Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

6

Köylüler, İşçiler ve İmalatçılar

Snelman, daha çocukluk ve okul yıllarında, toplumsal üre­tim ve insan ilişkilerinin, saray anlayışıyla, yani efendi/köle bakış açısıyla değerlendirilmesine karşı çıkmıştı.

Tüm tarih kitaplarında, krallardan, imparatorlardan, bun­ların vezirlerinden, aristokrat sınıfın mücadelelerinden, ba­ronlardan, generallerden ve birkaç da bilgin, yazar ve sanat­çıdan söz edilir. Bunların hayatları anlatılır, yaptıkları kanlı sa­vaşlar, saray entrikaları, iktidar mücadelelerinde dökülen kan­lar, diplomatik başarı sayılan hileler, suikastlar ve ihtilâller, en küçük ayrıntısına kadar tasvir edilir. Tarih okutan profesörler de yalnızca bunlardan bahsederler.

Geçmiş yüzyıllarda çeşitli coğrafyalarda yaşayan toplumla­rın, halk kesimlerinin, nasıl bir hayat yaşadıkları ya tesadüfen kısaca anlatılır veya bunlardan hiç söz edilmez. Milyonlarca köylü, işçi, çeşitli alanlardaki imalatçılar, esnaf ve az sayıdaki küçük burjuvalar, sanki yüzyıllardır tarihin dışında yaşamış­lardır.

Toplumların fikrî ve manevî yönden yükselmeleri konula­rıyla ilgilenenler ise pek azdır. Daha doğrusu milletlerin mad­dî ve manevî hayatlarının düzeltilmesi, iyileştirilmesi ve yük­seltilmesi için kimse uğraş vermemiştir.

Ot yetiştirmesini, hayvan beslemesini, tuğla, kâğıt ve ku­maş üretme tekniklerini geliştirmişler ama milyonlarca üret­ken halk kitlesinin ruhunu, maneviyatını, sağlığını, beslen­mesini, meskenini geliştirmeyi, iyileştirmeyi düşünmemişler­dir. Halkın yaşantısını kendi başına bırakmışlardır. Bütün bunları düşünmek hiç kimsenin görevi değilmiş gibi, sanki şöyle gizli bir karar alınmıştır:

"Diledikleri gibi yaşasınlar. İyi bir duruma gelirlerse mut­lu olurlar; kötü bir durumda olurlarsa da sabır ve tahammül göstersinler."

Her çağda ve her bölgede halk kitleleri sabır ve tahammül göstermeye mecbur bırakılmıştır. Zorluklara ve yokluklara katlanmak, halkın zorunlu bir görevi gibi kabul edilmiştir. Her vesileyle halka saldırır ve hor görürler. Her zaman ve her yerde hep aynı şeyleri söylemişlerdir.

"Halk sarhoştur, tembeldir, çalışmak istemez. Kabadır, açgözlüdür, kavgacıdır, öfkelidir, söz anlamaz..."

Ama hemen ardından da eklerler:

"Milletimiz ne kadar büyük olduğunu sabır ve tahammül­le göstermiştir. Aç kalır, soğuktan donar, pislik ve yokluk içinde yaşar; ama asla şikâyet etmez, bunlara katlanmasını bi­lir."

Bunlar, milletin sabırlı ve tahammüllü oluşundan coşkuy­la söz ederek, milletin bu mecburiyetini bir din konumuna yükseltirler. Zaten İsa'nın dinini de sabır ve tahammül dini­ne dönüştürmemişler midir?

Snelman, bu sabır ve tahammül ibadetinden nefret ediyor ve her iki tarafa da kızıyordu.

Öncelikle, bütün özgürlükleri, mutlulukları ve zenginlik­leri kendisi için isteyen ama halka ise en büyük sefalet ve mahrumiyetlere karşı tahammül etmeyi tavsiye eden burjuva­lara ve seçkinci devlete kızıyordu. Sonra da kendisine dayatı­lan bu mecburiyete tahammül ettiğinden dolayı halka kızı­yordu. Halkın düşünce uyuşukluğuna, maddî ve manevî se­falete, hukuksuzlara ve safehate alışmış olmasına kızıyordu.

Kızdığı zaman şöyle bağırıyordu:

_ Milyonlarca insan hayvanlar gibi yaşıyor, pis ve miskin bir hayat sürüyor!.. Bir tek düşünceleri var, o da mideyi dol­durmak!..

Sakinleşince, "Ama suçlu halk mıdır? Bu onlar için bir fe­laketten başka bir şey değil ki." diyordu.

Snelman, iki sınıf arasında şöyle bir karşılaştırma yapıyor­du:

_ Bahçeyle orman... Bahçeye ince, güzel, kum döşeli yol­lar açılmış... Yolların her iki tarafı çiçekler ve meyve ağaçlarıy­la süslenmiş. Alabildiğine uzanan yemyeşil bakımlı çayır ve çimenler. Kameriyelerin çevresini menekşe ve güller sarmış... Fıskiyelerden su fışkırıyor... Kimi yerlere heykeller dikilmiş... Yolların kenarına kanapeler konmuş... Her köşeye ve her fi­dana özenli bir insan elinin dokunduğu anlaşılıyor.

Şimdi bir de ormana bakalım: Buranın manzarası tama­men farklıdır. Burada her şey yabanî ve bakımsızdır. Kendi hâline terk edilmiştir. Tohumları nereye rastgelmişse ağaçlar ve dikenli bitkiler orada bitmiştir. Ormanların kimi yerleri ge­çilmeyecek bir hâldedir. Fırtınada devrilen bir ağaç, olduğu yerde çürür. Varolan patikalar da tamamen tesadüf eseridir.

Bunların düzenlemesiyle kimse ilgilenmez...

İşte zengin kesim, anlattığım bu bahçe gibidir. Eğitim, görgü, konfor, sağlıklı yaşam ve güzel sanatlardan aldıkları zevklerle, halktan kopuk, farklı bir boyutta yaşıyorlar...

Halk yığınları ise daha çok doğa hayatı yaşayan ormana benzer. Eğer değerini bilirlerse bunu korurlar. Ancak buna da gerekli ve canlı olduğu için değer verirler.

Ormandaki ağaçlar nasıl bahçedeki gibi canlı bir ağaçsa, halkın her ferdi de yüksek tabakaya mensup insanlar gibi bir insandır. Onlar da yaratılırken akıllı ve eşit yaratılmışlardır. En yüksek ruhsal gelişime sahiptirler. Yalnız bunlara özen göstermek, milyonlarca halk yığınlarından herbirine tam an­lamıyla adam olması için imkân sunmak gerekmektedir.

Snelman, bütün köylülerin, işçilerin, imalatçıların ve bü­tün halk kesimlerinin her yönden aydınlanmasını, öğrenim ve eğitimini hayatının en önemli görevi saymış; bir zamanlar Pierre d'Amiyen'in Haçlı Seferleri'ni kışkırttığı gibi, o da Finlandiya'da eğitim seferberliğinin öncüsü olmuştur.

Snelman her yerde şu sözleri söylüyordu:

_ Ülke halkının çoğunluğunun böyle ilkel, görgüsüz ve eğitimsiz kalmasına seyirci kalmak ayıptır, suçtur. Uygarlık meşalesiyle aydınlanan bir insanın buna duyarsız kalması ci­nayettir.

Devlet denilen şey, üst katları geniş pencereli, yüksek ta­vanlı, sütunlu, bol ve temiz havalı ve aydınlık; alt ve bodrum katlarıysa karanlık, rutubetli, dar ve penceresiz bir şato değil­dir.

Ülke insanının çoğunluğunun eğitimden yoksun bırakıl­ması bir cinayettir. Devletin kendi kendini yok etmesi, inti­har etmesi demektir.

Vahşi kabilelerin yoksul olduğunu, ülkelerinin zenginlik­lerinden yararlanma yollarını bilmediklerini ve bu yüzden aç­lıktan öldüklerini ileri sürüyorlar. Ancak bir ülkede yaşayan her insanın, maddi ve manevi yönden güçlenmesine duyarsız kalmak, farkında olmamak ve istememek de vahşetin en bü­yüğüdür.

En iyi cins ve en değerli on milyon ağaca sahip bir orman düşününüz. Bu ormanla kimse ilgilenmez, kimse bakımını üstlenmez ve korumazsa bu ağaçların ne yararı olabilir? Ko­ca ağaçlar fırtınaların şiddetiyle devrilir, yağmur sularında çürür, o güzel orman da sıtma yuvası bataklığa döner. Saf or­man havası yerine, yüzlerce kilometre çevresinde sıtma mik­ropları dolaşmaya başlar.

Anlayınız!.. Anlayınız!.. Anlayınız!..

Ülkede çalışan ve üreten her bir insan, bir değerdir. Bu­nun yediği-içtiği her şeyi, tüketimini hesaplayınız. Mantıklı bir şekilde yetiştirilen her isanın, ülkeye neler kazandırabile­ceğini bir düşünün!.. Bir de üretmeden tüketenlerin, sarhoş­ların, asalakların maliyetini karşılaştırın. Eğer halkımız eğitim görmüş olsaydı, bunların her biri, ülke için millet için çalı­şan, üreten birer güç kaynağı olurdu.

* * *

Snelman konuyla ilgili, Avrupa gezisinde yaşadığı bir anı­sını anlatır. Berlin'de ünlü bir Avusturyalı yazarla tanışmıştır. Bu yazar aslen Slav olduğu hâlde kitaplarını Almanca yazmaktaymış. Yazdığı birçok gazete makalesi ve kitaplarında, Avusturyalı Almanlar'ın, Galiçya'daki Lehler'e; Moravya'daki Çekler'e ve Slovaklar'a; Voyvodina'daki Sırp ve Hırvatlar'a egemen olmakla haklı olduklarını savunmuş ve bu konuda şunları yazmıştır:

"Slav ırkı uysal bir ırktır. Bu ırka men­sup olanlar hayalperesttirler ama romantik şair de olamamışlardır. Doğuştan tembeldirler. Uzun süre esir olarak yaşadıklarından çalışmayı sevmezler. Ya­rarsız ve serseri bir millettirler. Başarısızlık karşısın­da insanlık onurunu kazanan uygar Avrupalı'yı kendilerinden nefret ettiren bir sefalet ve miskinlik içinde yaşamayı tercih ederler. Başarılı olma ve re­faha erme halinde ve özellikle ticari hayatta vicdan­sız, yalancı, rüşvetçi, açgözlü, sinsi ve hilecidirler. Büyük ve kolay kazançlar peşinde koşarlar. Kazan­dıklarını da aptalca israf ederler.

Slavlar'a mantıklı ve sert bir Alman disiplini gerek­mektedir. Slavlar, sık ve yumuşak yünlü ama pis kokulu bir koyun postuna benzerler. Bunu temiz­lemek için Alman Tabbakı'na vermek gerekir. O za­man bundan güzel ve sıcak bir kürk olur."

Oldukça zeki olan bu dönme yazar, yüksek bir eğitim görmüştü. Başlıca Avrupa dillerini iyi biliyordu. Yazıları yalın, akıcı ve espriliydi. Makalelerin arasına çeşitli dönemlerde ya­şamış filozof, tarihçi ve edebiyatçıların eserlerinden alıntılar serpiştirirdi. Ancak bu yazarın yazıları namusluca değildi. Çünkü bu yazılarının karşılığında Avusturya hükümetinden yüksek paralar alırdı.

Bu dönme yazar, yapı olarak kötü biri değildi. Sadece zevk ve eğlenceye düşkün, kadın ve kumar tutkunu bir ahlâk­sızdı. Böyle bir hayat içinse bol para gerekiyordu. Oysa aldı­ğı eğitime ve sahip olduğu yeteneğe dayanarak namuslu bir kazanç elde edebilirdi. Ancak böyle bir hayat için, ruhun tu­tuşmuş olması lazımdı. Temiz düşünce, temiz ahlâk, inanç ve bir ideal gerekliydi.

Oysa bunların hepsi dönme yazara yabancı şeylerdi. Avusturya Üniversitesi'nde eğitim gördüğü yıllarda, ülkeye Matternich'in gerici politikası egemendi. Matternich, bu eski saray tilkisi, Avrupalı parlamenter görünümünde olan bu Bizans uşağı, kendi zorba ve baskıcı politikasıyla servetler edinerek, sinsi planları gereği tüm Avrupa toplumlarının ah­lâkını bozmuştur. O, insanları kendisine bağlamak için bir tek şey bilirdi; o da rüşvet. Matternich'in ayrıca rüşveti sistemleştiren uzmanları ve memurları vardı. Bunlar kimin, ney­le satın alınabileceğini inceler ve araştırırlardı.

Matternich döneminde rüşvet yoluyla kolay kazançlar peşinde koşmak âdeta bir din hâline gelmişti. Toplumda ah­lâk oksijeni kalmamıştı. Çoğu aydın bile, Matternich'in uy­guladığı alçakça politikalar sonucunda kirlenmişlerdi. Ger­çekte yüceliklere tutkun olan gençlik bile alçalmış, yozlaşmış­tı. Gençliğin büyük ülküleri, öncüleri yoktu. Düşünceden yoksun ve ilkesiz olarak yetişiyorlardı.

İşte bu dönme yazar da böyle boğucu bir ortamda yetiş­miş ve ahlâk duygusunu yitirmişti. O, idealist girişimleri, ça­baları; gülünç, ciddiyetsiz ve yapay buluyordu. Hayatta Schiller gibi güzellik ve doğruluk arayanlara şaşıyordu.

Yıllar geçtikçe bu dönme köpeği bir felsefeci oldu. Almanların çıkarı uğruna Slavlar'a saldırmaktan adeta zevk alır olmuştu. "Ben çok iyi yazıyorum ve Almanlar da bana iyi pa­ra veriyorlar." diyerek kendini temize çıkarmaya çalışıyordu.

Kendisine ateş püsküren Slav milleyetçilerine karşı ise ya­zılarında kendini şöyle savunuyordu:

"Benden ne istiyorsunuz? Siz Floransa ve Vene­dik'teki iki İtalyan heykeltraşı Donatella ile Verrochio'nun yaptıkları heykelleri görmediniz mi?

Floransa ve Venedik kentleri, bu heykelleri paralı askerlerinin, paralı komutanları adına dikmişlerdir.

Bu kentler, komutanlara iyi ücret ödediklerinden, onlar da efendilerine karşı görevlerini yerine getir­mişlerdir. Eğer Milano, Cenova, Piza, Verona ve Roma kentleri bu komutanlara daha fazla ücret vermiş olsalardı, bu kez onların hizmetine girecek­ler ve Venedik ve Floransa için yaptıkları gibi kah­ramanca çarpışacaklardı.

İşte ben de yazarlık alanında bunlar gibiyim. Bana Almanlar'ın verdiğinden daha fazla kazanç sağla­yın, sizin için mücadele edeyim. Bunu sağlamazsa­nız, sağlamak istemezseniz, o zaman benim saldırı­larıma katlanmayı biliniz ve kendinizi savununuz. Ben güçlü düşmanlarla mücadele etmesini seve­rim."

Slavlar bu basın yılanından nefret ediyorlardı. Almanlar ise parlak yazarı, cesur Slav felsefecisini çok takdir ediyor­lardı.

İşte Snelman, Berlin'deyken bu kişiyle karşılaşmış. Ancak Finlandiya'dayken bu yazarın çalışmalarından hiç haberdar olmamış, ismini de duymamıştı.

Berlin'de biri Fin, diğeri Slav olan iki önemli konuğun, Almanlar'ın deyimiyle "Kültürtröger" (uygarlık öncüsü) onuruna bir ziyafet düzenlenmişti.

Ziyafet sonrası davetlilerin azalmasıyla Snelman bu uy­garlık öncüsü sayılan Slav'ı bir köşeye çekti ve geri kalmış ül­kelerle ilgili yapılması gereken çalışmalarla ilgili görüşlerini aktardı:

_ Samimi olalım. Almanlar içten gelen bir sevgiyle bizi sevmezler. Bu konuda geçmiş için haklı sayılabilirler, ama ge­lecek için değiller.

Biz Finler ve siz Slavlar, geleceğin büyük güçleriyiz. Al­manya artık güç kaybediyor, bizim ülkelerimiz ise henüz enerjik ve üretkendir. Ancak çalışmamız lazım. Biz genç mil­letler, Almanlar'dan, Fransızlar'dan, İngilizler'den iki-üç, hatta on kat daha fazla çalışmalıyız ki, onların düzeyine ula­şabilelim ve onları geçebilelim.

Biz onları mutlaka geçeceğiz. Çünkü biz, yalnızca kent insanını aydınlatmakla kalmayacağız, ilköğrenimle yetinme­yeceğiz; aynı zamanda hiçbir köyü okulsuz ve kütüphanesiz bırakmayacağız. Her köylünün, balıkçının, katrancının kulü­besini bilgi ışığıyla aydınlatacağız. Çocuklarımızdan yepyeni, güçlü, eğitimli, aydın ve asil bir nesil yetiştireceğiz.

Snelman, karşısında Slav milletinin bir uygarlık hizmetkâ­rı bulunuyor zannıyla, bu konuda coşkuyla uzunca bir nutuk çekmişti.

Avusturyalı hain ise gözlerinden hiç eksilmeyen alaycı ba­kışıyla, kendi kendine, "İşte can sıkıcı bir budala daha," diye­rek dinlemiş, Snelman'dan bir an önce kurtulmak için fırsat kollamıştı. Ancak daha sonra Snelman'ın ruh tutuşturan coş­kulu sözleri karşısında yüreğindeki buzlar erimiş, bir şişe içkiyi büyükçe bir bardakta içmeye başlamış.

Kendini konuşmasına kaptırmış olan Snelman, karşısın­dakinin içkiyi bitirdiğinin farkında olmamış.

Avusturyalı yazar, sarhoş bir halde ayağa kalkarak Snelman'a şu sözleri söylemiş:

_ Aziz Snelman, bu kadar yetişir... Büyük ruhunuzun ate­şini bu kadar israf etmeyiniz. Onu kendi milletiniz için sakla­yınız.

Siz bahtiyar bir insansınız... Böyle insanlara sahip oldu­ğundan, sizin milletiniz de bahtiyardır. Siz yarın yola çıkıyor­sunuz. Çok iyi...

Ben sizinle ilk kez burada görüştüm. Daha önce ne ben sizi tanırdım, ne de siz beni... Bu da iyi. Yani beni tanımadı­ğınız daha çok iyi... Hâlâ da benim kim olduğumu bilmiyor­sunuz. Ancak sizi tanımış olmam, benim için iyi mi oldu, kö­tü mü oldu, bunu bilmiyorum...

Ey aziz Snelman!.. Nereden böyle ansızın karşıma çıktı­nız? Yalçın bir kaya gibi karşıma dikildiniz. Niçin bu kadar geç rastladım size?

O sırada saat 24'ü vurdu.

Snelman, "Artık geç oldu sanırım." dedi.

Avusturyalı şöyle karşılık verdi:

_ Gerçekten de vakit geç oldu. Ama geç olan vakit, bu ge­ceki vakit değildir. Geç olan asıl vakit, asıl benim hayatımda­ki zamandır.

Ah, ne olurdu, ben daha genç yaşımdayken, Snelman'la böyle bir kez görüşmüş olsaydım. O zaman ben büsbütün başka bir insan olurdum.

Snelmanlarla görüştükten sonra benim neslim de bam­başka bir nesil olurdu. Ama şimdi iş işten geçti... Artık vakit geç oldu... Artık uyumaya gidelim...

Aziz Snelman, aramızda garip bir iletişimsizlik var... Ba­na elinizi veriniz...

Bu istek karşısında Snelman elini uzatmış.

Avusturyalı bu eli tutup öpmüş.

Snelman şaşkın bir hâlde elini çekip "Ne yapıyorsunuz?" diye sormuş.

Avusturyalı:

_ Siz en iyisi, beni kendi hâlime bırakın! Ben sizin elinizi değil, her dürüst insanın yüreğindeki Snelmanlığın elini öpüyorum. Kendi içimde gömülü olan ruhumu öpüyorum, cevabını vermiş.

_ Ben bu sözlerden birşey anlamadım, demiş Snelman.

_ Anlamanıza da gerek yok zaten, demiş Avusturyalı, "Siz benim Slav ruhumun özelliklerini biraz zor anlarsınız!..

Ertesi gün Snelman, Suomi'ye hareket etmiş.

İki-üç hafta sonra beş satırlık imzasız bir mektup almış. Mektupta şunlar yazılıymış:

"Siz benim ruhumu tersine çevirdiniz. Şimdi artrk benim bu hayata tahammülüm yok. Şimdiye kadar yaşadığım şekilde yaşamak, bana iğrenç geliyor. Sanki istemeyerek hayatıma son veriyorum."

Snelman mektuptaki yazıyı tanıyamamış. Bundan bir şey anlamamış. Son bir ayın Viyana gazetelerini taramış ve şu ha­beri görmüş:

"Üzücü bir kaza... Büyük bir kaza...

Slav yazar, korkusuz düşünce adamı, dikkatsizlik sonucu ağır bir şekilde kendini yaralamış ve üç sa­at sonra ruhunu teslim etmiştir."

Bu haber üzerine araştırma yapan Snelman, kaza sonucu ölen kişinin, Berlin'de verilen ziyafette elini öpüp de "Eğer ben böyle Snelmanlar'arastlasaydım, ben ve benim neslim büsbütün başka insanlar olurduk. Gençliğimde niçin sizinle tanışmadım?" diyen Slav yazar olduğunu öğrenmiş.

Snelman bu anısını anlattığında dostları bu yazarın hangi milletten olduğunu sordular:

_ Çek mi, Leh mi, Bulgar mı, Sırp mı, Hırvat mı, hangi milletten? İsmi nedir? diye ısrar ettiler.

Snelman:

_ Boşuna merak ediyorsunuz. Bu kişinin hangi milletten olduğunu bilmeniz neye yarar? Adam ağır bir hata işlemiş ve cezasını da yine kendisi vermiş. Kendi varlığını yeryüzünden yine kendi eliyle silmiş. Bunun adını niçin analım?

Burada asıl önemli olan şeye dikkat edin. Üstün yetenek­lere sahip bir insan, büyük bir zekâ, ender bulunan geniş bir bilgi, parlak bir edebi yetenek ve sonuç: Zevk ve eğlenceye düşkün, kumarcı, müsrif, sefih, kalemini kiraya vermiş, men­sup olduğu millete ihanet etmiş bir ahlâksız.

Oysa bu adam mantıklı bir eğitim görmüş olsaydı ve gençliğinde ona halk kitlesinin ruhunu ve gönlünü tutuştur­maktan doğan zevkin, hayatı boşa geçirmek zevkinden daha üstün olduğu söylenmiş olsaydı; bu insan kendi ülkesinde bir uygarlık havarisi olurdu.

Üniversite okumuş, bilimadamı ve edebiyatçı olmuş, baş­kentte yetişmiş, daha ne istersiniz? Böyle biri adam olmazsa; hiç okulu, kütüphanesi olmayan ve hayatın daha güzel, daha mutluluk dolu, daha düzenli olması için neler yapılması ge­rektiğine dair hiç söz edilmeyen bir yerde yetişen sıradan halktan ne beklenebilir ki?

Milyonlarca halk bedenen, ruhen, fikren ve ahlâken çürü­yor da hiç kimse bu kokuşmuşluğu görmüyor. Herkesin ka­rakteri bozulmuş veya herkes bu yozlaşmışlığa alışmış da bu­nu doğal bir durum sanıyor sanki. Ama bu böyle mi olmalı­dır?

Milyonlarca insan doğuyor, derin bir sefahet içinde yaşı­yor ve ölüyor. Bu böyle mi olmalıdır? İçlerinde birçok zeki insan bulunmasına rağmen milyonlarca insan, hayvanlar gibi sersem ve cahil kalıyor. Sayısız küçük kardeşiniz huy olarak zalimleşiyor.

Peki bu böyle mi olmalıdır?

"Evet böyle olmalıdır!" diye yüzlerce kez tekrarlanan iğ­renç sözlerden utanmıyor musunuz?

Snelman'ın konuşmaları yüksek bir ilham kaynağı oluyor, o zorlama ve nasihatleri en uyuşuk ve durgun akılları uyandı­rıyor, kalplere ateş ve enerji saçıyordu.

Doktorlar, köy papazları, ilköğretim öğretmenleri, hükü­met memurları; çeşitli bölgelerdeki toplum kesimlerinin ha­yatlarını araştırmaya koyuldular. Gazetelerde, dergilerde, ve çeşitli kitaplarda halkın hayatını konu edinen haberler, röpor­tajlar, araştırma yazıları yayınlanmaya başlandı.

Özellikle iki kitap çok daha fazla ilgi görmeye başladı. Bunlardan birisi Bir Köy Doktorunun Hatıraları, diğeri de Bir Köy Papazının Notları adlı kitaplardı. Bu iki kitap kültür ve basın dünyasında bir fırtına kopardı. Kimi yazarlar bu kitapları çok beğendiklerini söyleyerek göklere çıkarıyor ve eleştirilerinde övgüye yer veriyorlardı.

"Halk için yüreği sızlayan ve okuryazar olan her­kes, mutlaka bu kitapları okumalıdır. Bu kitaplar körlerin gözlerini açar, ruhu henüz tamamen körelmemiş biri, bu kitapları okuyunca utancından kızarır."

Kimileri de bu kitaplara fena hâlde kızıyorlar ve yazarları­na ateş püskürüyorlardı. Bunlar da şu eleştirilerde bulunu­yorlardı:

"Her iki kitapta da Fin milleti küçük düşürülüyor. Bu kitaplar yalanlarla doludur. Bu anlatımlarda her şey olduğundan fazla abartılmış ve karikatürize edilmiştir."

Bu iki kitap hakkında yapılan birinci eleştiri, hakkı teslim etmektedir. Gürültüleri koparanlar, millet kavramını yanlış anlayanlar ve "Milletin, kaba ve çirkin de olsa, her şeyi gizli tutulmalıdır!" diyenlerdi. Onlar çöldeki deve kuşu gibi, ön­lerindeki tehlikeyi görmemek için başlarını kuma gömüyorlar ve başları dışarı çıkarılınca da hiddetleniyorlardı.

Her iki kitabın yazarı da Finler'in yüksek tabakasına var güçleriyle şöyle sesleniyorlardı:

_ Uyanınız! Yurttaşlarınızı kurtarmak için işbaşına geçiniz! Halkımızın dörtte üçünün yaşamakta olduğu hayat fecidir. Köylümüz ve işçimiz ölümle pençeleşiyor, ruhen ve bedenen çöküyorlar.

Güçlü yazarlarımızdan olan sayın Doktor ve Papaz, eser­lerine uydurma şeyleri yazmamışlar ve sizleri öfkelendirme­mek için olayları tek yanlı ele almamışlardır. Bunlar sadece bulundukları köylerde yaşayan halkın hayatına yakından ta­nıklık ederek, gerçekleri olduğu gibi yansıtmışlardır.

İnsanı dehşete düşüren gerçekleri öğrenenler "1,5 mil­yon insanımızın böyle bir hayat sürmesine nasıl dayanabiliriz? Bu durumun suçlusu biziz!.." diyorlar. Kitapları okuyunca dehşete düşen diğer bir kesimse "Acaba bu insanlar böyle ha­yata nasıl tahammül edebiliyorlar? Bunlar azizler zümresin­den midir, yoksa iki ayaklı birer hayvan mıdırlar? Bu hayat, Dante'nin Cehennem'inde tasvir ettiği hayattan daha ber­battır. Orada insanlar, günahlarından dolayı o azabı görüyor­lardı. Peki ülkemizdeki insanların günahı nedir? Sonuçta Dante'nin Cehennem'i baştan sona dahice kurgulanmış bir romandır. Burada ise kahredici bir yazgı, acı bir gerçek ve utanç verici bir iğrençlik var!.."

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro