Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

Boz Enik


Erkek kardeşlerinden de, kız kardeşlerinden de farklıydı o. Onların üzerinde analarından miras kızılca ton varken o ise özellikle bu konuda tamamen babasına çekmişti. Yavrular arasındaki tek boz enikti. Kurtlara ait ne özellikler varsa onlarla birlikte dünyaya gelmişti. Aslında fiziksel olarak yaşlı babasına ait ne özellikler varsa onlarla doğmuştu ve bunun tek istisnası, kendisinin iki, onunsa bir gözünün olmasıydı.

Boz eniğin gözleri açılalı azıcık bir süre geçmişti ama yine de gayet berrak bir görüşü vardı. Zaten gözleri kapalıyken de dokunuyor, tadıyor ve kokluyordu. İki erkek, iki de kız kardeşini gayet iyi tanıyordu. Kardeşleriyle zayıfça ve acemice itişip kakışmaya, hatta coşkuya kapıldığında gırtlağından hiçbir şeye benzemeyen, gıcırtı gibi (gürlemenin habercisi) bir ses çıkararak onlarla hırlaşmaya bile başlamıştı. Daha gözleri açılmadan uzun zaman önce dokunarak, tadarak ve koklayarak sıcaklık, sıvı gıda ve şefkat kaynağı annesini tanımayı öğrenmişti. Küçük ve yumuşak bedeninin üzerinden her geçtiğinde kendisini yatıştıran ve sokularak kıvrılıp uyumaya iten yumuşacık bir dili vardı annesinin.

Hayatının ilk ayının büyük kısmı bu şekilde uyuyarak geçmişti. Artık gayet iyi görebiliyor, daha uzun süreler uyanık kalıyor ve dünyasını gayet iyi öğrenmeye başlıyordu. Loş bir dünyası vardı ama henüz bunu bilmiyordu çünkü başka bir dünyadan haberi yoktu. Dünyası yarı karanlıktı ve gözleri herhangi bir ışığa uyum sağlamak zorunda kalmamıştı. Hayatı yuvanın duvarlarıyla sınırlıydı. Henüz dışarıdaki koca dünya hakkında hiçbir şey bilmediği için varoluşunun dar sınırlarından asla bunalmıyordu.

Dünyasının duvarlarından birinin, diğerlerinden farklı olduğunu çok erken keşfetmişti. Burası inin girişiydi ve ışığın kaynağıydı. Bu duvarın diğer duvarlardan farklı olduğunu, kendine ait düşüncelere, bilinçli bir iradeye sahip olmadan çok önce anlamıştı. Daha gözleri açılmadan ve oraya bakmadan bile o duvar kendisi için dayanılmaz bir çekim merkezi olmuştu. Oradan gelen ışık mühürlü gözkapaklarına vurur, gözleri ve göz sinirleri o küçük, ılık renkli ve tuhaf bir haz veren kıvılcımlı parıltılarla nabız gibi atardı. Vücudundaki canlılık, bedeninin her bir dokusundaki yaşam, bedeninin asıl özü olan ve kişisel tecrübesinden başka bir şey olan hayat bu ışığı istiyor ve bitkilerin mahir kimyası onları nasıl güneşe doğru iterse, bu ışığa doğru çekiyordu vüducunu.

Başlangıçta, bilinçli yaşamı başlamadan önce, hep inin ağzına doğru yuvarlana yuvarlana ilerlerdi. Kardeşleri de öyle yapardı. O dönemde aralarından hiçbiri, asla arka duvarın karanlık köşelerine doğru gitmedi. Sanki birer bitki gibi çekerdi ışık onları, kendilerini oluşturan hayatın kimyası, varoluşun bir zorunluluğu gibi ihtiyaç duyarlardı ışığa. Küçücük yavru bedenleri, asma filizleri gibi körlemesine, vücut kimyalarının gereği o tarafa sürünürdü. Sonradan ayrı bireyler olup her biri güdülerinin ve arzularının bilincine vardıktan sonra ışığın çekimi daha da arttı. Sürekli emekleyip sürünerek ona doğru gitmeye çalışıyor ve anaları tarafından hep engelleniyorlardı.

Boz enik, annesinin yumuşak ve yatıştırıcı dili dışındaki özelliklerini de böylece öğrendi. Işığa doğru gidişinde bu kadar ısrarcı olduğu için annesinin sertçe bir dürtüklemesiyle kendisini nasıl azarlayabildiğini ve sonra da pençesinin yumuşak ve ölçülü bir vuruşuyla nasıl onu yere indirip yuvarlayabildiğini keşfetti. Böylece acıyı ve bununla birlikte acıdan kaçmayı öğrendi; öncelikle acının ortaya çıkması tehlikesine meydan vermemeyi, sonra da bu tehlike doğmuşsa, hızla oradan uzaklaşarak veya geri çekilerek acıdan kaçmayı... Tüm bunlar bilinçli eylemlerdi, dünyaya ilişkin ilk genellemelerinden çıkardığı sonuçlardı. Bu sonuçları çıkarmadan önce, nasıl kendiliğinden ışığa gidiyorsa, o şekilde, kendiliğinden kaçardı acıdan. Ama bundan sonra acıdan kaçtı çünkü artık acının acıttığını biliyordu.

Yırtıcı bir yavruydu. Kardeşleri de öyleydi. Başka türlü olamazdı zaten. Çünkü o etobur bir hayvandı. Canlıları öldüren ve etlerini yiyenlerin soyundan geliyordu. Babası ve annesi etle besleniyordu. Hayatın ilk kıpırtısıyla birlikte anasından emdiği, etten dönüştürülmüş süttü ve gözleri açılalı bir haftayı yeni doldurmuşken bile et yemeye başlayacaktı. Dişi kurdun yarı yarıya sindirip memelerinin verebileceğinden fazla besin isteyen büyümekteki beş yavrusunun önüne kustuğu etti bu.

Kardeşlerinin en gelişmişi, en yırtıcısıydı. Hepsinden yüksek sesle gıcırtılı bir homurtu sesi çıkarabiliyordu. O minicik öfke nöbetleri ötekilerden çok daha korkunçtu. Ustaca bir pençe darbesiyle kardeşlerini yere düşürüp yuvarlama numarasını ilk öğrenen o oldu. Yavrulardan birini kulağından ilk yakalayıp kenetlenmiş dişleriyle itiştirip çekiştiren de oydu. Ve elbette yavrularını inin ağzından uzak tutmaya çalışan analarına en büyük zorluğu da o çıkarıyordu.

Boz eniğin ışığa hayranlığı gün geçtikçe büyüyordu. Sürekli olarak mağaranın girişine doğru bir metrelik maceralı yolculuğuna çıkıyor ve sürekli olarak geri sürülüyordu. Ama bunun bir giriş olduğunu bilmiyordu. Zaten girişler hakkında, yani birinin bir yerden başka bir yere geçmesini sağlayan geçişler hakkında hiçbir şey bilmiyordu daha. Oralara gitmesini sağlayacak yollar kadar oralardan geçip gidilecek yerler hakkında da bir şey bilmiyordu. Bu yüzden de inin ağzı ona göre bir duvardı, ışıktan bir duvar. Dışarıdakilerin güneşi vardı; onunsa dünyasının güneşi orasıydı. Bir lamba pervaneyi nasıl çekerse öyle çekiyordu onu o duvar. Hep ona ulaşmaya uğraşıyordu. İçindeki hayat hızla gelişiyor ve onu sürekli ışığa doğru itiyordu. İçindeki hayat biliyordu ki orası tek çıkış yoludur ve boz enik o yola ayak basmaya yazgılıdır. Ama kendisi bunu bilmiyordu. Dışarısı diye bir şey olduğunu bile bilmiyordu.

Bu ışık duvarıyla ilgili ilginç bir şey vardı. Babasının (dünyanın diğer bir sakini, ışığa yakın uyuyan ve et getiren, annesine benzeyen bir yaratık olarak tanımıştı onu) o uzak beyaz duvarda bir tür yürüme ve orada kaybolma hakkı vardı. Boz enik işte bunu anlayamıyordu. Annesi tarafından asla ışık duvarına yaklaşmasına izin verilmemişti ama diğer duvarlara yaklaşmış ve burnunun hassas ucuyla sert bir engele çarpmıştı. Acıtan bir şeydi bu. Zaten birkaç denemeden sonra duvarları kendi haline bırakmıştı. Üzerinde fazla kafa yormadan, tıpkı sütü ve yarı sindirilmiş eti annesinin tuhaflıkları olarak gördüğü gibi, duvarın içinde kaybolmayı da babasının bir tuhaflığı olarak kabul etti.

Aslında boz enik düşünemezdi; en azından insanın alıştığı biçimde. Beyni bulanık çalışırdı. Ama yine de vardığı sonuçlar insanlarınki kadar kesin ve açık olurdu. Nedenini, niçinini sorgulamadan olguları kabul etme gibi bir yöntemi vardı. Gerçekte bu, sınıflama eylemiydi. Bir şeyin neden olduğu konusuna asla kafa yormadı. Nasıl olduğu, ona yeterdi. Böylece mağaranın arka duvarına birkaç kez burnunu vurduğunda o duvarın içinde kaybolamayacağını kabul etti. Babasıyla kendi arasındaki farkın nedeni konusunda kafasını biraz olsun yormadı. Zihinsel oluşumunda mantığa ve fiziğe yer yoktu.

Yabani hayatın çoğu yaratığı gibi o da açlık denen şeyi çok erken çağında tanıdı. Öyle bir zaman geldi ki et bitmekle kalmamış, annesinin memelerinden gelen süt de kesilmişti. İlkin bütün yavrular inleyip ağladılar ama sonra çoğunlukla uyudular. Açlıktan bayılmaları için fazla zamana gerek kalmadı. Artık ne itiş-kakışlar, ne ağız dalaşları ne de küçük öfkelerle homurdanmalar vardı; uzak beyaz duvara maceralı yolculuklarsa çoktan bitmişti. Yavrular uyurken içlerindeki hayat da titreşerek ölüyordu.

Tekgöz umutsuz durumdaydı. Çok uzaklara gidiyor, çok geniş alanları tarıyor ve artık çok neşesiz ve kederli bir yer haline gelen yuvada neredeyse hiç uyumuyordu. Dişi kurt bile yavrularını bırakıp et aramaya çıkıyordu. Yavruların doğumundan sonraki ilk günlerde Tekgöz birkaç kere yerli köyüne kadar gidip tuzağa yakalanmış tavşanları çalıp getirmişti ama karlar eriyip derelerin açılmasıyla birlikte yerliler köylerini taşımış, o kaynak da yüzlerine kapanmıştı.

Boz enik tekrar hayata dönüp uzak beyaz duvarla tekrar ilgilenmeye başladığında dünyasının nüfusunun azaldığını gördü. Kız kardeşlerinden biri kalmıştı sadece. Ötekiler yoktu. Gücü yerine geldikçe tek başına oynamak zorunda olduğunu gördü çünkü kardeşi ne burnunu yerden kaldırıyor, ne de hareket ediyordu. Kendi küçük bedeni şimdi yediği etlerden dolayı dolmuştu ama kız kardeşi için çok geç gelmişti yemek. Sürekli uyuyan, etrafına deri geçirilmiş küçücük bir iskelet gibiydi, içindeki ateş giderek azalıyordu, sonunda söndü gitti.

Sonra babasının duvarda belirip kaybolduğunu veya mağaranın ağzında yatıp uyuduğunu görmediği günler geldi. İkinci ve daha şiddetli bir açlık dalgasından sonra olmuştu bu. Dişi kurt, Tekgöz'ün neden geri gelmediğini biliyordu ama gördüklerini boz eniğe anlatabileceği bir yol yoktu. Bir gün ava çıktığında derenin sol koluna sapıp vaşağın yaşadığı yere doğru giderek Tekgöz'ün bir önceki günkü yolunu izlemiş ve o yolun sonunda onu, daha doğrusu ondan geriye kalanları bulmuştu. Aralarındaki kavganın ve vaşağın düşmanını yendikten sonra yuvasına dönüşünün izleri görülebiliyordu. Dişi kurt oradan ayrılmadan vaşağın yuvasını da buldu ama hayvanın içeride olduğuna dair işaretler olduğu için girmeye cesaret edemedi.

Ondan sonra dişi kurt avlanırken sol çataldan uzak durdu. Çünkü biliyordu ki o yuvada yavrular vardı ve ayrıca vaşak, yırtıcı, sinirli bir hayvan ve korkunç bir savaşçıydı. Yarım düzine kurdun tüylerini kabartmış, tıslayan bir vaşağı bir ağaca doğru geri geri sürmesi iyiydi de tek başına bir kurdun vaşakla karşı karşıya kalması tamamen farklı bir şeydi. Hele de o vaşağın arkasında aç yavrular varsa.

Ama Vahşi Hayat, Vahşi Hayattı. Annelik ise ister Vahşi Hayatta olsun, ister olmasın annelikti, yırtıcı bir korumacılıktı ve dişi kurdun boz enik için sol kola sapıp kayalıklardaki yuvaya giderek vaşağın gazabını üzerine çekeceği zaman da gelecekti.

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro