Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

2

Yükseliş Önderi Bir Aydın: Snelman

Daha Çar I. Alexandr'in sağlığında Fin kültürünü yükselt­mek isteyenlerin başına Snelman adında biri geçmişti. Bu nedenle bu kişinin hayatı ve çalışmaları hakkında biraz bilgi vermekte yarar var:

Johan Wilhelm Snelman, 12 Mayıs 1806'da, Stockholm'da dünyaya gelmiş ve 4 Temmuz 1881'de Danskarby'de vefat etmiştir. Snelman, dönemin büyük bir bilim adamı, derin bir filozofu ve ünlü bir siyasetçisiydi. Ancak Snelman'ın en büyük ünü, Fin kültürünü yaratan halk öğ­retmeni olmasındadır.

Snelman ve arkadaşları, halk öğretmenleri sıfatıyla sürek­li hizmet ederek bin bir bataklıklar ülkesini, beyaz zambaklar ülkesine dönüştürmeyi başarmışlardır.

Bu büyük Finlandiyalı bilge, bütün hayatı boyunca şu gerçeği yurttaşlarının zihnine yerleştirmeye çalışmıştır:

"Finlandiya her zaman Rusya ve İsveç tarafından işgal edilme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Güçlü ve emperyalist komşularına karşı direnebilmesi için kültür ve uygarlık yö­nünden onlardan yüksek olması gerekmektedir.

Snelman, Sayma adında yayınladığı gazetesinde, ülke insanına sürekli şu düşünceleri iletmiştir:

"Ne zaman bizim küçük milletimiz, büyük komşuların­dan daha yüksek bir uygarlığa sahip olursa, ancak o zaman tehlike savuşturulmuş olur!.."

Finler uzun yıllar millî kültürlerinin gelişmesi ve ilerleme­si için çalışmışlar ve bugün birçok Avrupa ülkesinden daha yüksek bir uygarlık derecesine ulaşmışlardır. Artık büyük ve küçük komşularının saldırısıyla, özgürlük ve bağımsızlıklarını kaybetme tehlikesinden kurtulmuşlardır.

Snelman, yeni yetişen Fin aydınlarının en güzel örneğidir. O bir avuç genç öğretmen, din adamı, avukat ve memurla birlikte halkın eğitilmesi ve eğitimin yaygınlaşması amacıyla adeta bir seferberlik ilan etmiştir.

İşte bu bir avuç insan, aydınlara şöyle sesleniyorlardı:

_ Aydın olmak demek, modaya uygun elbise, şapka giy­mek ve kolalı gömlek giyinmek demek değildir. Aydın kesim, halkın beyni konumundadır. Halkımız sizi iyi bir eğitim al­dıktan sonra yüksek bir gelir elde edesiniz, geceleri eğlenesiniz diye sizi o konuma getirmemiştir. Böyle olanlar gerçek aydın olamazlar. Onlar yozlaşmışlardır.

Eğitim almış olanların tümü millî düşünceyi geliştirmeye, millî ruhu uyandırmaya, millî iradeyi güçlendirmeye mecbur­durlar.

Köylülere, işçilere, halkın alt kesimlerine nasıl daha iyi bir konuma yükselebileceklerini öğretiniz!..

Halkımıza var olmanın değerini bilmeyi ve korumayı öğ­retiniz. Çorak topraklarımızda her köylünün, her işçinin da­ha insanca, daha sağlıklı, daha mutlu, daha akılcı bir hayat ya­şayabileceklerini anlatınız!..

Halkımıza nasıl çalışmaları gerektiğini öğretiniz!..

Az maliyetli sağlıklı konutları nasıl yapabileceklerini gös­teriniz!..

Kendilerinin ve çocuklarının sağlıklarını nasıl koruyabile­ceklerini öğretiniz!..

Mutlu bir aile hayatının nasıl kurulabileceğini, kadının er­keğe, erkeğin kadına nasıl davranacağını ve çocuklarının na­sıl terbiye edileceğini anlatınız!..

Halkımızı, her işi zamanında yapmaya, disiplinli ve dü­zenli çalışmaya alıştırınız!..

Kendisinin ve başkalarının hukukunu gözetmesini öğreti­niz!..

Bütün bunlarda halka bizzat kendiniz örnek olunuz!..

Kendi aranızda ve halk ile ilişkilerinizde yol gösterici olu­nuz!

Bütün Suomi'yi büyük bir aile kabul ediniz. Bütün ülke­ye de o gözle bakınız. Unutmayınız ki, en yoksul kömürcü, kantarcı, hizmetçi ve dul kadın, bütün bir Fin milleti, sizin kardeşleriniz, hemşehrileriniz ve yurttaşlarınızdır.

Bunları eğitmek ve uygarlıkta daha kadim olan milletlerin arasına sokmak sizin görevinizdir.

Unutmayınız ki, halkın cehaleti, kabalığı, alkol düşkünlü­ğü, hastalıklı oluşu, sefaleti, kötü ahlâklı oluşu, bütün bunla­rın hepsi sizin kendi utancınız ve suçunuzdur.

İşte bir avuç Fin öğretmeni, avukatı, memuru ve doktoru, aydınlara böyle sesleniyorlar ve bu yönde yazılar yazıyorlardı. Bunlar arasında çalışmaları ve coşkusuyla Snelman daha çok öne çıkıyordu. Kışın sky denilen kayakla, ilkbahar ve yazın ise kayıkla, kimi zaman da yaya olarak Finlandiya'yı bir uçtan bir uca dolaşarak halkı aydınlatmaya çalışıyordu. Ormanlarda ve taş ocaklarında çalışan genç veya ihtiyar zeki insanlarla kar­şılaşınca onlarla sohbet ediyor, kitaplar veriyor, adreslerini alıyor ve onlarla mutlaka mektuplaşıyordu.

Snelman her gittiği karanlık köşede birkaç sorunu çöz­mekten geri kalmıyordu. Ülkenin içinde bulunduğu gerçeği zihinlere nakşetmeye çalışıyordu:

_ Bütün ülkeyi sulamak için birkaç dere yeterli gelmez. En ücra yerler bile, göl, pınar veya dere gibi su kaynağına muh­taçtır. Milletin manevi susuzluğu da buna benzer, her yerde milletin kana kana içebileceği taze pınarlar bulunmalıdır.

Snelman, gittiği her yerde rastladığı zeki insanları uyan­dırıyor, zihinlerini açıyor ve onlarla yazışıyordu. Yazılan mek­tuplar sonradan başka insanlara ulaştırılıyordu. Snelman yaz­dığı mektuplarda kimini kınıyor, kimineyse nasihat ederek yeni görevler veriyordu. Bir yere gittiği zaman çevresine eği­tim gönüllülerini topluyor ve onlarla sohbet ediyordu.

_ Bakınız, kenevirden nasıl ip ve halat örülüyor? İnce ham kenevir liflerini alıp ince ip hâlinde büküyorlar, sonra iplerin bir kısmını beraber büküp kalın ip örüyorlar. Yine bu ipler­den birkaçını bükerek de halat yapıyorlar.

Bizim işimiz de tıpkı böyle. Aydınların dağınık güçlerini bir araya toplayarak, iki milyonluk halkımızı büyük bir güç hâline getirmeliyiz.

Snelman, yaz tatilinde çevredeki öğretmenleri bir mer­kezde toplayarak iki-üç haftalık kurslar düzenliyordu. Ancak ilk dönemler ilgi görmemişti. Kurslara yüzün üzerinde öğret­men katılıyordu.

Ülkenin ücra köşelerinde bütün kış hizmet ederek yorgun düşen öğretmenlerin çoğu aslında mesleklerinden memnun değillerdi. Kurslara isteksizce katılıyorlardı. Hatta bazıları "Bu kurslar da nereden çıktı başımıza? Öğretmenleri eğitme­ye kalkışmak da neyin nesi?" diyerek sitem ediyorlardı.

Snelman bunların hepsini duyuyor ama kızmıyordu. O, insanlara bir doktor gibi bakıyordu. "Hastaları tedavi etmek gerekir." diyerek işinin inceliğini ortaya koyuyordu. Kurslar­da şöyle sesleniyordu yılgın öğretmenlere:

_ Aziz kardeşler! Görevinizin ne kadar ağır ve yorucu ol­duğunu biliyorum. Ücra köşelerde ne zorluklarla çalıştığını­zı ve çabalarınızın halk tarafından gerektiği şekilde değerlen­dirilmediğini de biliyorum. Ekonomik durumunuzun hiç iyi olmadığını da biliyorum. Ama ne yapalım?

Asla unutmayınız ki, biz milleti uyandırmak için çıktığı­mız yolun henüz başındayız. Bizler yeni eğitim ordusunun öncüleriyiz. Cehaletle mücadele ederken tüm zorluklara gö­ğüs germek zorundayız. İlk zamanlar belki bizi anlamayacak­lardır. Fedakârlıklar yapmalıyız. Belki içimizden kurbanlar vereceğiz. Bu zorunludur, kaçınılması imkânsızdır.

Ben sizleri fedakârlığa davet ediyorum. Yalnızca kendini feda etmeye hazır olanları çağırıyorum.

Afedersiniz, açıkça söylemek istiyorum! Her meslekte ol­duğu gibi öğretmenler arasında da mesleklerine yabancı kim­seler vardır. Bunlar meslekte çırak bile değildirler. Bunlar öğ­retmenlik görevini hor gören mesai düşkünleridirler.

Böylelerine dostça öneride bulunuyorum. Mesleklerini terk etsinler. Kendilerine daha başka iş arasınlar!.. Gitsinler, tüccar olsunlar... Resmi kurumlarda memur olsunlar...

Gitsinler ki, daha canlı daha yüce ruhlu insanların bulun­ması gereken kutsal görevlere layık olanlar gelsin!..

İşte, benim ricam üzerine, ülkemizin en büyük bilginleri sizlere beşer, altışar konferans vermeyi kabul ettiler. Onların anlatacaklarından yararlanınız.

Bu kurslardan okullarınıza döndüğünüz zaman, sizler de öğrencilerinize öğrenme arzusunu aşılayınız!..

İlkokul öğretmenlerinin çoğu Snelman'ın sözlerinden et­kilenerek çevresinde kenetlendiler, cehalete karşı mücadelede onun yardımcısı oldular. Bu öğretmenlerin çoğu bilgilerini artırmak için yoğun bir öğrenme sürecine atıldılar ve üstadlarının gösterdiği yolda yürümeye başladılar.

Bunlardan her biri, bir süre sonra ülkede büyük bir kültür ve uygarlık kaynağı oluverdi. Kısa bir zaman sonra ülkenin dört bir yanında önce beşer onar, sonraları ise yüzlerce büyük-küçük Snelmanlar türedi.

Fakat Snelman sevgili Suomi'nin uyandırılmasını sadece öğretmenlerden bekleyemezdi. Nerede memurların, doktor­ların, tüccarların toplandıklarını haber alsa, oraya koşuyor ve onlara ateşli konuşmalar yapıyordu:

_ Halkımızı unutmayınız!.. Sizler hepiniz, bu halkın ara­sından yetiştiniz. Oysa şimdi ne yapıyorsunuz!? Bilgisiz kar­deşlerimizden kaçıyor musunuz? Yoksa halkımızın daha iyi bir konuma yükselmesi için çözümler mi düşünüyor sunuz? Halkımızı uyandırmak ve kültürel düzeyini yükseltmek için neler yapıyorsunuz?

Eğitimci Memurlar

1816 yılında, Finlandiya'nın Rusya'ya ilhakı şartlarından olarak bu ülkeye yeni bir anayasa verilmişti ve Finlandiya Mil­li Meclisi yeni anayasa hükümlerine göre icra yapıyordu. Çar I. Alexandr, yayınladığı bildirisinde Rusya'nın idaresi altında bulunan Finlandiya'ya verilen anayasaya, gerek kendisinin, gerek de kendisinden sonrakilerin sonsuza dek bağlı kalaca­ğını vadederek yinelemişti.

Bir keresinde Millî Meclis'in açılışı münasebetiyle memur­lar kongresi toplanmıştı. Bu kongreye Snelman da katılmış ve söz alarak, İsveç döneminden başlayarak Fin memurları­nın tarihini gözler önüne sermişti.

Snelman şöyle seslenmişti memurlara:

_ İsveçliler, çok iyi, çok zeki, çok namuslu ve uygar insan­lardır. Ben İsveçlileri severim. Bunların arasında çok aziz dostlarım vardır. İsveç'in her alanda başarılı olmasını içtenlik­le temenni ederim. Fakat aynı zamanda bizim unutulmuş ve yoksul kalmış ülkemizin İsveç eğemenliğinden kurtulduğuna da memnun oluyorum. Ben halkımın İsveç Devleti'nden de­ğil, İsveç memurlarından kurtuluşunu selamlarım.

Finlandiya'daki İsveçli memurlar nasıl adamlardı? Bunlar hem Finlandiya, hem de İsveç için birer belaydılar.

İsveçlilerin kendi yurtlarındaki memurları zeki, dürüst, ve çalışkan insanlardır. Fakat bizim ülkemizdekiler böyle değil­di. İsveç Hükümeti de bir çok ülkenin yaptığı hatayı tekrar­lıyordu. En yetenekli memurlarını merkeze ve içteki gözde şehirlere tayin ediyor, uzaklara ve taşraya ise memur sınıfının artıklarını, ya da toplumun düşkünlerini gönderiyordu.

Her millette olduğu gibi bazı kibar ve sosyete İsveç ailelelerinde de şımarık, tembel, beceriksiz, zararlı, aptal, alkolik ve yozlaşmış gençler yetişiyordu. Bütün okullardan kovul­muş, hiçbir kamu sektörüne kabul edilmemiş, işyerlerinde bir iş bulamamış, kendi başına bir iş tutturamamış, aslında çalış­mak istemeyen bu gençler, bir süre aile servetiyle idare ettik­ten sonra ailelelerinin torpiliyle ülkemize memur olarak gön­derilirdi.

Bu şekilde ülkemize gelmiş olan 1000, hatta 2000 İsveç memurundan artık ne beklemek gerekir, gerisini siz düşü­nün. Çoğunluğu Lise 2'den ve 3'ten mezun olan bu yalancı, cahil ve ahlâksız memurlar, mesailerini devlet dairelerinde değil, lüks meyhanelerde ve eğlence yerlerinde geçirirlerdi.

Bu memurlar çalışmak istemezler ve aslında işten de anla­mazlardı. Görevlerine karşı ne kadar ilgisizlerse, halka karşı da o denli mağrur ve kibirliydiler. Mesai saatlerinde kahve ve sigara içerek, gazete okuyarak veya dostlarıyla sohbet ederek ya da tartışarak zaman öldürürlerdi.

Bir iş için kendilerine müracaat edenleri saatlerce bekletir­lerdi. Kaba ve küstah odacılar bile halka bağırıp çağırıyordu. Halk saatlerce bekledikten sonra işini yaptıramadan dağılırdı. Sabırla bekleyenler ise uykulu, aptal suratlı ama bir hindi ka­dar mağrur olan memurun huzuruna kabul edilirdi. Müraca­at eden kişi daha ağzını açmaya fırsat kalmadan "Bugün çok meşgulüm, yarın gel!" cevabını alırdı. Adamın ısrarları işe ya­ramaz "yarın gel" diye tutturan memurun hışmına uğrayarak en nihayet daireden kovulurdu.

Mesaisi biten memur ise soluğu bir eğlence yerinde alırdı. Pahalı içkiler su gibi akar, kadınlar çevresinde döner, memur günün yorgunluğunu(!) çıkarırdı. Ancak böylesi bir hayat için elbetteki çok para kazanmak gerekiyordu. Bıı yüz­den önemli devlet işleri bu batakhanelerde rüşvetle dönüyor­du. Bu olayları duyanlar yüksek sesle hesap sormaktan korka­rak ancak kendi aralarında fısıldaşabiliyorlardı.

Halk ağlıyor, inliyor, şikâyet ediyor, kızıyor, nefret ediyor ve "Madem devlet adamları vurgun peşinde, biz neden fırsat­ları değerlendirmeyelim ki?" denilerek milli servet talan edi­liyordu.

Şükürler olsun ki, şimdi memurların durumu böyle değil­dir. Yavaş yavaş her devlet dairesine kendi Fin memurlarımı­zı yerleştiriyoruz veya Finlandiya'ya yerleşen İsveçliler'in dü­rüst olanlarını seçiyoruz.

Bu zamanın değerini biliniz. Bulunduğunuz kurumda, görev başında daha ilk günden başlayarak yeni usulleri uygu­layınız. Eski işleyiş biçimini terk ediniz. Tamamen yeni ve gerçekçi yöntemleri deneyiniz. Bu yoz yönetim biçiminin devlet dairelerinde hiçbir izi kalmasın.

Artık halk da bilsin ki memurlar, halkın hizmetçileridirler. İş için size müracaat edenlere, sıkıntı veren sinek muamelesi yapmayın.

Elden geldiğince işleri kolaylaştırın, zorlaştırmayın. Herkese karşı güler yüzlü ve iyi niyetli olun.

Sonuçta halk şunu anlasın ki, eğer bir iş sonuçlanmıyorsa bu sizin yapmak istemediğinizden değil, yasal olarak yapıl­ması mümkün olmadığındandır.

Anlayınız ki, siz memurlar, halkı eğitmek hususunda öğ­retmenlerden aşağı değilsiniz!...

Snelman anlamlı bir gülüşle şu soruyu yöneltti:

_ Kanunsuzluğun en büyük öğreticisi kimlerdir, bilir mi­siniz?

Sorusunu yine kendi cevapladı:

_ Memurların ta kendisidir. Yasayı uygulamakla yükümlü olanlardır. Halka, yasalara itaat etmenin yollarını ve çareleri­ni memur öğretir.

İşte bunun için yeni Finlandiya Devleti için sizden rica ediyorum. Kanun adamı olan sizler, halkı kanunlara uyma konusunda eğitiniz ki, halkta samimi adalet duygusu yer et­sin!

Bu konferans Snelman'ın ilk ve son konferansı değildi. Gittiği her yerde fırsat buldukça memurları yönlendirmeye çalışıyordu. Sonuçta halkın memurlara karşı güveni ve saygı­sı arttı.

Bir iki nesil sonra bütünüyle yeni bir Fin memurlar kad­rosu meydana geldi. Memurlar kültürel olarak ve ahlâken yükseldiler. Tüm dünyaya örnek olacak hizmetler gösterdiler.

Bugün halk, kamu memurlarının varlığıyla gurur duymak­ta ve onları hayranlıkla izlemektedir.

Halk Okulu: Kışla

Daha İsveç egemenliği dönemindeyken Finler'in kendi ana­yasa kurumları vardı. Bu yasa gereğince Finler'in Seym deni­len bir parlamentoları vardı. Kendilerine mahsus posta pulu ve para birimleri vardı. Az sayıda da orduya sahiplerdi.

Finler, Rus egemenliğine geçtikten sonra da bu kurum ve haklarını korudular. Ancak İsveçliler döneminde bütün bu kurumların yönetiminde İsveçli memurlar bulunuyordu. Fin­ler, İsveç kültürünün gelişimi için canlı bir unsur sayılıyor­lardı.

Suomi denilen Finlandiya, Rus egemenliğine geçince, Finler bütün bu kurumları ele geçirmek ve ülkenin gerçek sa­hipleri olabilmek için mücadeleye giriştiler. İşe küçük işler­den başladılar. Kademeli olarak ilk, orta ve yüksek öğrenim kurumlarında İsveçli öğretmenlerin yerine Fin öğretmenler atanıyordu. Böylece yavaş yavaş Finlerden, hâkim, doktor ve memur yetiştirmeye başladılar.

Küçük Fin ordusu da millileşmeye başladı. İsveçliler döneminde askerlerin tümü Finler'den oluşuyordu. Ancak Baş­komutanlık, Genelkurmay ve Komuta Kurulu İsveçliler'in elinde bulunuyordu. Rütbelilerin askerlere karşı tutumu da İsveç ordusunda olduğu gibiydi.

İsveçliler kahraman bir millettir. Reformlar döneminde Gustov Adolf, ve Büyük Petro zamanında XII. Karl, İsveç ordusunun ününü tüm Avrupa'ya yaymışlardı. Ancak o dö­nemde İsveçliler'in askeri gücü aristokratların elindeydi. Ül­kede âdeta asker ailelerinden oluşan özel bir imtiyazlı sınıf meydana gelmişti. Bu sınıfa ait olanlar memurlara, tüccarla­ra, aydınlara ve tüm halka tepeden bakıyorlardı. Halkın evla­dı askerler, dayanılması zor bir disipline tabi tutuluyordu.

Komutanlar, eğitim, resmi tören ve kışla hayatından baş­ka hiçbir şeyle uğraşmıyorlardı. Mesai dışı zamanlarını ise iç­ki içerek, kumar oynayarak veya danslı balolarla eğlencelerle geçirirlerdi.

Çoğunun eğitimi eksikti. Okuldan çıktıktan sonra hiç okumaya, araştırıp düşünmeye yönelmezlerdi. Hiçbir top­lumsal ve ulusal idealleri yoktu. Yalnızca mağrurca kılıçlarını şakırdatmasını bilirlerdi. Şık üniformaları içinde sürekli para harcamaktan başka şey bilmezlerdi. Dans salonlarında dans etmekte üstlerine yoktu. Çoğu zaten içki ve kumardan başı­nı kaldırmazdı. Askerlere karşı sürekli kırıcı, kaba ve hatta za­limce davranırlardı. Kendi deyimleriyle "kışla öküzleri"ne aşağılayıcı bakışlarla tepeden bakıyorlardı.

Snelman'ın öncülüğündeki genç Fin aydınları orduya da gereken önemi gösterdiler. Özellikle ordudaki askerlerin ta­lim ve eğitimiyle ilgilenmeyi hedeflediler.

Bunun sonucunda liselerin en gözde öğrencileri, hatta üniversite öğrencileri bile okullarından mezun olduktan son­ra askeri okullara girmeye, orduya mensup olmaya başladılar.

5-6 yıl, hatta 10 yıl süren askerlik hizmetleri sırasında bir yandan da bilimsel araştırmalarını kapsamlı bir şekilde sür­dürdüler.

Snelman, bu gençlerin sorunlarını ve sıkıntılarını bilen en iyi bir eğitimci olmuştu aynı zamanda ve onların her türlü ih­tiyaçlarını karşılamadan geri kalmıyordu. Gerek konferansla­rında, gerekse de yazılarında sürekli şu düşünceleri aşılamaya çalışıyordu:

_ Görünüşte en uygar milletler bile, henüz hayatlarını ba­rış ve huzur içinde geçirmek için yüksek bir uygarlık düzeyi­ne erişememişlerdir. İnsanlığın yaratılışında var olan kin, in­tikam ve vahşet; azgın deniz dalgalarının alçak yerlere saldır­ması gibi, insanlar arasında da başkalarının haklarına karşı sal­dırılar halinde sürüyor.

İnsan yığınlarından canlı kaleler oluşturur gibi ordularını güçlendiren insanlar kendilerini savunurlarken, dünyamız ka­çınılmaz bir şekilde kanlı taşkınlıklara, çılgınlıklara sahne olu­yor.

Askerlerini yurt savunmasında siper eden her ordu, kuşku­suz değerlidir. Sınırlara yönelik hizmet eden ordunun arka­sında milletin selameti, huzuru ve bağımsızlığı yatmaktadır.

Ordu, fedakâr ve feragatkâr bir dindarlar tarikatı gibidir. Asker olmayan bizler, vatan savunması için oluşturulan canlı kale duvarlarının önemini gereği gibi takdir edemiyomz. Bu duvarların inşasında kullanılan her tuğla, her harç, canlı birer insandır. Bu zerrelerden herbiri, gerektiğinde bizim varlığı­mızı ve huzurumuzu sağlamak için ölmeye hazırdırlar.

Yolda, bir dükkânda veya bir parkta askerlere rastlayınca saygıyla selamlayıp, onlara "Aziz kardeşlerim, sizler hep bizim selametimiz için bu ağır görevi üstlenmiş bulunuyorsu­nuz. Allah yardımcınız olsun." demek isterim...

Düşününüz lütfen! Kışladaki her bir asker, canlı birer el­mastır. Böyle değerli varlıklardan binlercesi her yıl bir yerde toplanıyor. Uzun bir süre yoruluyor, yıpranıyor, kendilerin­den çok şey veriyorlar. Bu kadar süre onlardan yararlandıktan sonra, geldikleri yerlere kırılmış ve çizilmiş elmaslar olarak geri göndermek ne üzücü bir şeydir!..

Bu sözler üzerine Snelman'ın manevi öğrencileri olan genç Fin subayları şöyle karşılık verdiler:

_ Bizim yeni ordumuz ruhen diri, alışkanlıklarıyla yeni, as­keri hizmetlerinin sonuçları itibariyle her açıdan yeni olmalı­dır. Yeni bir ruh ve idael sahibi olmuştur ordumuz.

Asker, kışlada beslenen bir inek değildir. Benim küçük ve daha az tahsilli bir kardeşimdir. "Vatan Ana" evladını tâlim ve terbiye için kışlaya göndererek bizlere emanet etmiştir.

Askerler terhis olduktan sonra Vatan Ana, subaylara, ge­nerallere soracaktır elbet; "Hangi evlatlarımı ve nasıl yetiştir­diniz bakayım? Sizin ellerinize teslim ettiğim yüzbinlerce ci­vanıma ne öğrettiniz, nasıl eğittiniz?" diye.

Subay, askerin yalnız kardeşi değildir, onun sadece ağabe­yi değildir, aynı zamanda öğretmenidir. Onun eğitiminden sorumlu terbiyecisidir.

Subay, askerlere karşı birçok yönden sorumludur: Askerin vücudu subayın eline teslim edilmiştir. Subay, onun sağlığın­dan sorumludur.

Askerin beyni subayın eline verilmiştir. Zihninin açılma­sından ve düşünsel gelişiminden sorumludur.

Askerin kalbi de subaya verilmiştir. O, askerlerde güçlü bir kişilik meydana getirecek, onlara temiz vicdanlı olmayı, gör­gü kurallarını, insanlarla sağlıklı bir iletişim kurmayı öğrete­rek ve onlara vatan sevgisini aşılayacaktır.

Bu yeni görevler karşısında bulunan genç Fin subayları bu sorumluluğu ağır ve zor görevlerin yerine getirilmesinden korkmuyorlardı.

_ Her zaman ama her zaman, yalnız barışta değil, savaş sırasında da biz vatanımıza kazanç sağlayacak, yararlı olaca­ğız!.. Biz kışladayken de yurdumuza yararlı olabiliriz. Ülke­miz için askerlerle her türlü eğitim ve çalışmamız yararlı ola­caktır.

Bugüne kadar Finlandiya halkı arasında kışla kelimesin­den nefretle söz edilmişti. Eskiden bir yerde kabalık, terbiye­sizlik, kavga ve kargaşa oldu mu herkes;

_ Efendiler, burası kışla mı?

_ Sanki kışla havası!

_ Onun ahlâkını kışla bozmuş... diyordu.

Genç Fin subayları artık bu sözlerden inciniyorlar ve duy­mak istemiyorlar. "Yeni dönemin kışlası, başka bir kışla ola­caktır!" diyerek ant içmişlerdir.

Biz kışlayı bir halk okuluna dönüştüreceğiz. Hatta bir üniversite hâline getireceğiz. Öyle ki, her bir asker, kışlada yaşadığı günleri yaşamı boyunca sevgi ve övgüyle ansın; kış­ladan öğrendiklerini hayatında başarıyla uygulayarak gurur duysun.

Kışlayı öyle bir hâle getirmeliyiz ki, artık halkımız, aşağı­layıcı sözler yerine;

_ Bereket versin, onu kışla ıslah etti.

_ O eğitimini kışladan aldı.

_ Askerliği sırasında dürüst, atik, çalışkan ve kibar olmayı öğrendi... desin ve bu sözler birer atasözü olsun.

Kışla düzeninin ve askerlik hizmetinin amaçları bu şekilde ortaya konulduktan sonra, genç Fin subayları bu amaca ulaş­mak için en acil çözümleri aramaya, en iyi yöntemleri uygu­lamaya başladılar.

Bundan sonra subaylar, askerlere karşı izleyecekleri tutu­mu ve yöntemleri dikkatle düşünmeye koyularak askerlere karşı eski davranış biçimlerini değiştirdiler.

İsveç egemenliği döneminde kışlalar oldukça pisti ve yaşa­nılır gibi değildi. Havası pislikten kötü kokuyordu. Askerle­rin üniformaları dökülüyordu. Bozuk yiyeceklerden ve kok­muş yemeklerden askerler zehirleniyor, yemeyenlerse aç kalı­yordu. Rütbe sıralamasına göre onbaşılar, çavuşlar, teğmen­ler diğer askerlerin yiyeceğinden ve ısınma araçlarından (bat­taniye, kaput, v.b.) kısarlardı. Askerleri hor görürler ve aşağı­larlardı. Kışlada en ağır küfürler bile gündelik konuşma hâli­ne gelmişti.

Ama artık her şey temelden değişmişti. Kışlalar temizlen­miş, duvarlar boyanmış, bahçeye çimler ekilmiş, pencerelere ve avlu köşelerine saksı çiçekleri konulmuş, pencerelere per­deler çekilmiş, koğuş girişlerine paspaslar konulmuştu. As­kerler de her sabah banyo yaparak güne başlıyorlardı. Çevre ve vücut temizliğinin yanısıra manevi temizliğe de ahlakî te­mizliğe de dikkat edilir olunmuştu.

İsveç egemenliği döneminde halk arasında kullanılan de­yimler askerlerin ne berbat şeyler olduklarına iyi örnektir:

_ İsveçli gibi körkütük sarhoş!..

_ İsveç askeri gibi sövüyor!..

Önceden askerler sürekli sarhoştu, ağza alınmayacak kü­fürler ediyorlardı. Askerler birbirlerine, subaylar birbirlerine, hatta generaller bile birbirlerine söverlerdi. Karşılarındakini severken de, yererken de söverek konuşurlardı. İğrenç ve uğursuz küfürlerdi hepsi de. Hiç çekinmeden ana-babaya, dine-imana, güneşe-aya, gökyüzüne ve doğaya, akıllarına gelen her şeye küfürler ediyorlardı.

Genç Fin subayları kışlaya temizlik maddeleri getirttiler, askerlerin yemeklerden önce ve sonra sabun kullanmalarını sağladılar. Temiz havlular zimmetlendi ve her askere birer diş fırçası ve macun dağıtarak diş temizliğine önem vermeyi öğ­rettiler. Diş temizliğinden sonra dil temizliğini, düzgün ve kiifürsüz konuşmayı öğrettiler. Subayların kendileri de asla kötü söz söylemiyor ve küfür etmiyorlardı.

Önceleri askerlere kaba ve sert davranılıyorken, artık böy­le bir şeye izin verilmiyordu. Ama hiçbir aşağılayıcı ve küfür­lü söz söylemeden, kaba davranmadan en katı disiplinin yer­leşmesini başardılar.

Eskiden yalnızca askerler değil, subaylar ve seçkin ailelere mensup kişiler bile adi kavgaları, bağırıp çağırmayı bir yiğit­lik ve adeta kışla hayatının vazgeçilmez gereklerinden sayar­lardı. Öyle ki çeşit çeşit küfürler bilmekle övünürlerdi.

Kışlayı bambaşka bir hâle dönüştürmeyi başaran genç Fin subayları şöyle diyorlardı:

_ Kışla bizim aile ocağımızdır. Orası bizim ibadet yerimizdir. Din adamı için mabedi, öğretmen için okulu neyse bizim için de kışla odur. Biz burada kadınlar arasında bulunduğu­muz zamankinden daha fazla edepli ve terbiyeli davranmak zorundayız.

Subaylar, davranış ve sözleriyle askerlere şunları telkin edi­yorlardı:

Kışlayı sarhoş meyhanesine veya küfür ortamına çevir­meyiniz.

Yerlere tükürmeyiniz.

Döşemeleri kirletmeyiniz.

Küfürlü konuşarak kışlanın nezih havasını bozmayınız.

Dilinizi temiz tutunuz, arkadaşlarınızın kulaklarını kirlet­meyiniz.

Kaba küfürlerle konuşmak, köpek ulumasından daha kö­tüdür.

Küfür etmek medeniyetsizliğin belirtisidir. Eğer yiğitliği­nizi göstermek istiyorsanız, bunun için daha asil çözümler bulunuz.

Spor yapın, uzun metre yüzmeyi, ustaca güreşmeyi, yük­sek atlamayı öğreniniz.

Toplantılarda nezaket içinde olmayı öğreniniz.

Yararlı kitaplar okuyunuz. Okuduklarınızı ve dinledikleri­nizi iyice anlayınız.

Bu şekilde genç subayların her biri iyi birer eğitimci ol­dular. Askeri tâlimler ne kadar çok zaman alırsa alsın, subay­lar, askerleri terbiye etmek için her gün 1-2 saat bulabiliyor­lardı. Subaylar, askerlere özel oyunlar, eğlenceler, piyesler ve genel okuma geceleri düzenliyorlardı. Onlarla sohbetler yap­tıkları gibi, çeşitli milletlere dair hikâyeler ve ünlü kahraman­ların yiğitliklerini anlatan kitaplar okutuyorlardı.

Projeksiyon aletiyle vatan tarihine ve diğer milletlerin ta­rihine ait şemalar, haritalar, manzaralar göstererek genel kül­tür konularında bilgilendiriyorlardı.

Bundan başka askerlik hizmetini bitirip terhis olan erlere yurda nasıl hizmetlerinin dokunacaklarına dair sık sık açıkla­malar yapıyorlar, bu amaçla yazılmış kitaplar okutuyorlardı.

Subaylar şunları diyorlardı:

_ Geldiğiniz yerlerde insanlar, köstebekler gibi kovuklar­da yaşıyorlardı. Bunlar insanca yaşamanın ne demek olduğu­nu ne görmüşler, ne duymuşlar, ne de kitaplarda okumuşlar­dır.

Sizler de öyleydiniz. O köstebeklerin yanına tekrar onlar gibi gidip kovuklara tıkılacak olursanız, yazıklar olsun size!..

Sizler oraya yeni hayatın müjdecileri olarak gidiniz! O üc­ra yerlerde yaşayan insanların ruhlarını uyandırınız.

Oralarda yeni bir ordu kurunuz. Bu ordu barış, huzur, uy­garlık ve çalışma ordusu olsun. Çeşitli ordularda yiğitlikleriyle öne çıkmış kahramanlardan oluşan taburlar vardır. Onlar kendilerine "ölüm taburu" ismini takmışlardır. Başka insan­lar da öyle diyor onlara. Bunlar, gerektiğinde bir tek asker ka­lıncaya kadar ölmeye yemin etmişlerdir. Bunlar kahramandır­lar.

Vatan için yaşamak, ülkenin ilerlemiesi ve yükselmesi için çalışmak da ülke için ölmek kadar şereflidir!

Toprağı nasıl işliyor, buğdayı nasıl ekip biçiyorsunuz?

Hayvanlardan ve ormanlardan nasıl yararlanıyorsunuz?

Erkekleriniz kadınlarıyla nasıl geçiniyor?

Analar ve babalar çocuklarını nasıl terbiye ediyorlar?

Şimdi geliniz size, hayatlarını daha akıllıca düzenlemiş toplumlarda bunların nasıl yapıldığını anlatalım:

Niçin herkes, İngiliz kumaşlarını, Bohemya kristallerini, Çekoslovak camlarını, Felemenk (Hollanda) balık konserve­lerini, İrlanda koyunlarını, Fransız şaraplarını, Danimarka tereyağlarını, Bruxelles (Brüksel) dantellerini, Rus kürklerini, İsveç mukavvalarını ve kibritlerini tercih ediyor?

Çünkü bunlar o ülkelerde en iyi bir şekilde üretilmektedir. Sizler de bizim ülkemizde böyle kaliteli ürünler meydana ge­tirmek için çalışın!..

Bütün bunları kim yapacak?

Köylerinizdeki kör kardeşlerinizin ve babalarınızın gözle­rini kim açacak?

Bataklık ve ormanlıkların ücra kısımlarına kadar gitmeyi kim göze alacak?

Askerlerine bu uyarıcı ve bilinçlendirici soruları, yönelten Öğretmen Subaylar, cevapları yine kendileri veriyorlardı:

_ Sizler!.. En önce sizler yapacaksınız. İşte o zaman aile­leriniz, köyleriniz, sizin vatan için uzun yıllar kışlada kalma­nızdan dolayı hiçbir şey kaybetmemiş olacaklar, aksine ka­zançlı çıkacaklar. Onlardan aldıklarınızı kat kat onlara geri ödemiş olacaksınız.

Sizler kışlaya ham bir madde olarak geldiniz. Şimdi işlen­miş bir elmas gibi ve harikalar yaratan sihirbazlar gibi mem­leketlerinize dönüyorsunuz.

Doğanın sanki hor görürcesine feyiz ve bereketten mah­rum bıraktığı Finlandiya topraklarında, genç Fin subayları büyük bir uygarlık gücü oluyorlardı. Büyük bir fabrikanın üretimi gibi, ülke için akıllı, güçlü, canlı insanlar yetiştiriyor­lardı.

Askerler, artık kıdemli arkadaşlarını sayıyor ve seviyorlar­dı. Askerlik hizmetleri boyunca onları gücendirmekten ve üzmekten kaçınıyorlardı. Daha güçsüz ve ihmalkâr olan arka­daşlarının davranışlarını ise kontrol altında tutuyorlardı.

Terhis olduktan sonra ise çoğunlukla subaylarıyla mektuplaşıyorlardı. Askerlik günlerini şükranla anıyorlar, hayata aıtık yeni gözle ve daha canlı bakmakta olduklarını bildiriyor­lardı. Ülkenin kalkınma hamlesiyle ilgili düşünce ve hayalle­rini subaylarına anlatıyor ve onlardan ne yapmaları gerektiği­ni soruyorlardı. Kendilerine bazı kitaplar göndermelerini ya da gazete ve dergilere abone yapmalarını istiyorlardı.

En küçük yerleşim birimindeki kulübelere varıncaya dek, ülkenin her yeriyle kışla arasında samimi bir bağ kurulmuştu.

Yediden yetmişe hep birlikte, ülkenin sağlıklı bir kalkınma ve uygarlığa kavuşması için teşkilatlar kuruyorlardı.

Kışla artık ülke için bir facia olmaktan çıkmış, hakkıyla takdir edilir olmuştur.

Anne-babalar, yaramaz çocuklarını eğitmek için artık şun­ları söylüyorlardı:

_ Şu askerlik zamanın gelse de artık askere gitsen. Belki asker ocağı seni yola getirir!

Çevredekiler ise onaylıyordu:

_ Elbette ıslah eder. Böyle haylazların hakkından ancak kışla gelir. Artık biliyoruz ki, kışla bizim çocuklarımızı bizden daha iyi terbiye etmesini biliyor.

Yaşlılar da onaylıyorlardı:

_ Evet, önceleri gözlerimiz körmüş. Feci bir hayat sürüyormuşuz. Şükürler olsun, şimdiki gençler hayatı daha güzel ve daha akıllıca düzenlemesini biliyorlar.

Bu şeklide bizzat kışlalar da bilgi ve ahlâk yönünden yük­selmiştir. İyi mayanın hamuru kabartması gibi, kışla da mille­ti bilgi ve ahlâki açıdan yükseltmiştir.

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro