BÖLÜM 13
Flory hastane kapısından içeri girerken yanından paçavralar içinde dört temizlikçi geçti. Çuvallara sarılı ölü bir kuli'yi cangılda otuz santim derinliğinde bir mezara taşıyorlardı. Flory hastane yapıları arasındaki avlunun tuğla gibi sertleşmiş toprağını geçti. Geniş verandalar boyunca çarşafsız kerevetlerin üzerinde yatan sıra sıra sessiz ve hareketsiz gri yüzlü adamlar vardı. Kesilmiş kol ve bacaklarla beslendikleri söylenen pis görünüşlü birkaç sokak köpeği yapıların arasında uyukluyor ya da sinek kovalıyorlardı. Her yana pis ve döküntü bir hava sinmişti. Dr. Veraswami burayı temiz tutmak için çok çaba gösteriyordu ama bu tozlu ve susuz yerde temizlikçilerin ve yarı eğitimli asistan operatörlerin tembellikleriyle başa çıkması olanaksızdı.
Flory'ye Doktor'un ayakta tedavi gören hastalar bölümünde olduğu söylenmişti. Burası yalnızca bir masa, iki sandalye ve aksi suratlı bir Kraliçe Victoria tablosuyla döşenmiş alçı duvarlı bir odaydı. Solgun paçavralarının altında çarpık çurpuk kaslarıyla Burmalı köylüler odaya doluyor, masanın önünde sıraya giriyorlardı. Doktor kollarını sıvamış, terden su içinde kalmıştı. Bir sevinç çığlığı atarak yerinden fırladı ve her zamanki telaşlı aceleciliğiyle Flory'yi boş sandalyeye oturtup masanın çekmecesinden çıkardığı sigara tabakasını eline tutuşturdu.
"Ne hoş bir ziyaret bu Mr. Flory! Lütfen rahatınıza bakın - yani böyle bir yerde insan nasıl rahat edebilirse, ha ha! Sonra evime gidip bira ve mezelerimizin başında sohbet ederiz. Lütfen bekleyenlerin işlerini bitirmem için bana birazcık izin verin."
Flory oturur oturmaz her yerinden sıcak ter boşandı, gömleği sırılsıklam oldu. Odanın sıcağı boğucuydu. Köylülerin bütün gözeneklerinden sarımsak kokusu fışkırıyordu. Her hasta masanın yanına geldiğinde Doktor sandalyesinde doğruluyor, gelenin sırtını yokluyor, siyah kulağını onun göğsüne dayıyor, çok kötü bir Burmaca'yla hızlı hızlı bir yığın soru soruyor, sonra da reçete yazmak için yeniden yerine çöküyordu. Hastalar reçeteleri alıp bahçenin öteki yanındaki depoya götürüyorlardı. Buradan onlara su ve çeşitli bitki boyaları dolu şişeler veriliyordu. Depo görevlisinin neredeyse tek gelir kaynağı ilaç satışlarıydı, çünkü hükümet ona yalnızca ayda yirmi beş rupi ödüyordu. Ama Doktor'un bundan hiç haberi yoktu.
Genellikle Doktor'un sabahları ayakta tedavi gören hastalara bakacak zamanı olmaz, onları asistanlardan birine bırakırdı. Asistanın tanı koyma yöntemi çok basitti. Her hastaya "Neren ağrıyor? Başın mı, sırtın mı, yoksa karnın mı?" diye sorar ve aldığı yanıta göre önceden yarı tarafa dizdiği üç reçete yığınından birinden aldığı bir reçeteyi uzatırdı. Hastalar bu yöntemi Doktor'unkine yeğliyorlardı. Doktor hiç de beyefendilere yakışmayan bir şekilde onlara cinsel hastalıklar geçirip geçirmedikleriyle ilgili gereksiz sorular sorar, zaman zaman da ameliyat etmeyi önererek iyice korkuturdu. Bu işe 'karın kesme' adını takmışlardı. Pek çoğu karnının kesilmesindense on kez ölmeyi yeğlerdi.
Son hasta da gözden kaybolunca Doktor elindeki reçete defteriyle yelpazelenerek sandalyesine yığıldı.
"Of şu sıcak! Bazı sabahlar burnuma gelen sarımsak kokusundan hiçbir zaman kurtulamayacağımı düşünüyorum! Şu köylüler - pis, cahil yabaniler bunlar! Elimizden gelenin en fazlası onları hastaneye kadar getirebilmek. Bir bıçakla yüzleşmektense kangrenden ölmeyi ya da kavun büyüklüğünde bir tümörle on yıl dolaşmayı yeğliyorlar. Sözde doktor dedikleri insanların onlara ne ilaçlar verdiğini görmelisiniz! Dolunayda toplanmış otlar, kaplan bıyıkları, suaygırı boynuzu, idrar, âdet kanı! İnsanların böyle karışımları içtiklerini düşünmek mide bulandırıcı"
"Yine de görmeye değer bir şey. Burma ilaçlarının bir derlemesini yapmalısınız Doktor. Culpeper kadar iyi bir şey olacağına eminim."
"Barbar sığırlar, barbar sığırlar," dedi Doktor beyaz gömleğini üzerine geçirmeye çalışırken. "Evime gidelim mi? Bira var, sanırım biraz da buz kalmış olmalı. Saat onda acil bir ameliyatım var, fıtık ameliyatı. O saate kadar serbestim."
"Peki. Aslında benim de seninle konuşmak istediğimi bir şey vardı."
Yeniden avluyu geçtiler, merdivenlerden Doktor'un verandasına çıktılar. Buz kutusunu karıştırıp bütün buzun eriyip ılık bir suya dönüştüğünü anlayan Doktor bir şişe bira açtı ve telaşla hizmetçilere seslenerek ıslak samanlardan bir beşiğe yerleştirilmiş şişelerden getirmelerini istedi. Flory şapkasını çıkarmadan kenarda durmuş, veranda parmaklığından dışarı bakıyordu. Buraya gelmesinin nedeni özür dilemekti. On beş gündür Doktorla karşılaşmaktan kaçınıyordu - yani kulüpteki aşağılayıcı ilanın altına kendi adını yazdığı günden beri. Ama bizzat özür dilemek zorundaydı. U Po Kyin çok iyi bir insan sarrafıydı, ama Flory'yi dostunu bir daha görmeyecek kadar korkutmak için iki imzasız mektubun yeteceğini düşünmekle yanılmıştı.
"Bak buraya Doktor, ne söylemek istediğimi biliyorsun değil mi?"
"Ben mi? Hayır."
"Evet, biliyorsun. İki hafta önce sana oynadığım hayvanca oyunla ilgili bu. Ellis o ilanı kulübe astığında ben de altını imzaladım. Bunu duymuş olmalısın. Sana açıklamaya çalış..."
"Hayır, hayır dostum, hayır!" Doktor o kadar telaşlanmıştı ki veranda boyunca koşup Flory'nin kolunu yakaladı. "Açıklamayacaksınız! Lütfen bir daha sözünü etmeyin! Çok iyi anlıyorum, gerçekten çok iyi anlıyorum."
"Hayır, anlamıyorsun. Anlayamazsın. Birine böyle şeyler yaptırmak için nasıl bir baskı uygulandığını bilmiyorsun. Hiçbir şey beni bu ilanın altını imzalamaya zorlamıyordu. Eğer reddetmiş olsaydım hiçbir şey olmayacaktı. Hiçbir yasa bize Doğululara hayvanca davranmamızı söylemiyor - tersine. Ama hiç kimse ötekilere karşı çıkma pahasına Doğululara sadık kalmaya cesaret etmiyor. Böyle bir şey yapamazsın. Eğer ilanın altına imzamı atmaya karşı çıksaydım kulüpte bir-iki hafta boyunca gözden düşerdim. Ben de her zamanki gibi korkakça davrandım."
"Lütfen Mr. Flory, lütfen! Bunu sürdürmeniz beni gerçekten çok rahatsız ediyor. Sanki ben sizin konumuza anlayış gösteremezmişim gibi davranıyorsunuz."
"Bizim düsturumuzu bilirsin: 'Hindistan'da İngilizler ne yapıyorsa onu yap.'"
"Elbette, elbette. Ve bu çok soylu bir yöntem. Sizin deyişinizle birbirinize bağlı kalıyorsunuz. Biz Doğululara üstünlüğünüzün sırrı bu."
"Şey, insanın üzgün olduğunu söylemesi hiçbir zaman çok işe yaramaz. Ama buraya böyle bir şeyin bir daha tekrarlamayacağını söylemeye geldim. Aslında..."
"Haydi Mr. Flory, bu konu üzerine daha fazla konuşmazsanız size minnettar kalırım. Her şey bitti ve unutuldu. Lütfen biranız çay kadar sıcak olmadan için. Aynı zamanda benim de size anlatacağım bir şey var. Henüz bende ne haberler olduğunu sormadınız."
"Ah, senin haberlerin. Peki senin haberlerin neymiş bakalım? Bütün bu zaman boyunca işler nasıl gitti? Britannia Ana nasıl? Hâlâ komada mı?"
"Of, çok düşkün durumda, gerçekten çok kötü. Ama benim kadar kütü değil. Boynuma kadar batmış durumdayım dostum."
"Ne? Yine U Po Kyin mi? Hâlâ sana iftira atmakla mı uğraşıyor?"
"Hem de ne iftiralar! Bu kez yaptıkları gerçekten şeytanca şeyler. Dostum, bölgede patlamak üzere olan isyanla ilgili söylentileri duymuşsunuzdur."
"Bu konuda bir yığın konuşma duydum. Westfield bir katliama çıkmak için sabırsızlanıyor, ama isyancıları bulamadığını duydum. Yalnızca vergilerini ödemek istemeyen Hampden köylülerinin her zamanki itirazları."
"Ah evet. Zavallı aptallar! Çoğunun ödemeyi reddettiği verginin ne kadar olduğunu biliyor musunuz? Beş rupi! Yakında bundan bıkıp vergilerini öderler. Her yıl aynı sorun. Ama isyana gelince -sözde isyan denilen şey Mr. Flory-; bunun arkasında daha fazla şeyin yattığını bilmenizi isterim."
"Ya; öyle mi?"
Doktor, Flory'yi şaşırtan bir kızgınlık hareketi yapınca birasının çoğu döküldü. Bardağını veranda parmaklığına koyup patladı:
"Yine U Po Kyin. Bu ağza alınmaya bile değmeyen düzenbaz. Doğal duygulardan yoksun bir timsah o! O... O..."
"Devam et hadi. O ahlaksız yalancı, o pislik çuvalı, insanlığın yüzkarası olan o utanmaz yaratık... Söyle daha. Şimdi yine ne yaptı?"
"Eşi görülmemiş bir alçaklık." Doktor uydurma isyan entrikası konusunda U Po Kyin'in Ma Kin'e anlattığına benzer şeyler anlattı. Onun bilmediği tek ayrıntı U Po Kyin'in Avrupalılar kulübüne seçilmeye niyetlendiğiydi. Doktor'un yüzünün kızardığını söylemek doğru olmaz, ama öfkeden rengi birkaç kat daha koyulaşmıştı. Flory öyle şaşırmıştı ki oturmak aklına bile gelmiyordu.
"Hilebaz yaşlı şeytan! Böyle bir şey düşünebileceği kimin aklına gelirdi? İyi ama sen bütün bunları öğrenmeyi nasıl başardın?"
"Ah, hâlâ birkaç arkadaşım kaldı benim de. Ama şimdi görüyorsunuz ya dostum, bana ne büyük bir felaket hazırlıyor. Şimdiden sağda solda adımı lekeledi. Bu saçma isyan patladığında benim adımı buna bulaştırmak için elinden gelen her şeyi yapacak. Ve size söylüyorum, sadakatim konusunda en küçük bir kuşku benim için felaket olur! Bu isyanın sempatizanı olduğum konusunda tek bir sözcük bile benim sonum demektir."
"Lanet olsun, bu çok saçma bir şey! Eminim kendini savunmanın bir yolunu bulabilirsin."
"Hiçbir şey kanıtlayamazken kendimi nasıl savunabilirim? Bütün bunların doğru olduğunu bilmem ne işe yarar? Eğer bir kamu incelemesi istersem getireceğim her tanığa karşı U Po Kyin elli tane yalancı tanık bulabilir. Bu adamın bölgede ne kadar güçlü olduğunu anlamıyorsunuz. Hiç kimse onun aleyhinde konuşmaya cesaret edemez."
"Ama niçin bir şey kanıtlaman gereksin ki? Niçin doğrudan yaşlı Macgregor'a gidip her şeyi anlatmıyorsun? Kendi tarzında çok adil bir adamdır bizim ihtiyar. Seni dinleyecektir."
"İşe yaramaz bu. Sizde entrikacı kafası yok Mr. Flory.
Qui s'excuse, s'accuse (özür dileyen, suçu kabullenmiş olur), değil mi? Bana karşı bir komplo düzenleniyor diye ağlamanın bir yararı olmaz."
"Peki, öyleyse ne yapacaksın?"
"Yapabileceğim hiçbir şey yok. Tek yapacağım şey beklemek ve prestijimin beni bu içine düştüğüm beladan kurtaracağını ummak. Yerli bir memurun ününe leke düşmesi söz konusu olduğunda mesele kanıtlar değildir. Her şey Avrupalılar arasındaki yerime bağlı. Eğer onların gözünde iyi bir yerde duruyorsam benimle ilgili sözlere inanmazlar; eğer böyle değilse inanırlar. Her şey prestije bağlı."
Bir an için sessiz kaldılar. Flory 'her şey prestije bağlı' sözlerinin ne anlama geldiğini çok iyi biliyordu. Kuşkunun kanıttan daha fazla önem taşıdığı ve insanın ününün bin tanıktan daha fazla önemsendiği bu bulanık çelişkilere alışkındı. Aklına bir şey geldi; rahatsız edici ve ürpertici düşünce üç hafta önce olsaydı aklına bile gelmezdi. Birinin üzerine düşen görevi son derece açık bir şekilde görebildiği, kaytarmak için bütün iradesini kullansa bile yine de yapmak zorunda kalacağını bildiği anlardan biriydi o an.
"Bir an için varsay ki kulübe seçildin," dedi. "Bu senin prestijini yükseltmeye yarar mıydı?"
"Eğer kulübe seçilmiş olsaydım mı! Ah, bu gerçekten işe yarardı! Kulüp! Orası dokunulmazların kalesi. Bir kez oraya girmiş olsaydım hiç kimse benim hakkımda söylenenleri sizin, Mr. Macgregor'un ya da başka bir Avrupalının hakkında söylenenlerden daha fazla ciddiye almazdı. Ama kulüptekilerin beyinleri böylesine zehirlendikten sonra seçilmeyi nasıl umabilirim ki?"
"Peki, şimdi bak buraya Doktor. Sana bir şey söyleyeceğim. Bir dahaki genel toplantıda senin adını önereceğim. O zaman bu konunun gündeme geleceğini biliyorum ve eğer birisi ortaya bir aday adı atarsa sanırım Ellis'den başka hiç kimse ona sesini çıkarmaz. Ve bu arada..."
"Ah dostum, sevgili dostum!" Doktor öyle duygulanmıştı ki neredeyse soluk alamaz olmuştu. Flory'nin ellerine sarıldı. "Ah dostum. Bu çok soylu bir davranış! Gerçekten çok soylu! Ama bu kadarı fazla olur bence. Korkarım Avrupalı dostlarınızla yeniden başınız derde girecek. Örneğin Mr. Ellis - acaba sizin benim adımı önermenize katlanabilecek mi?"
"Of, Ellis'e takma kafanı. Ama seni seçtireceğime söz veremeyeceğimi anlamalısın. Her şey Macgregor'un söyleyeceklerine ve ötekilerin o günkü havalarına bağlı Bütün bunların sonunda hiçbir şey olmayabilir."
Doktor hâlâ Flory'nin elini kendi esmer, tombul ellerinin arasında tutuyordu. Gözlerinden gerçekten yaşlar dökülmeye başlamıştı. Gözlüğün arkasından daha da büyük görünen gözleri bir köpeğin nemli gözleri gibi Flory'ye bakarken parlıyordu.
"Ah dostum! Bir seçilirsem! Bütün dertlerim sona erer! Ama dostum, daha önce de söylediğim gibi bu konuda çok aceleci davranmayın. U Po Kyin'e dikkat edin! Şimdiye kadar sizi düşmanı olarak görmeye başlamıştır bile. Sizin için bile onun düşmanlığı bir tehlike olabilir."
"Of, Tanrım, o adam dokunamaz bana. Şimdiye kadar hiçbir şey yapmadı - yalnızca aptalca birkaç imzasız mektup gönderdi."
"Ben olsam bu kadar emin olmazdım. Vurmak için çok ustaca yolları vardır. Benim kulübe seçilmemi engellemek için yeri göğü birbirine katacağı kesin. Eğer zayıf bir noktanız varsa dikkatli olun dostum. Bunu mutlaka bulacaktır. Her zaman en zayıf noktadan vurur."
"Timsah gibi mi?" dedi Flory.
"Timsah gibi," diye onu onayladı Doktor ciddi bir yüzle. "Oh dostum, eğer Avrupalılar kulübünün bir üyesi olursam bu benim için ne kadar onur verici olacak. Avrupalı centilmenlerle bir arada bulunma onuruna sahip olacağım! Ama daha önce sözünü etmek istemediğim başka bir sorun daha var Mr. Flory. Umarım demek istediğimi açıkça anlatabilirim. Kulübü hiçbir biçimde kullanmayı amaçlamıyorum. Tek istediğim şey üyelik. Seçilecek olsam bile hiçbir zaman kulübe gelmeyi düşünmem elbette."
"Kulübe gelmemek mi?"
"Hayır, hayır! Avrupalı centilmenlere kendimi dayatmak mı, Tanrı korusun! Yalnızca üyelik ücretimi öderim o kadar. Bu benim için yeterince büyük bir ayrıcalık. Beni anladığınızı umuyorum."
"Kesinlikle Doktor, kesinlikle."
Flory tepeden yukarı doğru yürürken gülmeden edemiyordu. Şimdi kesinlikle Doktor'un seçilmesini önerme işini üstlenmişti. Ötekiler bunu duyduklarında ne biçim bir patırtı çıkacaktı - felaket bir patırtı olacaktı gerçekten! Ama işin şaşırtıcı yanı, bunun Flory'yi yalnızca güldürmesiydi. Daha bir ay önce tüylerini ürpertebilecek olan bu durum şimdi onu neredeyse neşelendiriyordu.
Niçin? Üstelik niçin böyle bir söz vermişti? Küçük bir şeydi, küçük bir risk alacaktı -bunda kahramanca bir yan yoktu-, yine de ondan beklenmeyen bir davranıştı. Niçin bunca yıldan sonra -temkinli pukka sahip gibi geçirdiği yıllar- birdenbire bütün kurallarını bozuyordu?
Niçin olduğunu biliyordu. Elizabeth yüzündendi. Yaşamına girerek onu öyle değiştirmiş, öyle yenilemişti ki pis ve sefil yıllar bir anda geride kalmıştı. Varlığıyla düşüncelerinin yörüngesini değiştirmişti. Ona İngiltere havasını geri getirmişti - orada düşüncenin özgür olduğu, orada insanların aşağı ırkların eğitimi uğruna sonsuza dek pukka sahip dansını yapmak zorunda olmadıkları sevgili İngiltere'nin. Son zamanlarda sürdürdüğüm yaşam nerede şimdi, diye sordu. Elizabeth'in yalnızca varlığı bile, onun saygıdeğer bir davranışta bulunmasını doğal bir şeye dönüştürmüştü.
Son zamanlarda sürdürdüğüm yaşam nerede, diye yeniden sordu, bahçe kapısından içeri girerken. Mutluydu, mutluydu. Çünkü esenlik diye bir şeyin olduğunu ve yaşama yeni bir başlangıç yapılabileceğini söyleyen dindarların haklı olduklarını anlamıştı. Patikada yürürken evi, çiçekleri, hizmetkârları, çok kısa bir zaman önce hüzün ve özleme batmış olan bütün yaşamı gözüne yepyeni, önemli, tükenmez güzellikte şeylermiş gibi görünüyordu. Yalnızca yanınızda bunları paylaşacak biri varsa her şey ne kadar eğlenceli olabilirdi. Eğer yalnız değilseniz bu ülkeyi ne kadar çok sevebilirdiniz! Nero keçilerine yem götüren mali'nin patikaya düşürdüğü tohumları toplamak için güneşe çıkmayı göze almıştı. Flo soluk soluğa üzerine atladı, Nero büyük bir telaşla havaya sıçrayıp Flory'nin omzuna kondu. Flory kollarındaki küçük, kırmızı horozun ipek gibi boynunu ve sırtındaki elmas gibi tüyleri okşayarak eve girdi.
Daha verandaya adımını atmadan Ma Hla May'in evde olduğunu anlamıştı. Bunun için felaket habercisi bir yüzle dışarı fırlayan Ko S'la'yı görmesine gerek yoktu. Kızın saçlarının sandal ağacı, sarmısak, hindistan cevizi yağı ve yasemin karışımı kokusunu almıştı. Nero'yu verandanın parmaklığına bıraktı.
"Kadın geri geldi," dedi Ko S'la.
Flory'nin yüzü birden sarardı. Sarardığında doğum lekesiyle korkunç çirkin görünürdü. İç organlarından buz gibi bir bıçak geçmiş gibi oldu. Ma Hla May yatak odasının kapısında belirmişti. Başı öne eğik duruyor, kaşlarının altından ona bakıyordu.
"Thakin," dedi biraz somurtkan biraz telaşlı alçak bir sesle.
"Git buradan!" diye bağırdı Flory, Ko S'la'ya, korkusunu ve öfkesini ondan çıkarmak istercesine.
"Thakin," dedi kız, "buraya, yatak odasına gel. Sana söyleyecek bir şeyim var."
Kızın peşinden yatak odasına girdi. Bir haftada -daha yalnızca bir hafta olmuştu- kızın görünüşünde inanılmaz bir değişiklik olmuştu. Saçları çok yağlı görünüyordu. Bütün bilezikleri gitmişti, üzerinde iki rupi sekiz anna'lık çiçekli pamukludan bir Manchester longyi vardı. Yüzüne öyle çok pudra sürmüştü ki palyaço maskesine dönmüştü. Saçlarının diplerinde, pudranın bittiği yerde doğal kahverengi teninden bir şerit vardı. Tam bir fahişe gibi görünüyordu. Flory onun yüzüne bakmıyor, asık bir suratla açık duran veranda kapısının önünde dikiliyordu.
"Böyle çıkıp gelmekle ne demek istiyorsun? Niçin köyüne geri dönmedin?"
"Kyauktada'da, kuzenimin evinde kalıyorum. Olanlardan sonra köyüme nasıl geri dönebilirim?"
"Peki benden para istemesi için adamlar göndermekle ne demek istiyorsun? Daha bir hafta önce sana yüz rupi vermişken nasıl daha fazlasını istersin?"
"Nasıl geri dönebilirim?" diye yineledi kız. Söylediklerini duymazdan gelmişti. Sesi öyle keskin bir şekilde yükselmişti ki Flory dönüp ona baktı. Dimdik, aksi bir yüzle ayakta duruyordu. Kaşları çatılmış, dudakları şişmişti.
"Niçin geri dönemezsin?"
"Olanlardan sonra! Senin bana yaptıklarından sonra!"
Birden öfkeli bir şekilde bağırmaya başladı. Sesi kavga eden pazarcı kadınların kulak tırmalayıcı, isterik çığlıklarına dönüşmüştü.
"Aşağıladığım o aptal köylülerin parmaklarıyla beni gösterip benimle alay edeceklerini bile bile nasıl geri dönebilirim? Bir zamanlar bir bo-kadaw olmuş olan ben, beyaz bir adamın karısı olmuş olan ben babamın evine döneceğim ve koca bulamayacak kadar çirkin kadınlar ve kocakarılarla birlikte çeltik tarlasında çalışacağım, öyle mi! Ofbu ne utanç verici bir şey! İki yıl ben senin karındım, beni seviyordun, beni koruyordun, sonra haber bile vermeden, neden bile göstermeden beni bir köpek gibi kapı dışarı ettin. Ve şimdi mücevherlerim, ipekli longyi'lerim olmadan parasız pulsuz köyüme dönmek zorundayım. İnsanlar beni gösterip 'Bu kendini herkesten daha zeki sanan Ma Hla May işte. Haline bakın! Onun beyaz adamı da ötekiler gibi davrandı,' diyecekler. Mahvoldum, mahvoldum! Senin evinde iki yıl yaşadıktan sonra benimle kim evlenmek ister? Gençliğimi elimden aldın. Of, bu ne utanç verici bir şey!"
Flory kıza bakamıyordu; çaresiz, solgun, başı öne eğik duruyordu. Söylediği her şeyde haklıydı, ona elinden başka bir şey gelmediğini nasıl anlatabilirdi? Sevgilisiymiş gibi davranmayı sürdürmenin çirkin bir şey olacağını, günah olacağını nasıl anlatacaktı? Neredeyse kızın karşısında ürküyordu, doğum lekesi sararmış yüzünde bir mürekkep lekesi gibi duruyordu. İçgüdüsel olarak konuyu paraya getirdi, çünkü para Ma Hla May'le olan ilişkisinde her zaman işe yaramıştı.
"Sana para vereceğim. İstediğin elli rupiyi daha sonra alacaksın. Gelecek aya kadar daha fazla param yok," dedi donuk bir sesle.
Bu doğruydu. Ona verdiği yüz rupi ve giysilerine harcadıklarıyla elindeki paranın çoğunu tüketmişti. Kız bağıra çağıra onu dehşete düşüren bir ağıt tutturdu. Beyaz maskesi kırışık içinde kalmıştı, gözlerinden fışkıran yaşlar yanaklarından aşağı hızla dökülüyordu. Flory'nin onun durdurmasına fırsat bırakmadan önünde yere diz çöktü, başını öne eğip alnını yere değdirerek tam bir köle gibi secdeye kapandı.
"Kalk ayağa, kalk ayağa!" diye haykırdı Flory. Karşısındakilerin böyle utanç verici bir şekilde başlarını eğip sanki dayağa hazırmış gibi bedenlerini ikiye katlayarak secdeye kapanmaları Flory'yi her zaman dehşete düşürürdü. "Buna dayanamıyorum. Hemen ayağa kalk."
Kız yeniden ağlayıp sızlayarak Flory'nin ayak bileklerini yakalamaya çalıştı. Flory telaş içinde geri çekildi.
"Şimdi ayağa kalkıp şu korkunç gürültüyü kesiyorsun. Niye bağırıp çağırdığını bilmiyorum."
Ma Hla May ayağa kalkmadı, yalnızca dizlerinin üzerinde doğrulup yeniden sızlanmaya başladı. "Bana niçin para teklif ediyorsun? Yalnızca para için mi geri geldiğimi sanıyorsun? Beni bir köpek gibi dışarı attığında yalnızca parayı mı umursadığımı sanıyorsun?"
"Kalk ayağa," diye yineledi Flory. Yeniden yakalanmamak için iyice gerilemişti. "Para değilse başka ne istiyorsun?"
"Niye benden nefret ediyorsun?" diye sızlandı kız. "Sana ne zarar verdim? Sigara tabakanı çalmıştım ama buna kızmadın. O beyaz kadınla evleneceksin biliyorum, herkes biliyor bunu. Ama bunun ne önemi var, niçin beni dışarı atman gerekti? Niye benden nefret ediyorsun?"
"Senden nefret etmiyorum. Açıklayamam. Ayağa kalk, lütfen ayağa kalk."
Şimdi kız hiçbir şeye aldırmadan ağlıyordu artık. Ne de olsa daha çocuk sayılırdı. Gözyaşları arasından merhamet izleri görebilmek için endişeyle Flory'ye baktı. Sonra korkunç bir şey yaptı, kendini boylu boyunca yere attı.
"Ayağa kalk, ayağa kalk!" diye bağırdı Flory İngilizce. "Buna dayanamıyorum - çok iğrenç bir şey bu."
Kız ayağa kalkmak yerine bir solucan gibi yerde sürünerek ayaklarının dibine geldi. Tozlu zeminde bedeni geniş bir kurdele gibiydi. Yüzünü gizlemiş, ellerini sanki bir tanrının sunağındaymışçasına öne uzatmış olarak önünde yatıyordu.
"Efendim, efendim," diye yalvardı, "beni bağışlamayacak mısın? Yalnızca bir kerecik, bir kerecik! Ma Hla May'i geri al. Senin kölen olurum, kölenden de daha aşağı olurum. Beni geri çevirme, ne istersen yaparım."
Kollarını ayak bileklerine dolamış, gerçekten de ayakkabılarını öpmeye başlamıştı. Flory elleri ceplerinde çaresiz bir yüzle ona bakıyordu. Flo yavaşça odaya girdi, Ma Hla May'in yattığı yere yürüdü, giysilerini kokladı. Kokuyu tanıyınca hafifçe kuyruk salladı. Flory buna dayanamıyordu. Eğildi, Ma Hla May'i omuzlarından yakalayıp doğrultarak dizlerinin üzerine oturmasını sağladı.
"Şimdi ayağa kalk," dedi. "Seni böyle görmek beni çok yaralıyor. Senin için elimden ne gelirse yapacağım. Ağlamak ne işe yarar ki?"
Bunu duyar duymaz kız yenilenmiş bir umutla çığlık attı: "Öyleyse beni geri alacaksın. Ah efendim, Ma Hla May'i geri al! Hiç kimsenin bunu bilmesine gerek yok. Beyaz kadın geldiğinde ben burada kalırım, o da benim hizmetkârlardan birinin karısı olduğumu düşünür. Beni geri alacaksın, değil mi?"
"Yapamam. Bu imkansız," dedi Floryyeniden arkasını dönüp.
Kız sesindeki kararlılığı duyunca kaba ve çirkin bir çığlık attı. Yeniden öne eğilip secdeye kapandı, alnını yere vurmaya başladı. Bu çok korkunç bir şeydi. Hepsinden de korkuncu ve Flory'yi en derinden yaralayan şey bütün bu yaygaraların arkasında yatan incelikten yoksun, aşağılık duyguydu. Çünkü bütün bu yaptıklarında ona yönelik bir damlacık bile sevgi yoktu. Eğer ağlayıp kendini yerden yere vuruyorsa bunun tek nedeni bir zamanlar onun metresi olarak sahip olduğu konum, tembel yaşam, zengin giysiler ve hizmetçilere emirler verebilmesiydi. Bütün bunlarda sözcüklerle anlatılamayacak kadar acıklı bir yan vardı. Eğer kız onu sevmiş olsaydı kapı dışarı ederken çok daha az vicdan azabı duyacaktı. İçinde bir damlacık bile soylu yan bulunmayan acılar en can yakıcı olanlardır. Eğilip kızı kollarının arasına aldı.
"Dinle Ma Hla May," dedi, "senden gerçekten nefret etmiyorum, bana hiçbir kötülük yapmadın. Asıl ben sana karşı yanlış yaptım. Ama şimdi bunun için yapılabilecek bir şey yok. Evine dönmen gerekiyor, sonra sana para göndereceğim. Gençsin. Paran olduğu zaman bütün bunlar sorun olmaz, kendine bir koca bulabilirsin."
"Ben mahvoldum!" diye sızlanmaya başladı kız yeniden. "Kendimi öldüreceğim. Kayalıklardan kendimi nehre atacağım. Böyle bir aşağılanmadan sonra nasıl yaşayabilirim ben?"
Flory kızı kollarının arasında neredeyse okşar gibi tutuyordu. Ma Hla May ona sımsıkı yapışmış, yüzünü gömleğine gizlemişti. Bedeni hıçkırıklarla sarsılıyordu. Flory'nin burun deliklerine sandal ağacı kokusu doldu. Kız belki şimdi bile böyle kollarının arasında, bedenini ona dayamış dururken eski gücünü yenileyebileceğini düşünüyordu. Flory yavaşça kızdan uzaklaştı ve yeniden dizlerinin üzerine düşmediğini görünce ondan biraz açıkta durdu.
"Bu kadarı yeter. Şimdi gitmen gerek. Bak, sana söz verdiğim elli rupiyi de vereceğim."
Yatağın altındaki teneke bavulu çekip içinden beş tane onluk rupi çıkardı. Kız sessizce bunları ingyi'sinin göğsüne soktu. Gözyaşları birdenbire kesilmişti. Hiç konuşmadan banyoya gitti, kısa bir süre sonra yüzü yıkanıp doğal kahverengisine dönmüş, saçları ve giysisi toparlanmış olarak dışarı çıktı. Yüzü asıktı ama artık isterik değildi.
"Son kez soruyorum thakin: beni geri almayacak mısın? Bu senin son sözün mü?"
"Evet, başkası elimden gelmiyor."
"Öyleyse ben gidiyorum thakin.'"
"Çok iyi. Tanrı seninle olsun."
Verandanın tahta sütununa dayanmış olarak kızın keskin güneş ışığı altında patikadan aşağı yürüyüşünü izledi. Dimdik yürüyordu, sırtının ve başının duruşundan çok kırılmış olduğu belliydi. Söylediği doğruydu, Flory onun gençliğini çalmıştı. Bacakları kontrolsüz bir şekilde titriyordu. Ko S'la sessiz adımlarla arkasına geldi. Flory'nin dikkatini çekmek için öksürür gibi yaptı.
"Şimdi mesele ne?"
"Saygıdeğer efendimin kahvaltısı soğuyor."
"Kahvaltı istemiyorum. Bana içecek bir şey getir. Cin olsun."
Son zamanlarda sürdürdüğüm yaşam nereye gitti?
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro