5
Yaşadıklarım, elbette sadece düşüncelerimde önceden hissetmiş olduğum mutluluk dolu aylar değildi sevgilim, aynı zamanda da korku ve acılarla dolu, insanların alçaklıkları karşısında duyduğum tiksintiyle dolu aylardı. Hayatım kolay değildi. Hamileliğim akrabaların dikkatini çekmesin ve böylece onlar da eve, aileme haber vermesinler diye, son aylarda işe gidememiştim. Annemden para istemek istemiyordum –bu yüzden doğuma kadarki dönem boyunca geçimimi elimde bulunan az sayıda takıyı satarak kıt kanaat sağladım. Doğumdan bir hafta önce bir çamaşırcı kadın dolabımda kalan son birkaç kuruşu da çaldı, bu yüzden bir devlet doğumevine gitmek zorunda kaldım. Sadece en yoksulların, toplum dışına atılmış ve unutulmuş olanların çaresiz kaldıklarında gittikleri o kurumda, orada, yani yoksulluğun döküntülerinin ortasında, çocuk, senin çocuğun doğdu. Ancak ölünecek bir yerdi orası, yabancı, yabancı, yabancıydı her şey, bizler, yani orada yatanlar da birbirimize yabancıydık, yapayalnızdık ve her birimiz ötekilere karşı nefret doluyduk, o karanlık, kloroform ve kanla, çığlıklarla ve inlemelerle tıka basa dolu olan salona bizi aynı yoksulluk ve aynı acılar fırlatıp atmıştı. Yoksulluğun aşağılanmadan, ruhsal ve bedensel utançtan yana maruz kalabileceği ne varsa hepsinin acısını orada, fahişelerin ve hastaların kader ortaklığını ortak bir bayağılığa dönüştürmeleriyle, genç erkek doktorların dudaklarında ironi ifadesi taşıyan bir gülümsemeyle savunmasız kadınların üstlerindeki örtüleri sıyırıp düzmece bir bilimsel tavırla ellerken sergiledikleri sinizmleriyle, hastabakıcıların açgözlülükleriyle fazlasıyla çektim –ah, evet, orada insanın utanması bakışlarla çarmıha gerilir ve sözcüklerle kırbaçlanır. Senden geriye yalnızca üzerinde adının yazılı olduğu tablet kalmıştır, çünkü yatakta yatan, sadece meraklı ellerin yokladığı, titreyen bir et parçasıdır, bakışların ve incelemelerin nesnesidir –ah, evet, sevecenlikle bekleyen kocalarına onun evinde çocuklar armağan eden kadınlar, yalnız başına, savunmasız haldeyken, adeta denemelerin yapıldığı bir masada bir çocuk doğurmanın ne demek olduğunu bilmezler! Ve bugün bile bir kitapta cehennem sözcüğünü okuduğumda, hâlâ ansızın o içinde acılar çektiğim, tıka basa dolu, buharı tüten, inlemelerden, kahkahalardan ve kanlı çığlıklardan geçilmeyen salonu, o utanç mezbahasını hatırlarım.
Bağışla, bağışla beni sadece bu defaya mahsus olmak üzere yapıyorum, bir daha asla, asla yapmayacağım. Bu konuda on bir yıl boyunca sustum ve pek yakında artık sonsuza kadar susmuş olacağım; ama bir defa olsun haykırmak, evet, bütün mutluluğum olmuş olan ve şimdi şuracıkta artık nefes almadan yatan çocuğun bedelini ne kadar ağır ödediğimi bir defa olsun anlatmak zorundaydım. Oysa unutmuştum o saatleri, çocuğumun gülüşleriyle ve sesiyle, mutluluğumun içinde çoktandır unutmuştum; ama şimdi, o öldüğü için, acı tekrar canlanıyor, ve ben onu haykırarak ruhumdan çıkarmak zorundaydım, bu defalık, sadece bu defa için. Fakat sen değilsin suçladığım, yalnızca Tanrı'yı, yalnızca bu acıyı onca anlamsız kılmış olan Tanrı'yı suçluyorum, sana yemin ederim ve öfkelendiğim için sana karşı dikleştiğim asla olmadı. Bedenimin sancılar içinde kıvrandığı, tıp öğrencilerinin insanı delen bakışlarının altında utançtan yandığı saatlerde bile, hatta acının ruhumu paramparça ettiği anda bile seni Tanrı'nın önünde suçlamadım; o gecelerden dolayı asla pişmanlık duymadım ve sana olan aşkımı asla azarlamadım, seni hep sevdim ve benimle karşılaştığın anı hep kutsadım. Ve bir defa daha o saatlerin cehennemini yaşamak zorunda kalsaydım, ve beni neyin beklediğini önceden bilseydim de, yapmış olduklarımın hepsini yine yapardım, sevgilim, bir defa daha, binlerce defa yapardım.
Çocuğumuz dün öldü –sen onu asla tanımadın. Hiçbir zaman, rastlantı sonucu gerçekleşen kısacık karşılaşmalarda bile bu çiçek gibi açan, küçücük canlı, senin yarattığın canlı, şöyle bir gelip geçerken dahi olsa senin bakışların tarafından hiçbir zaman okşanmadı. Bu çocuğu doğurur doğurmaz senden uzun süre saklandım; sana duyduğum özlem artık daha az acıtır olmuştu, hatta sanırım seni de eskisinin gerisinde kalan bir tutkuyla seviyordum, en azından, bu çocuk bana armağan edileli beri aşkım artık eskiye oranla daha az acı veriyordu. Kendimi seninle onun arasında pay etmek istemiyordum; bu yüzden kendimi sana, hayatını bana aldırmadan yaşayan erkeğe değil, fakat bana muhtaç olan, beslemek zorunda olduğum, öpebildiğim ve sarılabildiğim bu çocuğa adadım. Senden kaynaklanan tedirginliğimden, kötü kaderimden kurtulmuş gibiydim, bu öteki farklı Sen sayesinde, hakikatte bana ait olan Sen sayesinde –artık ender, hem de çok ender olarak duygularıma kapılıp evine yaklaşıyordum: sadece tek bir şeyi yapmaya hep devam ettim, yaş günlerinde sana hep bir demet beyaz gül yolladım, hani o zamanlar, o ilk aşk gecemizden sonra bana hediye ettiklerinin tıpatıp aynısı olanlardan. Geçen on-on bir yıl boyunca kendine onları kimin gönderdiğini sorduğun oldu mu hiç? Bir zamanlar bu güllerden armağan etmiş olduğun kişiyi hiç hatırladın mı? Bunu bilmiyorum ve cevabını da hiç bilmeyeceğim. O gülleri sana yalnızca karanlığın içinden uzatmak, yılda bir defa olsun o zaman parçasına ait anıları tazelemek –bu, benim için yeterliydi.
Sen hiçbir zaman tanımadın bizim zavallı çocuğumuzu –bugün kendimi suçluyorum onu senden sakladığım için, çünkü onu severdin. Evet, o zavallı çocuğu hiç tanımadın, gözkapaklarını hafifçe açtığında ve sonra o koyu renkli, akıllı bakışlı gözleriyle –senin gözlerinle!– bana, bütün dünyaya neşeli ve pırıl pırıl ışıklar gönderdiğinde nasıl gülümsediğini hiç görmedin. Ah, öyle neşeli, öyle sevimli bir çocuktu ki! Senin benliğinin bütün hafifliği onda çocukça yinelenmişti, hızlı çalışan, canlı hayal gücün onda yenilenmişti; tıpkı senin hayatla oynadığın gibi, o da saatlerce âşık olmuşçasına her şeyle oynayabilir ve ardından kaşlarını kaldırıp bütün ciddiyetiyle kitaplarının başına geçebilirdi. Zamanla gittikçe daha çok Sen'leşti; son zamanlarda onun kişiliğinde de o sana özgü olan ciddiyet ve oyun eğilimi kendini gözle görülebilir biçimde belli etmeye başlamıştı ve sana benzedikçe onu daha çok sevdim. Derslerini iyi öğreniyordu, çenesi düşük küçük bir saksağan gibi Fransızca gevezelik edebiliyordu, defterleri sınıfın en temiz defterleriydi ve bu arada siyah kadife giysisi veya minik beyaz denizci ceketi içerisindeki şıklığıyla inanılmaz hoştu. Nereye giderse gitsin herkesin içinde en şık olanıydı; Grado'da birlikte sahile indiğimizde, kadınlar dururlar ve onun uzun sarışın saçlarını okşarlardı, Semmering'de kızakla dolaştığında herkes hayranlıkla dönüp ona bakardı. İşte bu kadar hoş, zarif ve uysal bir çocuktu: Son yıl Theresianum'un yatılı bölümünde okula başladığında, üniformasını ve küçük kılıcını on sekizinci yüzyılda kralın himayesinde olan bir çocuk gibi taşıyordu –şimdi ise biraz ötede solgun dudaklarıyla ve birbirine kavuşturulmuş elleriyle yatmakta olan o çocuğun üstünde küçücük geceliğinden başka bir şey yok.
Fakat sen şimdi bana belki de çocuğu nasıl böyle bir lüks içinde yetiştirebildiğimi, ona seçkinlerin dünyasına özgü bu aydınlık ve neşeli hayatı nasıl sağlayabildiğimi soruyorsundur. Sevgilim, sana karanlıkların içinden sesleniyorum; utanç duymuyorum, bunu sana söylemek istiyorum, fakat sakın korkma sevgilim –kendimi sattım. Tam olarak sokak kızı veya fahişe diye nitelendirilenlerden olmadım, ama kendimi sattım. Zengin erkek arkadaşlarım, zengin sevgililerim oldu; önce ben onları aradım, daha sonra da onlar beni aradılar, çünkü –bilmem farkına vardın mı hiç?– çok güzeldim. Kendimi verdiğim her erkek bana bağlanıyordu, hepsi de bana teşekkür ettiler, bana bağlandılar, beni sevdiler –yalnızca sen, evet sevgilim, yalnızca sen beni sevmedin!
Kendimi sattığımı itiraf ettiğim için şimdi benden nefret mi ediyorsun? Hayır, biliyorum, nefret etmiyorsun, biliyorum, her şeyi anlıyorsun ve bunu yalnız senin için, senin öteki Ben'in için, senin çocuğun için yapmış olduğumu da anlayacaksın. Bir zamanlar o doğumevinin bir koğuşunda yoksulluğun korkunç yanıyla tanışmıştım; bu dünyada yoksul insanın hep ezilen, aşağılanan, kurban edilen insan olduğunu biliyordum ve senin çocuğunun, senin o aydınlık yüzlü, güzel çocuğunun aşağılarda, sokağın buharları, çöplükleri, bayağılıkları arasında, bir binanın avluya bakan odasının kirli havasında büyümesini istemiyordum, ne pahasına olursa olsun, bunu kabullenemezdim. İncecik dudakları sokakların diliyle, bembeyaz bedeni yoksulluğun o uyduruk çamaşırlarıyla tanışmamalıydı –senin çocuğun her şeye sahip olmalıydı, yeryüzünün bütün zenginliklerine ve rahatına kavuşmalıydı ve böylece tekrar sana, hayatın sana ait olan alanına yükselebilmeliydi.
İşte bu yüzden, sadece bu yüzden, sevgilim, kendimi sattım. Bu, benim için bir fedakârlık değildi, çünkü insanların genellikle onur ve ayıp diye adlandırdıkları, benim gözümde önem taşımıyordu; sen, yani bedenimle ait olduğum tek insan olan sen, beni sevmiyordun, o yüzden bedenime ne olacağı artık umurumda değildi. Erkeklerin sevişmeleri, hatta en içten gelen tutkuları bile iç dünyamın derinliklerini etkilemiyordu, oysa onların aralarından bazılarına elimde olmaksızın çok saygı duydum ve kendi kaderimi hatırlarken onların karşılık görmemiş sevgilerine duyduğum merhamet yüzünden çoğu zaman sarsıldım. Tanıdığım erkeklerin hepsi bana iyi davrandılar, şımarttılar ve saygı duydular. Aralarında özellikle biri vardı, yaşlıca ve karısı ölmüş olan bir konttu, babasız çocuğun, senin çocuğunun Theresianum'a alınabilmesini sağlayıncaya kadar çalmadığı kapı kalmadı –beni de kızı gibi seviyordu. Üç defa, dört defa bana evlenme teklifinde bulundu –yani bugün bir kontes olabilirdim, Tirol bölgesinde, masallardaki gibi bir şatonun hanımefendisi olarak hiçbir sıkıntı çekmeden yaşayabilirdim, çünkü o zaman çocuğun kendisini deli gibi seven, şefkatli bir babası, benim yanımda da sessiz, soylu, iyi yürekli bir kocam olurdu– ama kontun bütün ısrarlarına rağmen, ret cevabımla ona çok acı vermeme rağmen, yapamadım. Belki de bu bir delilikti, çünkü aksi takdirde şimdi bir yerlerde sakin ve güvenlik içinde yaşıyor olacaktım ve sevilen çocuğum da benimle birlikte olacaktı, fakat –bunu sana itiraf etmekten neden kaçınayım ki– kendimi bağlamak istemiyordum, senin için her zaman özgür kalmak istiyordum. İçimin derinliklerinde, benliğimin bilinçaltında hâlâ o eski çocukluk hayalim yaşamaktaydı, belki de günün birinde beni, yalnızca bir saat için bile olsa yanına çağırabilirdin. Ve sadece ihtimal olan bu bir saat uğruna her şeyi geri çevirdim, sırf ilk çağırışında özgür olabilmek için. Zaten çocukluktan uyanışımdan beri bütün hayatım bir bekleyişten, senin iradeni bekleyişten başka neydi ki!
Ve sonunda o saat, gerçekten de gelip çattı. Ama sen bunu bilmiyorsun. Sezmiyorsun bile sevgilim! O saat yaşanırken bile beni tanımadın –zaten beni asla, asla, ama asla tanımadın! Çünkü daha önce de sana sıkça rastlamıştım, tiyatrolarda, konserlerde, lunaparkta, sokakta, her defasında yüreğim ağzıma gelmişti, fakat bakışların hep yanımdan geçip gitmişti. Çünkü dış görünüşüm açısından artık çok farklı biriydim, eski ürkek çocuk, yerini artık bir kadına bırakmıştı, dediklerine göre güzel olan, hep pahalı elbiseler giyen, etrafı hayranlarla çevrili bir kadına: bu durumda benim bir zamanlar yatak odanın puslu ışığındaki o ürkek genç kız olduğumu nasıl tahmin edebilirdin! Bazen birlikte olduğum beylerden biri sana selam verirdi, sen teşekkür ederdin ve bana da bakardın; fakat bakışların sadece kibar bir yabancılıktı, saygı duyan, ama asla tanımayan, yabancı, korkunç yabancı bakışlardı. Bir defasında, hâlâ hatırlıyorum, artık neredeyse alışmış olduğum bu tanımayış içimi yakıp kavuran bir acıya dönüşüverdi: operanın locasında erkek arkadaşımla oturuyordum ve sen de komşu locadaydın. Uvertürün başlamasıyla birlikte ışıklar sönmüştü, yüzünü artık göremiyordum, yalnızca nefesini o ilk gecedeki kadar yakınımda hissediyordum ve elini localarımızın kadife kaplı parmaklığına dayamıştın, o ince, zarif elini. Ve içimde, sevecen sarılışını bir zamanlar hissettiğim, onca âşık olduğum bu yabancı eli eğilip öpmek için bir arzu uyandı. Müzik, etrafımdaki müzik hep daha büyük duygu fırtınaları yaratarak dalgalanıyordu, içimdeki arzu gittikçe daha tutkulu bir hal almaktaydı, kendimi kasmak, zorla geri çekmek durumunda kaldım, dudaklarımı o sevilen eline çeken güç çok büyüktü. Birinci perdeden sonra arkadaşımdan çıkıp gitmemizi rica ettim. Karanlıkta seni bu kadar yabancı ve bir o kadar da yakınımda hissetmeye daha fazla dayanamadım.
Ama o saat gelip çattı, bir defa daha, son bir defa daha yıkıntılar altındaki hayatıma geldin. Bundan, neredeyse tam bir yıl önce, senin yaş gününden sonraki gündü. Tuhaftı: bütün o saatler boyunca seni düşünmüştüm, çünkü senin yaş gününü hep bir bayram günü gibi yaşardım. Sabahın erken saatlerinde çıkıp beyaz gülleri satın almış ve her yıl yaptığım gibi, senin unuttuğun bir saatin anısına sana yollatmıştım. Öğlenden sonra oğlumla birlikte çıktım, onu Demel Pastanesi'ne, akşam da tiyatroya götürdüm, çünkü onun da bu günü, anlamını bilmeksizin, gençliğinden itibaren esrarlı bir bayram günü gibi kutlamasını istiyordum. Ertesi günü o zamanki erkek arkadaşım olan, Brünn'lü genç ve zengin bir fabrikatörle buluştum; iki yıldır birlikteydik; bana tapıyor, şımartıyor ve daha öncekiler gibi evlenmek istiyordu; oğlumu ve beni armağanlara boğmasına, biraz körü körüne aşkıyla da sevimli olmasına rağmen, ötekilere yaptığım gibi ona da hep ret cevabı veriyordum. Birlikte konsere gittik, orada neşeli bir grupla karşılaştık, Ringstrae'deki bir restoranda akşam yemeğini yedik ve daha sonra ben, kahkahaların ve konuşmaların arasında, dans edilebilen bir lokale, Tabarin'e de gitmemizi önerdim. Normalde alkollü ve yapmacık bir neşe atmosferiyle dolu olan böyle yerleri, gece kuşlarının mekân edindikleri her yer gibi itici bulurdum ve böyle önerilere hep karşı çıkardım, fakat bu defa –öneriyi ansızın ve farkına varmaksızın ötekilerin neşeli onaylarıyla mayalanan bir ortamda dile getirmeye beni zorlayan şey, içimden yükselen, kaynağı açıklanamaz ve sihirli bir güç olmuştu– sanki orada beni özel bir şey bekliyormuşçasına, içimde açıklanamaz bir arzu belirivermişti. Herkes benim suyuma gitme alışkanlığıyla hemen ayaklandı, o lokale gittik, şampanya içtik ve içimde bir anda daha önce hiç tanımadığım, bütünüyle çılgınca, neredeyse acı verici bir neşe doğdu. İçtim, içtim, birbirinden bayağı şarkılar söylenirken ben de katıldım ve dans edip coşmaya kendimi neredeyse zorunlu hissettim. Ama ansızın –sanki yüreğime buz gibi veya kor sıcaklığında bir şey yapışıvermişti– sarsılıverdim: yanımızdaki masada sen, birkaç arkadaşınla birlikte oturuyordun ve bana hayranlıkla, aynı zamanda da istediğini belli eder biçimde bakıyordun, bu, hayatımı her zaman altüst etmiş olan bakışlarından biriydi. On yıldan beri ilk defa bana yine benliğinin bütün o bilinçaltından kaynaklanan tutkusunun gücüyle bakmaktaydın. Olduğum yerde titredim. Havaya kaldırdığım kadehim neredeyse elimden düşecekti. Neyse ki masadakiler içine yuvarlandığım kargaşayı fark etmediler: kargaşa, kahkahaların ve müziğin gürültüsü içerisinde kaybolup gitti.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro