3
Futbol
Napoleon'un Fransa'nın idaresine geçişinden sonra Avrupa ülkeleri arasında savaşlara rastlanmamıştır. Napoleon, birçok Avrupa ülkesiyle savaşıyor ve en çok da İngiltere'yi yenilgiye uğratmak istiyordu. Diğer taraftan İngiltere de, Napoleon'u tahtından indirmek için her çareye başvuruyordu.
Napoleon, Rusya'yı da savaşmakla tehdit ediyordu. Rusya, Fransızlar'la bir savaş çıkar endişesiyle 1808'de İsveç'le yaptığı savaşa son verdi. Fakat Rusya'nın endişesi gerçekleşti ve Fransa'yla aralarında o ünlü korkunç savaş başladı. Napoleon yirmi milletin kuvvetlerinden oluşan ordusuyla Rusya'nın üzerine yürüdü. Moskova'ya kadar ilerledi. Ancak burada bozguna uğradı ve Rusya'dan geri çekilmek zorunda kaldı.
Napoleon gücü tükenmiş ve çaresiz bir hâlde Fransa'ya döndü. Bir süre sessiz kalarak eski ihtişamını ve kudretini yeniden kazanmaya çalıştı. Fakat bu kez de İngilizler tüm Avrupa'yı Napoleon'a karşı ayaklandırarak, bütün gücünü ezdiler. İngiltere'ye esir düşen Napoleon, Sainte-Helene Adası'na sürgüne gönderildi.
Napoleon'un ardı arkası kesilmeyen savaşlarından artık bıkmış olan Avrııpa ülkeleri bu sonuca çok memnun oldular ve İngiltere'nin yenilgi bilmeyen kudretine hayran oldular. Tüm Avrupa, İngilizler'i taklit etmeye başladı. İngiltere'nin her şeyi artık moda olmuştu.
Ancak çocuklar, büluğa ermemiş gençler ve orta yaş kesimi herşeyi taklid ederken, çoğunlukla sigara ve içki kullanma, kaba konuşma gibi olumsuz yönlerini taklit ediyorlardı.
Henüz kültür ve medeniyet alanında ilerleyememiş milletler de İngilizler'in komik ve zararlı davranışlarını alarak, İngiliz toplumunun kötü birer kopyası durumuna düştüler.
Zenginler ve ekonomik durumu iyi olanlar, İngilizler gibi at yarışlarında yüksek miktarda paralar harcamaya, sodayla viski içmeye, İngiliz modasına göre giyinmeye, ve saçlarına onlar gibi şekil vermeye başladılar.
Gençlik ise kendini İngiliz sporlarına ve daha da kötüsü futbola kaptırmıştı. Eğitimlerini henüz tamamlamamış olan Avrupa gençleri arasında futbol âdeta bir din olmuştu.
Diğer ülkelerin gençliği de bundan etkilenerek futbolu bir ibadet şekline soktular. Bundan daha da zevk alanlar futbolu bir bilim ve sanat dalı gibi görmeye başlamışlardı.
Sokaktaki halkı heyecanlandırarak geçinen boş kafalı ve cahil bazı gazeteciler, gençliğin bu yeni tutkusunu kışkırtarak sömürme yoluna gitmişlerdi. Futbol için ayrıca köşe yazıları konulmuş ve sığır bacağı gibi güçlü bacakların meziyetlerinden uzun uzadıya bahsetmek artık gazetecilik sayılır olmuştu.
Snelman'ın döneminde Finlandiya'da da aynı şeyler yaşanıyordu. O zamanlar Fin gençleri ciddi düşünce uğraşına henüz alışmamışlardı. Ciddiye alınabilecek hiçbir düşünsel ilgi ve üretimleri yoktu. Finlandiya, Rusya'ya ilhak ettikten sonra artık İsveçliler'e karşı milli kin beslemek, onlarla mücadele azmi taşımak gibi millî duygular da körelmişti. Bomboş bir kafa ve zamana sahip olan Fin gençleri için de futbol en ciddi, hatta dinsel bir uğraş halini almıştı. Bulaşıcı salgın hastalık gibi futbol, kent gençliğini etkisine almakla kalmamış, nüfusu kalabalık köylere bile girmişti.
Futbol bütün bir neslin düşüncesini ve duygularını kendi egemenliği altına almış bir hastalık olmuştu. Futbol kulüpleri ve federasyonları, bitkin bir vücutta türeyen sivilceler ya da bataklık sinekleri gibi çoğalıyordu. "Manda ayağı gibi güçlü bacak." o günlerin iftihar sembolü olmuştu.
Snelman ile arkadaşları, gençlerde zekâ dolu beyinlerin yerine güçlü manda ayaklarının oluşmasına razı olmadılar. Bütün bir neslin düşünce yönünden çıplak kalmasına tahammül edemediler.
Finler'i ruhen uyandırmak ve uygarlık alanında yükseltmek isteyen yurtseverler, "kolları ve bacak kasları kayış gibi sertleşmiş kahramanlardan(!) ne yetişebilir? Ülkenin kalkınmasında ne tür hizmetleri olabilir?" şeklinde birbirlerine soruyor, çözümler arıyorlardı.
Snelman, bir zamanlar İspanya'da birtakım kişilerin hayalî şövalye romanlarıyla akıllarını bozup, şövalyeleri taklide kalkmakla nasıl gülünç duruma düştüklerini ünlü "Don Kişot" (Don Quichotte) romanında Cervantes'in daha gülünç bir hâle sokarak anlattığını hatırlattı herkese.
Snelman ve dostları aynı fikirdeydiler:
_ Gençlerin böyle aptalca yazılmış serseri romanlarına kendilerini kaptırmaları öyle ihmale gelecek önemsiz bir şey değilmiş ki, İspanya'nın en büyük dahisi bunu romanına konu edinmiş ve bu salgınla mücadele etmek zorunda kalmış, diyorlardı.
Cervantes, bütün okuyucuların böyle macera romanlarına düşkün olmalarının zihin tenbelliğiııden kaynaklandığını tesbit etmişti. O dönemde İspanyollar, geri kalmış ülkelerinin kalkınması, sosyal düzeninin yeniden tesisi, milleti ekonomik sosyal ve kültürel alanda yükseltmek yolunda ciddi çözümler arayışında değillerdi. Bu alanlarda tamamen çıplaktılar.
Çünkü onlar bu konularda ne bir düşünce, ne bir duygu ne de bir niyete sahiptiler, olmak da istemiyorlardı. Toplumun çoğu zamanını hayal ürünü macera romanlarıyla geçiriyor ve böyle davranmakla bir şey yaptıklarını zannediyorlardı.
Ülkede kültürle uğraşan sanatçılar yoktu. Toplum düşüncesi uykuda; cehalet ise zirvedeydi. Bunun yanısıra nüfus artışıyla birlikte yoksulluk da artıyor, devlet gücü zayıflıyor, ahlâkî, fikrî ve ticari hayat yok olma tehlikesi yaşıyordu. Halkı uyandırmak durumunda olanlar ve az-çok eğitim görmüş kişiler ise macera romanları okuyarak zevkten dört köşe oluyorlardı.
Snelman şöyle düşünüyordu:
"Dahi yazarların önemini bizim toplumumuz henüz kavrayamaz. Şu dönemde bizde de hayatın gülünç yönlerini ustaca tasvir eden bir Cervantes,cücelerden bahseden bir Swift yetişmelidir. Cüce ruhlu insanların basit politik dedikodularını, kısır fikirlerini anlatan biri gelmelidir."
Snelman ve arkadaşları Cervantes gibi bir yazara sahip olamadıklarına üzülüyor ve çareyi onun yaptığının aynısını kendilerinin yapmasında görüyorlardı. Tıpkı veba, kolera, ateşli humma mikroplarıyla mücadele etmek gibiydi bu futbol mikrobuyla mücadele. Topluma ve millete musallat olan manevi mikroplar, onlardan daha da tehlikeliydi.
Finlandiya bataklıklarla dolu bir ülke olduğundan sıtma ve verem hastalığı yaygındı. Halk sıtmadan şikâyetçiydi; veremden ise kırılmaktaydı neredeyse. Snelman bu mikroplarla mücadele başlatmıştı. Bu mücadeleye şimdi de görünmez bozuk kişilik mikroplarıyla mücadele de eklenmişti. Snelman yine çözümü gösteren ilk kişi olmuştu:
_ Şimdi bir de düşünce sıtması, irade veremi, ruh sıtması hastalıkları çıkmıştır karşımıza. Bu ruhsal bozukluk nerdeyse tüm ülke gençliğini istila etmiştir. Gelecek yıllarda topluma yararlı işler yapmak üzere hayata atılacak olan gençlerimizin ruhsal hastalıklardan kırılmasına göz yumamayız. Mücadele etmek gerekmektedir.
Bir gün futbolcular büyük bir eğlence düzenlemişlerdi. Ünlii ve dev bir futbol kulübünün kuruluşunun onuncu yıldönümü kutlanıyordu. Bu münasebetle milli maç oynanacaktı. Konuşmalarla geçen eğlence toplantısı törenle son buluyordu. Eğlenceye her daldan sporcular katılmıştı.
Snelman da arkadaşlarıyla birlikte oradaydı. Aslında kendisi de en büyük spor kuruluşlarından birinin fahri başkanıydı. Söz olarak bir konuşma yaptı:
_ Fin gençliğinin sporla uğraştığını görerek seviniyorum. Akılcı bir şekilde yapılan çeşitli beden hareketlerinin önemi çok büyüktür. Felsefe alanında hayli ilerlemiş olan eski Yunanlılar, öyle rastgele olarak jimnastiği, güreşi, yarışları yüksek bir konuma getirmemişlerdir. Beden egzersizleri vücudu çevikleştirir ve güçlendirir. Egzersizler sayesinde vücudun görünümü düzelir, yürüyüş ve hareketler güzelleşir.
Kentlilerin kokuşmuş evlerde yaşadıkları hayat, vücudu yaratır, kasları güçsüzleştirir, kanda zehirlenmelere neden olur ve insanları miskinleştirir. Buna bir de yıllar süren ve araştırmaya dayalı olmayıp skolastik yöntemlerin uygulandığı eğitim dönemini ekleyiniz. Bu süre zarfında, çocuklarımızın kafası tarihler, şahıs isimleri, ölçü birimleri, prensipler ve cansız yasalar mezarlığına dönüşür.
Almanya'da öğrencilerin çoğu gözlük kullanır, gözleri bozuktur. Sırtları kambur, kemikleri çarpık, bacakları ince, kolları zayıf; ışıktan yoksun bitkiler gibi solgun yüzlü insanlara köylerde değil, kentlerde rastlanır. İnsanın, böylelerini ellerinden tutup kırlara çıkaracağı, çayırlarda koşturup temiz havayı derin derin solutacağı geliyor.
Eski Yunanlılar da böyle yapıyorlardı. Şimdi bizler de onlar gibi yapıyoruz. Fakat Sokrates'in Phidias'ın ve Perikles'in çağdaşları hayatın temel ilkesi olarak şunu öne sürmüşlerdir:
"Hiçbir şeyde aşırıya kaçmamalıdır! Hiçbir şey tek taraflı olmamalıdır. Her şeyde orta yolu gözetmelidir. Her şeyi zamanında ve yerinde yapmalıdır."
Sokrates'in ve Eschyle'in çağdaşı olan Aristofan, hâkimlerin bu bedeni gevşeklikleri ve miskinlikleriyle alay ederdi.
"Aptallığa Övgü" adlı ölümsüz hiciv dolu üslubuyla, kafalarının içi malumatla dolu, iki ayaklı yaratık ile, soyut teoricilerle acımasızca alay ediyordu.
Gulliver'in yaratıcı yazarı Swift, kurbağalar gibi şişip büyük adam olmak isteyen cüceler (Liliputlar) topluluğuyla alay ediyor. Bundan başka Laputlar'la da alay ediyor. Bunlar iri ve şişkin kafalı, ince boyunlu ve küçük omuzlu anormal yaratıklardır. Bunların bütün hayatı kitap kurallarına, geometrik şekillere göre düzenlenmiştir. Yani hayatları da bedenleri gibi biçimsiz ve sevimsizdir.
Bizzat benim ve dostlarımın bu kadar büyük bir muhabbetle sevdiğimiz Suomi'nin Laputlar'ın ülkesine benzemesini asla arzu etmeyiz. Bize ne Liliputlar ne de Laputlar gerekli değildir.
Ancak biz Finler'in bacakları güçlü, ama aklı zayıf olmasını da istemeyiz. Bacakları öküz ayağı gibi güçlü, ama beyinleri koyun beyni gibi zayıf insanlar bizim idealimiz değildir. Böyle bir insan, bizim küçük milletimiz için bir örnek, bir model olamaz.
Sizler, futbolun Finlandiya'daki ilerleyişini görerek heyecana geliyorsunuz. "Kuvvetli Bacak" isimli futbol takımımızın komşularımız olan İsveçliler, Norveçliler ve Danimarkalılarla karşılaşmalar yaptığından, hatta Macaristan'a bile gidip orada galip gelmesinden dolayı sonsuz bir sevinç duyuyorsunuz. Ama ben sizin sevincinize katılmıyorum.
Ben arzu ederim ki, bizim sevgili Suomimizde şu isimleri taşıyan teşkilâtlar, dernekler kurulsun:
"Güçlü Düşünce, Yüksek İşler, Yüce Girişimler, Sağlıklı Hayvancılık, En İyi Tarım, Kaliteli Kumaş, Temiz Vicdan, Yeni Fikirler, Mekanik Başarı, Müreffeh Millet!"
Ben isterim ki siz genç Finler, yalnız Macarlar'ı değil, Fransızlar'ı ve İngilizler'i de mağlup edesiniz. Ancak yalnız bacak gücüyle değil, yalnız top şutlarıyla değil; bilim, teknoloji, sanat, ticaret, sanayi, hukuk toplumu, ülkenin kalkınması alanında da onlara galip gelesiniz.
Bu çetin mücadelede yalnız futbolcuların güçlü kol ve bacaklarına dayanmak isterseniz, çok ileri gidemezsiniz. Karşıdan gelen topa vurmak için sağlam bir kafa gerekmektedir. Ancak biliniz ki en sağlam kafaya koç sahiptir. Ben koç kafasını Fin gençliği için iftihar duyulabilecek bir şey saymam.
Sokrates'in ve meşhur Herküles'in resimlerini bulup karşılaştırınız. Sokrates'in büstünde filozof başı dikkat çeker. Geniş bir alın. Burası zekânın yeridir. Sanki Sokrates'in zekâsı kafasının içine sığmıyormuş da dışarı taşacakmış sanırsınız. İşte Sokrates'in alnı ve kafası bu şekildedir.
Bir de Herküles'in heykeline bakınız. Antik Yunan efsaneleri kahramanının güçlü kasları karşısında hayrette kalırsınız. Cüsseli bir vücut, sütun gibi güçlü bacakların üstünde yükseliyor. Kollarının kasları, kalın bir halatı andırıyor. Omuzları geniş, göğsü kabarık, boynu öküz boynu kadar kalın. Başı ise vücuduna oranla küçük, alnı dar.
Bütün bunlar büyük bir beden gücünün ifadesidir. Ama bu kahraman zekâ yönünden güçsüzdür. Muhteşem vücutlu, sert yapılı, güçlü adaleli bir adamdır, ama akıl ve zekâ itibariyle geridir. Düşünce ve maneviyat kahramanı değildir.
Ben size Sokrates'in veya Herküles'in kafalarını tercih ediniz demiyorum. Demek istediğim öküz bacaklarını düşünürken, Sokrates'in başını da unutmayınız. Kaya gibi sert ve koyun kafalı olmayınız.
Şu kuralı asla unutmayınız:
"Her işi zamanında yapmak lazımdır.
Eğlence zamanında da eğlenmelidir!"
Finlandiya'nın yalnız top tepmesini bilen insanlara ihtiyacı yoktur. Bize Fin milletini ekonomik, sosyal, ahlakî ve fikrî yönden yükseltecek insanlar lazımdır.
Kültür ve düşünce yönünden geri kalmış olan ve eski uygarlıkları tersinden öğrenmeye kalkışan milletleri taklit etmeyiniz.
Paris'e gidenler, içkili gazinoları öğreniyorlar. Almanya'ya gidenler, birahanelere devam etmeye alışıyorlar. İngiltere'ye gidenler de futbol öğreniyorlar.
Siz eğitim çalışmasına daha yüksekten bakınız. Avrupa'nın bilim ve düşünce mabedlerine gidiniz. Binlerce Alman gencinin mensup olduğu Tugenlbund'u yani Fazilet Birliği'ni örnek alınız.
Şu kuralı sürekli aklınızdan çıkarmayın:
"Sağlam ruh, sağlam vücutta bulunur."
Ey Fin Gençleri!
Sizin vazifeniz şutla topu yükseklere fırlatmak değil, Fin milletinin haysiyet ve şerefini yükseltmektir.
Sevgili yurdumuzu her alanda ileri götürmeye, her alanda refahı artırmaya gayret etmektir!..
Anne-Baba ve Çocuklar
"Yeni nesillere akılcı bir terbiye verme meselesi..."
Snelman ile arkadaşları Finlandiya'yı uyandırmak için bütün ümitlerini buna bağlamışlardı. Gençlik meselesi Snelman'ın en sevdiği bir konu ve aynı zamanda kendisinin en hassas ve ıstırap duyduğu meselesiydi.
Snelman kimi zaman gençleri yüzlerine karşı azarlıyor ve kınıyor ama bazı yaşlı kimselerin gençlerin hayırsızlığı ve bozuk ahlâklarından dolayı şikayet etmeleri üzerine sürekli gençleri savunuyordu. Şöyle diyordu:
_ Kabahat gerçlerde değil, sizdedir. Siz gençleri nasıl terbiye ederseniz, onlar da öyle yetişir. Gençlere verdiğiniz terbiye nedir? Sadece hiç!..
Anneler ev işleri ve yemek yapmakla; babalar da memuriyet, ticaret, dükkân veya fabrika işleriyle meşgul olurlar. Geceleri de geç vakitlere kadar zamanlarını kahvehane ve kulüplerde oturarak ve iskambil oynayarak geçirirler. Ama çocuklarıyla asla meşgul olmazlar. Çünkü bunun için vakitleri yoktur. Hem sonra çocuklarla meşgul olmak insanı yoran ve usandıran bir iştir.
Bunlar çocuklarıyla konuşmazlar, onların yaşantılarıyla ilgilenmezler. Sadece boş zamanlarında çocuklarını sevip okşamayı bilirler ve onlara şekerleme ve oyuncaklar almaktan öte başka bir şey yapmazlar. Sonra da, "haydi bakalım, şimdi odanıza çekilin, gürültü etmeden kendi kendinize oynayın." derler.
Aslında bunun anlamı şudur:
"Başımızdan defolun da ne isterseniz yapın! Sadece bizi rahatsız etmeyin."
Bu durum karşısında çocuğun aklı, fikri, ruhu, işlenmemiş bir tarla gibi kalır. Buraya yararlı hiçbir şey ekilmiş olmaz. Arasıra çocuklara iyilik, doğruluk ve sevgiden bahsedilse bile, bunlar genellikle ruhsuz, kupkuru, taş gibi sert ve çocuğa yabancı sözlerdir.
Anne-baba, çocuğun ruhunu ilgilendirecek sözler söylenmesini istemezler. İsteseler bile bunu nasıl yapacakarım bilemezler. Onların sıradan ve ısmarlama nasihatleri çocuğun hassas ruhunda yankılar uyandırmaz.
Doğrusunu söylemek gerekirse, çocuğun anne-babası sağ olduğu halde ve evde bunlardan başka birçok halalar, teyzeler, dayılar ve amcalar olduğu hâlde çocuk yetim gibi büyümektedir.
Bazı ailelerde çocuklar çok iyi beslenirler, iyi giydirilirler, sağlığına vücut sağlığına dikkat edilir. Ancak tüm bunlara rağmen çocuk ruhunun saflığı, açlığı ve süsü ihmal edilir.
Doğrusu bu şartlar altında yetişen çocukların, olduklarından daha fazla yaramaz yetişmediklerine şaşmamalıdır. Çocuklar büyüyüp de bazı şeyleri anlamaya başladıklarında, aile hayatına katıldıklarında, aileden ne alır ve ne görürler ki?
Kentlerin, kasabaların, köylerin meydanlıklarında birtakım çöplerin, pisliklerin ve gübrelerin yığıldığını görenler, "Bunlar sağlık kurallarına aykırıdır; ne rezalettir bu böyle?" diye feveran ederler.
Şimdi siz, evlat sahibi anne-babalar!..
Bir kere düşününüz. Kendi vicdanınıza danışarak bir karar veriniz. İçinde bulunduğu aile çevresi ve havası çocukların kişiliklerinin sağlıklı bir şekilde oluşmasında ne derece olumludur?
Çocuklara, "Yalan söyleme, yaramazlık yapma, bu hareket kötüdür, nefret uyandırır, günahtır." gibi nasihatlerde bulunurlar ama bu nasihatleri veren kişiler birbirlerini aldatırlar.
Çocukları aldatırlar ve yine çocuklara "Kimseyi incitmeyiniz, nezaketli ve terbiyeli olunuz." derler. Ancak kendileri bu kurallara uymayı düşünmezler.
Çocuklar aldatılmayı çabuk fark ederler. Önce hayret ederler. Anne babalarının kendilerine kötü ve günah diye gösterdikleri şeyleri nasıl olup da bizzat kendilerinin işlediklerini anlayamazlar.
Sonuçta kendilerinde şu kanaat oluşur:
"Anne-babalar böyle söyler, başka türlü davranırlar!"
Bu nedenle anne-babanın sözlerine karşı çocukların güveni kalmaz. "Şunu yapın, bunu yapmayın." türünden nasihatlere artık aldırış etmemeye başlarlar.
Öte yandan anne-baba da çocuklarının daha küçük olmalarına rağmen kendilerine itaat etmediklerinden ve asi olmalarından şikâyet ederler. Oysa ki, çocukların bu hâle gelişine kendileri neden olmuşlardır ama farkında bile değillerdir.
Çocukların azarlama, kınama ve cezayla itaatkâr ve sevgi dolu olabileceklerini sanmayın. Onların yanında öyle davranınız ki, sizin meziyetlerinizi bizzat görerek sizi sevmeye başlasınlar.
Kimi anne-babalar evdeki yaşantılarına, giysi ve beden temizliğine dikkat etmezler. Çocuklarının yanında kirli, sökük ve eski elbiselerle ve kirli el ve ayaklarla dolaşırlar. Konuşma ve davranışlarında nezahet ve nezakete riayet etmezler.
Kimileri de onların yanında birbirleriyle kavga ederler ve "Babanızın nasıl biri olduğunu görüyor musunuz?" veya "Annenizin nasıl bir kadın olduğunu kendiniz görün!" gibi sözlerle çocukları da kavgalarına ortak ederler.
Aile toplantılarında meydana gelen dedikodulara, başkalarını çekiştirmelere, küçük bir çıkar için çevrilen dolaplara dair sözlere dikkat ediniz.
İşte çocuklar ergenlik çağına ulaşıncaya dek 15-20 yıl böyle feci bir ortamda büyürler ve ondan sonra da yaşlılarımız çocukların niçin göklerde uçmadıklarına, kanatsız kaldıklarına şaşarlar.
Böyle söyleyen aııne-babalara sormak gerekir:
"Siz çocuklarınızı terbiye ederken yükselmeleri için onlara kartal kanatları mı taktınız? Yoksa bu kanatları kökünden mi yoldunuz?"
Çocukları büyüyüp oğlanları delikanlı, kızları genç kız olunca, anne-babalar geleceklerine dair pembe hayaller kurarlar. Oğullarını mühendis, doktor, tüccar, avukat, memur veya iyi bir meslek sahibi yapmak isterler. Kızları içinse zengin bir koca aramaya koyulurlar.
Çocukları için hep servet ve refah sağlamaya uğraşırlar. Böylelikle annelik ve babalık görevini en iyi bir şekilde yerine getirdiklerine inanırlar. Bu konuda Lev Tolstoy, gayet haklı olarak şu sözleri söylüyor.
"Hayattaki düzensizliklerin en büyük nedenlerinden biri şudur ki, herkes hayatında refaha kavuşmayı arzu eder, fakat hayatını terfi ettirmesini ve bizzat çalışma sonucunda hayatını daha iyi bir biçimde düzenleme ihtiyacını hissetmez."
Herkes hayattan bir şey almak ister ama ona bir şey vermek istemez. Çoğu kimse hayata menfaatçi, zorba ve asalak olarak atılır. Hayatın anlamını bu asalaklıkta ararlar.
Böyle bir hayat anlayışı uzun yıllar boyunca acı içinde çocuklara aşılanır.
Kimler aşılar?
Anne-baba!..
Bu telkinlerle yetişen çocuklar, büyüdüklerinde zorba, aç gözlü, şehvet düşkünü, tembel ve vurdumduymaz olurlar.
En sonunda artık hiç kimseye ve hiçbir şeye sevgi ve bağlılık duymayan duyarsız gençler olur çıkarlar. Bu tiplerde ülkeye, millete karşı sevgi, yüksek düşüncelere ciddi uğraşlara saygı uyanmaz. Anne ve babalarını da içtenlikle sevmezler.
Ne ekerseniz, onu biçersiniz.! Ne pişirirseniz, onu yersiniz!
Eğer gençliğin ruhunu tarım yapılmayan bir tarla gibi kendi hâline bırakırsanız, orada ısırgan otları ve dikenler yetişir.
Anne-babaların, çocuklarının beyinlerini ve kalplerini işlemeden kendi hâline bırakmaları, akla ve vicdana uygun değildir. Hatta böyle bir ihmal, ahlâksızlıktır, cinayettir. Çünkü çocukların iyi terbiye görüp görmemesi meselesi, yalnız anne-babayı ilgilendiren bir mesele olmayıp, aynı zamanda toplumu ve devleti de ciddi bir şekilde ilgilendiren hayatî bir meseledir.
İstediğiniz kadar mükemmel anayasalar yapın. Özgürlükler alanında da halka dilediğiniz kadar haklar tanıyınız. Sosyalizmin veya liberalizmin sihirli gücüne dilediğiniz kadar inanın. Eğer çocuklarınız gerektiği şekilde eğitim almazlarsa hayata bir hiç olarak atılırlarsa, yasalar ve bütün sosyal haklar var olmasına rağmen toplumsal hayat yine de sönük ve ruhsuz olacaktır.
Bu nesilden gelen memurlar bencil ve uyuşuk, devlet adamları ise politik madrabaz olurlar.
Politikacılar, çıkar peşinde koşar.
Okullar yeni neslin bilincini körelten ve kalbini karartan birer karanlık mağara olur.
Basın, sokak kadınlarının albümlerine döner.
Tok veya aç olan halk kitleleri ise kendilerine yabancı olan her şeye, özellikle varlıklı sınıfa mensup insanlara karşı nefret, kıskançlık ve intikam duyguları beslemeye başlarlar.
Bizim yeni ve genç vatanımız sizden böyle şeyler beklemiyor!..
Finlandiya'nın istikbali büyüktür.
Burada herkes tok, herkes hâlinden memnun olmalıdır.
Kendi hayatınızı ve toplum düzenini buna göre şekillendirin.
Snelman ve dostları, kentlerde ve köylerde bu türden konferanslar veriyorlardı.
Bu konferansları ilgiyle dinleyen anne-babalar, çocuklarının eğitimi meselelerini gerçekten ciddiyetle düşünmeye başlamışlar ve çocuklarına karşı yüklendikleri sorumluluğun büyüklüğünü kavramışlardı. Birçok şehirde aile kurumları oluşturarak çocuk eğitimindeki başarısızlıkların ve olumsuzlukların nedenlerini araştırmaya başlamışlardı. Eğitim alanında başarı gösterdikçe sevinmişler, ancak bununla yetinmeyip, pedagog ve ilahiyatçıların da bazı meselelerde görüşlerini almak üzere onlara danışmaktaydılar.
Eğitim işi böylece ciddiye alındıktan sonra sorunlar bir bir çözüme kavuşmuş oluyordu. Ülkede tanınmış eğitimci ve ilahiyatçılar bütün bir ülkeyi dolaşarak, hayatta kazanılan tecrübelerde ve bilimin yol göstericiliğinde çocukların nasıl yetiştirilmesi ve terbiye edilmesi gerektiğini halka anlatıyorlardı. Çocuk ruhunun özelliklerini, hassaslığını, zayıf noktalarını ve hastalıklarını izah ederek, eğitim esnasında bunların ıslah ve tedavi edilmesi çarelerini öğretiyorlardı.
Ziraat mühendislerinin, halka, en güzel fidanların nasıl yetiştirilecğini, iyi tarımın nasıl yapılacağını öğretmesi gibi, ünlü pedagoglar ve ilahiyatçılar da tüm anne ve babalara çocuklarının daha akılcı bir şekilde nasıl eğiteceklerini vatana ve millete nasıl daha yararlı olabileceklerini öğretiyorlardı.
Bu çalışma ve üstün gayretler sayesinde Fin ailesi gaflet uykusundan uyanmış ve büyük bir hızla ilerleme ve yükselmeye başlamıştır.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro