Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

4


O zaman beni tanımadın. Ve iki gün sonra yeni bir karşılaşmada bakışların belli bir aşinalıkla beni kuşattığında, bir defa daha beni seni seven ve senin uyandırdığın kişi olarak değil, fakat sadece iki gün önce aynı yerde karşına çıkmış olan on sekiz yaşındaki genç kız kimliğiyle tanıdın. Bana sevecen bir şaşkınlıkla baktın ve dudaklarında hafiften bir gülümseme gezindi. Yine yanımdan geçtin ve yine adımlarını hemen yavaşlattın: ben titriyordum, sevinçten neredeyse bağıracak gibiydim ve dua ediyordum. Benimle konuşacaktın. Senin için ilk defa canlı olduğumu hissediyordum: ben de adımlarımı yavaşlattım, senden kaçmadım. Ve ansızın, geriye dönmeden, seni arkamda hissettim, o sevdalısı olduğum sesinin bana ilk defa hitap edeceğini duyacağımı biliyordum. Beklenti, iç dünyamda bir felce uğramışlık gibiydi, artık durmak zorunda kalmaktan korkuyordum, yüreğim öylesine çarpıyordu –ve sen yanıma geçtin. Benimle sanki uzun zamandır tanışıyormuşuz gibi, o hafiften neşeli tavrınla konuştun –ah, evet, hayatıma ait herhangi bir şeyi sezebildiğin hiç olmadı!–, benimle öylesine büyüleyici bir rahatlıkla konuştun ki, sana cevap vermeyi bile başarabildim. Bütün sokak boyunca birlikte yürüdük. Ondan sonra da bana birlikte yemek yer miyiz diye sordun. Sana hayır demeye nasıl cüret edebilirdim ki?

  Küçük bir restoranda yedik –nerede olduğunu hatırlıyor musun? Ah, elbette hayır, çünkü senin için öteki benzer akşamlardan farklı bir yanı yoktu, zira kimdim ki ben senin gözünde? Yüzlercesi arasından sadece birisi, sonrasız sürüp giden bir zincirde tek bir serüven halkası. Zaten beni sana hatırlatacak hiçbir şey de yoktu: az konuştum, çünkü yakınımda olman, benimle konuştuğunu duymak, benim için sonsuz mutluluk vericiydi. Konuşmanın bir saniyesini bile bir soruyla, budalaca bir sözcükle ziyan etmek istemiyordum. Orada geçirdiğimiz zaman boyunca sana duyduğum o tutkulu saygıyı nasıl sonuna kadar hak ettiğini, ne kadar ince ve anlayışlı davrandığını, her türlü ısrarcı yaklaşımdan ve tenselliği de içeren sevecenliklerden nasıl uzak kaldığını hep şükran duyarak hatırlayacağım ve asla unutmayacağım, daha ilk andan başlayarak öylesine güven verici, dostça bir samimiyet sergilemiştin ki, çoktandır bütün iradem ve arzumla sana ait olmasaydım bile beni kazanırdın. Ah, benim o beş yıllık çocukça beklentimi hayal kırıklığına sürüklememekle ne kadar büyük bir arzuyu karşılamış olduğunu asla bilemezsin!

  Vakit geç olmuştu, kalktık. Restoranın kapısında bana acelem olup olmadığını, biraz daha zamanımın bulunup bulunmadığını sordun. Senin için hazır olduğumu nasıl saklayabilirdim! Daha zamanımın olduğunu söyledim. Sonra sen, hafiften bir çekingenliği hemen aşarak, gevezelik etmek üzere biraz evine gelmeyi ister miyim diye sordun. "Memnuniyetle," dedim kendimi bütünüyle içimdeki duygunun doğallığına bırakarak ve hemen o anda çabuk kabullenişimden tedirginlikle veya sevinçle, ama bir biçimde etkilendiğinin, ama her ne olursa olsun kesinlikle şaşırdığının farkına vardım. Bugün o hayretini anlıyorum; çünkü biliyorum ki kadınlar genel olarak, içlerindeki kendini verme arzusu ne kadar yakıcı olursa olsun, bu hazır oluş durumunu inkâr etmek, ürkmüş gibi yapmak veya yalanlar, yeminler ve vaatler aracılığıyla önce yatıştırılması gereken bir öfkeyi oynamak alışkanlığındadırlar. Ayrıca, böyle bir davete bu kadar sevinçle karşılık vermenin belki de ancak aşkın profesyonellerine, yani hayat kadınlarına veya saf, bütünüyle yeniyetme çocuklara özgü olduğunu da biliyorum. Fakat benim içimde gerçekleşen –sen nasıl sezebilirdin ki bunu–, yalnızca artık söze dönüşen iradeydi, tek tek binlerce günün şimdi bir bütün halinde bütün engelleri aşan özlemiydi. Ama ne olursa olsun, etkilendiğin kesindi, seni ilgilendirmeye başlamıştım. Yürüdüğümüz sırada senin, konuşmalarımız sırasında yandan süzerek, beni bir biçimde hayretle tartmakta olduğunu da hissettim. Duyguların, insana ait her konuda onca sihirli bir biçimde kendinden emin olan duyguların yanındaki bu kızda hemen bir olağandışılığın, bir sırrın kokusunu almıştı. Meraklı yanın uyanmıştı ve sorularının kuşatıcı ve ipucu bulmaya yönelik ifadesinden nasıl o sırra ulaşmak peşinde olduğunun farkına varmıştım.

  Senin dairene çıktık. Sevgilim, bu çıkışın, bu merdivenlerin benim için ne anlama geldiğini, nasıl bir sarhoşluk, nasıl bir karmaşa, nasıl delice, acı verici, neredeyse öldürücü bir mutluluk olduğunu anlayamayacağını söylersem, beni bağışlamanı dilerim. Bütün bunları şimdi bile neredeyse gözlerim yaşarmadan düşünemiyorum ve artık gözyaşım da hiç kalmadı. Ama şunu yalnızca hissetmeye çalış: oradaki her nesne sanki tutkumla doluydu, çocukluğumun, özlemimin simgesiydi: apartmanın önünde seni binlerce defa beklediğim kapısı, hep senin ayak seslerine kulak verdiğim ve seni ilk defa gördüğüm merdivenler, bütün ruhumla baktığım göz deliği, daire kapının önünde duran ve bir zamanlar üstüne diz çökmüş olduğum paspas, anahtarın kilidin içerisinde dönmesinden çıkan ve beni hep yattığım pusudan sıçratmış olan ses. Bütün bir çocukluğum, bütün tutkum işte orada, o birkaç metrelik yerde yuvalanmıştı, orası benim bütün hayatımdı ve şimdi bu hayat bir fırtına gibi üstüme çökmekteydi, çünkü arzulanan her şey, ama her şey gerçekleşmişti ve ben seninle yürüyordum, senin evindeydim, bizim evimizdeydim. Düşün ki –biliyorum, kulağa çok sıradan geliyor, ama başka nasıl söylenir bilmiyorum–, kapına kadar uzanan her şey bütün bir hayat boyunca sadece gerçeklikti, bulanık bir günlük dünyaydı, kapından sonra ise çocuğun büyülü dünyası, Alâeddin'in ülkesi başlıyordu, düşün ki, şimdi sendeleyerek geçtiğim bu kapıya daha önce belki bin defa yanan gözlerle bakmıştım ve işte ancak o zaman çökmekte olan o dakikanın hayatımdan neleri alıp götürdüğünü sezebilirsin –ama, dediğim gibi, yalnızca sezebilirsin, fakat asla bütünüyle bilemezsin, sevgilim.

O akşam bütün gece sende kaldım. Daha önce hiçbir erkeğin bana dokunmadığını, bedenimi hissetmediğini veya görmediğini sezmedin. Fakat nasıl sezebilirdin ki, sevgilim, çünkü sana hiçbir biçimde karşı koymadım, utangaçlıktan kaynaklanabilecek her türlü çekingenliği bastırdım ve bunu da sana olan aşkımın, eğer bilseydin, hiç kuşkusuz seni ürkütecek olan sırrını öğrenemeyesin diye yaptım –çünkü sen, yalnızca kolay, oyun gibi ve ağırlıktan yoksun olanı seversin, bir kadere müdahale etmekten korkarsın. Kendini israf etmektir senin istediğin, herkese, dünyaya ve herhangi bir kurban istemezsin. Şimdi kalkıp kendimi sana bir bakire olarak verdiğimi söylersem, yalvarırım beni yanlış anlama! Çünkü seni suçlamıyorum, sen beni ne kendine çektin, ne yalanlarla aldattın ne de baştan çıkardın –ben, evet ben kendimi sana zorladım, kucağına attım, kaderime attım. Seni asla, ama asla suçlamayacağım, hayır, yalnızca sana hep teşekkür edeceğim, çünkü o gece benim için inanılmaz ölçüde zengin, hazzın parıltılarıyla dolu ve mutluluktan uçurucuydu. Karanlıkta gözlerimi açtığımda ve seni yanımda hissettiğimde, yıldızların üzerimde olmadığına hayret ettim, gökyüzü öylesine yakınımdaydı –hayır, asla pişman olmadım sevgilim, o saatlerden ötürü asla pişmanlık duymadım. Hâlâ hatırlıyorum: sen uyuduğunda, senin nefesini duyduğumda, bedenini hissettiğimde ve kendimi sana onca yakın bulduğumda, mutluluktan karanlıkta ağladım.

  Sabahleyin erken gitmekte ısrarcıydım. İşe gitmek zorundaydım ve ayrıca uşağın gelmeden ayrılmak istiyordum: o beni görmemeliydi. Giyindikten sonra senin önünde durduğumda, beni kollarına aldın, bana uzun uzun baktın; bir hatırlayıştı içinde dalgalanan, karanlık ve uzak bir hatırlayış ya da duyduğum mutluluktan ötürü sana yalnızca güzel mi görünmüştüm? Sonra beni dudaklarımdan öptün. Hafifçe senden ayrıldım ve gitmek istedim. O zaman şöyle sordun bana: "Giderken yanına birkaç çiçek almak ister misin?" Ben evet dedim. Yazı masasının üstündeki mavi vazodan dört tane beyaz gül çıkardın (ah evet, onları çocukluğumdaki o tek hırsızlama bakıştan tanıyordum) ve bana verdin. Onları günlerce öptüm.

  Daha önce bir başka akşam buluşmayı kararlaştırmıştık. Geldim, ve her şey yine olağanüstüydü. Bana üçüncü bir gece daha armağan ettin. Sonra yolculuğa çıkmak zorunda olduğunu söyledin –ah, bu yolculuklardan çocukluğumdan beri nasıl nefret ederdim, bir bilsen!– ve döndükten hemen sonra beni arayacağına söz verdin. Sana bir poste restante adres verdim –adımı söylemek istemiyordum. Sırrımı koruyordum. Veda ederken bana yine birkaç gül verdin –veda yerine.

  İki ay boyunca her gün sordum ... fakat hayır, bekleyişlerden, çaresizlikten kaynaklanan bu cehennem azabını sana anlatmamın bir anlamı yok. Seni suçlamıyorum. Seni sen kim isen o olarak seviyorum, sıcakkanlı ve çabuk unutan, kendini veren ve sadık kalmayan, seni yalnızca her zaman kim idiysen ve şimdi de hâlâ kimsen o halinle seviyorum. Çoktandır dönmüştün, bunu aydınlanmış pencerelerini görünce anlamıştım ve bana yazmamıştın. Senden elimde tek bir satır yok şu son saatlerimde, hayatımı vermiş olduğum insandan tek bir satır bile yok. Bekledim, çaresizlik içinde kalmış biri gibi bekledim. Ama sen beni çağırmadın, tek bir satır yazmadın ... bir tek satır bile...

  Çocuğum dün öldü –o, aynı zamanda senin de çocuğundu. Evet, senin de çocuğundu, sevgilim, o üç geceden birinin çocuğuydu, sana yemin ederim ve insan, ölümün gölgesi üzerine düşmüşse eğer, artık yalan söylemez. O, bizim çocuğumuzdu, sana yemin ederim, çünkü kendimi sana verdiğim saatlerden çocuğumun bedenimden çıkarıldığı saate kadarki zaman boyunca bana hiçbir erkeğin eli değmedi. Ben, senin dokunuşunla kendi gözümde kutsanmıştım: bu durumda kendimi benim için her şey olmuş olan seninle, hayatıma yalnızca şöyle bir değip geçmiş olan başkaları arasında nasıl paylaştırabilirdim? O, bizim çocuğumuzdu, sevgilim, benim bilinçli aşkımın ve senin umursamaz, müsrif, neredeyse bilincinde olmadığın sevecenliğinin çocuğuydu, evet, bizim çocuğumuzdu, bizim oğlumuzdu, bizim tek çocuğumuzdu. Fakat şimdi soruyorsun –belki ürkmüş olarak, belki de yalnızca hayretle– soruyorsun şimdi, sevgilim, onca uzun yıllar boyunca bu çocuğu neden sakladığımı ve ondan neden ilk kez bugün söz ettiğimi soruyorsun, o burada uyurken, artık sonsuz bir uykuya dalmışken, artık gitmeye ve bir daha asla geri dönmemeye hazırken, evet, asla!

  Fakat sana nasıl söyleyebilirdim ki? Benim gibi yabancı bir kadının, üç gecenin aşırı hararetli gönüllüsünün, kendini sana hiç karşı koymaksızın, dahası tutkuyla açmış olan kadının, gelip geçici bir karşılaşmanın adsız kadınının sana, senin gibi sadakat nedir bilmeyen bir erkeğe sadık kaldığına asla inanmazdın –bu çocuğu hiç kuşku duymaksızın senin çocuğun olarak asla tanımazdın! Sözlerim sende böyle bir ihtimalin bulunduğu izlenimini yaratsaydı bile, varlıklı biri olan sana bir yabancıyla yaşanmış saatlerden olma bir çocuğu kabul ettirmeye çalıştığıma ilişkin gizli kuşkuyu içinden asla atamazdın. Bana hep kuşkuyla bakardın, seninle aramızda bir güvensizliğin boşlukta kanat çırpan, ürkek gölgesi varlığını hep korurdu. Böyle bir şeyin olmasını istemedim. Ve ayrıca, seni tanıyorum; belki kendi kendini tanımadığın kadar iyi tanıyorum, biliyorum, aşkta kaygısızlığı, kolaylığı, oyunsu yanı seven sana, ansızın baba olmak, ansızın bir kaderin sorumluluğunu taşımak nahoş gelirdi. Sen ki, ancak özgürken nefes alabilen birisin, kendini bana herhangi bir biçimde bağlanmış hissederdin, benden –evet, biliyorum, kendi uyanık iradene rağmen yapardın bunu– evet, benden bu bağlılık durumundan ötürü nefret ederdin. Belki sadece birkaç saat için, belki sadece geçici birkaç dakika için bile olsa, senin nefretinin hedefi olurdum –oysa gururum gereği benim istediğim, beni bütün bir hayat boyunca hiçbir kaygı duymaksızın düşünmendi. Sana yük olmaktansa her şeyi kendim üstlenmek ve hayatındaki bütün kadınlar arasında hep sevgiyle, hep şükranla hatırladığın tek kadın olmak istiyordum. Ama sen, elbette beni hiç düşünmedin. Beni unuttun.

Seni suçlamıyorum sevgilim, hayır, seni suçlamıyorum. Bağışla beni, eğer kalemimin mürekkebine arada sırada bir damla acı da karışıyorsa, evet, bağışla –çünkü çocuğum, bizim çocuğumuz hemen şuracıkta, mumların titreyen ışıkları altında ölü yatıyor; Tanrı'ya yumruklarımı sıktım ve ona katil dedim, duygularım bulanık ve karmakarışık. Bağışla yakınmamı, ne olur bağışla! Zira senin iyi bir insan olduğunu, yüreğinin en derin noktasında hep yardıma hazır olduğunu biliyorum. Sen herkese yardım edersin, istediği takdirde sana en yabancı olana bile. Ama çok tuhaf bir iyilik seninkisi, herkese açık olan, böylece de isteyenin ellerine sığdırabileceği kadarını alabileceği bir iyilik; büyük, sonsuz büyük senin iyiliğin, fakat aynı zamanda da –affına sığınarak söylüyorum– tembel bir iyilik. Uyarılmak istiyor, gelip alsınlar istiyor. Sen, ancak yardıma çağrıldığında, senden istendiğinde yardım ediyorsun, hoşlandığın, zevk aldığın için değil fakat utancından, zayıflığından ötürü yardım ediyorsun. Sen –izin ver de açıkça söyleyeyim bunu– sıkıntı ve acı içindeki insanı mutlu olan kardeşlerine yeğlemiyorsun. Ve senin gibi insanlardan, hatta onların en iyilerinden bile bir şey istemek zordur. Bir defasında, henüz çocukken, kapıdaki göz deliğinden zilini çalmış olan dilenciye bir şey verdiğini görmüştüm. Ona hemen ve hatta fazlaca verdin, o daha senden istemeye fırsat bulamadan verdin, fakat bunu belli bir tedirginlikle ve çabucak yaptın, korkudan yaptın, çekip gitsin diye, sanki onun gözlerini görmekten korkuyordun. Senin bu tedirgin, ürkek, teşekkürden kaçan yardım ediş tarzını hiçbir zaman unutmadım. Ve bu yüzdendir ki, hiçbir zaman sana başvurmadım. Elbette biliyorum, o zamanlar beni çocuğun senden olduğuna emin olmasan da desteklerdin. Beni teselli eder, para verirdin, hem de fazlasıyla, ama bunu hep seni rahatsız edeni kendinden uzaklaştırmanın gizli sabırsızlığıyla yapardın; hatta öyle sanıyorum ki, beni çocuğu aldırmam için razı da ederdin. Ve aslında en korktuğum şey buydu –çünkü istediğin bir şeyi yapmamayı, senden esirgemeyi başaramazdım! Fakat o çocuk benim için her şey demekti, çünkü sendendi, ikinci bir Sen'di, ama aynı zamanda da artık Sen değildi, yani o mutlu, o kaygısız, elimde tutmayı artık başaramadığım Sen değildi, onun yerine –böyle düşünüyordum– her zaman için bana verilmiş olan Sen'di, bedenimin mahpusuydu, hayatıma sımsıkı bağlıydı. Şimdi artık sonunda seni yakalamıştım, seni, hayatının gittikçe serpilip geliştiğini damarlarımda hissedebiliyordum, seni besleyebiliyor, susuzluğunu giderebiliyordum, ruhumda yakıcı bir arzu uyandığında seni okşayabilir, öpebilirdim. Görüyor musun sevgilim, işte bu yüzen çok mutlu olmuştum senden bir çocuğum olacağını anladığımda, bunu o yüzden senden saklamıştım: çünkü şimdi artık benden kaçamazdın.

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro