Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

4

Halk Üniversitesi

Genç Fin aydınları, Snelman'ın çevresine toplanmışlardı. Bu gruba azar azar, ama sürekli yeni kültür mimarları katılıyor­du. Snelman grubunu, Helsingfors Üniversitesi'nin genç profesörleri, en uç köylerdeki öğretmenler, oldukça aydın tüccarlar, fabrikatörler, özel sektörde hizmet veren doktor­lar, memurlar ve avukatlar oluşturuyordu. Bu dinamik beyin gücü, yavaş yavaş Finlandiya'nın her köşesine etki etmişti. Bu amaçla çalışanlardan hiçbiri bunu kesinlikle şöhret olmak amacıyla yapmıyordu.

Bu grubun çalışması diğer eğitim ve kültür kuruluşlarında olduğu gibi sırf kâğıt üstünde kalmaktan çok uzaktı. Burada herkes çalışıyordu ve kelimenin tam anlamıyla herkes birer kültür misyoneriydi. Bu gruba mensup olan her kişi, inatla, ilhamla çalışıyor, bu gayretlerinde özel iş ve çıkar gütmeyi ak­lına bile getirmiyordu.

Bunlar okunmuş ve eski kitapları toplayarak içlerinden yıpranmamış olanları seçiyor, gezici bir kütüphane oluştura­rak köy köy dolaşıyorlardı. Bir süre o yerde kaldıktan sonra bir başka kasaba veya köye gidiyorlardı. Önceleri iki-üç haf­tada bir, sonralarıysa her pazar, halka yönelik, sağlıkla, edebi­yatla, ekonomiyle ve ahlâkla ilgili konularda sohbetler dü­zenliyorlardı.

Bu işe kendini adamış hatipleri ve öğretmenleri seçerek, ülkenin her tarafına gönderiyorlardı. Böylelikle özel bir Halk Üniversitesi kurulmuştu ve bu üniversitenin profesörleri de iyi birer konuşmacı olan gezgin gençlerdi. Bu genç profesör­ler, halkı çeşitli konularda bilgilendirerek en uyuşuk ruhları bile uyandırıyorlardı.

Bu konferansları dinleyenlerde daha çok bilgi öğrenmek, ülkenin herhangi bir şekilde ilerlemesine ve yükselmesine hizmet etmek arzusu uyanıyordu.

Önceleri kimi zenginler ölmeden önce servetlerini kiliseye veya hayır kuruluşlarına bağışlıyorlardı. Halk arasında aydın­lanma ve aydınlatma hareketleri yaygınlaştıkça eğitim için büyük vakıflar kurulmaya başlandı. Ülkenin çeşitli yerlerinde­ki varlıklı aileler evlerini kütüphane, konferans salonu veya halka ait eğlence yeri olması niyetiyle halka bağışlıyorlardı.

Bu anlamda daha birçok saf insancıl davranışlara ve çaba­lara rastlanıyordu. Tanınmış gezici profesörlerin sohbetlerin­den, bu aydınlatmalarından son derece memnun olan köylü­ler, ellerinde bulunan tereyağı, bal, yumurta, dokuma kilim ve el oyalarını profesörlere vererek ailelerine götürmelerini is­tiyorlardı.

_ Sizler bizi aydınlatmak, bilgilendirmek için köylerimize kadar zahmet edip geliyorsunuz. Müsaade ediniz de biz de sizlere elimizden geldiğince karşılık vermiş olalım. Sizin biz­lere öğrettiğiniz yararlı bilgilere ve sağladığınız mutluluklara oranla çok küçük şeylerdir ama lütfen kabul edin, diyorlardı.

Halk Üniversitesi'nin 25. Yıldönümü Dolayısıyla
Reçel Kralı Jarvinen'in
Yaptığı Konuşma

Halk Üniversitesi'nin birçok zorlukları aşarak 25 yıl bo­yunca yaptığı hizmetlerden sonra Snelman'ın yaşadığı "Kuopio" şehrinde millî bir bayram düzenlenmişti.

Tören sonunda ülkede "Reçel Kralı" diye tanınan Jarvinen söz alarak, bir saatten fazla süren bir konuşma yaptı.

Davetliler birçok konuşma dinleyerek yorgun düştükleri hâlde Jarvinen'in konuşmasını ilgi ve dikkatle dinlediler.

Jarvinen konuşmasına şu sözlerle başladı:

_ Ben bir zamanlar yoksul ve sıradan bir satıcıydım. Ço­cukken bir sepet içinde simit satardım. Daha sonra çarşıda küçük bir dükkân açıp şekerlemeler satmaya başladım. Büyük tüccarlar bana güvenirler ve dilediğim kadar, şekerleme, kura­biye ve kuruyemiş verirlerdi. Ben de bunları satarak borçları­mı günü gününe öderdim. Bundan dolayı beni severler ve ileride daha büyük bir dükkân açabilmem için bana yardım edeceklerini vadederek teşvik ederlerdi.

O dönemde geçim sıkıntısı çekmiyor, temiz elbiseler için­de, iyi bir odada yaşıyordum. Ancak buna rağmen, o zaman­ki hâlimi nasıl ifade edeyim bilmiyorum beğenmiyordum. Ruhum acı içindeydi. Kendi hayatım ve geçimim bana dar geliyordu. Sürekli sıkıntıyla düşünerek kendi kendime, "Dük­kân küçük, müşteriler sınırlı, kâr az. Bütün bir hayat böyle azlıklar içinde mi geçecek?" diyordum.

Jarvinen orada bulunan profesörlere dönerek sözlerini şöyle sürdürdü.

_ Efendiler sabrederek benim hikâyemi dinleyiniz!

Sizler pekâlâ iyi bilirsiniz ki, her simitçi çocuktan reçel kralı olmaz ve her simitçi çocuk, doğduğu şehirde yapılan milli tiyatro yapımı için on binlerce Mark veremez. Jarvi­nen'in yaptığı gibi, doğduğu kasabada kurulacak olan büyük bir gazetenin yayınlanması için gereken yardımda buluna­maz.

Ben bunları kendimi övmek için söylemiyorum. Burası, bir şahsın kendisini övüp göklere çıkaracağı bir yer değildir. Sizlerin huzurunuzda, benim şahsımda, genç, güçlü ve sağ­lam olan Fin milletinin şahsiyeti bulunmaktadır. Ben burada, sizin karşınızda ağaç kabuklarıyla karışık çavdar ekmeğiyle beslenen, ormanlar ve bataklıklar arasında tahammül ederek çalışan Fin milletini temsil ediyorum. Fin milleti arasında re­çel kralı nadirdir ama bu milletin arasında benim gimi Jarvinen'ler yok değildir.

Jarvinen ismi taşıyanlar bir taburdur. Benim gibiler halk arasında binlerce mevcuttur. Benim gibi Jarvinen'ler hâlâ or­manda ağaç kökleri sökerler, dağlardan taşları yuvarlarlar.

Bunların da bir çoğuna yoksul hayatları dar gelmektedir.

Biz zorluklardan ve çalışmaktan korkmayız, daha çok çalışı­yorlar diye başkalarını kıskanmayız. Yalnız Jarvinen cinsin­den olanlara bu geçim yolu dar gelmektedir. Onların canını sıkmaktadır.

Onlar daha güzel bir hayat arzu etmektedirler, daha par­lak bir istikbal ümit etmektedirler. Güneş gibi daha parlak, daha güzel, daha güçlü bir gelecek arzusundadırlar. Onların ruhunda kaynaşan, fışkırmak isteyen bir şey vardır ama çıkış yolu bulamıyor.

Geçen yıl İtalya'nın güneyine gitmiş ve reçel yapımında kullanılmak üzere bir gemi dolusu portakal satın almıştım. Birkaç günlük geziyi fırsat bilerek Napoli civarındaki Vezüv Yanardağı'nın doruğuna çıkmıştım.

Dağın doruğundaki volkanın ağzını seyrederken kendi gençliğimi hatırladım. O zamanki fikirlerimi ve duygularımı düşündüm. Bütün Fin milletinin halini düşündüm.

Kraterin içinde kara ve koyu bir lav kütlesi kaynıyor ve köpürüyordu. Lavlar kraterin dar ağzına doğru bazen yükseli­yor, bazen alçalıyordu. Sanki volkanın içinde kraterin darlığı­na rağmen nefes almak isteyen müthiş cüsseli bir bir dev var­dı. Dağın içinde biriken ateşli lavlara volkanın ağzı dar geli­yordu. İşte bu yüzden yeraltında varolan güçler ve içteki ateş lavlarını dışarıya fırlatıyordu.

Ben de bir zamanlar bu durumdaydım.

Şimdi Fin milleti de aynı durumdadır.

Jarvinen demek, Fin milleti demektir.

Haydut Karokep

Jarvinen konuşmasının bu yerinde Haydut Karokep'in ha­yatını hatırlattı:

_ Efendiler! Bundan yirmi beş yıl önce bütün Finlandiya'yı heyecan ve dehşet içinde bırakan Johan Karokep ismini ha­tırlıyor musunuz? Karokep, bir hırsız ve hayduttu. Büyük şe­hirlerdeki bankaları, işyerlerini ve kiliseleri soyardı. Hırsızlık yaparken âdeta polise meydan okurdu. Gereksiz yere cinayet­ler işliyordu. Bu yüzden tutuklandığında akli dengesinin ye­rinde olup olmadığının anlaşılması amacıyla önce akıl ve ruh hastanesine gönderilmişti.

Karokep, oradan büyük bir cesaretle kaçtı ve izini kaybet­tirdi. Finlandiya'da ismi artık anılmaz oldu. Belki de izlendi­ği sırada açılan ateşlerden ağır bir şekilde yaralandı, öldü ve arkadaşları da cesedini meçhul bir yere gömdüler. Herkes böyle düşünüyordu. Artık Karokep'ten bahsetmekten vaz­geçtiler.

Efendiler Karokep yaşıyor!

Geçen yıl, İtalya'da bulunduğum sırada, Napoli'de kendi­siyle görüştüm.

Ben onu tanıyamadım. Finlandiya'da yaşayan herkes gibi ben de onu ölü sanıyordum. Bir lokantada yemek yerken o beni tanıdı ve masama geldi.

Yanında da çok yakışıklı üç oğlu vardı. Fin milletinin en gürbüz ve en güzel örnekleriydi sanki. Uzun boylu, geniş omuzlu, yiğit duruşlu, kumral saçlı ve mavi gözlüydüler. Yüzleri Güney Amerika'nın yakıcı güneşinin etkisiyle esmerleşmişti.

İtalyanlar bunlara "Apollon Oğulları" diyorlardı.

Üçü de Avrupa'nın üç ayrı üniversitesinde eğitim görü­yorlarmış. En büyüğü İsviçre'de Ormancılık Fakültesi'nde okuyor ve Kaliforniya'da bir ormancılık işletmesinin yöneti­ciliğini yapıyormuş. En küçüğü Fransa'da Ziraat Fakülte­si'nde, ortanca olanı da Almanya'da Kimya Fakültesi'nde eği­tim görüyormuş. Deri, odun ve yağların kimyasal işlemleri konusunda yaptığı incelemeler, ünlü Alman üniversitelerin­den birinin dikkatini çekmiş. Bu gencin ünlü bir kimya mü­hendisi olması bekleniyormuş.

Bu üç zeki, güzel ve kibar çocuk, ülkemizde bir zamanlar haydutluk yapan Karokep'in oğullarıdırlar.

O zamanlar gazeteler, Karokep'in bir ailesi olduğunu, eşinin kocasının işlediği cinayetlerden habersiz yaşadığını ve Karokep'in gayet sevgi dolu bir eş ve iyi bir baba olduğunu yazmışlardı. Sonra Karokep'in eşi ve çocukları da unutuldu.

Fakat babaları onları unutmamış ve dostları aracılığıyla Amerika'ya getirtmiş. Ancak eşi Amerika'ya giderken yolda sarı humma hastalığına yakalanmış ve ölmüş.

Karokep üç çocuğunu bizzat kendisi yetiştirmiş, onlara hem analık, hem babalık yapmış. Çocuklarıyla birlikte eğitim görmeyi sürdürmüş.

Karokep -şimdi ismini değiştirmişse de burada yeni ismi­ni söylemeye gerek görmüyorum- iki transatlantik gemisiyle Cenova'ya buğday göndermişti. Aynı zamanda kendisi de çocuklarıyla birlikte İtalya'yı görmek istemişti.

Karokep, yeni ismiyle, yeni yurt edindiği Güney Amerika ülkelerinden birinde ticaret yapmış, para kazanmış ve buğday kralı olmuştu. O kadar çok zengin olmuş ki, sizin Reçel Kra­lı Jarvinen bile onun yanında yoksul kalır.

Çocukluğumuzda ve sonraları gençliğimizde biz Karokep'le dosttuk, ikimizin de ailesi yoksul katrancılardı. Karokep'le birlikte büyüdük, öyle tesadüfler oldu ki aynı zaman­da babalarımız vefat etti ve yetim kaldık. Dul kalan annelerimiz bizi şehre götürdüler. Beni bir fırıncının yanına çırak ver­diler; Karokep de zengin bir tüccarın yanına yerleştirildi.

Bu tüccar, ülkede yün, yapağı, ve çamsakızı toplar ve ih­racat yapardı. Ticaret yaptığı yerlerde yetişen buğday ihtiyacı karşılamadığından, dışardan ithal ettiği buğdayı köylülere sa­tardı.

Karokep, yakışıklı, zeki, namuslu ve çalışkan bir çocuktu. Yalnız son derece hiddetli ve taşkın bir çocuktu. Kendisini tahkir edenlere karşı herşeyi yapmayı göze alan bir gençti. Kızdığı zaman kendisini bir titreme alır, benzi sararır, dişleri gıcırdar ve yılan gibi tıslayarak "ben sana Karokep'in kim ol­duğunu ve onu tahkire nasıl cesaret edildiğini öğretirim.." diyordu.

Bu tüccar, Karokep'i sevdi. Her yerde onun namuslu olu­şundan bahsediyordu. Birkaç yıl sonra önemli satın almaları ona devretmeye ve kendisine oldukça yüksek miktarda para­lar teslim etmeye başladı. Nihayet onu büyük depolarından birinin müdürlüğüne tayin etti.

Burada alışılmışın dışında ve anlaşılmaz bir olay meydana geldi. Karokephiçbir dayanağı olmadan efendisinin kendisi­ne teslim ettiği yüksek miktardaki parayı köylülere dağıtmış ve tüccarı oldukça büyük zarara sokmuş. Bundan başka efen­disine de adamakıllı bir dayak atmış.

Mahkemeye verilmiş. Karokep mahkemede ağzını açma­mış. Sadeci sinirli sinirli gülmüş. Mahkeme sonunda, "Benim yerime onu mahkûm etseydiniz daha iyi yapardınız." demek­le yetinmiş.

Tüccar sonradan "Karokep galiba delirdi!" demiş.

Karokep birkaç ay cezaevinde yattı. Bu süre içinde kim­seyle ilişki kurmamış, sadece okumakla meşgul olmuş. Yalnız zincire vurulmuş olan mahkûmların işledikleri cinayetleri dinlemekten zevk almış.

Karokep cezaevinden çıktıktan sonra eşini ve çocuklarını alıp yabancı ülkelerden birine göndermiş. Bundan sonra Fin­landiya'da korkusuzca yapılan hırsızlıklar, soygunlar ve cina­yetler başlamış. İki yıl içinde birkaç banka ve on kadar kilise soyulmuş, üç papaz cinayete kurban gitmiş.

Herkesin sevgisini kazanmış olan bir belediye doktoru, hasta ziyaretine giderken yol üstünde öldürülmüş. Fakat üs­tünde bulunan hiçbir şeye dokunulmamış, öldürülmesi için mantıklı hiçbir neden de bulunamamış.

Son olarak da bir şehrin kıyısındaki mezarlık kilisesine hır­sız girmiş. Kilisenin yanında oturan papaz, tesadüfen kilise pencerelerinden birinden ışık geldiğini görmüş. Hizmetliyi çağırarak birlikte kiliseye doğru gitmişler. Yüksek binanın ka­pısında hırsızla burun buruna gelmişler. Adam bir darbede hizmetliyi yere sermiş. Arkada duran papazın başına da demir bir çubukla vurmuş ve kafasını parçalamış. Papaz yine de ba­ğırarak yardım istemeyi başarmış.

Ayışığının olduğu karlı bir kış gecesiymiş. O sırada birkaç köylü tesadüfen mezarlığın yanından geçmekteyken imdat sesini duymuşlar ve hemen oraya koşmuşlar. Birisinin kaç­makta olduğunu görmüşler. Peşine düşüp yakalamışlar ve polise teslim etmişler.

Sorguda ismi sorulunca "Haydut ve Katil Karokep" de­miş. Sinirli bir gülüşle ve sükûnetle, banka, işyeri ve kilisele­ri nasıl soyduğunu, üç papazı ve bir doktoru nasıl öldürdü­ğünü anlatmış.

"Kimden yardım gördün?" sorusuna da "Hepsini kendim yaptım. Yardımcılarım sadece bana bilgi verdi. Hiçbirinin is­mini de söylemeyeceğim. Bütün bunları kendi hesabıma yap­tım ve tüm sorumlulukları üzerime alıyorum. Oyunu kaybet­tim. Alınız kaderim sizin elinizde. Her şeye razıyım, isterseniz öldürün ama yardımcılarıma dair bana sou sormayın." ceva­bını vermiş.

Bundan sonra Karokep hastaneden kaçtı ve hiçbir iz bı­rakmadan ortadan kayboldu. Bu olayların üstünden yıllar geçti ve her şey unutuldu.

Şimdi Napoli'de, bizzat Karokep, yemek yediğim masa­nın yanına gelip, Fince bana:

_ Afedersiniz, siz Jarvinen değil misiniz? diye sordu.

Ben, "Evet." dedim ve şaşırdım.

_ Jukko Jarvinen? diye tekrar sordu.

_ Evet... dedim.

_ Tomerfors civarındaki Kolmarvi'den değil misiniz?

_ Evet, evet ama siz bunları nereden biliyorsunuz? Ben si­zi ilk kez görüyorum.

_ Ben eski Karokep'im... diyebildi.

_ Jukko, benim eski arkadaşım Jııkko!.. Ah benim sevgi­li çocukluğum... O zamanki küçük dostun Johan'ı hatırlıyor musun? Eski Karokep'e elini uzatacak mısın?

Karokep'le birlikte odama gittik. Gece geç vakte kadar Fince söyleştik. Bana şunları söyledi:

_ Oğullarım Karokep'in kim olduğunu bilmezler. Ameri­ka'da iki kez vatan değiştirdim ve iki kez de ismimi değiştir­dim. Ailemi Güney Amerika'ya götürdüm, kendim Kıızey'de çalıştım. Ben doğuştan yarı Amerikalı, yarı İspanyol'um. Ama ruhum Fin'dir. Şimdi nasıl yaşadığımı görüyorsun.

Günahlarımı itiraf etmek istesem beni dinler misin? Be­nim izimi kimseye söylemeyeceğine dair namusun üzerine söz veriyor musun?

Jarvinen, ben senin hayatını biliyorum. Bizim Suomi'nin gelişmesini de izliyorum. Sen daha çocukken, ben seni çok severdim. Şimdiki Reçel Kralı'nı da çok seviyorum.

Gençlik dostunun nasıl biri olduğunu anlamanı isterim. Johan Karokep'ten nefret etmeni istemem. Johan Karokep cani değildi.

_ Sen o zaman ruhen hastaydın değil mi?

_ Sen ne kadar hasta idiysen, ben de o kadar hastaydım. O zamanlar ben cahildim.

Bir kere düşün. Kapkaranlık bir evin içinde dolaşıyorsun. Yüzlerce odanın içinde çeşit çeşit şeyler var. Ama hiçbir ışık zerresi yok. El yordamıyla gidiyorsun. Elbette çevredeki eş­yalar kırılır. Hem başkalarının eşyalarını kırar döker, hem kendin yaralanırsın.

İnsan böyle bir yerde yalnız kalınca deli mi, cani mi, yok­sa ışıktan yoksun bedbaht mı olur? İşte o zaman biraz sevdi­ğin Johan bu hâldeydi. Böyle karanlıkta kalmış daha kaç mil­yon Johan vardır.

Karokep elimi tutarak sözlerine devam etti:

_ Ah Jukko'cuğum, hayatın bu zalim anlarında senin de bir tarafa yalpalayıp devrilmediğine seviniyorum. Ana ben efendimin depolarında çalışırken sıkılıyordum. Bir şeyler bana dar geliyordu.

Ben, "O sıralar ben de bir darlık sıkıntısı yaşıyordum." di­ye karşılık verdim.

"İşte görüyorsun ya!" dedi Karokep. "Milyonlarca Jarvinenler, Karokepler, hayatın bir döneminde darlık hissedi­yorlar. Daha geniş daha güzel daha neşeli bir şeyler istiyor­lar. Benim geçimim iyiydi. Bir eşim, üç küçük çocuğum var­dı ve onları seviyordum. Kendi başıma ticaret yapma düşün­cem de vardı. Fakat ben sıkılıyordum.

Birgün, bir de baktım ki, bizim efendinin deposundaki kantar hileli. Köylülerden aldığı malları başka kantarla, köy­lülere sattığı buğdayı başka bir kantarla tartıyordu. Her iki­siyle de köylüleri aldatıyordu. Yıllardır bu işin böyle devam ettiğini, benim de bilmeyerek kendisine hırsızlıkta yardımcı olduğumu anladım. Fena hâlde canım sıkıldı. Elimdeki para­ların hepsini köylülere dağıttım. Depo sahibine de temiz bir dayak attım. Elimden almasalardı, belki canını da alırdım.

Mahkemede beni mahkûm ettiler. Hileli kantarlardan sözetmeyi düşündüm ama köylüler kantardan şikâyet etmeye­ceklerine dair imzayla yükümlülük altına girmişlerdi; vazgeç­tim.

Köleler!.. Aptallar!.. Şikâyet edecek olurlarsa, tüccar artık kimseye veresiye vermez diye korkuyorlardı.

Ben de sustum. Kölelerden nefret ettim. Bunları hesap sormaya ve isyana teşvik için, kendilerini dövmek geldi içim­den.

Cezaevinde sürekli düşünüyordum. Tutukluluğum bittik­ten sonra beni salıverecekler. O zaman ne yapacağım? Hileli kantarla tekrar başkalarını aldatmaya mı başlayacağım ya da beni aldatmalarına tahammül mü edecektim? Böyle düşü­nünce canım çok sıkıldı.

Zavallı halk!.. Zavallı insanlar... Hem soyulurlar hem de birbirlerini soyarlar.

Tanrı sevgisi için büyük mabetler inşa ediyorlar, sonra bir mabedin önündeki meydanlıkta binlerce insanı diri diri yakı­yorlar. Birtakım kişiler de Tanrı aşkına ölüyor.

Ben de artık insanlara ve Tanrı'ya isyan ettim. İspanya'da olup da oradaki insanlara ruhsal ve bedensel işkence edeme­diğime hayıflanıyordum. Eğer orada olsaydım, onlara bağıra­rak, "Kölesiniz!.. Kurbansınız!.. Çekeceksiniz!.. Mahvolunuz!.." derdim.

Artık insanlardan ve Tanrı'dan intikam almaya karar verdim. Bankaları soydum. Buraları soymakla daha çok insa­nın felâketine sebep olacağıma inanıyordum. En hoşlandığım şey kilise eşyalarını çalmaktı. En iyi papazların kimler oldu­ğunu araştırıyor, gidip onları öldürüyordum.

Ey Tanrım, beni neden yakalatmıyorsun, diye bir yan­dan da isyan ediyordum. Yakalanmayınca daha çok kızıyor­dum. Yalanı, hileyi yeryüzünden kaldırmak için, elimden gel­se bütün insanları yok etmeyi istiyordum.

Bu sırada tekrar yakalandım ama korkmadım. Yalnızca şa­şırdım. Demek ki her şey yalan değilmiş.

Ancak beni kurşuna dizecekleri yerde 'delidir' diye akıl hastanesine gönderdiler.

Kendi kendime, 'Aptallar, ahmaklar, yalancılar...' dedim. Ben de aptallık yapıp, ellerine düştüm. Yerler karlarla kap­lıyken, ayışığı ortalığı işitirken, hiç hırsızlığa gidilir miydi?

Bir müddet akıl hastanesinde kaldım. Sürekli beni sorgu­ya çekiyorlar ama derdimi anlamıyorlardı. Bir fırsatını bulup oradan da kaçtım.

Aklıma sinsi bir plan geldi. Kafasını yardığım papaz iyileş­miş ve tekrar önceki evinde oturuyormuş.

Hastaneden kaçtıktan sonra, bir dostumun evinde kıyafet değiştirdim ve o gece doğruca papazın evine gittim.

Pencereden baktığımda, oturmuş, bir kitap okuduğunu gördüm. Alnındaki yaranın izi hâlâ belliydi.

Kapıyı çaldım.

Ayak seslerinin yaklaştığını duydum.

_ Kim o? diye seslendi.

_ Papaz Efendi'yi arıyorum, dedim.

_ Ne yapacaksın? diye sordu.

_ Dini işler için... diye cevapladım.

Papaz kapıyı açtı. Elinde bir mum vardı. Beni iyice göre­bilmek için elindeki şamdanı iyice kaldırdı.

Bir şey hatırlıyormuş gibi kaşları çatıldı, vücudunu bir tit­reme aldı.

Ben kapıda durup;

_ Beni tanıdınız mı? diye sordum.

_ Sizi bir yerde gördüm sanıyorum ama nerede olduğu­nu iyice hatırlamıyorum. Son zamanlarda hafızam çok zayıf­ladı, dedi.

_ Ben size yardımcı olayım, dedim. Kilise soygununu ha­tırlıyor musunuz?

Papaz geriledi ama bağırmadı. Kapıyı da kapamadı. De­rin bir soluk aldıktan sonra usulca sordu:

_ Siz hapiste değil miydiniz?

_ Kaçtım.

_ Buraya niçin geldiniz?

_ Beni saklayasınız diye. Bir zamanlar canilerin kiliselerde saklandıklarını bir yerde okumuştum. Ben sizi öldürmek iste­miştim. Şimdi de bir papazın kendi katiline kar­şı nasıl davranacağını görmek istiyorum.

_ Buyrun, içeri girin.

Adımımı içeri atar atmaz, kapıyı sertçe kapadım.

Alaycı bir gülüşle:

_ Şimdi sizi tekrar öldürmeye kalkışırım diye korkmuyor musunuz? dedim.

_ Hayır korkmuyorum, dedi.

_ Niçin? diye sordum.

_ Gözleri böyle olan insanlar öldürmez, diye cevap verdi.

_ Benim gözlerim nasıl? diye sordum merakla.

_ Hüzünlü, derin bir kederle dolu. Siz ruhen çok fazla hastasınız. Odaya girelim.

O an bana ne oldu anlayamadım. Önce demir kadar sert Karokep, bu kez sıcak odaya getirilen donmuş balık gi­bi birden bire yumuşadı.

Masanın üzerinde papazın okuduğu İncil açık duruyor­du.

_ Karnınız aç mı? Birşey yemek ister misiniz? diye sordu.

Ben sertçe;

_ Şarap getir! dedim.

Göğsüme bir şeyler battı, boğazım tıkandı. Ev sahibi oda­dan çıkınca sandalyeye oturup ağlamaya başladım. Çocuklu­ğumdan beri hiç böyle ağladığımı hatırlamıyorum.

Papaz bir bardak şarapla, bir dilim tereyağ sürülmüş ek­mek getirdi.

Ben huzurunda diz çöküp elini tuttum.

_ Beni affediniz... Affediniz... dedim.

_ Rahat olun, şarabınızı için. Ne istiyorsanız söyleyiniz.

_ Ne söylemek mi istiyorum? Ben isyan etmek istiyo­rum... Papazla alay etmek, belki de onu öldürmek için bura­ya geldim... Sonuç başka türlü oldu...

Ben perişan bir hâlde, yıllardan beri neler hissettiğimi, yeryüzünde ve gökyüzünde yalanı öldürmek istediğimi anlat­maya başladım.

Ev sahibi beni sakince dinliyor, yalnız arada bir ellerimi ve başımı okşuyordu. Hikâyem bittikten sonra papaz gülümse­yerek sordu:

_ Demek siz Tanrı'yla mücadele ediyorsunuz. Tanrı'yı kızdırmak için de kiliseleri soyuyor ve iyi insanları öldürüyor­dunuz. Siz çok budala ve sefil bir adamsınız.

_ Ama Tanrı varsa, niçin benim cezamı vermiyor?

_ Yavrum sen Tanrı'yı kendin gibi sanarak onunla uğraş­maya kalkmışsın. Tanrı senin gibi canilere benzemez ki sana karşılık versin.

Eğer Tanrı senin cezanı vermemişse, kendini düzeltmeni beklemiştir. Önce o Küçük Johan nasıl iyi ve masum bir çocuktuysa, sen yine öyle olmaya çalış!

_ O hâlde gidip kendim teslim olayım...

_ Hayır buna gerek yok. Hz. İsa'ya günahkâr bir kadın gelmiş, günahlarını affettirmek için ne yapması gerektiğini sormuş. Hz. İsa da ona, "Kalk git, bir daha günah işleme." demiş.

Sen de bundan sonra namuslu bir adam ol. Namusunla çalış, kazan.

Sanıyorum senin çocukların da var. Onları terbiye et. Ge­çimlerini dürüst bir işle kazanmayı öğrensinler.

İşte azizim Jukko! Ben tekrar namuslu hayata döndüm. Çocukları yetiştirdim, okuttum, adam ettim...

Benim hikâyem işte böyle...

Şimdi de sen bana, nasıl Reçel Kralı olduğunu anlat. Çünkü Jarvinen ile Karokep iki çocukluk arkadaşıdır. Onlar bizim milletimizin iki yarısıdır.

Birisi soğuk bir karanlık ve cehalet içinde ölmüştür.

Diğeri de güneşin ışıklarıyla "aydın" bir bahar hayatı ya­şamaya çağrılıdır.

Jarvinen konuşmasının burasında Halk Üniversitesi'nin profesörlerine şunları söyledi:

_ İşte sizler çalışmalarınıza devam ederken, Reçel Kralı olan Jarvinen'e ve benim gibi daha bir çok Jarvinenlere yaptığınız hizmetleri anmak isterim.

Değerli Hocalar! Jarvinenlerle, Karokepler hep aynı milletin evlatlarıdırlar. Her birisi çocukluğunda iyi etkilere olduğu kadar, kötü etkilere de açıktır.

Eğer ben herkesin saygısını ve sevgisini kazanmış bir adam olmuşsam, bu benim kendi becerim değildir.

Eğer sevgili çocukluk arkadaşım Johan Karokep, haydut ve katil olmuşsa, bu onun kabahati değildir. Bu onun yalnız­ca talihsizliğidir.

Jarvinen ile Karokep aynı madalyonun birer yüzüdür.

Aynı ağacın iki dalıdır.

Ağacın gövdesi ise milyonlardan oluşan halk kitlesidir.

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro