmalıydı. Elizabeth silahını doğrultup kımıldatmamaya çalıştı. Ama bu yalnızca elinde dah'ryla çıplak, sarı bir öncüydü. Açıklığa çıktığını görünce ötekileri de yanına çağırdı.
Elizabeth tüfeğini indirdi. "Ne oldu?"
"Yokbir şey. Orada işlerini bitirdiler."
"Demek orada hiçbir şey yokmuş!" diye bağırdı kız acı bir hayal kırıklığıyla.
"Aldırma, zaten hiçbir zaman ilk denemede bir şey yakalayamazsın. Bir dahaki sefere daha şanslı olacağız."
Engebeli araziyi geçtiler, tarlaları ayıran çamur yığınlarının üzerine tırmandılar, cangılın yeşil duvarının karşısına geçip yerlerini aldılar. Elizabeth şimdiden tüfeğini nasıl dolduracağını öğrenmişti. Bu kez daha öncüler işlerine yeni başlamışken Ko S'la keskin bir ıslık çaldı.
"Bak!" diye bağırdı Flory. "Çabuk ol, geliyorlar!"
Kırk yarda yukarıda bir yeşil güvercin sürüsü inanılmaz bir hızla onlara doğru geliyordu. Gökyüzünde dönerek ilerleyen bir avuç sapan taşı gibiydiler. Elizabeth heyecandan ne yapacağını şaşırmıştı. Bir an kımıldayamadı, sonra tüfeğini gökyüzüne, kuşların geldiği yöne çevirdi ve tetiği hızla çekti. Hiçbir şey olmamıştı çünkü tetik emniyetini çekmişti. Tam kuşlar başının üzerinden geçerken tetikleri buldu ve ikisini de aynı anda çekti. Kulakları sağır edici bir gürültü oldu ve Elizabeth öyle hızla sırtüstü yuvarlandı ki neredeyse köprücük kemiğini kıracaktı. Kuşların otuz yarda arkalarından ateş etmişti. Aynı anda Flory'nin dönüp tüfeğini doğrulttuğunu gördü. Güvercinlerden ikisi birden uçmaz oldular, havada dönüp ok gibi yere çakıldılar. Ko S'la çığlık attı, Flo'yla birlikte kuşların peşinden koştular.
"Şuraya bak!" dedi Flory, "bu bir imparator güvercin. Gel avlayalım şunu."
Başlarının üzerinde ötekilerden çok daha yavaş uçan büyük ve ağır bir kuş kanat çırpıyordu. Elizabeth biraz önceki başarısızlığından sonra ateş etmek istemedi. Flory'nin mermiyi sürüşünü, tüfeğini kaldırmasını, tüfeğin ağzından beyaz bir duman bulutunun çıkışını izledi. Flo ve Ko S'la heyecanla koşarak yanlarına geldiler. Flo'nun ağzında kocaman imparator güvercin vardı, Ko S'la da sırıtarak Kachin çantasından iki yeşil güvercin çıkarıyordu.
Flory Elizabeth'e göstermek için küçük yeşil cesetlerden birini aldı. "Şuna bak. Ne kadar güzeller, değil mi? Bunlar Asya'nın en güzel kuşları."
Elizabeth parmak uçlarıyla kuşun parlak tüylerine dokundu. Acı bir kıskançlığa kapıldı, çünkü kuşu avlayan kendisi değildi. Ama yine de ilginç bir duyguydu çünkü Flory'nin nasıl atış yapabildiğini görmek içini ona karşı bir hayranlıkla doldurmuştu.
"Şu göğüs tüylerine bir bak; tıpkı mücevher gibi. Bunları öldürmek cinayet. Burmalılar bu kuşların öldürüldükleri zaman kustuklarını söylerler, sanki 'Bak, sahip olduğum her şey bu işte, üstelik senden de hiçbir şey almamıştım. Niçin öldürdün beni?' demek isterler. Ben böyle yaptıklarını hiç görmediğimi itiraf etmeliyim."
"Tatları güzel midir?"
"Çok güzeldir. Ama yine de onları öldürdüğümde hep utanç duyarım."
"Ben de senin gibi ateş edebilmek isterdim," dedi kız imrenir gibi.
"Çok kolay ustalaşırsın merak etme. Tüfeğini nasıl tutacağını biliyorsun, birçok insan başladıklarında bu kadarını bile beceremezler."
Bununla birlikte sonraki iki seferde Elizabeth hiçbir şey vuramadı. İki tetiği aynı anda çekmemesi gerektiğini öğrenmişti ama heyecandan nişan alamayacak kadar felç oluyordu. Flory çok sayıda güvercin ve bakır pası gibi yeşil sırtlı, bronz kanatlı küçük bir kumru vurdu. Cangıl tavukları kendilerini göstermeyecek kadar akıllıydılar. Çevrede gıdaklayarak dolaştıklarını duyuyorlardı, hatta bir-iki kez horozların boru gibi keskin ötüşlerini de duymuşlardı ama kendilerini göremiyorlardı. Şimdi giderek cangılın içlerine dalıyorlardı. Havada grimsi bir ışık vardı, güneşin düştüğü yerler göz kamaştırıcı bir parlaklıktaydı. Ne yana bakarlarsa baksınlar karşılarında sıra sıra ağaçlar, bir iskelenin ayaklarına çarpan deniz gibi ağaçların çevresini kaplayan çalılar ve sarmaşıklar vardı. Millerce uzanan bir böğürtlen çalısı kadar yoğun bu bitki örtüsü bakanın gözlerini yoruyordu. Sarmaşıklardan kimileri yılan kadar kalındı. Flory ve Elizabeth dar av yollarından geçiyor, kaygan su kenarlarına tırmanıyorlardı. Dikenler giysilerini yırtıyordu, ikisinin de gömlekleri terden sırılsıklam olmuştu. Boğucu bir sıcak vardı, ezik yaprak kokuyordu. Zaman zaman dakikalar boyunca bir yerlere gizlenmiş ağustosböceklerinin çelik telli bir gitar gibi uzun, metalik çığlıklar attıkları duyuluyordu. Sonra seslerini kestiklerinde ortalığa şaşırtıcı bir sessizlik çöküyordu.
Beşinci av yerine yürüdükleri sırada tepelerinde imparator güvercinlerin ötüştüğü kocaman bir peepul ağacının yanına geldiler. Uzaklardan gelen inek seslerine benziyordu sesleri. Kuşlardan biri kanat çırpıp havalandı ve en tepedeki dalın üzerine kondu. Küçük, gri bir kuştu bu.
"Oturarak ateş etmeyi dene," dedi Flory Elizabeth'e. "Ona gözünü dik ve beklemeden tetiği çek. Sol gözünü kapatma."
Elizabeth her zamanki gibi titremeye başlayan tüfeğini doğrulttu. Öncüler izlemek için yürümeyi bırakmışlardı, birkaçı dillerini şaklatmadan duramadı; bir kadının tüfekle ateş etmesi gözlerine tuhaf ve biraz da sarsıcı bir şey gibi görünüyordu. Büyük bir çabayla Elizabeth tüfeğini bir saniye kımıldatmamayı başardı ve tetiği çekti. Atış sesini duymamıştı, zaten hedefe isabet edince atış duyulmaz. Kuş daldan yukarı sıçrayacakmış gibi göründü, sonra yuvarlana yuvarlana aşağı düştü ve on yarda yukarda bir çatala takıldı. Öncülerden biri sopasını yere bırakıp gözleriyle çatalın yüksekliğini ölçtü; sonra daldan sallanan insan bileği kalınlığında ve arpa şekeri gibi birbirine dolanmış dev sarmaşığa doğru yürüdü. Sarmaşığa bir merdivene tırmanırmış gibi kolayca tırmandı, geniş dalın üzerinde ayağa kalkıp yürüdü ve güvercini alıp aşağı indi. Gevşemiş sıcak gövdesini Elizabeth'in eline verdi.
Elizabeth hayvanı elinden bırakamıyordu. Bu duygu ona korkunç bir zevk vermişti. Kuşu öpebilir, alıp göğsüne bastırabilirdi. Onun ölü kuşu okşadığını gören bütün erkekler, Flory, Ko S'la ve öncüler birbirlerine bakıp gülümsüyorlardı. İstemeye istemeye kuşu çantasına koyması için Ko S'la'ya uzattı. İçinde kollarını Flory'nin boynuna dolayıp onu öpmek için inanılmaz bir istek duyduğunun farkındaydı; ve bir anlamda ona bu duyguları hissettiren şey, güvercini öldürmüş olmasıydı.
Beşinci av yerinden sonra avcı, Flory'ye ananas yetiştirilen bir açıklığı geçip bunun ötesinde yine cangıla gireceklerini söyledi. Cangılın Karanlığından sonra güneş ışığı gözlerini kamaştırdı. Cangılın ortasında çayır biçer gibi açılan bir-iki dönümlük açıklıkta ananaslar, sıra sıra dizilmiş dikeni, kaktüse benzer bitkiler vardı, bunlar neredeyse tümüyle tohumla kaplanmışlardı. Alçak dikenli çalılardan bir çit tarlayı ortadan ikiye ayırıyordu. Tarlayı geçmişlerdi ki çitin dibinden keskin bir ötüş duyuldu.
"Aa, dinleyin!" dedi Elizabeth durup. "Bu bir cangıl horozu muydu?"
"Evet, bu zamanlarda karınlarını doyurmak için ortaya çıkarlar."
"Gidip onu vuramaz mıyız?"
"İstersen deneyebiliriz. Bunlar çok uyanık hırsızlardır. Bak, onun durduğu yerin öteki tarafına gelene kadar çit boyunca yürüyelim. Hiç ses çıkarmadan ilerlememiz gerek."
Ko S'la'yı ve öncüleri önden gönderdi ve ikisi birlikte tarlaya çıkıp çitin dibinden gizlene gizlene ilerlemeye başladılar. Görünmemek için iki büklüm yürümek zorundaydılar. Elizabeth önden gidiyordu. Sıcak terler yüzünü gıdıklıyor, üst dudağını kaşındırıyordu, yüreği deli gibi çarpıyordu. Arkasından gelen Flory'nin topuğuna dokunduğunu hissetti, ikisi birlikte çitin öteki tarafına baktılar.
On yarda ilerde ispenç tavuğu büyüklüğünde bir horoz telaşla toprağı gagalıyordu. Uzun, ipek gibi ense tüyleri kırmızı ibiği ve defne yeşili kuyruğuyla çok güzel bir hayvandı. Çevresinde altı tavuk vardı. Bunlar daha küçük, kahverengi kuşlardı, sırtlarında yılan pulu gibi altıgen tüyleri vardı. Elizabeth bütün bunları ancak bir saniye görebildi, sonra kanat çırpışlar ve keşmekeş içinde bütün kuşlar havalanıp mermi gibi cangıla uçtular. Tam o anda neredeyse hiç düşünmeden Elizabeth tüfeğini doğrultup ateş etti. Hiç nişan almadan, elindeki tüfeğin farkına bile varmadan yapılan atışlardan biriydi bu. Sanki düşünceler kendiliklerinden avın peşine düşmüş ve ateş etmişlerdi. Elizabeth daha tetiği çekmeden önce kuşun hiç şansının olmadığını biliyordu. Otuz yarda uzakta kuş tüyleri havada uçuşarak yere çakıldı. "İyi atış, gerçekten iyi atış!" diye bağırdı Flory. Heyecandan ikisi de tüfeklerini yere düşürmüş, dikenli çitin öteki yanına geçip yan yana kuşun yattığı yere doğru koşmaya başlamışlardı.
"İyi atış!" diye yineledi en az onun kadar heyecanlanmış olan Flory. "Vay canına, daha ilk gününde uçan bir kuşu vurabilen hiç kimse görmemiştim şimdiye kadar. Şimşek gibi hızlıydın ateş ederken. Bu harika bir şey!"
Aralarında ölü kuşla karşı karşıya yere çömelmişlerdi. Büyük bir şaşkınlıkla kızın sağ eliyle Flory'nin sol elinin sımsıkı birbirlerini yakalamış olduğunu fark ettiler. Oraya doğru koşarken hiç farkına varmadan el ele tutuşmuşlardı.
İkisi de bir anda sessizleştiler, o anda bir şeyler olması gerektiği duygusuna kapılmışlardı. Flory uzanıp kızın öteki elini de tuttu. Hiç karşı koymadan, istekle gelmişti el. Bir an için dizüstü çökmüş, el ele durdular. Tepelerindeki güneş onları kavuruyor, bedenlerinden sıcak bir hava yükseliyordu; sanki sıcak ve neşeli bulutların üzerinde yüzüyormuş gibiydiler. Flory kızı kollarının arasına alıp kendine çekti.
Sonra birden başını çevirdi, ayağa kalktı, Elizabeth'i de tutup ayağa kaldırdı. Kollarını açıp kızı bıraktı. Doğum lekesini hatırlamıştı. Bunu yapmaya cesareti yoktu. Burada değil, gün ışığında değil! Karşılaşabileceği aşağılama çok korkunç bir şeydi. O ânın saçmalığını örtmek için eğilip cangıl horozunu yerden aldı.
"Harika bir kuş," dedi. "Hiç derse ihtiyacın yok. Şimdiden ateş edebiliyorsun. Bir an önce bir sonraki yere gitsek iyi olacak."
Tam çiti geçip tüfeklerini almışlardı ki cangılın kıyısından bir dizi atış sesi duyuldu. Öncülerden ikisi sıçrayarak onlara doğru koşuyor, kollarını deli gibi sallıyorlardı.
"Nedir bu?" dedi Elizabeth.
"Bilmiyorum. Herhalde bir hayvan görmüş olmalılar. Görünüşe bakılırsa iyi bir şey herhalde."
Koşmaya başladılar, ananasların ve sert dikenli otların arasından hızla koşarak tarlayı geçtiler. Ko S'la ve yol açıcılardan beş tanesi bir araya toplanmış hepsi bir ağızdan konuşuyorlardı, öteki ikisi de telaşla Elizabeth ve Flory'ye bir şey işaret ediyorlardı. Yanlarına gittiklerinde toplananların ortasında bir eliyle yırtık pırtık longyi'sini tutan, öteki elindeki kocaman sigarasıyla bir şeyler işaret eden yaşlı bir kadının durduğunu gördüler. Elizabeth kulağa 'char' gibi gelen bir sözcüğün sürekli olarak yinelendiğini duyabiliyordu.
"Ne diyorlar?" diye sordu.
Öncüler Flory'nin çevresine doluştular, cangılı göstererek heyecanla bir şeyler söylüyorlardı. Birkaç soru sorduktan sonra susmaları için elini sallayıp Elizabeth'e döndü.
"Ben buna şans derim işte! Şu yaşlı kadıncağız cangıldan geliyormuş. Biraz önce senin ateş ettiğini duyduğu zaman patikada koşan bir leopar gördüğünü söylüyor. Bu adamlar onun nereye saklanmış olabileceğini biliyorlar. Eğer acele edersek kaçmaya fırsat bulamadan onun çevresini kuşatabilir ve dışarı çıkartabiliriz. Deneyelim mi?"
"Ah, haydi hemen yapalım! Aman ne müthiş eğlenceli bir şey bu! Eğer bu leoparı yakalayabilirsek ne kadar güzel olacak!"
"Bunun tehlikeli olduğunu anlıyorsun değil mi? Birbirimizden uzaklaşmamamız gerekiyor. Büyük olasılıkla bir sorun çıkmaz ama ortalıkta bir leopar dolaşırken hiçbir zaman tam güvende olamazsın. Buna hazır mısın?"
"Oh, elbette, elbette! Korkmuyorum. Haydi hemen başlayalım, çabuk olalım."
"İçinizden biri bizimle gelip yolu göstersin," dedi Flory öncülere. "Ko S'la, Flo'nun tasmasını tak ve ötekilerle birlikte git. Flo bizimle gelirse gürültü yapar. Acele etmemiz gerek," diye ekledi Elizabeth'e dönüp.
Ko S'la ve ötekiler hızla cangılın kenarında yürümeye başladılar. Arkadan dolaşıp leoparı oradan kuşatacaklardı. Biraz önce güvercini indirmek için ağaca tırmanan genç öncü cangıla daldı, Flory ve Elizabeth de peşinden gittiler. Kısa, hızlı adımlarla, neredeyse koşarcasına onları av hayvanlarının izlerinden oluşmuş bir labirentin içinden geçiriyordu. Çalılar o kadar aşağı inmişlerdi ki kimi yerlerde neredeyse emeklemek zorunda kalıyorlardı. Sarmaşıklar bir tel örgü gibi patikanın üzerini kapatıyorlardı. Ayaklarının altındaki toprak tozlu ve sessizdi. Cangılın içindeki bir işarete geldiğinde öncü durdu, bu noktada kalabileceklerini göstermek ister gibi yeri işaret etti ve ses çıkarmamaları için parmağını dudaklarına götürdü. Flory cebinden dört SG mermi çıkardı ve sessizce doldurmak için Elizabeth'in tüfeğini ondan aldı.
Arkalarında hafif bir hışırtı duyunca hepsi irkildiler. Şiş göbekli, yarı çıplak bir çocuk çalıları aralamıştı. Tanrı bilir nereden geliyordu. Öncüye baktı, başını sallayıp patikayı gösterdi. İki delikanlı aralarında işaretlerle konuşuyorlardı, sonunda öncü, çocuğun dediğini kabul etmiş gibiydi. Hiç konuşmadan dördü birlikte patika boyunca kırk yarda yürüdüler, bir dönemeci dönüp yeniden durdular. Tam o anda birkaç yüz yarda uzakta korkunç bir gürültü koptu, çığlıklar ve Flo'nun havlamaları duyuldu.
Elizabeth omzunda öncünün elini hissetti, onu yere doğru itiyordu. Dördü de yere kapanıp dikenli bir çalının altına gizlendiler. Avrupalılar önde, Burmalılar arkadaydı. Uzaklarda çığlıklar ve ağaç gövdelerine vurulan dah'Iar o kadar gürültü yapıyordu ki bu kadar çok sesin yalnızca altı kişiden çıktığına inanmak güçtü. Öncüler leoparın dönüp kendi üzerlerine gelmemesi için ellerinden geleni yapıyorlardı. Elizabeth çalının dikenleri arasında iri açık sarı karıncaların askerler gibi yürüdüklerini gördü. Bir tanesi elinin üzerine düşüp koluna tırmanmaya başladı. Onu elinden atmak için hareket etmeye cesaret edemiyordu. İçinden sessizce dua ediyordu: "Lütfen Tanrım, leopar buraya gelsin! Ah, lütfen Tanrım, leoparı buraya gönder."
Yaprakların arasından birden patırtılar duyuldu. Elizabeth tüfeğini doğrulttu ama Flory sert bir şekilde başını sallayıp silahı yeniden yere indirtti. Bir cangıl tavuğu uzun, gürültülü adımlarla patikadan koşarak uzaklaştı.
Öncülerin çığlıkları artık daha fazla yaklaşmıyor gibiydi ve cangılın onların bulunduğu tarafı bir tabut kadar sessizdi. Kolundaki karınca Elizabeth'i canını acıtacak kadar kötü bir şekilde ısırdı ve yere düştü. Yüreğinde korkunç bir umutsuzluk belirmeye başlamıştı; leopar gelmiyordu, bir yerlere kaçmıştı, onu elden kaçırmışlardı. Neredeyse leoparı hiç duymamış olmayı istiyordu. Hayal kırıklığı ona çok acı veriyordu. Sonra öncünün dirseğine bir çimdik attığını hissetti. Boynunu uzatıp yüzünü ona çevirmişti, pürüzsüz, solgun, sarı yanağı Elizabeth'in yüzünden yalnızca birkaç santim uzaktaydı; saçlarının hindistan cevizi yağı kokusunu duyabiliyordu. Kaba dudakları ıslık çalar gibi büzülmüştü; bir şey duymuştu. Sonra bunu Flory ve Elizabeth de duydular. Sanki hava yaratıklarından biri cangılın içerisinde kayıyormuş, ayakları yere yalnızca şöyle bir dokunuyormuş gibi belli belirsiz bir fısıltıydı bu. Aynı anda patikanın on beş yarda aşağısında çalıların arasında leoparın başı ve omuzları belirdi.
Ön ayaklarını patikanın üzerine koyup durdu. Basık, yapışık kulaklı başını, keskin dişlerini ve kalın, korkunç kollarını görebiliyorlardı. Gölgede sarı değil de boz gibi görünüyordu. Büyük bir dikkatle çevresini dinliyordu. Elizabeth, Flory'nin sıçrayıp ayağa kalktığını, tüfeğini doğrultup o anda tetiği çektiğini gördü. Atış sesi cangılda yankılandı ve neredeyse aynı anda hayvanın çalıların arasına yığılmasıyla bir gürültü koptu. "Dikkatli olun!" diye bağırdı Flory. "İşi bitmedi henüz!" Yeniden ateş etti. Mermi yerine ulaşınca çalıların arasında yeniden bir çatırtı duyuldu. Leopar gürültüyle soluk alıp veriyordu. Flory tüfeğini açıp cebinde mermi aramaya başladı, sonra bütün mermileri yola döküp aceleyle aralarından kendine uyanı bulmaya çalıştı.
"Lanet olasıca!" diye bağırdı. "Bunların arasında tek bir SG mermisi yok. Ne cehenneme koydum ben onları?"
Leopar düştüğü yerde görünmez olmuştu. Çalıların arasında kocaman, yaralı bir yılan gibi sürünüyor, vahşi, acıklı bir şekilde homurdanıyor, inliyordu. Ses daha yakınlardan gelir gibiydi. Flory'nin eline aldığı bütün mermilerin arkalarında 6 ya da 8 yazıyordu. Aslında güçlü mermilerin geri kalanını Ko S'la'ya bırakmıştı. Çatırtılar ve homurtular şimdi neredeyse beş yarda yakınlarına kadar gelmişti ama cangıl çok sık olduğundan hiçbir şey göremiyorlardı.
İki Burmalı "Ateş et! Ateş et! Ateş et!" diye bağırıyordu. "Ateş et!" çığlığı şimdi daha uzaktan geliyordu, en yakınlarındaki ağaçlara tırmanmışlardı. Çalıların arasından yeni bir çatırtı duyuldu. Bu o kadar yakındaydı ki Elizabeth'in durduğu yerdeki çalılar sarsıldılar.
"Aman Tanrım, neredeyse üzerimize gelecek!" dedi Flory. "Onu bir şekilde döndürmeliyiz. Biraz gürültü yapalım."
Elizabeth silahını doğrulttu. Dizleri kastanyetler gibi titriyordu ama eli taş gibi kıpırtısızdı. Hızla iki el ateş etti. Atış sesleri havada dağıldı. Leopar sürünerek kaçıyordu. Sakatlanmıştı ama hızlıydı ve hâlâ görünmüyordu.
"Çok iyi! Onu korkutup kaçırdın," dedi Flory.
"Ama elimizden kaçıyor! Elimizden kaçıyor!" diye bağırdı Elizabeth. Heyecandan dans eder gibi hareketler yapıyordu. Leoparın peşinden gitmeye davranınca Flory sıçrayıp ayağa kalktı ve onu geri çekti.
"Korkma! Sen burada kal. Bekle!"
Kısa menzilli mermilerden iki tanesini tüfeğine doldurup leoparın sesinin arkasından koştu. Bir an için Elizabeth ne adamı ne de hayvanı görebildi, sonra ikisi de otuz yarda uzaktaki açıklıkta ortaya çıktılar. Leopar karnının üzerinde sürünüyor, giderken de inliyordu. Flory tüfeğini doğrulttu ve dört yarda uzaktan ateş etti. Leopar tekme atılan bir yastık gibi havaya fırladı, sonra yuvarlandı, kıvrıldı ve hareketsiz kaldı. Flory tüfeğinin namlusuyla hayvanı dürttü. Kımıldamıyordu.
"Tamam. İşi bitti," diye seslendi. "Gel de bir bak şuna."
İki Burmalı çıktıkları ağaçlardan aşağı atladılar. Elizabeth'le birlikte Flory'nin durduğu yere koştular. Leopar -erkekti- başını ön patilerinin arasına almış, kıvrılmış yatıyordu. Canlıyken olduğundan çok daha küçük görünüyordu; biraz acıklı bir görünüşü vardı, ölü bir kedi yavrusuna benziyordu. Elizabeth'in hâlâ dizleri titriyordu. Flory'yle yan yana durmuş leopara bakıyorlardı ama bu kez el ele tutuşmamışlardı.
Sevinç çığlıkları atan Ko S'la ve ötekilerin gelmesi hiç zaman almadı. Flo ölü hayvanı bir-iki kere kokladıktan sonra kuyruğu düştü, sızlanarak elli yarda uzağa kaçtı. Hiç kimse onu bir daha oraya yaklaştıramadı. Herkes leoparın çevresine doluşmuş onu seyrediyordu. Bir tavşanınki kadar yumuşak, güzel beyaz karnını okşadılar, tırnaklarını açığa çıkarmak için geniş patilerini sıktılar, siyah dudaklarını geri itip dişlerini incelediler. İki öncü uzun bir bambu kesip leoparı patilerinden bağlayarak buna astılar. Uzun kuyruğu arkadan sallanıyordu. Sonra zafer kazanmış gibi köye doğru yürümeye başladılar. Havanın hâlâ aydınlık olmasına karşın hiç kimse daha fazla avlanmaktan söz etmiyordu. Avrupalılar da içlerinde olmak üzere hepsi bir an önce evlerine gidip yaptıkları şeyle övünmek istiyorlardı.
Flory ve Elizabeth tarlada yan yana yürüyorlardı. Ötekiler silahları ve leoparla birlikte otuz yarda önlerindeydi, Flo hepsini çok gerilerden izliyordu. Güneş Irrawaddy'nin arkasında batıyordu. Işıklar tarlayla aynı düzeye gelmiş, kesik sapları parlatıyor, yüzlere yumuşak, sarı bir aydınlık düşürüyordu. Yürürlerken Elizabeth'in omzu neredeyse Flory'ninkine dokunuyordu. Gömleklerini sırılsıklam etmiş olan terleri kurumuştu. Çok konuşmuyorlardı. Yorgunluk ve başarının getirdiği o olağanüstü mutluluk duygusuyla doluydular. Yaşamdaki hiçbir zevk -ne bedensel ne de düşünsel- bu duygunun yakınına bile gelemez.
"Leoparın postu senin," dedi Flory köye yaklaştıkları sırada.
"Aa, ama onu sen vurdun!"
"Boş ver, sen bu işin peşini bırakmadın. Acaba bu ülkede senin kadar korkusuz kaç kadın vardır merak ediyorum. Onların nasıl çığlıklar atacakları, ayılıp bayılacakları gözümün önüne geliyor. Postu Kyauktada Hapishanesi'nde senin için hazırlatırım. Oradaki tutuklulardan biri postları kadife kadar yumuşak yapabiliyor. Yedi yıllık bir ceza almış, onun için işi iyice öğrenmeye zamanı olmuş."
"Ah çok iyi, çok teşekkürler."
Şimdilik başka bir şey konuşulmadı. Daha sonra, yıkanıp terlerinden ve kirlerinden arındıktan, karınlarını doyurup dinlendikten sonra kulüpte yeniden buluşacaklardı. Bunu konuşmamışlardı, ama aralarında buluşacakları konusunda sessiz bir anlaşma vardı. Aynı zamanda bu konuda da bir şey söylenmemiş olmasına karşın ikisi de Flory'nin Elizabeth'e evlenme teklif edeceğini biliyordu.
Köyde Flory öncülerden her birine sekiz arına verdi, leoparın derisinin yüzülmesini denetledi ve muhtara bir şişe birayla iki imparator güvercin verdi. Post ve kafa paketlenip kanolardan birine yerleştirildi. Ko S'la'nın onları korumak için gösterdiği bütün çabalara karşın leoparın bütün bıyıkları çalınmıştı. Köyün genç adamlarından birkaçı yüreğini ve çeşitli başka organlarını yemek için cesedi götürdüler. Bunları yediklerinde leopar kadar güçlü ve çevik olacaklarına inanıyorlardı.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro