3
Madrid, 30 Şubat
işte nihayet ispanya'dayım. Öyle âni oldu ki, hâlâ kendime gelemedim. Bu sabah ispanya heyeti geldi; derhal beni yakalayıp arabaya bindirdiler. Acele edişlerine şaşırmadım.
Anlaşılan krallarım tekrar kaybetmek istemiyorlar... Yalnız anlayamadığım şey, arabanın çok hızlı gitmesi. Yarım saat geçmeden ispanya sınırına vardık.
Enteresan bir memleket şu ispanya! Saray başı traşlı adamlarla dolu. Bunların ispanyol soyluları ile şanlı askerleri olduğunu hemen anladım, ispanya'da saçları kökünden kazıtmak bir soyluluk geleneğidir.
Başvezir'in hareketleri pek hoşuma gitmedi. Beni, kolumdan yakaladığı gibi bir odaya kapattı. Karşıma geçip bağırdı:
— Demek sen Kral Sekizinci Ferdinand'sın ha! Ben de Dokuzuncu Ferdinand'ım ve buranın kralıyım!
Yaptıklarının bir deneme olduğunu bildiğim için:
— Beni denemeye kalkma! dedim; sen de biliyorsun ki kayıp kralınız benim...
Sözlerimi daha yeni bitirmiştim ki, başvezir, suratıma ardı ardına iki sopa indirdi. Canım çok acıdığı halde ses çıkarmadım. Yüksek rütbe verilecek şövalyelere böyle davranıldı-ğım hatırladım. Demek, ispanya hâlâ bu geleneğini sürdürüyor...
Yalnız başıma kalınca devlet işleriyle meşgul olmaya başladım. Önce sınır meselesini çözmem gerekiyor... Bazı cahil- ; ler hâlâ aynı topraklar üzerinde bulunan Çin'le ispanya'yı ayrı memleketler zannediyor. Tahta çıkar çıkmaz önce maiyetime bu gerçeği söyleyeceğim. Diyeceğim ki, "ispanya yazın üzerine Çin yazısı çıkaracaktır!"
Bütün dünyayı ilgilendiren, çok önemli bir mesele daha var. Yarın sabah saat yedide, Ay, dünyamıza bindirecek. Bundan kimsenin haberi yok. Ünlü ingiliz fizikçisi Wellington da bu hususa işaret etmişti; ama tarih bildiremediği için herkes ona gülüp geçmişti. Ay'ın zayıf yapısını düşündükçe, sonucu daha çok mer^k ediyorum. Sanırım Ay'ın Hamburg'da yapıldığını da bilmiyorlar... Yapan da cahil, kimyadan anlamayan , topal bir fıçıcı. Onun içindir ki, ayda yaşanmaz... Toprağında bitki yetişmez.
Havası da çok boğucu. Fıçıcı, Ay'ı yaparken yağlı halatla bağladığı için ziftler bulaşmış... Bazı yerlerinin karanlık görünmesinin sebebi bu... Ay hakkında bir gerçeği daha belirtmeliyim: Bu lekeli tepsi, insanların sandığı kadar uzak değildir. Ayağa kalktığımız zaman burunlarımız değecek kadar yakındır. Burunlarımızı göremeyişimizin sebebi budur. Öyle ise, Ay'm yeryüzüne bindirmesi sırasında ilk ezilen burunlarımız olcaktır. Ayakkabılarımı giyerek toplantı salonuna gittim. Polis kuvvetlerine ve orduya Ay'ı korumaları için emir verecektim.
Toplantı salonunda yine başı traşlı bir sürü soylu insanla karşılaştım.
— Ey bu memleketin soylu ve şerefli insanları! dedim, Ay tehlikededir. Yarın sabah dünyamıza bindirecek. Dünya kuvvetli, Ay zayıftır. Zayıfı koruyalım, Ay'ı kurtaralım!..
ispanyol soyluları, Rus soylularına benzemiyor... Hepsi de zeki, anlayışlı, fedakâr kimseler. Emrimi yerine getirmek için derhal öne atıldılar. Kimi duvara tırmanmaya, kimi kapıyı zorlamaya başladı. Tam o sırada başvezir göründü. Herkes kaçıştı. Kral olduğum için ortada tek ben kaldım... Zalim adam, sırtıma sopayı indire indire beni odama soktu, ispanya'nın millî gelenekleri de pek şiddetli doğrusu!...
Şubat'tan sonra gelen senenin Ocak ayı
"ispanya'nın nasıl bir memleket olduğunu hâlâ anlamış değilim." dersem inanın bana... Burası kadar millî gelenek-33
leri katı bir memleket duymadım, insan kralına böyle mi davranır? Hiç ama hiç bir şey anlamıyorum.
Bugün papaz olmak istemediğimi söylediğim halde bağırta bağırta saçlarımı kazıdılar... Hele traştan sonra başıma damla damla soğuk su akıttıkları zaman ne hale geldiğimi anlatamam. Böyle şövalye geleneği hiç duymamıştım. Ne geleneği, düpe düz işkence bu! çıldıracak gibi oldum; beni zor tuttular.
Benden önce gelen krallara çok kızdım: Neden böyle vahşi bir geleneği kaldırmamışlar! Tahta çıktığım ilk gün, bu ahmakça ve zalimce geleneği yasaklayacağım. Yoksa, bu kralın değil de engizisyonun işi mi?
öyle ise, baş vezir de kilisenin adamı!.. iyi ama, baş vezir de olsa, bir krala ne cesaretle işkence yapabilir? Mutlaka .u işte Fransa'nın parmağı var. Bizim eski şube müdürü de Fransa hesabına çalışan bir casus olmalı... Beni yok etmeyi kafasına koymuş bir kere... ingiltere'yi de unutmamalı! ingiliz büyük siyasetçi, fettan bir entrikacıdır... Her taşın altından çıkar. Boşuna dememişler: "ingiliz enfiye çekince, Fransız hapşınr." diye.
Ayın Yirmi beşi
Zalim engizisyoncu bugün yine geldi. Ayak seslerini duyunca sandelyenin altına saklandım. Beni göremeyince seslendi:
— Popriçev, neredesin?
Ses çıkarmadım. Tekrar bağırdı:
— Aksenti Ivanoviç! Yedinci dereceden memur, soylu kişi!
Cevap alamayınca, bu defa:
— ispanya Kralı Sekizinci Ferdinand! diyebağırdı.
Cevap verecek oldum; § ma hemen vazgeçtim: "Yağma yok!" dedim içimden, "yine başıma soğuk su damlatırsın..."
Sonunda yakayı ele verdik tabiî. Canavar engizisyoncu elindeki sopa ile kafama vurmaya hazırlanırken horoz taktiği uyguladım. Her horozun bir ispanya'sı vardır ve kuyruklarının altında saklarlar... Ellerimle kafamı saklayıp ispanya'mı herife döndürdüm... Adam sopayı havada sallayarak tehditler savurdu. Bir gün kafamı kırıp elime vereceğini söyledi. Anlaşıldı, bunlar kafasız bir kral istiyorlar!.. Engizisyoncu hışımla odamdan çıkarken homurdanmaya devam ediyordu. Aldırmadım tabiî. Onun bir ingiliz maşası olduğundan şüphem kalmadı.
349 yılının 34 Şubatı
Allah'ın artık dayanacak gücüm kalmadı! Bittim, tükendim!.. Neden dinlemiyorlar? Bakıyorlar, ama görmüyorlar. Kulakları var ama duymuyorlar... Benden ne istiyorlar? Onlara ne zararım dokundu ki, iykence ediyorlar? Başımla ne alıp veremedikleri var? Vücudum ateşler içinde yanıyor! Dünya gözlerimin önünde topaç gibi dönüyor... Ben zavallı bir adamım... Onlara verecek hiçbir şeyim yok... "Krallıktan vazgeçtim, yalvarırım beni bırakın da gideyim!" diyorum; gülüp geçiyorlar! Yok mu beni bu canavarların elinden kurtaracak birkahraman? Hani, ispanya'nın o şerefli şövalyeleri nerede? Bir çobanı korumak için krala kafa tutan o cesur yiğitlerden biri sürsün atını, kılıcı elinde dalsın içeri, alsın beni, uçursun bu cehennem diyarından! Uzağa, çok uzağa, hiçbir şeyi göremeyeceğim, duyamayacağım insansız bir dünyaya götürsün beni!..
Hikâyede geçen dairenin adını vermeyeceğim. Zira bu zamanda herkes kendisine yöneltilen her tenkidi bütün topluma yapılmış bir tecavüz sayıyor. Asker olsun, sivil olsun farketmiyor. Bir rütbe ve makam işgal eden her asker ve her memur, kendisini devletin temsilcisi görüyor. Böyle olunca, ahlâksız bir memurun rezaletlerini dile getirmeniz o memura değil de işgal ettiği makama, dolayısiyle devlete hakaret sayılıyor.
Geçenlerde duydum. Adım hatırlayamadığım bir vilaye-tin emniyet âmiri, ordu komutanlığına uzun bir şikayet di-J i lekçesi yazmış. Yüzbaşı rütbesi taşıyan bu emniyet âmiri, delil olarak kalın bir kitabı da dilekçesine ek yapmış. Dediklerine bakılırsa, bu kitap uzun bir romanmış.
Romanın her on sayfasında, yüzbaşı rütbesindeki bir emniyet âmirinden bahsediliyormuş. Yazar olacak o hain romancı, yüzbaşıyı okuyucusuna daima kör kütük sarhoş gezen bir adam olarak tamtıyormuş.
Yüzbaşı davayı kazanmış mı kazanmamış mı, kitap yasaklanmış mı yasaklanmamış mı, romancı hapsi boylamış mı boylamamış mı bilmiyorum. Her ihtimale karşı, ne olur ne olmaz, devlete hakaret etmiş sayılmamak için hikâyemizde geçen müesseseye "bir daire" diyeceğim.
işte bu "bir daire "de, görevine bağlı, çalışkan bir memur vardı. Ne zaman, kimin aracılığı ile daireye girdiği bilinmiyordu. Bilinen o ki; kaç müdür, kaç şef değiştiği halde o hep aynı dairede, aynı derecede ve aynı masada kalmıştı. Kendisini tanıyanlar, onun sırtında paltosu ve dazlak kafasıyla dünyaya geldiğini söyleyerek gülüşüyorlardı.
Hikâyemizin kahramanı, yıllardır hep aynı dereceden maaş aldığı halde, bir gün olsun âmirlerine sitem etmedi. Ağzı var dili yok, elinden kalem düşmez, başını yazdığı evraktan kaldırmaz, sâdık bir devlet memuruydu. Arkadaşlarının alaylı sözlerine kızmaz, onlarla ağız dalaşına girmez, kendi halinde sakin bir adamdı.
Çalışkanlığının ve saf kalpliliğinin dışında kıskanılacak hiçbir mahareti yoktu. Kısa boylu, yüzü çiçek bozuklanyla çopurlaşmış, kızıl saçları alnına doğru iyice seyrekleşmiş, tombul bir adamdı. Gözleri de biraz bozuktu galiba. Yüzünün iki yanında derin birer çukur ve bu çukurları besleyen ince kırışıklıklar vardı. Bakışlarında, memur hastalığı sayılan hemoroidin acı ifadesi vardı.
Soyadı "Başmaçnikov"du. Başmaç, fakir kimselerin giydiği adi cins kundura manasına geldiğine göre; kahramanımızın ataları da başmaç giyer, yılda bir kere pençesini tamir et-tirirlermiş. Bütün bunlar söylentiden ibaret tabiî. Yine söylenenlere bakılırsa, memur Başmaçnikov'un adının da soyadı kadar ilginç bir hikayesi var. Adı Akaki Akakiyeviç. Zavallı annesi, lohusa yatağında yatarken, vaftiz babası kalem müdürü Ivan Ivanoviç Yaroşkin'le, vaftiz annesi komiser karısı soylu Anna Semyonovna Belobruşkina başucunda onu tebrik ediyorlar. Seçmesi için üç azizin ismini söylüyorlar: Mok-ki, Sossi, Hozzi... isimlerinden üç zavallının çilekeş ve fakir bir hayat sürdükten sonra Hakk'ın rahmetine kavuştuklarını tahmin etmek zor değil. Annesi, oğlunun çilekeş bir hayat sürmesini arzu etmediği için yüzünü buruşturunca, komiser karısı isimleri beğenmediğini anlamış. Bu sefer rastgele takvim yapraklarım açarak üç isim daha bulmuş: Dulla, Tul-la,Vulla...
Anne bu isimleri de beğenmemiş:
—Ne biçim isim bunlar? demiş.
Komiser karısı sabırlı biriymiş. Takvim yapraklarını açmaya devam etmiş. Karşılarına üç isim daha çıkmış: Pavsa-ki, Ravsaki, Kavsaki... Vaftiz anası bile şaşmış bu işe.
—Ne yapalım... demiş, zavallının kaderi kötü. Takvimle bu iş olmayacak. Bari dedesinin ismini koyalım.
Nedir dedesinin ismi?
Annesi içini çekerek: —Akaki... demiş.
Vaftiz babası kalem müdürü Ivan Ivanoviç Yaroşkin'in canı sıkıldığından kestirip atmış:
—Tamam! demiş, bu isim kulağa daha hoş geliyor. Adı Akaki Akakiyeviç olsun.
Küçük Akaki, suya daldırılırken, ömür boyu yedinci dereceden memur kalacağını hissetmişcesine basmış çığlığı, işte kahramanımızın isim macerasını da böylece bütün teferruatı ile okuyucuya aktarmış olduk.
Akaki Akakiyeviç'i dairede kimse ciddiye almaz, saygı göstermezlerdi. Öyle ki, koridordan geçerken odacılar bile ayağa kalkmaz, onu büyük yerine koymazlardı, işine saatinde gelir, başını kaldırmadan verilen dosyalan düzene koyar, resmî yazışmaların kopyasını çıkarırdı, işi getirenin kim olduğuna bakmaksızın kabul eder, bu yüzden masası dosya ve evraklarla dolar taşardı.
Genç memurlar için eğlence kaynağıydı. Ev sahibesi yetmişlik kocakarı ile bilmem neler yaptığına dair hikâyeler uydurur; kahkaha ile gülerlerdi. Kâğıt parçalarını ufalar, başına serper, "Kar yağıyor Akakiyevic, kar!" derlerdi. O bütün bu tatsız şakalara aldırmaz, kızmaz, kılı bile kıpırdamaz, karşısında kimseler yokmuş gibi işine devam ederdi.
Ancak, ara sıra , memurlardan biri yanından geçerken dirseğini Akakiyevic'in kalem tutan eline çarpınca yavaşça başını kaldırır:
—Lütfen benimle uğraşmayın, bırakın da işimi yapayım... derdi.
Sesinin tonunda öyle acıklı bir mânâ vardı ki, sanki "Ben sizin kardeşiniz değil miyim? Neden kardeşinizi üzüyorsunuz?" diyordu. "Çalışkan bir memur" sözü onu anlatmaya yetmez. Bu adam adeta çalışmak için doğmuştu.
Evrak kopya ederken, dosya düzenlerken sevgilisine mektup yazan âşık gibi özenir; yazıda ve imlâda asla hata yapmazdı. Dairede bütün gün masanın başından kalkma-macasına çalışır, bu yetmiyormuş gibi, yarım kalan işleri eve götürür, gece geç saatlere kadar bitirmeye çalışırdı.
Eğer onun yerinde bir başka memur olsaydı, -yani üst makamlarda dayısı bulunan biri olsaydı demek istiyoruz-birkaç derece terfi eder, daire âmiri olurdu. Gerçek o ki, dairedeki geveze memurların dediği gibi, mükâfatı "eskimiş bir palto ile hemoroid hastalığı" olmuştu.
Akaki Akakiyevic in çalışma dışında hiçbir merakı ve meziyeti yoktu. Kıyafetine ve dış görünüşüne dikkat etmezdi. Hoş... Etse de yeni bir elbise diktirecek kadar parası yoktu.
Eve gelir gelmez hemen sofraya oturur; lahana çorbasıyla, eti az soğanı bol yahniyi tadına-tuzuna bile bakmadan kaşıklar, karnı şişinceye kadar yerdi. Neden "karnı şişinceye kadar yerdi" dediğimize gelince; onu da açıklayalım: Çünkü garibim ancak midesi şişince doyduğunu anlardı.
Akaki Akayeviç diğer memur milletine benzemezdi. Onlar akşam yemeğinden sonra günün yorgunluğunu atmak için keselerine uygun bir eğlence yeri ararken; o yazı masasının başına geçer, işten getirdiği evrakı kopya etmeye başlardı. Bunu öyle bir zevkle yapardı ki; kalemini özenle mürekkep hokkasına batırır, harflerin okunaklı olmasına dikkat eder, yaptığı işten zevk alan bir sanatkâr edasıyla noktasını, virgülünü kaçırmadan eserini tamamlardı.
Grameri ve üslubu pek iyi sayılmazdı, ama yazısı oldukça güzeldi. Akakiyevic, işkolik bir memurdu. Onun gibi işini seven bir düşük dereceli memur daha gösterilemezdi. Dışarıdaki eğlence yerlerine gidemeyecek kadar fakir olan memurlar, kendi aralarında toplanır, kâğıt oynar, çay içer, yüksek sosyetenin dedikodusunu yaparlardı. Akaki Akakiyevic, bu tür ev gezmelerinden de hoşlanmazdı.
Akakiyevic gibi yılda beş yüz rublenin altında geliri olan memurların en büyük düşmanı "kara kış" idi.
Sabahlan işe gitmek için evlerinden çıktıkları zaman "kuzey rüzgârı" bütün şiddetiyle bu zavallıcıkların iliklerine işler, yüzlerini mo-rartırdı. Fukaralar, burunları uyuşmuş gözleri yaşarmış olarak daireden içeri kendilerini zor atarlardı.
Akaki Akakiyeviç'in kuzey soğuğu ile başı oldukça dertteydi. Evle daire arasındaki yolu ne kadar hızlı yürürse yürüsün; kafasının uyuşmasına, omuzlarının sızlamasına engel olamıyordu. Bir hayli düşündükten sonra, bunun eskiyen ve artık rüzgâra karşı yıpranan paltosundan kaynaklandığını keşfetmişti. Buna "palto" demek için bin şahit lâzımdı. Zaten daire arkadaşları da ona "Akaki'nin sabahlığı" diyorlardı. Sırtı ve omuz başları iyice büzülmüş, alttan astarı görünüyordu. Yaka ve kol yamaları bile eskimişti.
Paltosunun bu perişan halini gören Akakiyeviç, onu bir kere daha terzi Petroviç'e götürmeye karar verdi.
Petroviç, bir gözü sakat, yüzü çiçek bozuğu, sarhoş bir memur terzi-siydi. Ayık olduğu zamanlar çok güzel yama yapar, frak ve paltoları ters-yüz eder, müşterisini yeni elbise almaktan kurtarırdı. Petroviç, azatlı bir derebeyi kölesiydi. Terziliği de, kölelerin elbiselerini yamarken öğrenmişti. Şimdi köhne bir apartmanın dördüncü katının, arka merdivenlerine bakan bir odasında oturuyordu. Karısı hakkında çok az bilgi edinebildik. Bildiğimiz kısa boylu, şişman, kısır ve çirkin yüzlü bir Alman karısı olduğu. Başına eşarp takmaz, başlık giyermiş. Tenbel bir kaşık düşmanıymış. Petroviç'in, karısını güzel görmek için sarhoş gezdiğini söylüyorlar.
Akaki Akakiyeviç, terzi Petroviç'in dairesine çıkarken sıkı bir pazarlık yapmaya karar vermişti. "Bu sarhoş
herife verecek bir kuruş fazla param yok" diyordu içinden. Merdivenleri çıkarken neredeyse ayağı kayıp aşağı düşecekti. Merdivenler, Petersburg'daki bütün arka merdivenler gibi bulaşık suyundan nasibini almış, pis ve kaygandı. Havada insanın genzini yakan bir amonyak kokusu vardı. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, terzi karısının pişirdiği bayat balık kokusu ortalığı sarmıştı. Dumanlı balık kokusundan hamam böcekleri bile rahatsız olmuş, deliklerine kaçmışlardı.
Dış kapı açıktı. Mutfakta balık pişiren kadın, duman bulutu içinde zor farkediliyordu. Akakiyeviç, doğruca Petroviç'in çalıştığı odaya geçti. Terzi, boynunda bir çile iplik asılı, yalınayak bağdaş kurmuş, dizlerine serili eski bir memur frakını yamamaya çalışıyordu. Homurdanışından, elbise ile başı dertte olduğu anlaşılıyordu.
— insanı meslekten nefret ettiriyorlar! Yama tutacak hali mi kalmış bunun? Çöplüğe atılacak şeyi bana getiriyorlar...
Akaki Akakiyeviç, ters bir zamanda geldiğini anladı. Đçki bulamadığı zamanlar, Petroviç anlaşılması zor bir adam olup çıkıyordu. Karısının ifadesiyle "gözü bulanık iblis zıkkımlandığı zaman" kedi gibi uysallaşır, verilen ücrete razı olur, selam çakar, yerlere kadar eğilir, teşekkürler yagdınrdı.
Böye durumlarda verilen ücrete karısı itiraz eder, kocasının aldatıldığını söyler, işi çıkmaza sokar, fakat Petroviç ona aldırmaz, müşteriden karısı adına özür dilerdi.
Petroviç'in bu fena aksiliği üstünde olduğuna göre ayık demekti. Kimbilir paltonun tamirine kaç ruble isteyecekti. Fakat o kaç ruble isterse istesin, Akakiyeviç iki rubleden fazla vermemeyi kararlaştırmıştı.
Acaba Petroviç'e görünmeden geri mi gitseydi? Evet, evet... En iyisi, ona sarhoş olduğu bir zamanda gelmekti. Hay aksi! Tam o sırada, Petroviç eski müşterisini gördü:
— Buyurun, buyursunlar beyefendi!
— Şey.. Kolay gelsin, Petroviç usta...
Terzi, Akakiyeviç'in elindeki pakete bakarken, "Teşekkür ederim; bir emriniz mi vardı?" dedi ve elinden geldiğince kibar olmaya çalıştı.
Heyecanlandığı zaman, Akakiyeviç, oöze nereden ve nasıl başlayacağını bilemez, lafı ağzında geveler durur; bir sürü anlamsız kelimeler sıralardı.
—Şey, biliyorsun Petroviç usta... Yani demek istiyorum ki... Ben sana ... Şey bazı insanlar vardır... Yani sadece para kazanmak için değil... Tabiî ki kazanacak...
Terzi, Akakiyeviç'in lafın sonunu getiremeyeceğini anlamış olacak ki, sağlam gözünü memurun üzerinde gezdirdi. Kendi elinden çıkmış olan redingotu tanıdı. Yakasında eteğine kadar dikkatle inceledi. Tamirlik bir işi yoktu; daha sapasağlam duruyordu, öyle ise, iş memurun elindeki pakette olmalıydı.
Akaki Akakiyeviç alıngan bir adam değildi. Petroviç'in ig neli sözleri değil, inatçılığı onu üzüyordu. Yâni şu anda ter ziye değil, yanlış bir zamanda geldiği için kendine kızıyordu Paltosunu masanın üzerinden alırken:
—Biraz düşünmem lazım, Petroviç usta... dedi, acelesi yok.
Terzi, müşterisini kaçırmamak için: —Bunun düşünecek bir tarafı yok beyim, dedi. Soğuklar yakında bastırır. Yenisini diktirmekten başka çareniz yok. —Peki kaça şeyedersin? Yani kaça şeyolur bana? —
Kumaşını en iyi yerden ve en ucuza alabilirim. Dikişine gelince, tam üzerinize göre dikeceğimden şüpheniz olmasın. —Yeni bir palto diktirecek kadar param yok; fakat merak ediyorum... Kaça çıkar acaba?
—Siz eski müşterimsiniz; her şeyi içinde iki yüze malede-riz.
Akakiyeviç'in dudakları morardı, gözleri karardı. Feryadı bastı:
—Bir palto için iki yüz ruble, ha!
ömründe ilk defa böyle yüksek sesle bağırıyordu. Yüksek sese alışık olmayan hançeresinden komik bir çığlık yükselmişti.
—Bu da sizin için beyim... dedi Petroviç. Hiçbir terzi bu fiyata iyi bir palto dikemez. Yakasına kürk, içine miflonlu astar koyarsanız iki yüzü de geçer.
Akaki Akakiyeviç beynine balyoz yemiş gibi, elinde paltosu, sendeleyerek dışarı çıktı.
Petroviç zafer kazanmış general edasıyla arkasından baktı. " O bir devlet memuru işte, ben de şerefli bir terziyim..." diye mırıldandı.
Sokağa fırlayan Akakiyeviç, rastgele yürümeye başladı. Bir finncı çırağının kendisine çarptığını ve kolunu da boyadığını farketmedi bile. Üstelik eve doğru değil, tam tersi istikamete yürüyordu. Bir inşaatın üst katından atılan bir kova bozuk kireç tozu tam Akakiyeviç'in tepesine boşaldı. Bizimki, şapkasının ve omuzlarının kireç tozuna boyandığını da farketmedi. Ancak bir köşe başında sokak bekçisiyle burun buruna gelince uyanabildi.
Bekçi:
—önüne baksana be adam, diye bağırdı, az daha suratımı parçalayacaktın! Sokağın ortasında ne işin var? Kaldırımdan yürüsene!
Akakiyeviç o çocuksu mahcubiyetiyle eğildi:
—Çok haklısınız efendim, dedi, özür dilerim.
Bekçi, Akakiyeviç'in kireç tozuna bulanmış şapkasını ve omuzlarım görünce kendisini tutamadı; başını iki yana salladı ve kahkaha ile gülmeye başladı.
Bizimki nihayet kendini toparladı; içinde bulunduğu durumu bütün ciddiyetiyle kavradı. Yönünü eve doğru çevirdi. Ağır adımlarla yürüyor, işi tatlıya bağlamanın yollarını arıyordu:
—Evet... dedi kendi kendine, yanlış bir zaman seçtim. Aslında Petroviç usta o kadar da kötü bir insan değildir. Ne yapsın zavallı. Karısına mahcup olmamak için işi yokuşa koştu. Bundan eminin... Karısından iyi bir zılgıt yemiş olmalı. En doğrusu hafta sonunu kollamak. O zamana kadar parası biter, "Bir tamir işi gelse de şarap parası çıksa." diye kapıyı gözetler. Karısı da para vermeyeceğine göre, ben yetişirim imdadına. Tabiî karısının evde olmadığı bir saatte... Petroviç beni kapıda görünce, kimbilir ne kadar sevinir. Eline bir gümüş onluk sıkıştırınca yerlere kadar eğilir: "Emredin, beyefendi." diye yalvarır.
"IŞte Pazar günü şimdi."
geçer, dedi Petroviç içinden.
Petroviç'ın tek gözü kapladır.
Akakiyevic, emin adımlaria terzi masasının önünde Kolay gelsin Petroviç usta, dedi. Ön tarafa batag, M müşterisini karşında görünce sevindi-m görmek ne saadet, beyefendi... dedi.
Petroviç, palto Iafinı duyunca gümüş onluk (on kapeklik) sıkıştırdı. Paranın sıcaklığını av-ucunda hissedince adamın yüzü gülümsedi.
—Teşekkür ederim, beyefendi... dedi, şerefinize bir şişe bitirir kendime gelirim. Paltodan yana hiç tasanız olmasın. En iyisini, en uygun fiyata dikerim, öyle bir palto dikeceğim ki, herkes parmakla gösterecek. Hele kaça çıktığını duyunca daha da şaşıracaklar: "Bu fiyata böyle bir palto, imkânsız!"
diyecekler.
Akakiyeviç, yeni palto hikayesini duymamış gibi davrandı. Onun planında yeni palto yoktu...
Şansını yeniden denedi:
—Petroviç usta, sen maharetli bir adamsın. Paltomu en iyi şekilde tamir edeceğinden eminim... Ücretine gelince, emeğini boşa çıkarmam. Birkaç köpek daha veririm.
Petroviç, tamir işine razı olacağa benzemiyordu:
—Beyefendi, siz şu tamir işinden ümidinizi kesin. O paltonun işi bitmiş, tamire gelmez. Boşuna vakit kaybetmeyin, yenisini konuşalım.
Akakiyeviç'in bütün ümitleri bir kere daha suya düşüyordu. Eğer tamir imkânı olsaydı, Petroviç bu kadar direnmez-di. Demek, yenisine razı olmaktan başka çare yoktu, iyi ama, bu kadar parayı nereden ve nasıl bulacaktı? Bir ay sonra ikramiye alacaktı, ama onun yeri şimdiden hazırdı. Yeni bir pantolon alınacak, ayakkabıcıya tamir borcu verilecek, iki gömlek diktirilecek, birkaç parça iç çamaşırı alınacaktı. En iyimser hesapla, ikramiyeden yeni paltoya en fazla yirmi ruble kalıyordu. Gerisini nereden bulacaktı?
Gerçi, Petroviç'in pazarlık gücünü artırmak için yüksek fiyat istediğini bilirdi. Onun ikiyüz istediği paltoyu yüz rubleye razı etmek mümkündü, öyle bile olsa, yüz rubleyi bir araya getirmek imkânsız görünüyordu.
Belki yarısını bulur buluştururdu, ya kalan yarısı?
Yansını nasıl buluşturacağını merak edenlere biraz açıklama yapmamız gerekiyor. Akaki Akakiyeviç'in kendisine has huylan vardı. Harcayacağı her rublenin iki-üç kapeğini ayırır, bir kumbaraya atardı. Ay sonunda biriken kapekleri sayar, gümüş paraya çevirirdi. Birkaç yıldır bu şekilde biriktirdiği paranın miktan kırk rubleyi bulmuştu. Sizin anlayacağınız paltonun yarı parası hazırdı. Bütün mesele, diğer yansını nasıl bulacağı idi.
Bazı okuyuculanmız, yanlış hesap yaptığımızı zannedebilirler, iki yüz rublelik paltoyu yüze indirdik, ancak hesap-lanmızı seksen rubleye göre yaptık; değil mi? Bunun da sebebini açıklayalım: Yüz rubleye razı olan Petroviç, seksen rubleye de razı olurdu... Terziyi iyi tanıyan Akakiyeviç böyle düşünüyor, hesabını da buna göre yapıyordu...
Akaki Akakiyeviç, iyice düşündükten sonra, yeni bir palto için gereken ikinci yanyı temin etmenin de çok zor olmadığına kendisini inandırdı. Bir sene daha dişini sıkacak, mas-raflan kısacak, bir Hint fakiri gibi yaşayarak kırk ruble daha i biriktirecekti.
Đlk olarak işe akşam çayını kaldırmakla başladı. Akşam çayı olmayınca mum yakmaya da gerek yoktu.
Eve yazı getirdiği zaman, ev sahibi kocakarının odasında oturacaktı. Ayakkabı eskitmemek için en düzgün yollardan işe gidip gelecek, yere çok yumuşak basacaktı, ikramiye parasından azami tasarruf edebilmek için, yeni pantolon almaktan vazgeçecek, bir gömlek diktirmekle yetinecekti, iç çamaşın almaktan da vazgeçmesi gerekiyordu. Pantolonun bir sene daha dayanması ve aldığı gömleğin eskimemesi için, akşam işten döner dönmez, pijamasını giyecek; üzerine de bir türlü eskimek bilmeyen pamuklu robdöşambnnı giyecekti, ilk günlerde bu kısıtlamalara alışması kolay olmadı; fakat diktireceği yeni paltomun hayali onu avutmaya yetti. Sanki evlenmeye niyetlenmiş gibi, kendisini mutlu hissediyordu. Yeni palto, çekici, güzel bir gelin sülüetinde onun rüyalarını süslüyor; bütün gecelerini hatta bütün gününü dolduru-yordu. Bir hayat arkadaşına kavuşmuş, onunla el ele, omuz omuza vuruyormuş gibi hissediyordu. Yeni paltosuna kavuşma tutkusu öyle ağır bastı ki, akşam yemeklerini de kaldırmaya karar verdi. Aç karnına yatınca daha güzel rüyalar görüyordu.
Yeni paltoya kavuşma hayali, Akakiyeviç'e bir canlılık, bir kendine güvenmişlik getirmişti. Bu gelişme, daire arkadaşlarının da dikkatinden kaçmıyordu. Her ay en az bir kere Petroviç'in evine uğruyor, yeni palto hakkında konuşuyor, kumaşını nereden alacağı, renginin nasıl olacağı, dayanıklı bir astarın paltonun ömrünü ne kadar uzatacağı konuların-da fikir alışverişinde bulunuyordu.
Palto hayali, Akakiyeviç'e bütün güçlüklere seve seve katlanma gücü vermiş, onu idealist bir insan yapmıştı, işine daha istekli sarılıyor, en zor yazılara "Hayır" demiyor, müdürün ve şeflerin verdiği bütün dosyalan zamanında yetiştiriyor, takdir topluyordu.
Aylar aylara eklendi ve Akakiyeviç'in serveti yetmiş rubleye ulaştı. On rublelik bir açık kalıyordu.
Hesaplarını genel müdürün vereceği ikramiye miktarını kırk rubleye göre yapmıştı. Borçlarını ödedikten sonra elinde on beş ruble kalacaktı. Allah'ın işine bakın ki, müdür, kırk ruble yerine elli değil tam altmış ruble vermişti. Böylece Akakiyeviç'in eline fazladan yirmi ruble geçmiş oluyordu. Kim bilir, belki de müdür yaptığı hizmetlerden memnun kalmış, onun yeni bir palto diktireceğini duymuş, genel müdüre ikramiyeyi altmış rubleye çıkarmasını teklif etmişti.
Akakiyeviç, rüyalarını süsleyen sevgilisine bir an önce kavuşmak için Petroviç'in kapısına dayandı. Birlikte çarşıya gittiler. Kumaşları gözden geçirirken, daha önce defalarca piyasa araştırması yaptığı halde, Akakiyeviç'in kalbi hızla çarpıyor, heyecandan elleri titriyordu.
Nihayet, "en iyisi" diyerek bir kumaşta karar kıldılar. Astarını da sık örülmüş bir pamukludan seçtiler.
Petroviç, "Parlaklığı ipeği andırıyor" diyerek astarı övdü ve ekledi: "Sağlamlığına diyecek yok, bu astar paltodan önce eskimez." Yakasına, samurun üçte bir fiyatına iyisinden kedi derisi aldılar. "Uzaktan aynı samur kürk gibi görünüyor, kimse kedi kürkü olduğunu farketmez."dedi Petroviç. Pamuk ipliğinden on kat daha sağlam olduğu için ibrişimi tercih ettiler. Dikişler, en zor şartlar altında bile sökülmeyecekti...
Akaki Akakiyeviç, palto için gereken bütün malzemeyi alıp Petroviç'e teslim ederken tenbih etmeyi unutmadı:
—Petroviç usta, öyle bir palto dikecek ve öyle özeneceksin ki, Nevski caddesindeki terzilerin elinden çıkmış gibi olacak.
Petroviç, vergi vermemek ve dükkan kirasından kurtulmak için, evde çalışıyordu. Bu yüzden ona ancak elbiselerini tersyüz yaptıracak veya tamir ettirecek, düşük dereceden maaş alan, fakir memurlar gelirdi.
Akakiyeviç'in bunları ima ettiğini sanarak bir hayli alındı:
—Ben o züppe terzilerin onunu cebimden çıkarırım. Ben orduda generallere elbise dikmiş bir ustayım.
Onlara gitsey-diniz de boyunuzun ölçüsünü alsaydınız! Hepsi tabela terzisi! Bir paltonun sadece dikişine yetmiş ruble isterler.
Petroviç'in fiyat isterken yükseklerden attığını bilen Akakiyeviç, duymazdan geldi.
Lafı değiştirmek için:
—Kumaşı tam zamanında aldık... dedi, soğuklar bastırmaya başladı. Bir hafta içinde yetişir değil mi, Petroviç usta? —Siz pantolonla paltoyu karıştırıyorsunuz beyim! Profesyonel bir palto dikişi on beş
günde ancak yetişir...
Dikiş ücretini önceden konuştukları için, Akakiyeviç, Petroviç'in palavralarına aldırış etmedi.
—Tabiî... dedi, usta sensin. Kaç günde yetişeceğini de sen bilirsin.
Paltoyu daireye kadar getirdiği gün, Petroviç ustanın yüzündeki gurur görülmeye değerdi doğrusu.
Saray terzisi edasıyla paketi açtı. Zarif el hareketleriyle paltoyu Akakiyeviç'e giydirdi. Omuzlarını düzeltti.
Kollarından ve eteğinden çekerek paltonun vücuda oturmasını sağladı, iki adım gerileyerek eserini önce arkadan, sonra önden gururla inceledi. Akakiyeviç, kollarını kaldırıp indirdi, öne ve arkaya gerindi, iki geniş adım attı.
—Ellerine sağlık Petroviç usta, gerçekten rahat bir palto olmuş... dedi.
öğle tatili olmasına rağmen, Akakiyeviç'in yeni bir palto diktirdiğini duyan mesai arkadaşları koşup gelmişler; merasime yetişmişlerdi.
Memur takımı da paltoyu alkışlayıp, Akakiyeviç'e "Đyi günlerde giyin." temennisinde bulununca, Petroviç fırsatı değerlendirmek istedi:
—iyi bir bahşişi hakettim değil mi, efendiler? dedi.
Her ağızdan başka bir ses yükseliyordu:
—Böyle bir paltom olsa, iki rubleden az bahşiş vermezdim!
—Sen de çok cimrisin; ben beş ruble verirdim.
—Ben bütün mesai arkadaşlarıma ziyafet verirdim.
Akakiyeviç, sevinçle üzüntü arası bir anafor yaşıyor, ne diyeceğini bilemiyordu. Petroviç'in bahşiş işini atlatabilirdi; ama şu ziyafet meselesi de nereden çıkmıştı?
Kızardı, bozardı, kekeledi:
—Şey, arkadaşlar teşekkür ederim. Yani büyütüyorsunuz, alt tarafı bir palto işte...
Daire şefi, Akakiyeviç'in imdadına yetişti: —Arkadaşlar, Akakiyeviç'in görevini ben üzerime alıyorum.
Bugün isim günüm, akşam bize davetlisiniz, çaya buyurun.
Kimse bu davete hayır diyemezdi. Akakiyeviç'ten iş çıkmayacağını bildikleri için seve seve kabul ettiler.
Bu gürültü arasında Petroviç'in bahşiş ümidi de suya düşmüş oldu.
Akakiyeviç, önce akşamki çay dâvetine katılmak istemedi; fakat sonradan bunun büyük bir kabalık olacağını düşünerek gitmeye karar verdi. Hem böylece gece yürüyüşünde paltosunu deneme fırsatı bulacaktı.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro