Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

BÖLÜM 11

Flory ve Elizabeth, pazar yolundan aşağı yürüyorlardı. Henüz sabahtı ama hava öyle sıcaktı ki sanki dalgalı bir denizde kulaç atıyor gibiydiler. Önlerinden sandallarını sürüye sürüye pazardan dönen Burmalılar geçiyordu. Parlak saçları güneşte alev alev yanan kızlar dörtlü-beşli gruplar halinde yan yana, kısa, hızlı adımlarıyla yürüyorlardı. Yolun kenarında, hapishaneye gelmeden hemen önce bir peepul ağacının güçlü kökleri taştan yapılmış eski bir pagodanın parçalarını kırmış, sağa sola saçmıştı. Taşlara oyulmuş kızgın şeytan yüzleri çimenlerin arasında düştükleri yerden yoldan geçenlere bakıyorlardı. Yakınlarda başka bir peepul ağacı bir palmiyeye sarılmış, on yıl süren bir güreş sonunda onu kökünden söküp yana devirmişti.

Yürümeyi sürdürüp hapishaneye ulaştılar. Burası kenarları iki yüz yarda uzunlukta, büyük, kare biçiminde bir yapıydı. Parlak çimento duvarları yaklaşık on metre yükseklikteydi. Hapishanedekilerin beslediği bir tavus kuşu parke taşın üzerinde güvercin gibi sıçrayarak yürüyordu. Yanlarından başları yere eğik, arkalarında toprak yüklü iki arabayı çekerek altı tutuklu geçti. Başlarında Hintli gardiyanlar vardı. Bunlar uzun ceza almış mahkûmlardı. Üzerlerinde kaba beyaz kumaştan yapılmış üniformalar vardı, tıraşlı başlarına küçük kepler takmışlardı. Yüzleri grileşmiş, yılgın ve tuhaf bir şekilde duygusuzdu. Ayaklarındaki demirler tangırdıyordu. Yanlarından başında bir sepet balık taşıyan bir kadın geçti. Tepede iki karga dönüp duruyor, balıklara dalış yapıyorlardı. Kadın onları uzakta tutmak için elini umursamaz bir şekilde havaya savuruyordu.

Biraz uzaktan uğultular duyuluyordu. "Pazar hemen köşeyi dönünce," dedi Flory. "Sanırım bu sabah yeni pazar kuruluyor. Bunu izlemek oldukça eğlencelidir."

Elizabeth'ten onunla birlikte pazara gelmesini istemiş, bunu görmenin onu eğlendireceğini söylemişti. Köşeyi döndüler. Pazar çok büyük bir sığır ahırına benzeyen yuvarlak bir yapıydı, alçak tavanının çoğunu palmiye yaprakları örtüyordu. İçeride bir yığın insan kaynıyor, bağırıyor ve itişip kakışıyordu; rengârenk giysileri öyle bir karmaşa yaratıyordu ki yüzlercesi, binlercesi bir kavanozdan taşıyormuş gibi görünüyordu. Pazarın ötesinde dev, çamurlu bir nehir akıyordu. Ağaç dalları ve uzun çamur yığınları saatte yedi millik bir hızla üzerinden geçiyordu. Kıyıda keskin, gaga gibi burunlarının üzerine gözler çizilmiş birkaç küçük yerli teknesi palamar sopalarının çevresinde suyun üzerinde inip çıkıyorlardı.

Flory ve Elizabeth bir an durup seyrettiler. Önlerinden başlarında sebze sepetleriyle kadınlar, gözlerini iri iri açarak Avrupalılara bakan küçük çocuklar geçti. Rengi gök mavisine dönmüş işçi tulumuyla yaşlı bir Çinli elinde bir domuzun tanınmaz duruma gelmiş, kanlı bağırsaklarıyla hızla yürüdü.

"Gelin gidelim de şu tezgâhlara biraz göz atalım, ne dersiniz?" dedi Flory.

"Bu kalabalığın arasına dalmak doğru olur mu? Her şey korkunç kirli görünüyor."

Elizabeth oldukça kuşkulu ve hatta isteksiz bir şekilde onun peşinden gitti. Niçin onu her zaman böyle yerlere getiriyordu? Niçin sürekli olarak onu yerlilerin arasına çekiyor, onlarla ilgilenmesi, onların pis, mide bulandırıcı alışkanlıklarını izlemesi için çabalayıp duruyordu? Bütün bunlar gözüne yanlış görünüyordu. Yine de niçin isteksiz olduğunu anlatmayı başaramadığı için peşinden gidiyordu. Onları boğucu bir hava karşıladı; buram buram sarımsak, kurutulmuş balık, ter, toz, anason, karanfil ve zerdeçal kokuyordu. Kalabalık onların çevresine doluştu. Puro kahverengisi yüzleriyle tıknaz köylüler, kır saçlarını arkadan toplamış çökük ihtiyarlar, çıplak bebeklerini kalçalarının yanına asmış genç anneler. Üzerine basılan Flo havladı, Beyaz bir kadına bakamayacak kadar kendi pazarlıklarına dalmış köylüler tezgâhların çevresinde itişip kakışırken güçlü omuzlar Elizabeth'e çarpıyordu.

"Bakın," dedi Flory sopasıyla bir tezgâhı işaret ederek. Bir şeyler söylüyordu ama sesi bir sepet ananas yüzünden birbirlerine yumruklarını sallayarak bağıran kadınların sesleri arasında boğuldu. Elizabeth pis koku ve gürültülerden irkilmişti ama Flory bunu fark etmeksizin bir o tezgâhı bir bu tezgâhı göstererek onu pazarın içlerine götürüyordu. Mallar yabancı görünüşlü, garip ve yoksuldu. İplere asılı yeşil aylar gibi dev pomelo'lar, kırmızı muzlar, sepetler dolusu ıstakoz büyüklüğünde morumsu kırmızı karidesler, demetler halinde bağlanmış gevrek kurutulmuş balıklar, kıpkırmızı biberler, ortadan kesilip jambona benzetilmiş ördekler, yeşil hindistan cevizleri, gergedan böceği larvaları, şeker kamışları, boya, cilalı sandaletler, ipek longyi'ler, uzun, sabuna benzer haplar biçiminde afrodizyaklar; bir metre boyunda seramik vazolar, sarımsak ve şekerden yapılma Çin tatlıları, yeşil ve beyaz sigaralar, mor prirıjafler, persimon çekirdeği kolyeler, hasır kafeslerde bıcırdayan civcivler, pirinçten yapılma Buddha heykelleri, yürek biçimli betel yaprakları, Kruschen tuzu şişeleri, saç tokaları, kızıl kilden tencereler, katırlar için çelik nallar, kâğıt hamurundan kuklalar, büyülü özellikleri olan timsah derisi şeritleri... Elizabeth'in başı dönmeye başlamıştı. Pazarın öteki ucunda güneş, bir rahibin taşıdığı, kırmızı bir devin kulağına benzeyen şemsiyenin arasından kan kırmızı ışıklar saçıyordu. Bir tezgâhın önünde dört Dravidian kadın büyük, tahta bir havanda, ağır tokmaklarla turmerik dövüyorlardı. Uçuşan sıcak kokulu sarı tozlar Elizabeth'in burnunu gıdıklayıp onu hapşırttı. Buraya bir an daha dayanamayacağını hissetti. Flory'nin koluna dokundu.

"Bütün bu kalabalık - sıcak çok korkunç. Gölge bir yer bulabilir miyiz dersiniz?"

Flory ona döndü. Gerçeği söylemek gerekirse konuşmaya öyle dalmıştı ki -aslında gürültü patırtı içinde söyledikleri neredeyse hiç duyulmuyordu- sıcağın ve kokuların kızı nasıl etkilediğini fark etmemişti.

"Of, özür dilerim, gerçekten. Hemen çıkalım buradan. Bakın ne diyeceğim, yaşlı Li Yeik'in dükkânına gidelim -Çinli bir bakkal- o bize içecek bir şeyler verir. Burası oldukça boğucu bir yer."

"Bütün bu baharatlar - insanın soluğunu kesiyor biraz. Peki şu balığa benzer korkunç koku ne?"

"O mu, yalnızca karidesten yaptıkları bir tür sos. Karidesleri gömüyorlar, haftalar sonra kazıp çıkarıyorlar."

"Müthiş bir şey bu!"

"Sanırım çıkardıklarından karidesler hiç parçalanmamış oluyorlar üstelik. Gel bakayım buraya!" diye ekledi Flo'ya seslenerek. Köpek, solungaçlarında dikenler olan küçük balıklarla dolu bir sepeti kokluyordu.

Li Yeik'in dükkânı pazarın uzak ucuna bakıyordu. Elizabeth'in asıl istediği şey dosdoğru kulübe dönmekti, ama Li Yeik'in dükkânının Avrupalı tarzı vitrini -Lancashire yapımı pamuklu gömlekler ve inanılmaz ucuz Alman saatleriyle doluydu- pazarın barbarca manzarasından sonra onu birazcık olsun rahatlatmıştı. Tam merdivenleri çıkmak üzereydiler ki şık longyi'si, mavi kriket ceketi, parlak sarı ayakkabıları, 'İngaleik modasına göre' yandan ayrılmış saçlarıyla iki dirhem bir çekirdek giyinmiş yirmi yaşlarında, ince yapılı bir genç kalabalığın arasından sıyrılıp yanlarına geldi. Flory'ye küçük, garip bir selam verdi; sanki yere eğilecekmiş de vazgeçmiş gibiydi.

"Ne var?" dedi Flory.

"Mektup, efendim." Buruşuk bir zarf çıkardı.

"Bana biraz izin verir misiniz?" dedi Flory zarfı açarken. Mektup Ma Hla May'dendi -ya da daha doğrusu birine yazdırmış altına bir çarpı çizerek imzalamıştı- ve biraz örtülü bir tehdit havasıyla elli rupi istiyordu.

Flory genci yana çekti. "İngilizce biliyorsun değil mi? Ma Hla May'e söyle, bu konuyla sonra ilgileneceğim. Bir de ona söyle, eğer bana şantaj yapmaya kalkarsa hiçbir şey alamaz. Anladın mı?"

"Evet efendim."

"Şimdi git buradan. Peşimden gelme, yoksa başın

derde girer."

"Evet efendim."

"Bir kâtip iş istiyordu," diye açıkladı Flory, Elizabeth'le birlikte merdivenleri çıkarlarken. "İnsanı günün hiçbir saatinde rahat bırakmıyorlar." Mektubun tonunun ilginç olduğunu düşündü, çünkü Ma Hla May'in bu kadar çabuk ona şantaj yapmaya kalkmasını beklemiyordu; ama o anda bunun ne anlama gelebileceğini düşünecek zamanı yoktu.

Dışarının aydınlığından sonra karanlık gibi görünen dükkâna girdiler. Mallarıyla dolu sepetlerin arasında oturmuş sigara içen Li Yeik -içeride tezgâh yoktu- içeri kimin geldiğini görünce hevesle yerinde doğruldu. Flory onun dostuydu. Maviler giymiş, yaşlı, dizleri bükülmüş bir adamdı. Çıkık elmacık kemikli, çenesiz, sarı yüzü ve atkuyruğuyla iyiliksever bir görünüşü vardı. Flory'yi Burmaca olduğunu düşündüğü burundan gelme birtakım homurtularla selamladı ve içecek bir şeyler getirtmek için telaşla dükkânın arkasına koştu. Havada tatlı bir afyon kokusu vardı. Duvarlara üzerinde siyah harfler olan uzun kırmızı kâğıt şeritler yapıştırılmıştı. Kenarda küçük bir sunağın üzerinde işlemeli giysiler giymiş, ciddi görünüşlü iki kişinin büyük portreleri ve önlerinde de dumanlar çıkaran iki tütsü vardı. Biri yaşlı, biri genç iki kadın bir kilimin üzerine oturmuş, mısır püskülü ve ufalanmış at kuyruğuna benzer bir tütünden sigara sarıyorlardı. Üzerlerinde siyah ipek pantolonlar vardı, tombul, çıkık tabanlı ayaklarında oyuncak bir bebeğinkinden daha büyük olmayan kırmızı topuklu tahta terlikler vardı. Yerde çıplak bir bebek sarı bir kurbağa gibi yavaş yavaş emekliyordu.

"Şu kadınların ayaklarına bakın!" diye fısıldadı Elizabeth, Li Yeik arkasını döner dönmez. "Gerçekten de korkunç değil mi? Onları nasıl bu şekle sokuyorlar acaba? Doğal olamaz kesinlikle."

"Hayır, yapay olarak biçimlerini bozuyorlar. Sanırım

Çin'de artık bunu bırakmaya başladılar, ama burada yaşayanlar zamanın gerisinde kalmışlar. Yaşlı Li Yeik'in atkuyruğu da öyle artık terk edilmiş bir gelenek. Çinli düşüncesine göre ayakların böyle küçük olması güzel bir şeymiş."

"Güzel mi! Öyle korkunç ki bakamıyorum neredeyse. Bu insanlar çok yabani olmalılar."

"Yok, hayır! Son derece uygarlar; bence bizden daha uygarlar. Güzellik bir beğeni meselesi. Bu ülkede Palaunglar diye bir halk kadınlarda uzun boyunlara hayran. Kızlar boyunlarını uzatmak için geniş pirinç halkalar takıyorlar ve sonunda boyunları bir zürafanınki gibi oluncaya kadar yeni halkalar ekliyorlar. Korselerden ve jüponlardan daha garip bir şey değil bu."

O anda Li Yeik iki tombul, yuvarlak yüzlü Burmalı kızla içeri girdi. Kardeş oldukları belli olan kızlar kocaman bir Çin çaydanlığını ve iki sandalyeyi içeri taşırlarken kıkırdıyorlardı. Bu kızlar Li Yeik'in kapatmalarıydı, ya da bir zamanlar kapatmaları olmuşlardı. Yaşlı adam bir çikolata kutusu çıkardı, uzun, tütünden kararmış dişlerini gösteren babacan bir gülümsemeyle kutunun üzerindeki fiyat etiketini söktü. Elizabeth'in kafası o kadar karışmıştı ki huzursuz olmuştu. Bu insanların konukseverliğini kabul etmenin doğru bir şey olmadığından emindi. Burmalı kızlardan biri hemen sandalyelerin arkasına geçip Flory ve Elizabeth'i yelpazelemeye başladı. Öteki kız da ayaklarının dibine diz çökmüş onlara çay dolduruyordu. Arkasında ensesini yelpazeleyen kız ve önünde sırıtan Çinliyle Elizabeth kendini çok aptal bir durumda hissediyordu. Flory onu hep böyle rahatsız edici durumlara sokuyormuş gibi geliyordu ona. Li Yeik'in ikram ettiği kutudan bir çikolata aldı ama 'teşekkür ederim' demeyi başaramadı.

"Bu doğru mu?" diye fısıldadı Flory'ye.

"Ne doğru mu?"

"Yani bizim bu insanların evinde oturuyor olmamız demek istiyorum. Bu bir tür alçalma olmuyor mu bizim için?"

"Çinlilerle sorun olmaz. Bu ülkede onlar gözde bir ırktır. Ayrıca düşünceleri de çok demokrattır. En iyisi onlara az çok eşitimiz olarak davranmak."

"Bu çay berbat görünüyor. Rengi yemyeşil. İçine biraz süt koymayı akıl edeceklerini beklerdim."

"O kadar kötü değil. İhtiyar Li Yeik'in Çin'den getirttiği özel bir çay bu. Sanırım içinde portakal çiçekleri var."

"lığ! Toprak gibi bir tadı var," dedi kız çayın tadına baktıktan sonra.

Li Yeik otuz santim uzunluğunda, elinde ucunda palamut büyüklüğünde bir topağı olan piposuyla ayakta durmuş Avrupalıların çayı beğenip beğenmediklerine bakıyordu. Sandalyenin arkasındaki kız Burmaca bir şeyler söyleyince iki kız da yeniden kıkırdamaya başladılar. Yerde diz çökmüş olan, başını kaldırmış, saf bir hayranlıkla Elizabeth'i inceliyordu. Sonra Flory'ye İngiliz hanımın korse giyip giymediğini sordu.

"Şş!" diyen Li Yeik utanmış bir tavırla kızı susturmak için ayak parmağıyla onu dürttü.

"Bunu ona sormayı istediğimi hiç sanmıyorum," dedi Flory.

"Oh, lütfen thakin, lütfen sorsana! Gerçekten bilmek istiyoruz!"

Bir tartışma başladı. Sandalyenin arkasındaki kız yelpazelemeyi unutup tartışmaya katıldı. Görünüşe bakılırsa ikisi de bütün yaşamları boyunca şöyle gerçek bir korse görmek istemişlerdi. Korselerle ilgili bir yığın şey duymuşlardı; duyduklarına göre bunlar dar bir yelek biçimine sokulmuş çelikten bir kafesten yapılıyor ve kadınların bedenlerini öyle bir sıkıştırıyordu ki geriye hiç ama hiç göğüs kalmıyordu. Kızlar göstermek için ellerini şişman göğüslerine bastırıyorlardı. Acaba Flory bunu İngiliz hanıma soramaz mıydı? Dükkânın arkasında onlarla birlikte gidip soyunabileceği bir oda vardı. Bir korse görmeyi öyle istiyorlardı ki.

Sonra konuşma birden kesildi. Elizabeth dimdik oturmuş, bir daha ağzına götürmeyi başaramadığı küçük çay fincanı elinde, biraz sert bir şekilde gülümsüyordu. Doğulular birden ürperdiler; konuşmalara katılamayan İngiliz kızın rahat olmadığını anlamışlardı. Bir dakika önce onları büyüleyen zarafeti, yabancı güzelliği şimdi onları biraz ürkütür olmuştu. Flory bile aynı duyguya kapılmıştı. Doğulularla birlikte olan herkesin yaşadığı o korkunç anlardan biri oldu. Herkes gözlerini birbirinden kaçırıyor, boşuna söyleyecek bir şeyler bulmaya çalışıyordu. Sonra dükkânın arkasındaki sepetleri karıştırmakla uğraşan çıplak bebek emekleyerek Avrupalıların oturduğu yere geldi. Büyük bir merakla onların ayakkabılarını ve çoraplarını inceledi, ama başını kaldırıp da beyaz yüzlerini görünce birden dehşete kapıldı. Acıklı bir ağlama tutturdu ve yere çişini yapmaya başladı.

Yaşlı Çinli kadın başını kaldırıp baktı, diliyle cık-cık yaptı ve sigara sarmayı sürdürdü. Başka hiç kimse bir şey fark etmemişti. Yerde küçük bir gölcük oluşmaya başladı. Elizabeth öylesine dehşete kapılmıştı ki fincanını aceleyle bırakırken çayını döktü. Flory'nin kolunu çekiştirdi.

"Şu çocuk! Baksanıza şuna, ne yapıyor? Gerçekten birisi bir şey yapamaz mı... bu çok iğrenç bir şey!"

Bir an için herkes şaşkınlıkla ona baktı, sonra hepsi sorunun ne olduğunu anladılar. Bir telaş oldu, herkes cık-cık-cık diye dilini şaklattı. Hiç kimse çocuğa dikkat bile etmemişti -bu olay fark edilmeyecek kadar normal bir şeydi- ve şimdi hepsi de korkunç utanmışlardı. Herkes suçu çocuğun üzerine atmaya başladı. "Ne kötü çocuk! Ne terbiyesiz çocuk!" çığlıkları duyuldu. Yaşlı Çinli kadın hâlâ bağırıp duran çocuğu kucağına alıp kapının dışına çıkardı ve bir banyo süngerini sıkar gibi merdivenlere doğru havaya kaldırdı. Neredeyse aynı anda

Flory ve Elizabeth de dükkândan çıkmışlardı. Li Yeik ve ötekiler umutsuz gözlerle arkalarından bakarken Flory Elizabeth'in peşinden yola doğru yürüyordu.

"Eğer bunlara uygar insanlar diyorsanız!.." diye bağırıyordu kız.

"Üzgünüm." dedi Flory zayıf bir sesle. "Hiç beklemezdim..."

"Gerçekten de çok iğrenç insanlar!"

Kız çok öfkelenmişti. Yüzü gününden önce açılmış bir gelincik tomurcuğu gibi tatlı bir pembeliğe bürünmüştü. Teninin alabileceği en koyu renk de buydu zaten. Kız önde, Flory peşinde, pazarı geçip anayola çıktılar. Ancak elli yarda gittikten sonra Flory yeniden konuşmaya cesaret edebildi.

"Böyle bir olay olduğu için üzgünüm! Li Yeik öyle terbiyeli bir ihtiyardır ki. Sizi gücendirdiğini düşünmek onu çok üzecek. Gerçekten de birkaç dakika daha kalsaydık iyi olacaktı. Yalnızca çay için ona bir teşekkür etseydik."

"Teşekkür etmek mi! Bu olandan sonra mı!"

"Ama açık konuşmak gerekirse bu tür şeyleri bu kadar önemsememeniz gerekir. Yani bu ülkede demek istiyorum. Bu insanların yaşama bakışları bizimkinden çok farklı. İnsanın onlara ayak uydurması gerekiyor. Bir düşünün, örneğin Ortaçağlara geri dönmüş olsaydınız..."

"Sanırım bu konuyu daha fazla tartışmak istemiyorum."

Bu, aralarında geçen ilk gerçek tartışmaydı. Flory kızı niçin gücendirdiğini kendine bile soramayacak kadar perişan durumdaydı. Sürekli olarak onun ilgisini Doğulu şeylere çekmeye çabalamakla kızın gözünde sapık, centilmenlikten uzak, pis ve 'hayvanca' şeyler peşinde koşup duran biri gibi göründüğünü anlamıyordu. Şimdi bile 'yerlilere' hangi gözlerle baktığını anlamamıştı. Tek anladığı şey yaşamını, düşüncelerini, güzellik duygusunu onunla paylaşmak için gösterdiği her çabanın kızı

ürkmüş bir at gibi ondan uzaklaştırdığıydı.

Yoldan yukarı çıkarlarken Flory kızın solunda, biraz geriden yürüyordu. Onun yandan görünen yanağına, ensesinde Terai şapkasının altından çıkan ince altın gibi saçlarına bakıyordu. Onu öyle çok seviyordu ki! Sanki kızı ancak gözden düşmüş bir şekilde, yüzünü bile göstermeye cesaret edemeden arkasında yürürken gerçekten sevmeye başlamış gibiydi. Birçok kez konuşacakmış gibi yaptı ama kendini durdurdu. Sesi yeterince güçlü çıkmayacaktı, ayrıca kızı bir şekilde yeniden rahatsız etme riski almadan ne söyleyebileceğini de bilmiyordu. Sonunda düz bir sesle, sanki hiçbir şey olmamış gibi davranarak konuşmayı başardı:

"Korkunç bir sıcak bastırdı, değil mi?"

Sıcaklığın gölgede 30 dereceye çıktığı bir anda çok parlak bir gözlem sayılmazdı bu. Kız bu sözleri oldukça hevesli bir şekilde yanıtlayarak Flory'yi şaşırttı. Yüzünü ona dönmüş, yeniden gülümsüyordu.

"Sıcaktan pişiyor insan!"

Bu sözlerle aralarındaki tartışma son bulmuştu. Aptalca, sıradan sözler kulüp gevezeliklerinin güven verici havasını geri getirerek kızı sanki bir büyü gibi yatıştırmıştı. Arkalarında kalmış olan Flo, ağzından salyalar akıtarak onlara yetişti; bir anda her zamanki gibi köpeklerden konuşmaya başlamışlardı. Yolun geri kalanında neredeyse hiç durmadan köpeklerden konuştular. Köpekler bitmez tükenmez bir konuydu. Köpekler, köpekler, diye düşündü Flory sıcak yamacı tırmanırlarken. Yükselen güneş ince giysilerinin arasından derilerini bir alev soluğu gibi yakıyordu. Köpeklerden başka bir şeyden konuşmayacaklar mıydı hiç? Ya da köpekler olmazsa gramofon plakları ve tenis raketlerinden? Ama yine de böyle ıvır zıvır şeyler konusunda ne kadar rahat, ne kadar dostça konuşabiliyorlardı.

Mezarlığın parıltılar saçan beyaz duvarının önünden geçip Lackersteen'lerin kapısının önüne geldiler. Kapının çevresinde altın mahur ağaçları ve rüzgârlı kız yüzleri gibi yuvarlak kırmızı çiçekleriyle iki metre yüksekliğinde çobanpüskülü yığını vardı. Gölgeye geldiklerinde Flory şapkasını çıkartıp yüzünü yelpazeledi.

"Neyse, en korkunç sıcak bastırmadan geri dönebildik. Korkarım pazar gezimiz pek başarılı olmadı."

"Yok, kesinlikle değil. Çok hoşuma gitti, gerçekten."

"Hayır... Bilmiyorum, her zaman bir şeyler şanssız gidiyormuş gibi görünüyor. Aa bu arada, yarından sonra atış yapmaya gideceğimizi unutmadınız değil mi? Umarım güzel bir gün olur sizin için."

"Evet. Amcam da bana tüfeğini ödünç verecek. Ne müthiş eğlenceli olacak! Bana atıcılıkla ilgili her şeyi öğretmelisiniz. Bunu nasıl hevesle bekliyorum bilemezsiniz."

"Ben de öyle. Av için yılın çok kötü bir dönemindeyiz, ama elimizden geleni yapacağız. Şimdilik hoşça kalın öyleyse."

"Güle güle Mr. Flory."

Artık ona Elizabeth demeye başlamış olmasına karşın kız hâlâ ona Mr. Flory diyordu. Ayrılıp kendi yollarına giderlerken ikisi de atış yapmaya çıkacakları günü düşünüyorlardı. İkisi de bunun aralarındaki ilişkiyi bir şekilde yoluna koyacağını hissediyordu.

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro