1
Tarihten İbret Almak
Bundan 30-40 yıl önce Moskova'daki Devlet Tiyatrosu'nun duvarlarında birdenbire büyük çatlaklar oluştuğu görülmüş. Temelden çatıya kadar yükselen bu çatlaklarla bütün binanın ansızın yıkılıp içinde bulunanlarla çevredekilerin ezilme tehlikesi başgöstermiş.
Binayı inceleyen mühendisler, çatlakların nedenlerini araştırmaya başlamışlar. Temelin birkaç yerinde yaptıkları incelemede ortaya çıkan sonuç şu olmuş:
Moskova'nın artık çürümeye ve çökmeye başlamış olan bu tarihi kargir binası ahşap temeller üstüne bina edilmiştir. Devlet Tiyatro binası inşa edilirken zeminin sağlam olmayışı nedeniyle yere kalın kazıklar çakılmış ve bunların üstüne de kalın taş duvarlar örülmüş. O dönemde "bu temel yeterince sağlamdır," denilmiş.
Gerçekten de tiyatro binası bu hâliyle uzun yıllar dayanmış. Ancak yıllar geçtikçe zaman da etkisini göstermekten geri kalmamış; yeraltındaki kalın ahşap kazıklar çürüdüğünden temel kaymaya başlamış ve sonuçta binanın duvarlarında çatlaklar meydana gelmiş.
Mühendisler, "Bu tehlikeyi önlemek için neler yapmalıyız?" diyerek çözümler bulmaya çalışmışlar. Tarihi binayı yıkmayı göze alamamışlar. Önce köşelerden başlayarak temeli açmışlar. Çürüyen kazıkların yerine kısım kısım sağlam granit taşları yerleştirmişler. Bu işlemi sürdürerek yavaş yavaş bütün temeli yenilemişler. Öyle ki Devlet Tiyatrosu eski binası yeniden sağlam temellere kavuşmuş.
Mühendislerin akılcı onarımı sayesinde tiyatro binası bugün bile hâlâ sapasağlam ve tehlikesiz bir durumdadır.
Devletlerin tarihi ve milletlerin yaşantısı da Moskova'daki Devlet Tiyatrosu binasına benzer. Devlet düzeninin eski temelleri -halkı yönetmek için çıkarılan yasalar- o dönemler için ne kadar yeterli kabul edilmişse de günümüzde bu temeller -eski yönetim yasaları- zaman aşımına uğrayarak bunalıma neden oluyor, yetersiz kalıyor.
Meşhur bir atasözü vardır: "Yeni toplumlar, kendileriyle birlikte yeni şarkılar üretirler."
Zaman geçtikçe nesiller sürekli değişiyor, yenileşiyor. Her nesil, kendisiyle birlikte yeni kavramlar, söylemler, yeni ihtiyaçlar ve talepler geliştiriyor. Yeni nesillere artık eskimiş, zaman aşımına uğramış yönetim biçimleri ve yasalar zorla uygulanamaz.
Yeni nesiller için, daha yeni, daha akılcı, daha adil, daha sağlam temellere dayanan yönetim anlayışlarının yasa ve kuralların uygulanması zorunludur.
Akıl ve sağduyu sahibi devlet adamlarına sahip olan ülkelerde artık bu iş böyle yapılmamaktadır. Bu ülkelerde, krizlere, kaoslara, toplumsal sarsıntı ve çalkantılara yol açmadan, daha bilgece, daha adilce yöntemlere başvurulmaktadır.
Birçok ülkede ise devlet adamları, halk yönetiminin ve toplum eğitiminin aşama aşama düzenlenmesi gerekliliğini kavramıyorlar veya anlamak istemiyorlar.
Devlet yapısının duvarları harap oluyor, yer yer çatlaklar baş gösteriyor ama gittikçe derinleşen ve genişleyen bu çatlaklar önemsenmiyor. İşte bu nedenlerden dolayı dıştan sağlam ve güçlü görünen devlet kurumlarının çatlamasına, hatta yıkılmasına asla şaşırılmamalıdır.
Eski İran yıkıldı. Eski Osmanlı Devleti, Eski Avusturya İmparatorluğu yıkıldı. Koca Rusya devrildi. Bismark'ların ve Wilhem'lerin Almanya'sı da yıkıldı gitti.
Kutsal kitaplarda anlatılır: Bir zamanlar kudretli ve zalim bir hükümdarın sarayının duvarlarında ateşle yazılmış kelimeler görülmüş:
Mane tekel fares!
Bu kelimelerin anlamını hiç kimse anlayamamış.
Hâkim Danyal bu kelimeleri şöyle yorumlamış:
_ Bu ateşten yazılar, müthiş bir şeyin meydana geleceğini haber veriyor. Bunların anlamı şudur ki; artık devlet yaşama gücünü yitirmiştir. Kaçınılması imkânsız bir musibetle yıkılmaya mahkûmdur.
Eski Roma İmparatorluğu, Alba Dükası'nın İspanya Saltanatı, 15. Louis'nin Fransa Hükümdarlığı, Romanoflar'ın Rusya'sı, Hohenzollernler'in Almanya'sı, Habsburglar'ın Avusturya'sı aynı feci sonla karşılaştılar.
Tarih onlar hakkında gereken hükmü verdi:
Mane tekel fares!
Bütün bu meseleleri ciddiyetle düşününüz!.. Böcekler gibi, önemsiz, kişisel uğraşlarınızın ve dertlerinizin batağı içinde kıvranmayınız. Bunun yerine devletin temellerinin yenilenmesini ve toplumun bundan sonra alacağı eğitimin yöntemini düşününüz.
Tarih bazı milletlerin ve devletlerin feci sonlarını yazdığı gibi, bazı devletlerin ve milletlerin ilerleme ve yükselmesini yazmak için de parlak sayfalar açmaktadır.
Tarih, halk yığınlarının bir hayvan sürüsü hâlinden ya da çalışkan bir karınca yuvası (Ameisenvölker) şeklinden çıkarılarak, akılcı ve neşeli bir yaşam üreten milyonlarca sanatçı ve üreticiye dönüştürmenin çözümlerini, devlet hayatının nasıl güçlendirileceğini, toplumun nasıl eğitileceğini gösteren bir bilimdir.
Kahramanlar ve Millet
Bazı devletler şiddetli buhranlar geçirirler ya da bütünüyle mahvolurlar. Bazı milletler ise yaşantılarını bilgece bir güzellik içinde düzenlerler. Bu örneklerin her ikisi de yalnızca devlet adamları, milletvekilleri, senatörler ve çarlar için önem taşımayıp, toplum bireylerinden her birini de ilgilendirmesi gereken meselelerdir. Erkek ve kadınlar, ihtiyarlar ve gençler, kentliler ve köylüler, beyin gücüyle veya kol gücüyle çalışanlar hep bu meselelere zihin yormalıdırlar.
Devletlerin güç ve zaafı, milletlerin ilerleme ve yozlaşması, yalnızca devlet adamlarının ehil oluşlarından ve yönetim kabiliyetlerinden veya beceriksizliklerinden kaynaklanmaz. Yöneticiler iyi veya kötü olsunlar, kahraman veya zalim olsunlar, onlar kendi milletlerinin birer yansımasıdırlar. Onlar, milli ruhun birer kopyasıdır, halk kitlesinin içinden doğmuştur. Bir millet nasılsa, devlet adamları da onlar gibidir. İşte bu nedenledir ki eskiden beri "Her millet, layık olduğu idareye ve devlet adamlarına sahip olur." denilmiştir.
Ne yazık ki pek iyi anlaşılmayan bu gerçeği iyice açıklamak için yüzyıllar boyu tartışılan felsefi ve tarihi bir mesele üzerinde durmama müsaade ediniz. Mesele şundan ibarettir:
Milletlerin tarihini kim yaratır? Devletlerin ve bütün insanlığın yaşantısındaki en büyük olaylar, kimler tarafından yönlendirilir ve yönetilir? Bağımsız bireyler tarafından mı? Yani bazı tek başına büyük adamlar ünlü İngiliz düşünürü Carlyle'ın dediği gibi kahramanlar tarafından mı, yoksa bütün millet mensuplarının gayreti ve halk ruhunun dirilerek yaygınlaşması sayesinde mi?
Carlyle, birinci görüşü savunmuş ve bunu kanıtlamıştır, ikinci görüşü ise Lev Tolstoy savunmuştur.
Carlyle "Kahramanlar ve Tarihte Kahramanlıklar" adlı eserinde kahramanları ve meydana getirdikleri kültürlerle, "culte/kült" ve "culture/kültür" kavramları üzerine duruyor. Carlyle'a göre millet cansız bir kil tabakasından ibarettir. Eğer ona bir sanatçının eli değmeyecekse, sonsuza dek şekilsiz ve hareketsiz kalacaktır.
Cengiz Han, Asya'nın steplerinden milyonlarca halk oluşturdu, yönetimi altına aldı. Çin'i, Hindistan'ı, İran'ı, Eski Rusya'yı fethetti.
Peder Pierre d'Amiyen, Kudüs'ü Müslümanlar'dan geri almak için bütün Katolik Avrupa'yı ayaklandırdı.
Martin Luther reformlar yaptı.
Neronlar, Kaligulalar, Roma'yı yakıp yıktılar.
Bismarkların ve Hohenzollern'in politikası Almanya'da şiddetli sarsıntılara neden oldu.
Kısaca Carlyle'ın düşüncesine göre milletlerin ve hatta tüm insanlığın tarihini oluşturanlar, ruhen güçlü olanlar, zekâ ve yetenek sahibi olan bireylerdir. Yani kahramanlardır. İşte Ramsesler, Themistoklesler, Lutherler, Bismarklar vs. hep bu tür insanlardır.
Lev Tolstoy ise tamamen bunun tersini ileri sürerek şunları söylüyor:
"Hayatı yaratan, olayların akışını belirleyen ve bunların özellik ve biçimini veren tek başına kişiler, Napoleonlar değil, halk kitlesinin kendisidir."
Öte yandan Thomas Carlyle da:
"Halk kütlesi, yerde hareketsiz yatan ve çürüyen bir saman çöpü gibidir. Büyük adamlar ve kahramanlar ise samanları tutuşturan, kitleleri canlandıran ve harekete geçiren, gökten düşen bir yıldırım gibidir." diyor.
Lev Tolstoy bir örnek vererek şunları söylüyor:
"Denizlerde büyük ama çok büyük bir geminin, transatlantiğin yol aldığını düşününüz. Hareket esnasında geminin önünden sular bir şerit hâlinde kaçıyor. Bu su şeridinin gemiyi sürüklediğini kim iddia edebilir? Açıktır ki bu su akımını geminin kendisi oluşturuyor, kendi önünde kovalıyor. Güç asıl geminin kendisindedir. Akan su ise bunun sonucudur sadece."
Evet Tolstoy böyle söylüyor. Bir millette hareket gücü oluşup yürüyünce, kendiliğinden harekete geçmiş oluyor ve önündeki suları kovalıyor. Kendi hayat tarzını, ilgi ve duyarlılığını ifade eden bir kişiyi kendisine önder olarak seçiyor.
"Savaş ve Barış" romanının yazarı olan Lev Tolstoy, eğer Thomas Carlyle'ın kahraman yıldırım benzetmesini kabul etmiş olsaydı herhâlde şöyle derdi:
"Evet, büyük adam bir kahramandır, bir yıldırımdır. Ama halk kitlesi ne kil tabakası, ne de saman yığını değildir. O, yıldırımı meydana getiren milletin kendisidir. Ne zaman bulut kümesi elektrik oluşturursa yıldırım da kendiliğinden oluşur. Eğer bulutlar elektrikle yüklü değilse, hiçbir zaman şimşek veya yıldırım oluşmaz, yalnızca bulut nemli bir buhar hâlinde kalır.
Milletler de böyledir. Eğer bir millet büyüklük ve kahramanlık özelliklerini taşıyorsa ondan yıldırımlar doğar, kahramanlar çıkar. Eğer halk kitlesi nemli bir buhar yığınından ibaretse, hiçbir güç ondan yıldırım çıkartamaz."
İlk bakışta bu iki görüş biribirine zıt ve biribirine uymaz görünüyor. Bunlardan birini seçmek gerekiyor.
Carlyle mı haklıdır, yoksa Tolstoy mu? Ancak Carlyle ile Tolstoy'un görüşleri arasındaki bu çelişki yüzeyseldir. Gerçekte Carlyle ile Tolstoybirbirlerine karşı değillerdir. İkisi biribirini tamamlamaktadır. Burada ikisinden birini seçmek gerekmez. Bunlara "Carlyle ve Tolstoy" denmeliydi. Carlyle da Tolstoy da haklıdır. Tıpkı paranın iki yüzü gibi, her görüş gerçeğin diğer yarısıdır.
Kahraman halkı heyecanlandırır ve alevlendirir. Ancak onu milletinden aldığı ateş ve heyecanla yakar.
Örneğin, bir merceği ele alalım. Geniş bir alana dağılmış olan güneş ışığını bir noktada toplama özelliğine sahiptir. Milyonlarca güneş ışığının bir yere toplanmasından parlak bir nokta oluşur. Bu güçlü enerjik nokta, kâğıt, saman gibi yanıcı maddeleri anında tutuşturur; taşı, camı ve demiri kızgın hâle getirir.
Milletlerin büyük adamları da tıpkı bir mercek gibidir. O kendi kişiliğinde milletin gücünü ve özelliklerini toplar, bununla milyonlarca insanın ruhunu tutuşturur. Ancak güneş ışığından yoksun bulutlu havalarda hiçbir mercek bir kar taneceğini eritmeye, bir su damlacığını bile ısıtmaya güç yetiremez.
İsviçre peyniri yalnızca yüksek dağlarda otlayan ineklerin sütünden yapılır. Çeşitli dönemlerde ve çeşitli milletlerde yetişen büyük adamlar da böyledir. Onlar çiçek açmaya başlayan bir milletin latif rayihasıdırlar.
Napoleon, eski barışsever Çin'de değil, Fransa'da yetişmiştir. Rusya ise direnişsizliğin havarisi olan Tolstoy'u yetiştirmiştir. Bunun tersi görülmemiştir.
Her zaman ve her yerde hep aynı şey olmuştur. Almanya'yı I. Dünya Savaşı'na sokan II. Wilhelm değildir. Ama Almanlar'ın savaşçı ve zorba ruhu Bismarklarda, Wilhelmlerde, Hindenburglarda ve Ruhrbachlarda bir ifade biçimi bulmuştur. Eski Roma'yı Neronlar, Karakallalar ve Komodlaryıkmamıştır. Ancak her şeyde ihtiras sahibi İspanya, dünyaya Loyola'yı; Almanya ise Krupp'u yetiştirmiştir.
Her millet iktidar mekanizmasının başına ya kudretli ya da önemsiz kişileri geçirir. Bunlardan birinin işbaşına gelmesi milletin ahlâkî seviyesi ve yaşantısına bağlıdır.
Millette toplanmış iyi bir şey var mı yok mu ya da toplanıyor mu? Milletin aklı, milletin iradesi, milletin vicdanı yükselme gösteriyor mu, yoksa yozlaşıp zehirleniyor mu? Bayağı ve sefil bir hayat içinde yok olup gidiyor mu?
Burada her birimizin hayatının özelliği ve çalışma şeklimiz ele alınıyor. Biz kendi ülkemizde ne yapıyoruz? Milletimizin geleceğinde nasıl bir rol oynuyoruz?
Güney denizlerinde beş-on mercan adası vardır. Mercanlar alelâde kil türü bir yapıya sahiptir. Küçük polipler vücutlarından bir takım organik maddeler salgılarlar ama bunların farkına varmak güçtür. Ancak bu salgıların birikmesiyle zamanla adına Mercan Adaları denilen işte bu adacıklar meydana gelir. Hatta bu adalarda insanlar bile yaşayabilir.
Öte yandan Güney ülkelerinde bir tür küçük karinalar vardır ki, o bölge halkı tarafından tam bir afet olarak görülürler. Halkın barındığı kamış ve ahşaptan evleri ve içindeki mobilya cinsi eşyaları yerler. Bu karıncaların ortaya çıktığı yerlerde insanlar evlerini terk edip başka bölgelere göç etmek zorunda kalırlar.
Şimdi de kendi ülkemizin durumunu gözönüne alalım. Ülkede ne tür bir üretim göstermekteyiz? Yapmaya mı, yoksa yıkmaya mı yöneliktir çabamız? Olumlu mu yoksa olumsuz mudur?
Ülkenin refah ve mutluluğunun ve toplumun onur ve şerefinin halkın iradesine bağlı olduğunu kanıtlayan çarpıcı bir örnek olması açısından küçük ve yoksul bir ülkeyi gösterebiliriz. Burası iki milyonluk bir nüfusa sahip olan Finlandiya'dır.
Avrupa'nın en kuzeyinde bulunan Finlandiya'nın sert bir iklimi vardır. Havası genellikle sislidir. İlkbaharda bile don olayları devam eder. Ağustostan itibaren soğuklar başlar. Arazisi de oldukça kıraçtır. Çoğu yerler sarp granit kayalarla kaplıdır. Kalan yerler ise çukur ve bataklıktır. Ülkede maden namına hemen hemen hiçbir şey yoktur. Tarım çok güçlükle yapılabilmektedir. Halkı da hiçbir zaman tam bağımsızlıklarını elde edememiştir. Kimi zaman bir komşusunun, kimi zaman da diğer komşusunun yönetimi altında bulunmuştur.
Finler kendilerine "Suomi" derler ve çok sevdikleri ülkelerini "Suomi" diye tanımlarlar ki bu "bataklık arazi" anlamına gelmektedir.
Suomi'nin Tarihi
Finlandiya'yı çeşitli zamanlarda ziyaret ettim. Ülkenin çeşitli bölgelerinde yaşadım. Büyük şehirlerde, göller ve ormanlar arasındaki ücra köylerde bulundum. Finler'in günlük uğraşlarını, yortu günlerindeki oyun ve eğlencelerini izledim. Kısacası bu milletin müziğini, edebiyatını, sanatını,tiyatrosunu ve mimarisini tek tek inceledim. İçtenlikle itiraf etmeliyim ki tüm bu uğraşlar karşısında hayretim daha da arttı. Finlandiya'ya olan her seyahatimde yabancılar için sevimsiz görünen ama inadına çalışkan olan kuzeyin bu küçük ve sakin milletini daha fazla takdir etmeye ve hayran olmaya başladım.
Fin milletinin hayatında başlıca iki şey kayda değerdir: Birincisi, Rus ihtilaline kadar Finler'in bağımsız bir hayatlarının olmayışı; ikincisi ise bu milletin başlı başına ve büyük güç sayılacak ve kendilerine önderlik edecek büyük adamlar yetiştirmemiş olmasıdır. Finler'in sahip oldukları büyük kültür ve medeniyet, halkın bizzat kendi çabasının ürünüdür.
Finler, Rusya'nın kuzeybatısındaki en uç köşeye yerleşmişlerdir. Öte yandan Finlandiya, İsveç'e komşudur. 1811 yılına kadar Finler, İsveç egemenliği altında bulunmuşlardır. O zaman İsveçliler'in Finler'e karşı olan tutumu, Avusturyalıların, Voyvodina'daki ve Bosna Hersek'teki Sırplar'a karşı olan tutumu gibiydi. Ya da Osmanlı egemenliği döneminde Rumlar'ın, Bulgarlar'a karşı olan tutumu gibiydi. Bütiin hükümet ve iktidar gücü, ticaret ve sanayi, okullar ve hatta kiliseler bile İsveçliler'in elindeydi.
Bütün kamu memurları, hakimler, askerler, rahipler ve öğretmenler İsveçliler'den seçilirdi. İsveçliler kendilerini uygarlıkça üstün gördüklerinden Finler'i alt bir ırk mensubu olarak görürler ve onlara karşı sürekli o şekilde davranırlardı. Finler, İsveçliler'le aynı siyasi haklara sahip olmakla birlikte, düşünsel ekonomik ve hatta ahlaki yönden bile geri bırakılmışlardı.
Bütün bunlar Fin milletinin kültürel gelişimine güçlü etki yapmıştır. 18. yy'ın sonlarına ve hatta 1840 yıllarına kadar Fin kültürü, havasız bir mahzende yetişen bir çiçek gibi zayıf ve solgundur. O dönemde Finler sadece çok az okuma yazmadan başka bir şey bilmiyorlardı.
1808 yılında Rusya ile İsveç arasında çıkan savaşta Rus çarı I. Alexandr,ordusuyla Finlandiya'nın yarısını istila ettikten sonra Borgo şehrinde, bütün Suomi'den seçilmiş delegeleri Fin Ulusal Meclis'i (Seyim) altında toplanmaya davet etmiş. Tüm Suomlar'ın (Finler) temsilcilerinden oluşan meclis üyelerine şu soruyu yöneltmiş:
_ Bundan sonra da İsveçliler'in yönetimi altında mı kalmak istersiniz, yoksa ülkenin iç yönetiminde bağımsız olmak şartıyla Rus yönetimine mi geçmeyi istersiniz?
Fin milletinin temsilcileri Rusya'ya iltihak etmeyi kabul etmişler. Bunun üzerine Çar I. Alexandr, Finler'in İsveç egemenliği dönemindeki anayasayla iç yönetimde verilmiş olan haklarla yetinirlerse, kendisinin de bu anayasada belirtilen hakları tanıyacağına ve sözüne sadık kalacağına yemin etmiş.
Finlandiya'nın Rusya'ya iltihakı her iki taraf için de faydalı olmuştur. Aslında Finlandiya yoksul bir ülkedir. Hindistan ve Mısır, İngiltere için öneme sahipti ama Finlandiya, Rusya için böyle bir önem taşımıyordu. Finlandiya, Rusya'nın Kırım'ına, Kafkasya'sına ya da Türkistan'ına benzer bir ülkedir. Rusya, Finlandiya'yı ilhak ettikten sonra hiçbir ekonomik çıkar sağlayamamıştır. Ancak bu ülkenin ilhakı başka bir yönden Rusya'nın işine yaramıştır.
Asıl mesele, Finlandiya sınırının Rusya'nın başkenti Petrograd'a yakın olmasındaydı. Finlandiya sınırından 4 saatlik bir tren yolculuğuyla Petrograd'a varılıyordu. Herhangi bir ülkeyle çıkabilecek savaşta düşman güçlerinin Finlandiya üzerinden başkenti tehdit etmesi tehlikesi vardı. Başkenti olası tehlikeden korumak için Finlandiya'nın işgali uygun görülmüştü.
Öte yandan içte bağmsızlık kazanan Finler, kendilerine özgü kültür ve uygarlığı geliştirme fırsatına kavuşmuşlardı.
Rus işgalinden sonra da İsveç halkının büyük çoğunluğu Finlandiya'da kalmayı tercih etmişti. Ancak bunlar artık ülkenin eski sahipleri değillerdi. Bu durum da yeni vatan kabul edilen Finlandiya'nın kültürel yönden gelişmesi için büyük bir güç kaynağı olmuştu.
İlk dönemlerde ülkenin kültürel gelişimi için uğraş verenlerin sayısı sınırlıydı. Ülkede aydın konumunda sayılabilecek öğretmen, din adamı ve gençlerin sayısı parmakla gösterilebilecek kadar azdı. Fakat bu durum aydınların gücünün azalmasına değil, artmasına neden olmuştur.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro