52 + 53. BÖLÜM
Instagram gruplarda bahsettiğim gibi uzun aradan sonra uzunnnnn iki bölüm birleşimi ile işte karşınızdayım. Kısa demeyin yazana kadar canım çıktı :Dd
Bunun için bol bol yorum bekliyorum♡♡
Bölüm Müziği; Erkan Oğur ve İsmail H. Demircioğlu / Derdim Çoktur Hangisine Yanayım
⭐ Tuşuna basmayı unutmayın :)
Keyifli okumalar dilerim♡
* * *
Hayatın içinden kısa bir cümle; Sen capcanlı, rengarenk bir görüntüyle dünyanın güzelliklerini incelerken, bir insan çıkar karşına ve der ki, 'Ne kadar da çirkin bir görüntüye sahip.' Oysa, o çirkinliği gören gözlerin kendi yürek aynası olduğunun farkında olmazlar. İnsan işte... Sen, ne kadar değişik ve güzel bir çiçek derken, başka bir insan rengini beğenmez yada başka bir şeyini. Beğenmez işte. Mutlaka bir kusur bulacaktır. Onu kusurlarıyla kabullenmek varken, olumsuzlarının peşine düşmek daha cazip gelir.
Geriye dönüp bakıldığında, oralarda bir yerde varsa seni yaşatan, mutlu eden, huzurlu hissettiren ve; 'Şu hayatta beni bir o bu kadar sevmiş, bir gün yahut bir an bile olsa yüzümdeki tebessümün sebebi bu kişi,' diyebileceğimiz biri varsa eğer, hayat o kadar da katlanılmaz değildir. Hayat bazı şeyleri anlamamızı daha çok yaşatarak, görerek ve duyarak öğretiyordu. Zihnimiz bomboş bir kutu gibi, her bir adımımızda içini dolduracak mutlaka bir şeyler vardır ama o bir şeylerin nedenini öğrenmek için risk edindirme çabaları girişiminde aldığımız yaraların da bunda hatırı çok fazladır.
Tek cümle ile anlatmak istense bu durum; 'Emeklemeden koşmak,' diyebileceğimiz bir anlatımla tamamlanabilirdi. Karşılaşmalar, tesadüfler veya kurulmuş doğa üstü tuzaklar. Tüm bunların arasında rast geldiğimiz bir insan vardır, içimize alıp saklama isteğiyle dolduğumuz tek bir insan.
O insanı, sen haricinde kimse görmesin istersin. Ünlü bir yazarın dediği gibiydi olay aslında,
'Sen de gördüğümü görecekler diye ödüm kopuyor.' İşte kocaman bir aşk böyle başlıyor. Sonra bir cümle daha düşüyor kelimelerin arkası kesilmeden.
'Beni yokluğunla savaştırma, kaybederim.'
Ve cümlenin arkasında konulan büyük bir suskunluk. Kurulacak cümleler anlamlığını yitiriyor, geriye sadece sessizlik ve yalnızlık kalıyor. En kötüsü bu ya, suskunluk bir çaresizliktir benim lügatımda.
Diğer yandan kaybedilen bir gelecek vardı ortada. Geçmiş ile sınanmış ve açılan çoklu savaşta yenilginin verdiği durgunlukla öylece taşlı zemine bakıyordu genç adam. Taşlı, topraklı zeminden ayrı zihninde çalkalanan düşüncelere kıyasla, bir boşluk vardı içinde. Tarifi imkansız bir boşluk ya da bir eksiklik.
"Al bakalım," diye mırıldanırken masanın üzerine dördüncü çay dolu bardağı bıraktı İhtiyar. Öyle ki birine bile dokunmadan öylece dalıp giden genç adamın çaya dokunduğu yoktu. Laf olsun, ağzından birkaç kelime alırım umuduyla demleyip duruyordu çayı yaşlı adam.
"Evlat,"dedi seslenerek ancak saatlerdir olduğu gibi yine cevap alamadı. Geldiğinden beri ağzını bıçak açmayan adam, onda bir hayli endişeye sebep vermişti. Birine bir şey oldu dese, burada işi neydi? Belli ki başka bir derdi vardı. Derin bir iç çekişin ardından birkaç dakika düşündü ve en sonunda elini kalbine atarak masaya doğru inleyerek eğildi.
"Ah!.. Kalbim,"diye inlerken soluksuz kalmış gibi yaparak, "Nefes alamıyorum... Evlat-" demeye kalmadan beklediği atak geldiğinde sırıtmamak için kendini tuttu.
"Ne oldu? İyi misin?" Miraç anında transtan çıkarcasına irkilerek, İhtiyar'a çatık kaşlarının altından baktı. İyi olmadığını gördüğü an ise yerinden hızla kalkarak ona doğru atıldı. "Hey, hey? Ne oldu birden? İhtiyar?"
Ellerini omuzlarına yerleştirmiş ve onu eğildiği yerden endişeli bir hâlde kaldırmaya çalışıyordu. "Konuşsana?! Ne yapmam gerek, İhtiyar bir şey söylesene? İlaçlarını almadın mı sen?! Hastane... Kalkmaya çalış hadi, hastaneye gidiyoruz. Hadi!"
"Tamam! Tamam sakin ol," derken hiçbir şey olmamış gibi bir halde doğruldu ve derin bir soluk vererek suç işlemiş bir çocuk edasıyla başında dikilmiş Miraç'ın kendisinde olan anlamsız bakışlarına döndü. "İyiyim, bir şeyim yok."
"Sen..." Miraç kaşlarını derince çatarak İhtiyar'ı iyice süzerken, zihnine dank edenlerle sessiz bir küfür savurdu. "Dalga mı geçiyorsun sen benimle? Az önce olanlar..."
"Sadece şakaydı."
"Şakanı s*keyim! Böyle şaka mı olur?"
"Tamam dedim evlat, geç yerine."
"Bana emir verip durma!"diye bağırdı sinirle. Zaten çatacak yer arıyordu. Üzerine bir de bu İhtiyar bozuntusu kendisini kullanmakla kalmayıp, dalga geçiyordu.
"Ha şöyle,"keyifle arkasına yaslanan yaşlı adama inanamayarak başını iki yana salladı. Bu yaşlı adam kesinlikle kafadan kontaklıydı ve sırf onun sinirlerini oynatmak için karşına çıkmıştı.
"Dökül bakalım şimdi. Neyin var senin? Geldiğin saatten beri dut yemiş bülbül gibi konuşmuyorsun. Madem konuşmaya gelmedin, ne diye geldin kapıma? Gece gece beni de rahatsız ediyorsun..." İhtiyar'ın söylediklerini ciddiye almadan sesli bir soluk vererek, elleriyle yüzünü sıvazladı ve yerine geçip otururken, aynı zamanda dudaklarının arasından homurdanıyordu.
"Adama bak ya... Yaşına başına bakmadan bir de çocukça şakalar yapıyor, yaşlı moruk."
"Duyuyorum,"dedi ihtiyar gözlerini kısarak Miraç'a bakarken.
"İyi, en azından kulaklar sağlam." Umursamazca arkasına yaslandı ve gecenin ayazında başını kaldırıp kısa bir an yıldızlarla çevrili gökyüzüne baktı.
İhtiyar'ın bu arazinin ortasında küçük bir lokanta açması kadar, manzarası da huzur vericiydi. Hava hafif esintili olmasına rağmen evinin bahçesinde bulunan küçük tahta masaya kurulmuş, karşılıklı oturuyorlardı. Yayıldığı sandalyede kollarını göğsünde bağlayarak, başını indirdi ve karşında onu izleyen İhtiyar'a tek kaşını kaldırarak baktı.
"Ne var?"dedi rahatsızca terslenerek.
"Hiç, derdini anlatmanı bekliyorum."
"Yok derdim filan," diye konuştu soğukça, az önce olanların etkisinde kalan Miraç kaşlarını çatmıştı.
"Bir şey var sen de evlat uzatma anlat, bakışlarından belli. Gözlerinin içinde ki o şeyi nerde görsem tanırım..." Buruk bir tebessüm oluştu yaşlı adamın yüzünde. "Yalnızlık... Kalabalığın ortasında kaybolmuş küçük bir çocuk gibi, çaresiz, ne yapacağını bilemeyen, kimsesiz ve... Korkuyorsun."
Miraç, bir an dudaklarını aralayıp İhtiyar'ın bu söylediklerine itiraz edecek gibi olduysa da, tek bir harf bile dökülemeden kilitlendi birbirine dudakları. Çok şeyi vardı içinde birikmiş, çıkmak için an kollayan. Birbiri ardına dizilmiş onca düşünceler zihninde çark gibi dönüp duruyor, aynı şeyleri tekrarlıyordu. Çocukluğundan başlayan bir hikaye ve upuzun anlatılarak sonlanan bir hayat. Şu an bulunduğu durumun içler acısı haline alaylı bir ifadeyle güldü. Kendi haline acıyor, sinirlerini yıpratacak düşüncelerine karşı yumruk gösterisi sunuyordu. Avuçları arasına hapsettiği bir atak, sıkıca kapatılmış bir tabut misali her an yeniden doğuş yapacak anı bekliyordu.
"Hata yaptım," diye mırıldandı durağan bir ifadeyle başını eğerek, tırnaklarıyla oynarken.
"Şimdi de cezasını çekiyorum."
"Ceza..." İhtiyar derince içlenerek ellerini üzerindeki hırkanın cebine yerleştirdi. "Yanlış düşünüyorsun. Ceza suçlularındır... Hata yapanlar, sadece bedel öderler." Genç adam kaşlarını anlamsız bir şekilde kaldırarak yaşlı adama baktı.
"Aradaki fark ne?" İhtiyar gülümseyerek karşında kendisine masum bir çocuk gibi bakan genç adamın kara gözlerine baktı.
"Pişmanlık." Dedi tek kelimeyle.
Karanlık gözlerinde yansıyordu o pişmanlık ve İhtiyar bunu çok net görmüştü. Genç adam da bunu kabullenir bir şekilde usulca başını salladı ve tekrar gökyüzüne bakmaya başladı. Pişmanlık duyuyordu zaten çoğu şey için, buna diyecek lafı yoktu.
"Öyle... Elime bir şans geçse, ya da tek bir dilek hakkım olsa..." Sertçe yutkunarak gözlerini kısa bir an yumdu. O an kapalı gözleri ardına yansıyan bedenin acısını iliklerine kadar hissederken, dişlerini sıktığının farkında değildi.
"Onunla farklı bir şekilde, farklı zamanda tanışmayı dilerdim. Benim normal bir insan olduğum zaman da mesela, onu incitmeden yaşamayı dilerdim... Ya da sadece... O mutlu olsun isterdim. Yüreğimin varlığını hissettiren o gülümsemesi yüzünden bir an olsun eksilmesin isterdim. O... Hep gülsün. Çünkü yakışıyor... Gülümsemek yüzüne çok yakışıyor." Ama bitirmişti her şeyi. O tapacak kadar benimsediği gülümsemeyi bir daha ne zaman görürdü bilmiyordu, buna dair umudu da kaldığı söylenemezdi.
Çünkü Miraç Uluhan, o gülümsemenin katillerinden biriydi.
Diğer yanı ise bas bas bağırıyordu onsuz olamayacağını, nefes alamayacağını. Tıpkı onu arkadaşına bırakıp, eve geçtiği gün olanlar gibi, ruhu dağıtacak yer arıyordu. O gün, yanında daima gördüğü karısı olmadan eve girmesi öylesine yüreğini yaktı ki zihnine kan sıçradı adeta. Kendi yatak odaları bile Zeliş olmadan garipçe, yabancı gibi geldiğinde, öfkesini eşyalardan çıkarmış ve haykırışlarıyla birlikte etrafı darmadağın ederek kırılmayacak eşya bırakmamıştı. En sonunda ise ruhunun daraldığını hissederek, kendini evden dışarı atmıştı ve karısı olmadan o eve tekrar girebileceğini hiç mi hiç sanmıyordu.
Sinirle yumruklarını avuçlarında sıkarken, gözlerini açtı. Tüm bu olanları hak ediyordu, hatta daha beterini. Zeliş alsa eline silahı, çekip vursa onu gıkını çıkarmazdı. Yüreğinden akan bir yangında mahsur kalmışcasına bir ağırlık üzerine çöktü. Günlerdir uykusuzdu. Zeliş aramalarına dönmüyor, mesajlarına cevap vermiyordu. Bir yerden sonra aramayı ve mesaj atmayı kesti, kesmek zorunda kaldı. Onu rahatsız ettiği düşüncesiyle üzerine gitmek istemediğinden dinlenmesine müsaade ediyordu, ancak bu ne kadar devam ederdi bilemiyordu. Şu an onu öylesine merak ediyordu ki, arkadaşını arama fikri bile cazip gelmesine rağmen kendini zorluklar içerisinde durduruyordu.
Etrafın sessizleştiğini farkederek yaşlı adama doğru başını çevirdiğinde onu oturduğu yerde bulamadı. Kaşlarını çatarak evin kapısına doğru baktı. Muhtemelen uykusu geldi ve yatmaya gitmiştir diye düşündü bir an ama tek kelime etmeden gitmesini de garip buldu. Belki de bir şeyler söyledi kendisi duymamıştır, umursamazca önüne döneceği sırada ise İhtiyar'ın elinde sazıyla kapıdan çıkarak kendisine doğru gelmesini seyretti.
"Çalacak mısın?" Oturduğu yerde iyice yayılarak bir ayağının bileğini, diğer ayağının dizine yerleştirdi ve kollarını göğsünde bağladı.
"Bir mahsuru yoksa?"diye alayla konuştu yaşlı adam sandalyesine yerleşirken. Miraç ise dudakları arasından bir homurtu çıkararak gözlerini sazın üzerine çevirdi. Konuşup kalbini kırmak istemediğinden susmayı tercih etti.
"Yok!"dedi dişleri arasından. "Ne mahsuru? Ortam sizin."
"Benim tabii. Beğenmiyorsan aha, yol orda."
Miraç yaşlı adama ne söylese karşılığını alacağını bildiğinden sessiz kalarak çalmasını bekledi. Bir kaç defa telleri oynatan yaşlı adam boğazını temizledi ve başını kaldırıp, ona, içinde kopan fırtınaya rağmen ayakta durma çabası gösteren, yaşadığı acıyla boğuşan ve tüm bu olanlara çıkış yolu bulamadan; kendi kapısına gecenin bir vakti dayanan genç adam için tellere dokundu bu kez. Bu gece onun için söyleyecekti bu türküyü. Yüreğine dokunsun istedi, içindeki acıyı bir türküde bulsun. Türkünün sözleri yüreğindeki çığlıkların sesi olsun istedi. Biliyordu ki, o çığlıklar dışarı akmadıkça can ferah bulmaz. Usulca dokundu parmaklarının ucuyla tellere ve kendisi de örttüğü gözlerinin ardından huzur dolu sesini duyurdu geceye.
Derdim çoktur hangisine yanayım
Derdim çoktur hangisine yanayım
Yine tazelendi yürek yarası
Ben bu derde hande derman bulayım
Meğer dost elinden ola çaresi
Efendim efendim benim efendim
Benim bu derdime derman efendim
Ben bu derde hande derman bulayım
Meğer dost elinden ola çaresi
Efendim efendim benim efendim
Benim bu derdime derman efendim
Miraç'ın kapalı gözleriyle dinlediği türkü ruhunu buradan alıp götürmüştü adeta. Eşine rast geldiği arafta, bir duvar dibine çöktüğünü hissetti. O çöküntüyle üzerine sinen ağırlık hiç gitmeyecek gibiydi ve tek düşüncesi bas bas bağıran zihninin zikir çektiği Zeliş ve onunla birlikte çektiği acıydı. Başka bir şey yok.
"Miraç, ben yapamam... Kaldıramam böyle bir şeyi. Yaşayamam... Buna gücüm yok."
"Bizim kapımıza koca bir kış dayandı Miraç... Bir daha bahar gelmez."
Türlü donlar giymiş gülden naziktir
Türlü donlar giymiş gülden naziktir
Bülbül çevreyleme güle yazıktır
Çok hasretlik çektim bağrım eziktir
Güle güle gelir canlar paresi
Efendim efendim benim efendim
Benim bu derdime derman efendim
Çok hasretlik çektim bağrım eziktir
Güle güle gelir canlar paresi
Efendim efendim benim efendim
Benim bu derdime derman efendim
Geçmişe dayanan bir hasretlik ve onun karşısına geçmiş gerinerek göğüs kabartan bir aşk vardı ortada. İkisininde kabullenmeye zorlandığı bu gerçeklikle, baş edilmesi güç olan şey aslında birbirine olan hisleri, hissettikleri ve hissedecekleri. Kiminin gururuna dayanan, kiminin ise hatasıyla sınanan. Yıpranan tek kişi yoktu aslına ortada. İki kişi. Belki de üç, dört veya beş. Geçmiş tek bir kişi ile oyuna başlamış olabilirdi ama kendisiyle birlikte kanına kadar sömürdüğü bir çok hayat vardı ve o hayatlar şu an darmadağındı.
Benim uzun boylu servi çınarım
Benim uzun boylu servi çınarım
Yüreğime bir od düştü yanarım
Kıblem sensin yüzüm sana döneyim
Mihrabımdır kaşlarının arası
Efendim efendim benim efendim
Benim bu derdime derman efendim
Kıblem sensin yüzüm sana döneyim
Mihrabımdır kaşlarının arası
Efendim efendim benim efendim
Benim bu derdime derman efendim
Pir Sultanım katı yüksek uçarsın
Pir Sultanım katı yüksek uçarsın
Selamsız sabahsız gelir geçersin
Dilber muhabetten niye kaçarsın
Böylemiydi yolumuzun töresi
Efendim efendim benim efendim
Benim bu derdime derman efendim
Dilber muhabetten niye kaçarsın
Böylemiydi yolumuzun töresi
Efendim efendim benim efendim
Benim bu derdime derman efendim...
* * *
"Türküleri seviyorsun."diye söylendi Miraç.
"Türküler başkadır, tıpkı bir yadigâr gibiler. Şimdilerde gençler şarkı filan dinlerler, ben anlamam öyle şeylerden. Ama türkü desen, her kelimesi ayrı bir mana taşır, yaşanmışlık vardır içinde. Biri türkü dinliyorsa eğer, iyicene bak ona, yüreğinin dile alamadığını o türkülerde arıyordur. Bende kendimi bildim bileli hem türkü dinler, hem de söylerim..." Kendini yormuş olduğundan olsa gerek hırıltılı bir soluk vererek, hafifçe öksürürken sazını masanın üzerine bıraktı ve boştaki elini göğsüne yerleştirdiğinde Miraç kaşlarını çattı.
"Yemezler,"dedi elini kalbine atan adamı bu kez umursamadan izlerken. "O bir kere olur." Güldü yaşlı adam canının yandığını önemsemeden başını iki yana sallayarak.
"Sen kendi derdine yan. İyiyim ben." Tıpkı bir çocuk gibi genzini yakan öksürüğü umursamadan omuz silkerek, arkasına yaslanırken bile hâlâ öksürüyordu.
"Dert benim derdim sana ne?"diyerek ters konuşan Miraç çatılmış kaşlarının altından sert bir bakış attı. "Hem sen, en son ne zaman kontrole gittin? İlaçlarını kullanıyorsundur umarım..."
"Nerden çıktı şimdi bu?" Rahatsızca oturduğu yerde kıpırdanarak gözlerini genç adamın koyu renk gözlerine dikti. "Onu, bunu bırak da yine ne halt yedin onu anlat sen."derken lafı çevirdiğini anlayan Miraç olabildiğince daha fazla kaşlarını çattı.
"Sinirlerimi bozuyorsun İhtiyar. İlaçlarını aksatıyorsun değil mi?" Sessiz kalan yaşlı adamın tekrar öksürüğe kapılmasıyla soruya cevabını kendince alan Miraç oturduğu yerden kalkarak karşına dikildi.
"Nerde ilaçların söyle çabuk."
"Geç otur evlat, ilaçlarımı aksattığım filan yok. Ben sadece-"demeye kalmadan bu kez öncekilerden daha yakıcı bir öksürük boğazını delecek kadar ağırca ciğerlerine oturduğunda cümlesi yarım kaldı.
"Nerde şu lanet ilaçlar?! Aksi halde şimdi hastanenin yolunu tutacağız."
"Mutfak," diye mırıldanmaya çalışan yaşlı adam tekrar öksürük krizine girmiş konuşamıyordu. Diğerlerinin aksine kesintisizce ciğerlerini hoplatan öksürük iç organlarını yerinden oynatıyordu adeta.
Miraç yaşlı adamın iyi olmadığını anladığı an oyalanmadan hızla kapısı açık olan evin içine daldı ve kendini mutfağı alt üst ederken buldu. Dolapları, çekmeceleri aceleyle karıştırarak ilaçları bulmaya çalışıyordu. Daha öncesinde de ilaçları bizzat kendi İhtiyar'a tahsis ettiğinden, ne tür ilaç olduğunu ve kullanımını biliyordu ama buna rağmen İhtiyar'ın ilaçları nereye koyduğunu bulamadığı her saniye ağzından tıslarcasına küfürler yağdırarak mutfağı dağıttı.
Göz perdesi denen illet irislerini sarmış endişeden neyi ne yaptığını bilmeden dağıttığı mutfaktan çıktı ve kendini yaşlı adamın yatak odasına attı. İlk defa İhtiyar'ın yatak odasına giriyordu ve etrafı inceleme zahmetinde bulunmadan gördüğü bütün çekmeceleri kurcalamaya başladı. En sonunda komidinin çekmecesinde bulduğu ilaçlarla birlikte tekrar mutfağa girdi ve eline bir bardak su alarak hızla bahçeye ilerledi. Ancak ne olduysa o an oldu.
Hani derler ya, dostunun düşmanlığını tat, tat ki ne kadar insan olduğunu anla ve öyle yoldaş ol. Gün gelir düşmandan dost, dostundan düşman olur. Miraç'ın ise şu zamana kadar hayatına aldığı birkaç kişiden başka kimsesi yoktu. Güvensizlik iliklerine kadar işlenmiş hayatında, yıllar sonra babası olsa ancak bu kadar benimseyeceği adamı şu anda toprak zemin üzerinde boylu boyunca yattığını görmek yüreğini parçaladı. Elinde bulunan ilaçlar ve bir bardak su parmaklarına ağır gelerek kayıp yerle buluştu. Yaşadığı sarsıntıyla dengesizce birkaç adım attı.
İhtiyar'ın aralık dudakları arasından süzülen o uğursuz kan, zihnini allak bullak ettiği sırada boğazına bir şeyin oturduğunu, o ağırlığın gittikçe yüreğine dolduğunu hissetti. Hayat bu ya, seni korkularınla yüzleştirir ve olmaz denilen o basit ama sarsıcı şey senin imtihanın olur...
Kimine göre hayat bir tiyatrodan ibaret, kimine göre ise bir misafirlik göstergesi.
Miraç için ise hayat, bir kumar masası. Eksilen sen olmadıkça, oyun hâlâ devam eder.
* * *
Muayene odasından çıkan doktoru gördüğünde oturduğu koltuktan kalkarak yanına ilerledi. Gece bitmiş, gün çoktan açmış olmasına rağmen, Miraç'ın yorgun ve bitkin ruhu bedenine yansımış gözlerini kan çanağına dönüştürmüştü. Dışardan ona bakan biri mutlaka ağladığını düşünürdü lakin, günlerdir uykusuzluktan ve ne zaman yemek yediğini hatırlamadığından şu vakitte tamamen dağılmış durumda görünüyordu.
"Durumu nasıl?"diye sordu doktorun yanına vardığında. Geceden beridir yaşlı adamı odaya almışlardı ve kimseyi içeri geçirmiyorlardı.
"Açık konuşacağım,"diye başlayan doktora karşı, başını ağırca sallayarak onu onayladı.
"Hastalığını biliyorsunuzdur, durumu her geçen gün daha da ağırlaşıyor ve sanırım ilaçlarını düzenli kullanmamış. Bu demek oluyor ki, hasta ölümü kabullenmiş ve artık umursamıyor..." Miraç sıkıntılı bir ifadeyle yüzünü sıvazladı. Bunun hıncını çok kötü çıkaracaktı o İhtiyar bozuntusundan. Ne demek ilaçlarını kullanmıyor?!
"Birkaç gün hastanede kalsa iyi olur, şimdilik uyutuyoruz. Kendine geldiğinde size haber vereceklerdir. Ve son olarak..." Doktorlar için ameliyatlardan daha zor bir an varsa işte bu andı. Zorlukla yutkunduktan sonra derin bir soluk aldı. "Hasta son günlerini yaşıyor, belki bir gün, belki bir ay ama daha fazlası değil. Elinizden geldiğince yanında olmaya çalışın ve son isteklerini yerine getirin. Diyebileceğimiz başka bir şey maalesef yok..."
Yanından uzaklaşan doktorun ardından kendini tekrar odanın karşısında bulunan koltuğa bıraktı. Başını yasladığı koltuğun sırt üzerinden beyaz tavanı incelerken, düşüncelerini delip geçen baş ağrısıyla yüzü buruştu. Uykusu vardı, yorgun ve ağır bir buhranlık yaşıyordu ve yanında ona destek olması gereken kimse yoktu. İhtiyar'ın son günlerini yaşıyor olması yüreğini zedelese de bunu çok önceden biliyor oluşu ve elinden hiçbir şey gelmemesi onu harap ediyordu.
Düşüncelerinin arasından ne zaman kapattığını bilmediği gözlerini cebinde çalmaya başlayan telefonunun sesiyle araladı ve yaslandığı koltuktan doğrularak cebinden telefonunu çıkardı. Doğan'ın aradığını gördüğünde ise kaşları çatıldı ve kısa bir an saatte bakıştı, öğlen saatlerine varmış günden bile habersiz yaşıyordu.
"Ne var."dedi telefonu açar açmaz. Dirseklerini dizlerine dayayarak boş bakışlarını yerdeki fayansların üzerinde dolaştırdı.
"Abi nerdesin?"
"Sana ne lan?!" Sesini istemsizce yükselttiğini farkettiğinde duraksadı ve çevresinde gelip geçen insanlara baktı.
"Abi ne bağırıyorsun ya, belki önemli bir şeydir diyeceğim..."
"Söyle."
"Dilâ'nın evindeyim şu an."
"Bundan bana ne? Doğan sabrım tükeniyor bilmiş ol. Ne için aradıysan söyle ve kapat. İşim var."
"Abi söylüyorum işte gelmen gerek buraya-"dediği an Miraç'ın aklına gelen şeyle hızla oturduğu yerden kalktı. Zeliş oradaydı!
"Zeliş,"diye fısıldadı sesinin Doğan'a ilişip ilişmediğini bilmeden. "Zeliş'e bir şey mi oldu?"
"Ufak denilmeyecek kadar büyük bir sinir krizi geçirdi. Ben gereken müdahaleyi yaptım ama abi biliyorsun benim alanım değil. Elimden gelen sadece bir sakinleştirici yapmak."
Miraç yaşadığı acıyla boştaki elini saçlarına atarak sinirle çekiştirdi. Damarlarında gezen endişenin bir türlü yakasını bırakmadığı şu günlerde, kendinden aciz duruma gelmişti. Çaresizlik boynuna yılan misali dolanmış, çırpınışları boş bir yorgunluktan öteye gitmiyordu. Umursadığı tek kişi, taş kalbini biraz bile olsun yumuşatan karısının durumu tahmin ettiğinden kötüydü ve bunun sebebi olarak kendini görüyordu. Kendini suçlamaktan öteye gidemez olduğu şu zamanda sıkıntıyla yüreği kasıldı adeta.
"İyi mi şimdi? Durumu nasıl?"
"Kendine geldi, Dilâ yanında. Merak etme iyi gibi şimdi. Ama geçirdiği bu kriz, yaşadıklarından dolayı tekrarlanabilir. Abi... Senin için önerdiğim doktoru biliyorsun ve tanıyorsun, yani görüştüğün bir doktor. Hem yakın arkadaşım. "
"Sadede gel Doğan."
"Abi, arkadaşı aradım ve durumu bizzat anlattım. Biliyorsun, kendi alanında uzman bir psikolog. Onun tavsiyesi olarak sana aktarıyorum bunları; birkaç seans Zeliş ile görüşmek istediğini belirtti. Aksi halde bu krizler artarak, ileride farklı sonuçlar yaratabilirmiş. Şöyle ki, kendince ortada iki farklı karakter oluştu. Öğrendiklerinden dolayı yaşadığı ve yaptığı şeyleri farklı karakter üzerine atabilir. İyi ve kötü olarak düşün. Yani anlayacağın dilden konuşayım; karakter bölünmesi, kişilik bozukluğu gibi vs. farklı hastalıklara dönüşebilir. Abi bence bu bilgiyi dikkate almakta fayda var. Kişilik bozukluğu öyle başından savabileceğin bir hastalık değil."
Miraç, heybetli bedenini koltuğa tekrar bıraktığında ruhu bedeninden kopup gitmiş gibi bir çöküntü yaşadı. Ona yaşattıkları yetmezmiş gibi bir de s*ktiri b*ktan hastalık mı çıkmıştı başına? Ya gerçekten böyle bir şey olursa? Zeliş bu hastalıklardan birine bile bulaşırsa ne yapardı? En fazla çeker silahı bu kez kendini aklamadan kafasına sıkardı. Kendi bile affedemiyorken kendini, Zeliş nasıl affedecekti? Ona yaşattıklarını unutamıyor, sırf bu yüzden bile ona dokunan elini kırıp atmak istiyordu. Nasıl incitebilmişti onu? Nasıl bu kadar gözü dönebilirdi? Şimdi de çeksin tüm hatasının bedelini. Zeliş ona ne dese, ne yapsa hakkı vardır.
"Tamam,"dedi sonunda zorlukla yutkunarak. "Ben uygun bir zamanda konuşacağım onunla. Ama kabul eder mi bilmiyorum..."
"Bence kabul eder, niye etmesin. Sen bile psikolojik yardım alan birisin, Zeliş hâyli kabul eder. İstersen ben konuşayım?"
"Gerek yok, işine bak." Ters bir halde söylenerek başını çevirdiğinde İhtiyar'ın odasından çıkan hemşireyi gördü. "İşim var benim şimdi, kapatıyorum. Bir sorun çıkarsa beni haberdar et."
Cevap vermesini beklemeden aramayı yüzüne kapattı ve oturduğu yerden kalkarak hemşireye doğru ilerledi. İhtiyar'ın ne zaman uyanacağını sormak vardı ilk olarak aklında ve onunla birlikte İhtiyar'a ödetmesi gereken bir hesap vardı. O ilaçları düzenli kullanmamak neymiş gösterecekti ona. O ilaçlar sayesinde bir gün fazladan yaşamak varken, erkenden gitme çabalarına giren yaşlı moruğun kendisine yaşattığı bu hissin bedelini ondan alacaktı. Hemşireden aldığı bilgi ile birkaç saat sonra uyanacağını ve onu normal odaya alacaklarını öğrendiğinde üzerinden ufacıkta olsa bir yük kalmışcasına sesli soluk vermişti. Eline telefonu tekrardan alan Miraç, Emre'yi arayarak konum atacağını ve acilen yanına gelmesini belirtti.
Aklında yapması gereken bir şey daha vardı. O zaman dilimine kadar güvendiği adamını İhtiyar'ın başına dikmesi gerekiyordu.
* * *
Zeliş'ten (Ömür'den) devam...
'Gün; Ruhumun ölümü.
Bir masalın, tek bir kahramanı olurdu öyle değil mi? Tek bir prensesi. Tek baş rol karakteri. Şu anda düşünmem gereken bir masalın kahramanından çok, bir prens, yada prenses de olmamalıydı. Bir masala iki prenses sığmaz, sığamaz. Peki ben kimim? Bu soruyu daha öncesinde de çok fazla soruyordum kendime. Ancak, şu günlerde bu sorunun gerçek bir cevabını durmaksızın arıyorum. Bir yanıt bulamadan da rahata ermeyeceğimi biliyorum. Zeliş nasıl biri?
İyi, yardımsever, masum, saf ya da salak?
Onun haricinde Ömür... O nasıl biri olurdu bu olanları yaşamasaydı? Sahiplenici bir babanın kızı, koruyucu bir abinin kız kardeşi ve üzerine titreyen bir anne ile büyümek onu nasıl bir karaktere dönüştürürdü? Tüm bu insanların arasında büyüyerek bu yaşa gelseydi eğer, Ömür gerçekte nasıl biri olurdu? Şımarık biri mi? Ya da akıllı, özgüvenli, hırslı, ne istediğini bilen yahut bir porselen misali çabuk kırılan, kibar ve nazik, tıpkı bir prenses gibi mi yetişirdi? Zihnimi düşündükçe zedeleyen en önemli detay ve emin olduğum şey ise; herkes tarafından sevilirdi.
Ömür seviliyordu. Ölüyken de, yaşarken de.
Zeliş ise... Kendi halinde, basit bir kız. Sevilmeyeninden.
Günün cümlesi olarak şunu aklıma kazımak istiyorum; Sen bir prenses değilsin ve seni ölümüne sevecek biri yok şu dünyada.'
Derin bir iç çekerek elimdeki defterin harflerle karaladığım sayfasını yerinden kopararak ikiye katladım. Düşüncelerimin arasında evirip çevirdiğim elimdeki kağıdı buruşturup atmak isteyen yanımı zorlukla bastırmış ve sonunda yanımdaki komidinin üzerine bıraktığımda odaya giren Dilâ'yı farketmiştim.
"Odamı ele geçirdin iyice."derken dudaklarını büzmüştü hâlâ oturduğumu gördüğünde.
Omuz silkerek kendime doğru çektiğim dizlerime kollarımı doladım. Biliyorum, yakındığı şey benim sürekli şu yatakta ya uzanıyor olmam, ya da boş bakışlar içerisinde duvarı izleyerek oturuyor olmam. Onun istediği tek şey benim kendime gelmemdi ki, bunu en az ben de onun kadar istememe rağmen içimden hiçbir şey yapmak gelmiyordu. Yaşama hevesi elinden alınmış, ruhsuz bir insan gibi hissetmem doğal mıydı onu bile düşünecek durumda olmadığımı biliyorum, yine de elimde değildi. Kendimi sürekli yorgun hissediyordum. Bitkin, yaşamı elinden alınmış cansız bir varlık gibi.
"Doğan gitti mi?"diye sordum kısık bir sesle.
"Çoktan. Hadi kalk, akşam çöktü ağzına bir şey almadın."
"Canım istemiyor."
"Hayır efendim, kalkınacak ve o yemek yenilecek."
"Dilâ zorlama lütfen." Yalvarır bir tonda kullandığım cümleye karşı sıkıntıyla gözlerini kapattı. Birkaç saniyelik bir süreden sonra aklına bir şey gelmiş gibi hızla tekrar gözlerini açtığında, yeşilleri şeytani kıvılcımlar taşıdığı sinyalini aratmayan bir parlaklıkla ışıldıyordu.
"İyi madem, sen yataktan kalmamakta ısrarcısın. Ben de yiyecek, içecek ne var ne yok buraya yığıyorum. Birlikte kızlar gecesi yapıyoruz!" Hevesle ellerini çırparak omuzlarını yükselttiğinde gözlerimi irice açmış ona bakıyordum. Başını yukarı doğru kaldırırken, elleriyle saçlarını savurarak kendini gösterdi. "Ben varya ben! Ah! Çok zekiyim!" Elini uzatarak işaret parmağını bana yöneltirken gözlerini kısmıştı. "Bekle beni Pakize. Seni, bu üç çocukla ortada kalmış dul kadın rolünden almaya geliyorum." Sonrasında aniden odayı terk etmişti. Bense yaşadığım şaşkınlık dolu gözlerle ardından bakmakla yetindim.
Henüz kaç dakika geçti bilmiyorum ama kucağında abur cubur, patlamış mısır dolu bir kase ve kola ile odaya tekrar döndüğünde elindekileri yatağın üzerine yığarak, duvar kenarında bulunan çalışma masanın üzerinden laptopu kaparak yanıma kendini bariz yerindeyse attı. O kucağında biriktirdiği şeyleri nasıl taşımaya çalıştığını es geçmek istedim. Öyle ki algılamak icin görmek bile zihnime yetmedi. Tepkisiz kalmış, ona boyun eğmiştim. Ne yapsam da Dilâ'yı kararından vaz geçiremeyeceğimi bildiğimden sessiz kaldım. Abur cuburların çoğu çikolata olduğunu fark ettiğimde ise, Dilâ'nın evde çikolata koleksiyonu açmış olmasından bir an şüphe etmedim değil.
Bir süre sonra zorla da olsa kendimi ona bıraktım. Düşüncelerimi bir kenara bırakarak, Dilâ'nın laptoptan açtığı aksiyon içerikli filme odaklanmaya çalışıp, aç midemi gereksiz şeylerle doldurdum. Hak vermem gereken bir şey varsa da o da şuydu ki, Dilâ gerçekten işini biliyordu. Çikolata bazen insanı kendine getirmeye yetiyor gibiydi. Filmin ortalarında bir yerde Dilâ'ya dönüp baktığımda çikolata ile aşk yaşadığını farketmem uzun bir zamandan sonra dudaklarımın yukarı doğru kıvrılmasını sağlamıştı, başımı iki yana sallayarak tekrar filme döndüm.
Sürekli motive edici cümlelerini sıralayan canım arkadaşımın beni biraz olsun kendime getirmesine karşı, ona duyduğum minnettarlık gittikçe artmıştı. Zor günler geçiyordum ve yanımda beni destekleyen, ayağa kalkmam için çabalayan birinin olması kendimi değerli hissettiriyordu. Diğer yandan ise kendimden uzaklaştırdığım adamın şu an ne durumda olduğunu ölesiye merak etmeden duramıyor, buna rağmen yine de kırıklığımı yüreğime ayna tutarak kendimi durduruyordum.
Dila ile gecenin bilmem kaçına kadar uzun uzun konuşup, dertleşmiş ve sonunda uykusuzluğa yenilerek aynı yatakta uykuya dalmıştık. Ertesi sabah Dila sayesinde kendimi daha dinç hissederek kalkmış ve duş alarak Dilâ'nın kıyafetlerine bakmak için dolabını karıştırırken, elime bir pantolon alacağım sırada Dila odaya girdi ve elimde kendi kot pantolonunu gördüğünde hoşnutsuzluk içerisinde yüzünü buruşturdu.
"Neden sürekli pantolon giyiyorsun? Kızım deli misin sen? Fıstık gibi fiziğin var ve sen bunu adam akıllı kullanmıyorsun." Elimden pantolonu çekip alarak, dolabın karşına geçtiğinde kaşlarımı çattım.
"Nedenini biliyorsun ve buna rağmen soruyorsun." Üzerimde bulunan beyaz bornoz ile yatağa oturdum ve kısa bornozun gizleyemediği yanık izine boş bakışlar içerisinde aktım.
"O lekeden bu dünyada sadece sende yok hanımefendi. Ayrıca uzun çorap diye bir şey var. Giy şimdi şu eteği."
Başımı kaldırıp bana uzattığı eteğe baktım. Çok kısa değildi, siyah ve kloş bir etekti. Üzerinde küçük mor renkli çiçekler bulunuyordu, gerçekten çok güzel bir etekti. Buna rağmen başımı iki yana salladım ve dudaklarımı aralayarak itiraz edecekken, Dilâ'nın ters bakışlarını görünce duraksadım. Resmen öldürecek gibi bakan arkadaşımın dün gece yan yana uyuduğum arkadaşımla alakası yok gibiydi. İtiraz edeceğimi biliyorcasına anında gözlerine tehdit içeren duygular yerleştirmişti.
"Külotlu çorap vereceğim altına, iz filan görünmez. Yemin olsun giymezsen seninle şu dakikadan itibaren tek kelime konuşmam." Sarıya çalınan kaşlarını kaldırdı ve tehditvari bir şekilde bakışlarını üzerime dikti.
"Şu iz yüzünden ya da başkaları yüzünden, kendi heveslerinden neden vazgeçiyorsun? Sadece kendini düşün, kimseyi değil. Bir şey yapacaksan, ilk önce kendinin isteyip istemediğini düşün. Başkalarını, başkalarının düşüncelerini değil. Kimin ne düşüneceğini önemseme artık. Bu senin hayatın ve başkalarının yönetmesine izin verme."
Yutkunarak bir süre bana uzatılan eteğe baktım. Sonra Dilâ'nın dediği gibi, ilk defa kendim ne istiyorum diye düşündüm. Etek giymeyi çok severdim eskiden, yani çocukken. Yıllardır bu alışkanlığı ve isteğimi zihnimden öylesine silmiştim ki artık kendimi sadece pantolon giymeye adamıştım. Daha sonra birkaç gün öncesinden beridir yaşadıklarım dizildi zihnime. Kendimi fedakarlık yaparak adadığım insanların gözünde hiç bir değerim olmayışı ve bu saatten sonra o değerlerin bir önemi kalmayışı. Derin bir nefes alarak ani bir kararla elinden eteği çekip aldım ve oturduğum yerden ayağa kalktım. İşte o an zihnimde bir ses yankılandı.
'Devir değişiyor, eskiler çöpe atıldı. Kabus bitti ve uyanma vakti.'
Bu uyanış kim içindi bilmiyorum ama içimde öyle bir his oluştu ki, sanki tüm acılarım buzluğa atılmışcasına bir donukluk yaşadı. Hissizlik üzerime çöktüğünde, usulca omuzlarım dikleşti. Bundan sonra ne olurdu bilemem, ama karşıma çıkacak her insanın artık eskisi gibi biri olmadığımı anlaması için elimden ne gelirse yapacaktım ve bu kez onlara karşı daha öncesinde kurmuş olduğum empati hissini yüreğimden söküp atacaktım. Dilâ'nın gazı ile yükseldiğim bir şey değildi bu. Günlerdir zihnimi çalkalayan gerçeklerle nasıl başa çıkabileceğimi düşünüp, çaresizlik içerisinde kıvrandığım anda önüme çıkan bir yoldu bu ve bu yoldan dönüş yoktu. Aksi halde dönüp ardıma baktığımda oralarda bir yerde ruhu elinden alınmış, masum Zeliş'e rast gelmek çok can yakacaktı.
Dilâ'nın verdiği siyah çiçekli eteği ve üzerine de onun seçimiyle beyaz renk sade bir kazağı almış üzerime geçirmiştim. Dediği gibi altına da külotlu çorap giyerek hem izi saklamış, hem de kendimi daha iyi hissetmiştim. Dönüp boydan aynaya baktığımda ise üzerime tam oturan giysilerin gözlerime olan yabancılığını görmezden geldim. Dilâ'nın memnun mırıltıları eşliğinde kahvaltımızı yaptığımızda ıslak saçlarım biraz olsun kurumuş nemini salmıştı.
Ben tabakları toparlarken Dila ise birazdan aşağı ineceğine ve tadilat için gelen ustalara bakacağına dair bir şeyler söylüyordu. O esnada zilin çalmasıyla Dilâ kapıya bakmaya gittiğinde ben sonunda derin bir soluk vererek bulaşıkları bitirmiştim. Ellerimi kurulayarak sesi soluğu kesilen Dilâ'ya bakmaya gittiğimde kapı eşiğinde duraksamış ve dışarıda ki her kim ise onunla bir şeyler konuşuyordu.
"Kimmiş?"diyerek yanına vardığımda başını bana doğru çevirip, dudaklarını birbirine bastırarak kaşlarıyla kapıdaki kişiyi işaret etti. Dönüp gelene baktığımda ise bir an duraksamış ve o an içerisine kadar zihnimde dondurduğum düşüncelerim erimek ve gün yüzüne çıkmak için an kolladı. Sessiz bir nefesle birlikte buna izin vermeden başımı kaldırıp gelen kişinin karşısına geçtim.
"Ne işin var senin burada?" Huzursuz bir ifadeyle kaşlarımı çatmıştım.
"İçeri girebilir miyim?" Diye çekingen bir mırıltıyla söylenen Meral'e karşı anında, "Hayır."diyerek itiraz etmiştim.
"Konuşmak istiyorum, lütfen." Dudaklarımı sıkıntıyla birbirine batırdım ve kısa bir an gözlerimi kapattım. Kendime daha yarım saat önce verdiğim kararı zihnimde canlandırırken, gözlerimi tekrar açarak duygudan yoksun olduğunu düşündüğüm bakışlarımı üzerinden çekerek, salona doğru adımladım ve tekli koltuğa kuruldum.
Dila ile birlikte odaya girdiğinde etrafını inceleyerek ne yapacağını bilemez halde karşımdaki, ikili koltuğa oturdu. Dilâ boğazını temizleyerek dikkatimizi kendine doğru çekti. Önüne düşen bir tutam sarı saçını kulağının ardına sıkıştırdı ve bana yönelik yanımda olduğunu belirten bakışlar altında gülümsedi.
"Canım ben aşağıya bakayım, ustaların işi bitmek üzereydi." Bileğindeki saate bakarak tekrar bana döndü. "Bir saate filan eşyalar da gelecek. Masalar, tezgah ve sandalyeler. Onlarla ilgileneyim, kontrol edeyim."
"Tamam, birazdan bende gelirim." Derken amacım karşımda oturan kızın bir an önce çekip gitmesiydi. Komutu almış gibi rahatsızca oturduğu yerde kıpırdanarak gözlerini kaçırdı.
"Acele etme."dedi Dila gözleriyle bana, Meral'i işaret ederek. Sakince oturup konuşmamı istiyordu. Başımı iki yana salladım onu red edercesine. Üzerime gelmek istemediğinden olsa gerek omuz silkerek bizi yalnız bıraktı.
"Nasılsın." Üzerimi süzdüğünü gördüğümde rahat bir tavırla arkama yaslanarak, sağ bacağımı sol bacağımın üzerine attım.
"Olması gerektiği gibi." Buz gibi çıkan sesimin soğukluğu beni bile üşüten cinstendi. İyi olmadığımı bilmesine rağmen sorduğu soru insanı çıldırtacak dereceye getiriyorken, yumruklarımı sıkarak sakin kalmaya zorladım kendimi.
"Bak söze nasıl başlayacağımı bilmiyorum-"
"Rahat ol ya."dedim sözünü keserek alaylı bir gülüşle. "Konu benim hayatıma girmediği takdirde rahat konuşabilirsin."
Sesli bir soluk vererek elinin tekini saçlarına atarak geriye doğru saldı. Meral gerçekten güzel bir kızdı. Üzerindeki deri, siyah kıyafetleri bile sert duruşundan taviz vermezken, benim karşımda eğilip bükülmesinin sebebini bilmeyi zihnim duymak istemiyordu. Red ediyordum. Bazı gerçekleri olmamış varsayarak, beynimden silmeye çalışıyor veya unutmak için o geceden sonrasını zihnimde farklı kurgularla tamamlıyorum. Başka türlü ayakta durmaya gücüm yetmezdi.
"Konu senin hayatınla başlamayabilir, ama hikâyenin sonu senin hayatına değindiğini es geçemezsin."
"Öyleyse ne soyleyeceksen başla ve sonunu getirmeden gitmeni istiyorum."
"Merak etmiyor musun? Sormak istediğin bir şeyler yok mu?"diye sordu kaşlarını kaldırarak.
"Hayır."dedim anında gözlerimi onun gözlerine dikerek. Gerçekten merak etmiyordum. "Ayrıca senin buraya geldiğinden Miraç'ın haberi olduğunu hiç sanmıyorum."
"Evet, haberi yok. Duysa ne tepki verir açıkçası bilmiyorum. Bana çok kızgın, babama, Ragip'e." Umrumda olmadığına dair bir bakış attığımda bu tavrımı beklemediği gözlerindeki hafif şaşkınlıktan belliydi. Karşında ağlayan, sızlayan birini bekliyor olmalıydı ki, Dilâ sağolsun böyle bir durumdan çekip almıştı beni. Bir kez daha minnettarlık hissiyatı oluştu içimde.
"Öncelikle buraya gelmemin sebebini söyleyeyim,"dediğinde boş bir bakışla onu dinliyordum. Tâ ki son söylediklerine kadar. "Kenan dayımların, artık senden haberleri var. Sen de gerçeğin ne olduğunu öğrendiğine göre, onların bilmesinde sakınca görmedik ve babamla birlikte onlara söyledik. Başta inanamadılar, sonra çok mutlu oldular. Hatta buraya geleceklerdi-"kulaklarımda yankılanan cümlelerin ardından istemsizce gözlerim buğulandığında elimi kaldırarak susmasını belirttim.
"Sana, konu hayatıma girmediği sürece konuşmakta serbestsin dedim. Eğer devam edeceksen kapının yerini biliyorsun."
"Tamam,"derken derin bir nefes aldı ve dudaklarını dili yardımıyla gerginlikle ıslattı. "Miraç abime kızıp ondan uzaklaşmanı istemiyorum. Onun bir suçu yok. O şu an iyi değil ve sana en muhtaç olduğu anları yaşıyor-" Bir kez daha sert bir tavırla kestim cümlelerini.
"Miraç, benim hayatımın en önemli konusu ve ikimizin arasında olanlar sizi ilgilendirmiyor."derken kaşlarımı kaldırarak, konuyu çevirmesine dair bir bakış attım, yoksa da çekip gitmesini isteyen bir tavırla kapıyı işaret ettim.
"Ne yapmaya çalışıyorsun?"dedi anlamsızca kaşlarını çatarak, ona karşı verdiğim tavrımı süzerken oturduğu yerde dikleşti. Onu kovmamı zaten bekliyordu ancak bu kadar duygusuzca yaklaşımın onu rahatsız etmesi beni mutlu etti. Ben de bunu istiyor olduğumdan, istifimi bozmadan ona boş bakışlar içerisinde bakmayı sürdürdüm.
"Ne yapıyor muşum?"
"Bu tavrın... Hiçbir şey umurumda değil havaların, sözlerimi kesmen, bu şekilde konuşamayacağımı biliyorsun. Gerginim, senin de gergin olduğunu anlayabiliyorum. Ama şunu bil ki, senin kadar benim de zor zamanlarım oldu. Küçücük çocuktuk kaçırıldığımızda ve ben bir kaç ay öncesine kadar çocuk yaşta tecavüze uğramış sanıyordum kendimi!" Son söylediği ile yutkunarak gözlerimi kaçırdığımda bacağımı diğer bacağımın üzerinden indirerek koltukta doğruldum.
"Ne demek istiyorsun?" Aklımda o an sadece Miraç ile izlediğimiz CD vardı. Meral'e olanları pis bir dille ağzına alanlar ve sonrasında o küçük kıza edilen işkenceler. Zihnimden yok saymak istediğim gerçek olan şey ise, o çığlıklar eşliğinde işkence çeken ufak kızın bizzat ben olduğum gerçeği boğazımda bir düğüm oldu.
"Yanık Tikli'yi hatırlıyor musun?"diye sorduğunda başımı iki yana salladım. "Sen hatırlamazsın tâbi, başına aldığın o son darbeden sonra hafıza kaybı geçirdin." Elim bir an alnımın üzerinde saçlarımın başlangıç kısmındaki çok eski dikiş izine gitti. "Evet,"dedi Meral buruk bir gülümseme ile başını sallayarak.
"O yaran hâlâ duruyor demek. Bazen diyorum ki, keşke ben de öyle bir darbe alsaydım da, o çirkin suratlıyı hatırlamasaydım. Bu yönden çok şanslısın. Küçük olabilirdim ama yaşadığım şeyleri hâlâ hatırlıyorum. İnsan unutamıyor en acı anını. Ama... Sonra, aylar önce Salih'in evinin önünde, yani eskiden baban sandığın seni büyüten adamın evinin önünde yakaladık Tilki'yi. Sen o zamanlar çoktan abimin yanındaydın. Ragip buldu getirdi, getirirken bile öyle bir hâle sokmuştu ki, ilk başta tanıyamadım. Sonra yüzündeki yanık izinden tanıdım... Attı onu karşıma öylece, ayaklarımın dibine..."Sertçe yutkunduğunu gördüm. "Neye uğradığımı şaşırmıştım o an. Öncesinde uzun tedaviler görmüştüm tâbi, küçüklüğümden beri bazı krizler ve ataklar geçiriyordum. Sonra büyüdüm, korkularımın çoğunu yendim. Dövüş, silah kullanma, aklına gelebilecek her tekniği öğrendim, Ragip sayesinde. Kendimi artık güçlü hissediyordum, kimse bana dokunamazdı artık. Ataklarım ve krizlerim azaldı ve tam bitti derken... Ragip getirdi, önüme attı Tilki'yi..."
Dizlerime dirseklerimi yerleştirerek ellerimle yüzümü kapattım. Ağlamayacağım, karşılarına dik duracağım derken, anlattıkları öyle ağır geldi ki, eline bir çekiç almış ve acımadan duvarlarıma vuruyordu sanki. Stresle mücadele eden yüreğimin ardından sıkışan ciğerlerime derin bir soluk bahşettim. Yine de kendimi ona karşı dizginlemeye çalıştım. Tamam kendince o da acı çekmişti ancak masum değildi. Bu hikayede kimse masum değildi.
"Tilki, hâlâ elimizde. Onun itirafları ile öğrendik bizde bazı şeyleri... Abim, Ragip'in kendisine ihanet ettiğini sanıyor ama kesinlikle öyle değil. Ragip asla abimi satacak bir şey yapmadı. Tamam, babam sırf abimi koruması ve ondan bilgi almak için Ragip'i onun yanına sokmuştu ancak, Ragip asla babamı ilgilendirmeyen bir bilgi vermedi. O, abimi korumaktan öteye gitmedi. Hatta bununla ilgili çok kez babamla karşı karşıya geldiler, yine de ağzından tek bir laf alamadı. Şu an bile araları öylesine açık ki..."
Yüzümü gömmüş olduğum avuçlarımdan kaldırarak ters bakışlarımı Meral'in gözlerine diktim. Bunları bana neden anlatıyordu bilmiyorum ama sıkılmıştım. Ne Ragip, ne de babası umrumda değildi. Dizlerimin üzerinden dirseklerimi ayırarak hızla ayağa kalktım.
"Ne anlatıyorsun sen bana? Bana ne Ragip'den? Amacın ne senin ya? Derdiniz ne?" Söylediklerimin öfkesiyle kaşlarım çatılmıştı. Benimle birlikte ayağa kalkarak karşıma dikildiğinde sinirle sözlerime devam ettim. "Hiç kimse, hatta hiç biriniz benim o inşaatın tepesine çıkma sebebimi unutturamaz! Çok merak ediyorum, dakikalardır anlatıp savunduğun Ragip, o gece benim kim olduğumu öğrenmeseydi Miraç'a haber verip inşaatta bulunduğumu söyler miydi?"
"Elbette söylerdi."
"Yalan!"diye bağırdım. "Benim gerçekte kim olduğumun bir önemi yoktu sizin gözünüzde. Sizin için sadece Ekrem'in kızı Zeliha vardı! Kanı bozuk adamın, kanı bozuk kızı! Tâbi, o bir insan değil neticede! Onun bir duygusu yok! Ama şimdi?... Şimdi sırf sizin kanından olduğumu öğrendiğiniz için tepeme uçuştunuz! Ne tesadüf ki bu kez ben sizi istemiyorum!.. Söyle o dayın olacak insanlara karşıma sakın çıkmasınlar. Ne sen, ne de başka biri!. Kimseyi istemiyorum hayatımda... Hiç biriniz masum değilsiniz anladın mı beni? Ne sen, ne Miraç, ne de ben! Eğer bu hikayede masum tek kişi varsa; O da Ayperi denilen o kadın!."
Öfkeyle göğsüm hızla inip kalkıyordu. Söylediklerim az da olsa içimi rahatlatmıştı. Söylemek istediğim daha çok fazla şey vardı ancak biraz daha devam edersem sinirden ağlayacağımı ve sonrasında sinir krizi geçireceğini bildiğimden derin nefesler alarak, sakinlemek için gözlerimi yumdum.
"Ne söylesen haklısın,"diye mırıldandığını duydum. "Ama biz de çok önceden bunu bilmiyorduk ve henüz karşınıza çıkmamıştık. Elimizden gelen tek şey, uzaktan sizi korumaktı." Gözlerimi aralayarak tekrar ona baktım. Hüzünlü bakışlarıyla rast geldiğimde içimde bir yerlerde vicdanımın sızlandığını hisseder oldum.
"Gider misin artık?" Daha fazla onu dinlemek istemiyordum. Konuştukça kalbini kıracak şeyler söylüyor ve bu kez üzülen yine ben oluyordum. "Arayı yumuşatmak için boşuna geldin. Benim hayatımdan uzak durun. Bırak herkes olduğu gibi kalsın."
"Pekâlâ," uzatmadan olumlu yönde başını sallayarak omuzlarını dikleştirdi. "Son olarak, bilmek istersin diye düşünüyorum. Dayım, Yeşim ile olanları duyduktan sonra bayağı öfkelendi. Tartışma yaşandı aralarında ve Yeşim hamile olduğundan bebeğe bir şey olur düşüncesiyle üzerine gidemedi ama onu tek çare olarak yurtdışına yolladı. Geri dönmemek üzere."
"Siz..." Sinirlerimin boşaldığını hissettiğimde gülmeye başladım. "Çok iyi etmişsiniz ya! Ne güzel, Yeşim hanıma bakın, ne de kolay bu olaydan da yırttı. Henüz Miraç'ın haberi yoktu bile! Bunu nasıl yaparsınız? O kadın psikopat! Orada Miraç'a neler yaptılar sen görmüştün! Buna nasıl izin verirsin?! O manyak kadının anlatması gerekenler vardı. Tüm olanları tek başına yapmadı!" Emindim buna. Yanında onu destekleyen ve yardım eden biri vardı. Bizzat kulaklarım şahitti buna!
"Evet ben de gördüm. O an izin verdim çünkü dayıma karşı gelemezdim, emanet olarak görüyordu Yeşim'i ve dediğim gibi hamileydi. Ona bir şey yapamazdı. Yine de..." Derin bir iç çekerek omuz silkti. "Onun yurt dışına gitmediğini kimse bilmiyor." Anlamsızca kaşlarım büküldü.
"Ne?" Geldiğinden beri ilk defa içten gülümsedi.
"Yeşim şu an benim gözetimimde. Yurt dışına giderken binmesi gereken uçağa tahmin ettiğim gibi binmedi, binemezdi. Bunu bildiğim için, gitmek istediği yere gitmesi için izin verdim, çünkü bebeğinin babası burada... Ve Yeşim ilk fırsatta o adam ile buluşacak. Hata yapması an meselesi. Bu işin içinde bebeğinin babası da var ve biz onun kim olduğunu bilmiyoruz. Bulmamız için de onun gitmesine karşı çıkmamam gerekiyordu..." Omuzlarını kaldırıp indirerek bana imâlı bir bakış attığında Miraç'a ne kadar benzediğini o an farkettim.
* * *
Aşağı kata inen merdivenleri inerek hemen solda bulunan, önü küçük bir bahçeyle çevrilen cafe tarzı ve geleceğin pastanesinden içeri giriş yaptığımda etrafı şimdiden hayranlıkla inceledim. Henüz bitmemiş olması bile içerideki ferahlatıcı havayı gölgelemezken, böylesine bir müthiş bir şey beklemiyordum. Hele ki tam karşı duvarın rengarenk olması beni benden almıştı. İçerisi küçük denilmeyecek kadar büyük bir genişliğe sahipken, sağ tarafında boydan cam ardında küçük bir teras bulunuyordu. Tek katlı, diğer duvarlardan bazı yerleri pembe, bazı yerleri mavi ve bej rengiyle süslenmişti ve Dilâ herkese rağmen çok iyi bir iş çıkarmış gibi görünüyordu.
"Nasıl görünüyor?"diye sordu hemen yanımda biten Dila. Heyecanı sesine yansıyordu öyle yansıyordu ki istemsizce beni de heyecan basmıştı.
"Çok güzel."
"Birazdan tezgah, masa ve sandalyeler gelecek. Çok heyecanlıyım ya off. Tezgahı şuraya kurmayı düşünüyorum,"derken kapının solunda bulunan köşeyi işaret etti o an farkettim orada bir kapı daha olduğunu ve tahminim mutfak bölümünden yanaydı. "Masaların bir kısmı buraya ve duvar kenarına, terasa da iki masa kurarız. Küçük ama manzarası iyi, hemen karşısında çocuk parkı var ve bu benim işime gelir, yani burası bir pastane olacak sonuçta. Duvar köşelerine büyük saksıda çiçekler düşünüyorum, onları henüz halletmedim ama en kısa sürede halledeceğim..."
"Açılış yapacaksın değil mi?"diye sordum onun heyecana ortak olduğumda. Derin bir nefes alarak etrafı kısaca tekrar inceledim hayran gözlerle.
"Elbette."dedi hevesle. "Birazdan Emre de gelir yardıma. Gelme dedim ama ısrar etti, kıramadım. Zaten görüşemiyoruz, bahane yaratıyor aklınca." Diye sırıttı. Sonrasında devam ettiği cümle ile donuklaşan bakışlarım ona döndü. "O kız gitti mi? Yani Meral." Başımı sallayarak durgun bir ifadeyle onu onayladım.
"Peki nasılsın şimdi,"diye tedirgin bir halde sorduğunda değişen ruh haline kaşlarım çatıldı.
"İyi,"kısaca cevap vererek omuz silktim. "Doğan dün ilaç vermişti, aşağı inmeden ondan içtim ve şu an da eve gidip bir kaç eşya almak istiyorum."
"Ama..." Birden iyi olmama inanmamışcasına yüzümü dikkatle inceledi ancak hiçbir kıpırtı sezmedi ve umduğum gibi çok üzerinde durmadan başını salladı.
"Pekâlâ, sen iyisen sorun yok."
"Hem sen nasıl dün Doğan'ı çağırdın?"diye sordum merakla. "Bildiğime göre en son bayağı bir mesafeli, hatta kavgalıydınız?"
"Ne bilim kızım ya... Seni o halde görünce ne yapacağımı bilemedim. Kucağımda resmen titriyordun, çok korktum. O an elime telefonu alarak aceleyle son çağrılara girdiğimde önüme onun numarası çıktı. Sürekli arayıp rahatsız ettiğinden beyefendi telefonumun içine etti. Ben de o anlık düşünceyle son çare onu aradım..." Huysuzca dudak büzerken, yüzünde canlanan üzüntüyü görmek içimde canlanan hüznün göstergesi oldu. Dayanamayarak yanına yaklaşıp sarıldım.
"Teşekkür ederim. İyi ki varsın biliyorsun değil mi?..." Onun da kolları belime dolandığında bir kez daha şükür ettim, böyle bir arkadaşa sahip olduğum ve onu tanıdığım için.
"Tâbi ki iyi ki varım. Ah evet, evet biliyorum. Ben bir taneyim. Tekim, vazgeçilmezim..." Kafasına hafifçe vurarak geri çekildiğimde yüzümde oluşan gülümsemenin farkındaydım. Sızlanarak basının arkasını tuttu.
"Ne vuruyorsun ya?"
"Kendini beğenmiş,"diye homurdandım yüzümdeki tebessümü saklamaya çalışarak.
"Aslan burcuyum ben." Burun kıvırarak yüzünü çevirdi. "Sadece kendimi seviyorum."
"Neyse ne ben gideyim, kusura bakma yardımcı olamıyorum. Sen bensiz daha iyi iş çıkarıyorsun baksana şuraya... Hem Emre de geliyor, biraz yalnız kalın?" Göz kırparak ima ettiğim şeyin ardından yüzü kızardı.
"Saçmalama ne kusuru. Hem kaçışın yok, yardımın en büyüğünü sana saklıyorum merak etme. Burayı tek başıma yönetecek değilim herhalde. En zor kısımlar mutfak bölümü ve benim o kısımlarda çok iyi olduğum söylenemez." Yüzünü buruşturdu. Kesinlikle haklıydı. Mutfakta mutlaka bir zarar çıkarmadan orayı terk etmezdi, ama yine de benim de buraya dahil olacağım ve özellikle mutfak kısmında yer alacağım konusunda daha önce büyük bir tartışma yaşadık Dila ile.
"Dila bunu konuştuk. Burası sana ait."
"Evet, konuştuk ama konuyu kapatmadık. Beni burada hemde ilk zamanlarımda yalnız bırakmayacaksın değil mi? Hem burasının yarısı kadar etmezdi benim param. Kredi çektiğimi biliyorsun. Ortak öderiz, konu kapanır."
"Neyse, tamam. Bu konuyu sonraya saklayalım. Benim eve gidip birkaç eşyamı almam lazım."
"İyi tamam. Dikkatli git, eve vardığında haberdar et."
"Görüşürüz..."
Dilâ'ya sonunda veda ederek evimin yolunu tuttum. Evim, ne güzel bir şeydi bunu söylemek. Oysa, orası ben ve Miraç'ın eviydi. Aslında gerçek şuydu ki günlerdir onu görmediğim için içimde oluşan merak ile eşya konusunu bahane ederek eve uğramaya gidiyordum. Acaba ben olmadan o eve girdi mi? Ya da ben olmadan yatağımızda uyudu mu? Miraç... Yaptığını affedemiyordum ancak onu görmeden de içimin rahata ermeyeceğini biliyordum. Günlerdir düşünüp durdum. Zihnimde bazı şeyleri tartarak aklıma ilişen sonuçları gözden geçirdim. En çok da ilişkimizi. Miraç ve benim ilişkimizi. Bizim ilişkimizi.
Ona kızamıyordu kalbim. Öyle bir çelişkide kalıyordum ki, yaptığı ve iyileştirdiği yaraları kendime hatırlatıp durdum. Bu ızdırabın sonucuyla birkaç ilaç ile kendimi sakin hissediyorum ancak, içimin savaşı damarlarımda dolaşıyordu ve zihnim sonunda bas bas bağırıyordu, 'O seni her şeye rağmen sevdi!' diye. Zeliha olmama rağmen, bilmeden korudu, güçlü kollarıyla güven sarf etti. Sıcak göğsünde yer açtı bana. Bazen dokundu, bazense dokunmadan gözleriyle hissettirdi bana sevgisini. O koyu gözleri ardında gizlediği çocukluğunu bana açtı. Ailesine karşı beni ardına sakladı. Tüm bunlar sonradan oldu belki ama, oldu işte. Miraç Uluhan, Zeliş'i sevdi...
Peki ya Ömür? Ömür'e karşı hisleri nasıldı? Bir abi olarak olmadığı kesindi. İsmini bile kendi koymuşken, ona bir kuzen gözüyle bakamazdı. Öyle ki öz kuzen bile değillermiş ve ben bunu daha yarım saat bile olmadan Meral'den öğrenmiştim. En sonunda yol ortasında kendi düşüncelerime güldüm. Başımı iki yana sallayarak halime acıdım. Kendim hakkımda bile düşünürken, başka birinden bahseder gibi kendimi kendimle kıyaslıyordum. Ne garip bir durumdu bu yaşadığım. İçler acısı, delice ve delirtecek derecede vahim bir durum. Yine de gülmekten öteye gidemezken, yolda yanımdan geçenlerin bana deliymişim gözüyle bakmasını yadırgamadım.
Bilemiyorum, belki de delirdim.
Akıl sağlığımın yerini koruduğunu sanmıyorum. İyi değildim, bunu biliyor ve hissediyordum.
Eve geldiğimde büyük demir kapının yanında bulunan şifreyi girerek kapının kilidini açtım ve bahçeyi geride bırakarak verandadan kendi evimin günler sonra içine adım attım. Derin bir nefes almam evimin kokusunu özlediğimden kaynaklıydı. Miraç evde yoktu, arabasını dışarıda görmediğimden yüreğimin burukluğu ile yatak odasına doğru ilerledim. Salon hâlâ bıraktığım gibiydi, birkaç günlük toz birikmiş salonumdan çıkarak, ağırca merdivenleri tırmandım ve en büyük acıyı odamıza girdiğimde yaşadım.
Yatak odamız... Oda olmaktan çıkmıştı.
Darmadağın olmuş bir vaziyetteydi.
Camlar, komidin üzerindeki abajur ve ufak süs eşyalar, yatağın örtüsü ve sayamadığım bir çok şeyin etrafa saçılmış, kırık dökük odamızın ortasında öylece şaşkınlığımı yaşarken, ne zaman gözlerimin dolduğunu ve akmaya başladığını anlayamadım. Bir hırsız değildi bunu yapan ama o an keşke hırsız girseydi de etrafı bu şekile sokan farklı bir yabancı olsaydı diye düşündüm. Ancak tüm bunların Miraç'ın yapmış olduğu gerçeği yerdeki cam parçalarını yüreğime saplarcasına can yakarken, bir hıçkırık döküldü dudaklarımın arasından.
Biz bu hâle nasıl geldik? Bizi bu hâle sokan kimdi, kimlerdi? Ne günahımız vardı? Miraç, kim bilir o şimdi neredeydi...
Düşüncelerimi ve ağlamamı kesen telefon sesiyle hızla elimi çantama atarak telefonumu çıkardım bir umut arayanın Miraç olduğunu sanarak. Değildi, Emre arıyordu. Hayalkırıklığı ile üzerime çöken karanlıktan korkan ruhum bedenime ağır geliyordu artık. Tüm bu olanlardan çok yorulmuştum. Derin bir nefes alarak boştaki elimle yanaklarımı kuruladım.
"Efendim,"dedim gözlerimi etraftan alarak yukarı doğru kaldırırken.
"Nerdesin? Dilâ'nın yanında sanıyordum seni ama aradım gittiğini söyledi. Konuşmamız gerek." Kaşlarım çatıldı.
"Bir şey mi oldu?"dedim hızla telaşlanarak. "Miraç iyi mi?"
"Nerdesin?"diye direttiğinde, "Evde,"diyerek yanıtlarken hızla devam ettim. "Bir şey mi oldu Emre?"
"Miraç iyi, ama konuşmamız gereken bir şey var. Yanına geliyorum." Cevap vermemi beklemeden kapatan Emre beni huzursuzluk hissiyle baş başa bıraktı. Ama yine de iyi demişti değil mi?
O iyidi.
Kıyafet işini sonra hallederim diyerek telefonumu omuzuma yan şekilde taktığım çantama attığımda geçen gün düşüncelerimi dökmüş olduğum kağıdı buldum. İki büklüm haline getirdiğim kağıdı elime aldım, kırık camlara basmamaya dikkat ederek komidine ilerledim ve çekmecede hala yerini koruyan defterimin arasına kağıdı yerleştirerek, defterimi gerisin geri yerine bıraktım. Daha sonrasında etrafı böyle görmenin bana iyi gelmediğini anlayarak hızla odadan ayrıldım ve aşağı katta salonda Emre'yi beklemeye başladım.
Dilâ'ya yardım etmesi gerekirken bu kadar acele konuşması gereken konuyu merak etmiyor değildim. Onca süre nasıl geçti bilmiyorum ama salonda bir oraya, bir buraya mekik dokurken, sonunda zil çaldı. Bekletmeden kapıyı hızla açarak Emre'yi içeri davet ettiğimde yüzündeki gerginlik farkedilmeyecek cinsten değildi.
"Ne oldu?"diye sordum sabırsızca. O böyle karşımda kasılmış dururken, benim rahat olmam beklenilemezdi değil mi?
"Otur." Koltuğun birine geçerek oturduğunda onu takip ederek karşına oturdum.
"Dinliyorum."
"Söze nasıl başlayacağımı bilmiyorum," derken gerginlikle ellerini saçlarına atarak dirseklerini dizlerine yasladı.
"Tehdit ediliyorum."dedi birden kahverengi gözlerini üzerime dikerek.
"Ne? Kimden?"
"Kim olduğunun önemi yok. Miraç ile bir işe giriştik ve has adamı olmam tüm yörüngeleri üzerime çevirdi. Bununla birlikte Dilâ ve sen de tehlikeye giriyorsunuz. Çünkü beni sizinle tehdit ediyorlar."
"Ben ve Dilâ? Şaka yapıyor olmalısın?"diye sordum kaşlarımı kaldırarak. Söylediklerini dikkate almadığımdan olsa gerek kararan bakışlarını üzerime dikti.
"Dalga geçer gibi bir halim mi var?"dedi sertçe. İşin ciddiyetini anladığımda yutkunarak, yerimde rahatsızca kıpırdandım.
"Miraç," sessizce ve anlamaya çalışır bir şekilde konuştum. "O biliyor mu?"
"Hayır. Derdi başından aşkın, bir de bu durumla uğraşmasın istedim. Kendim halletmeye çalışacağım. Senden sadece istediğim bir süreliğine dikkatli olman ve yanında koruma olmadan hiçbir yere gitmemen."
"Dilâ?"
"Onun etrafında birkaç gizli koruma var."
"Şu iş..."dedim kuruyan dudaklarımı gerginlikle ıslatarak. "Miraç'ın babasından aldığı silahlarla bir ilgisi var mı?"
"Tam olarak öyle."derken kaşlarını çattı ve nerden bildiğimi sorgular bir halde gözlerini kıstı. "Yerlerini sadece Miraç biliyor, ancak çok yakın olduğumuzdan malları benim sakladığımı sanıyorlar."
"O nerede?"diye sordum son söylediklerine kulak asmadan.
"Hastanede." Gözlerim birden irileşti.
"Ne demek hastanede?" Hızla yerimden doğrulduğumda, "Sakin ol,"diye konuştu.
"Yaşlı bir adama bakıyor, adamın durumu vahim. Bayağı rahatsızlanmış, Miraç hastaneye getirmiş onu, ama adam gidici."
"Sami amca..."diye mırıldandım sessizce.
"Tanıyor musun?" Başımı sallayarak dalgın bir şekilde onu onayladım.
"Konuya dönelim, koruma olmadan-"
"Korumaya filan ihtiyacım yok benim." Belki inatçılık yapıyordum ama sürekli peşimde dolanan bir adamın varlığını istemiyorum.
"O zaman gidiyorsun ve Miraç'ın dibinden ayrılmıyorsun!" Sesini yükselterek sinirle söylendiğinde kaşlarımı çatarak ona baktım. "Bakma bana öyle,"diye homurdandı. "O yaşlı adam her kimse, Miraç ona belli ki değer veriyor. O adamın durumu iyi değil ve Miraç da onu öyle gördükçe içine daha da kapanıyor. Üzerine bir de tek başına bununla mücadele ediyor. Yalnız başına, anlayabiliyor musun? Tüm bunların arasında senin onun yanında olman gerekiyor... Sana ihtiyacı var." Benimde ona..
Gözlerimi kaçırarak bir elimle diğer kolumu ovuşturdum. Sami amcanın durumu düşündüğümden de kötüydü ve Miraç'ın ona ne kadar değer verdiğini bizzat görmüştüm. Eğer Sami amcaya bir şey olursa Miraç'ın bunca olaylar karşısında sıkışıp kalacağını ve bu yüzden eskisinden beter bir soğukluğa sahip olacağını biliyordum. Çünkü Miraç, yalnız kaldığında herkesin beklediği gibi fiziken bir çöküş yaşamıyor, kaya gibi başını dikerek gözlerini karartıyordu. Çöküşünü ise ruhunda yaşıyordu. Başarabildiği belki de tek şey buydu; düştüğünü kimseye belli etmiyordu.
"Onu görmen gerek... Kendini öyle bir kapattı ki, işi ayrı, duyguları ayrı oynuyor. Ama biliyorum, seni karşında görse o kapalı kapılar bir bir açılacak."
"Nerden biliyorsun?" Dedim boğuk bir sesle. Düşündükçe ağlamamak için kendimi zor tutuyorum. Hele ki yatak odamız, her gözlerimi kapatıp açtığımda, göz kapağımın önüne bir fotoğraf karesi gibi seriliyor ve bana Miraç'ın ne kadar da kötü bir durumda olduğunu anlatıyordu.
"Biliyorum çünkü sana olan bakışlarını gördüm. Şimdiden bahsetmiyorum, öncesinden... Öyle bir bakıyor ki sana, sanki bir çocuğun annesine olan hayranlığını anlatıyor gözleri. Sen konuştuğunda mesela, annesinden en sevdiği masalı dinlermişcesine can kulağıyla dinliyor. Mimiklerini bile ezberlediğine yemin edebilirim, öyle dikkatli inceliyor ki seni. Ben, Miraç'ın kimseye böyle baktığına şahit olmadım. Göz göze geldiğiniz her an onun sert tavrı kırılıyor bir bir, bunu farketmemiş olamazsın..."
Seviyorum demedi hiç bir zaman bana şu an bahsedilen adam. Ama hissettirdi. Ben tüm bu olanlardan daha öncesinde, bileğimdeki izlerden de, bacağımdaki lekeden de öpüldüğümü hissettim. Başkalarına karşı önümde kalkan olduğunu, yanında güven duygusunu iliklerime kadar hissediyordum ve bundan asla şüphem yoktu. Yine bir şey olsa Miraç yine beni korur, kollardı. Kaçırıldığımızda mesela, önüme siper olup tüm darbeleri üzerine çekmesini, dayısına karşı gelip elimden tutmasını, şu zamana kadar yaşadığımız daha bir çok şeyi unutamazdım. Silemezdim ki o anları zihnimden. Koparıp atamazdım yüreğimden, çünkü ben onun gibi seviyorum diyemeyenlerden değildim. Seviyorum derim, hep de diyeceğim de çünkü seviyorum ben onu. Delicesine, özlercesine.
"Miraç yanlış yapmış olabilir senden bir şeyleri saklayarak. Ama hayat bu ya, insanları hep bir şekilde sınar... Bazen sevdiklerini senden alarak, bazen de sevdiklerinden darbe alarak. Bunları yaşarken büyürsün, küçük yaşta olgunlaşırsın. Herkesin kendine göre bir dert ağırlığı var şu hayatta ve sizin yükünüz aynı. Bu yükü beraber yüklemek varken, neden düşüp yara bere içinde kalmak isteyesin?... Sizin, size ihtiyacınız var..."
"Emre,"diye mırıldandım sessizce. Söylediği her cümlenin harfleri can yakarak yüreğime dizilmişti. "Beni ona götürür müsün?"
* * *
"İyiyim diyorum kızım, iyi. Yok bir şeyim. Hatta ben çıkayım buradan diyorum, evlat izin vermiyor. Tutturmuş kalacaksın diye..."
"İyi yapıyor,"dedim kızışan bir hâlde kaşlarımı çatarak. "Nasıl ilaçlarını içmezsin Sami amca ya sen?"
"Unutuyordum,"kaçar gibi gözlerini benden çevirerek odayı incelercesine etrafta dolaştırdı. Sesli bir soluk vererek, oturduğum koltukta arkama yaslandım.
"Böyle şeyler unutulur mu hiç?"
"Elimde olan bir şey değil,"dedi boş veren bir sesle. Daha fazla çatıldı kaşlarım.
Öfkeliydim. Miraç'ı görmemenin huysuzluğu üzerime sinmişken, Sami amcanın böyle önemli bir şeyi umursamaması daha da sinirlendirdi beni. Unuttuğu filan yoktu, bile isteye içmiyordu ilaçlarını. Emre beni buraya getirdikten sonra gitmişti ancak odaya girdiğimde Miraç yoktu. Sami amcanın dediğine göre bir işi olduğunu söyleyerek ben gelmeden yarım saat önce kadar ayrılmış burdan. Ancak kapıya bir adamını diktiğini de farketmiştim. İçeri kadar girmeme Emre yardım ettiğinden kapıdaki korumanın sessiz kalmasıyla kendimi Sami amcaya sarılmış bir halde bulmuştum. Neyse ki iyi gibi duruyordu. Her ne kadar teni bunu red edercesine bembeyaz kesilmişse de, yaşıyor olması yeterliydi.
"Gel buraya,"derken oturduğu yatağın boştaki kısmına elini vurdu birkaç defa. Koltuktan kalkarak çekingen bir şekilde boşluğa oturduğumda serum takılı elini, babacan bir tavırla kucağımda birbirine kenetlediğim ellerimin üzerine yerleştirdi.
"Bak kızım,"dediği an ufak bir tebessüm belirdi yüzümde. Kızım demesi öyle içtendi ki yüreğim kabardı istemsizce.
"Bu halinle birde bana nutuk çekmeyeceksin değil mi?" Kastettiğim şey hasta yatağında başkalarının duygularını düşünmesiydi ve o da ne demek istediğimi anlayarak, güldü.
"Her nutuk bir yaşanmışlık içerir, biz hatalar yaptık siz yapmayın deme biçimidir." Kaşlarını kaldırdı ve bana bilmiş bir bakış attı. "Hem ne varmış halimde, turp gibiyim evelallah..."
"Tâbi tâbi,"dedim başımla oturduğu yatağı göstererek.
"Yani bu günlerde biraz tökezlemiş olabilirim, ama gün gelecek öyle bir kalkacağım ki ayağa, tüm hastalığım derman bulacak."
"Nasıl olacakmış o?"
"O da benim sırrım."dedi omuz silkerek derin bir gülümseme bahşederken. "Bana öyle bakma,"derken neyden bahsettiğini anlamayarak kaşlarım çatıldı.
"Terslemek istiyor ama kıyamıyor gibi. Aynı Miraç evladım gibi..." Onun adı dakikalar sonra konuya dahil olduğunda zorlukla yutkundum.
"Sana bir şey soracağım,"dediğinde başımı kaldırıp dikkatle yüzüne baktım.
"Tâbi, buyur."
"Sen, seviyor musun onu?"dedi birden. Bu soruyu beklemediğimden bir an şaşırarak duraksadım. Beyazlaşmış kaşlarını kaldırdı başını hafifçe yana doğru eğdi. "Ama öyle böyle değil. Gerçekten, kalbine sorarak cevap ver bana."
"Senin gördüğün gibi her şey işte."demekle yetinmek istedim utanarak. Ancak Sami amca buna müsaade etmeden usulca gülümsedi.
"Ben gördüklerimi söylemeye kalksam..."
"Seviyorum." Dedim aniden başımı sallayarak kesin bir dille. "Çok seviyorum."
"O zaman sana tavsiyem, yarına sağ çıkıp çıkmayacağını bilmediğin şu dünyada bazı şeyleri zamana bırakma kızım. Zaman zehirli bir hastalık gibi, her geçen gün sömürüyor seni. Bir an gelir, yanında olan insanların yokluğunu onları kaybettiğinde anlarsın... Şimdi sen seviyorum diyorsun ya, işte sevmek bazen affetmeyi bilmektir. Eğer affedemiyorsan, seviyorum demeyeceksin... Aşkın en büyük örneği; fedakarlıktır ve bazen, sözler yetmiyor anlatmaya. Yani anlayacağın, seviyorum demekle bitmiyor iş. Kelimelerin yetmediği şeylerin arkasında yüreğinden gözlere yansıyan duygular önemli. Yanlış anlama fazlası var sende, gözlerin titriyor adı geçince. Görmemek için kör olmak gerek. Diyeceğim şu ki; ömür bitiyor ve zaman sen anlamadan geçip gediyor. Şu değerli zamanlarınızın kıymetini bilin..."
Elimi babacan bir tavırla sıkan Sami amcanın sözleri kulaklarımda yankılanan bir melodi gibi dolandığında boğazıma bir yumru oturmuştu. Kelimelerin ağırlığı altında kalmıştım. Öyle güzel şeyler söylemişti ki, bizden yaşça büyük bir adamdan böyle cümleler işitmek bir babanın yerini dolduracak kadar çok anlamlıydı. Bir abi, dost yada baba diye etrafımızda göremediğimiz insanların yerini Sami amca doldurmuştu şu günlerde. Ve sözlerine gelecek olursak anlamıştım ne demek istediğini. Miraç'ın bana hiç seni seviyorum dememesine rağmen çok güzel hissettirdiği olmuştu. Peki ya ben? Ben ona bu cümleyi kurmama rağmen hissettirebilmiş miydim?
"Kafanı şişirdim değil mi?"dedi gülerek. Dudaklarımı birbirine bastırarak gülümsemeye çalıştım ve başımı iki yana salladım.
"Nasıl bu kadar umursamaz olabiliyorsun Sami amca? Yani demek istediğim... Hastalığını biliyorsun ve buna rağmen hayata karşı gülümsüyorsun. Başkası senin yerinde olsa-"temkinli ve yanlış bir şey dememeye özen gösterirken sözlerimi kesti.
"Başkası benim yerimde olsa hayata küser, insanlara nefret kusardı. Yalnızlığı seçer ve belki de hayat almadan kendi canını kendi alırdı. Ben öyle değilim çünkü, bu hayatın son olarak bana verdiği belki de en güzel şey bu hastalık,"dediğinde anlamsızca gözlerim kısıldı. "İlki eşimdi,"derken tekrar özlemle buğulanan gözlerinin altından gülümsedi.
"Ve şimdi de bu hastalık sayesinde bir kızım ve bir oğlum oldu." Elini tekrardan ellerimin üzerine yerleştirerek güç alırcasına sıktı. Gözlerim dolmuştu, akmaması için boğazımda koca bir yumruyla baş ederken alaya vurmak istedim.
"O ilaçları düzenli içmemenin bedelini oğlunuz size ödetir."
"Ağzına geleni saydı zaten sabah." Bundan rahatsızlık duyarak yüzünü buruşturdu. "Her geçen gün yeni yeni küfürler üretiyor bu adam. Ne olacak hâli?..." Bilmiyorum der gibi başımı salladım. Bilseydim eğer kendi derdime de çare bulurdum. Ama yoktu. Acı biber sürme fikrî sadece bana işliyordu.
Yine de saklamaya çalıştığım tüm bu hüznümüm arkasında vahim olan başka bir durum vardı ortada. Öyle bir zamana denk gelmiştim ki, eline kalem alan bir yazarın durmuş zihnini taşıyor gibiydim. Düşünüyor, düşünüyor ve yazacak tek kelime bulamıyordum. Sanki zihnim bir kara kutuydu ve elimi o kutuya sokarak sadece tek bir kelime arıyor, o karanlığın dibine kadar inmeme rağmen boş bir avuç ile tekrar çıkarıyordum elimi. Tükenmişlik kelimesinin anlamı bu olsa gerekti. Söylenecek söz, yazılacak bir cümle yoktu ve ben böyle, kendimi bu dünyada boşu boşuna yaşam sürdüren bir beden gibi hissediyordum. Yaptığım tek eylem nefes alıp vermekti, bir bitki gibi.
Bir süre daha devam eden sohbetimiz Sami amcanın akşam yemeği saatinin gelmesiyle son buldu ve ne kadar itiraz etse de zorla yedirmeyi başarmıştım. Kendisine bir çocuk muamelesi çekmem hoşuna gitmemiş olsa da bana karşı gelememişti. En sonunda ise Miraç'ı bekleme bahanelerim son bulduğunda, elime çantamı alarak Sami amcaya veda ettim. Yarın tekrar geleceğimi söylediğimde ise yüzünde oluşan o ışık dolu gülümseme benim de yüzümde ufacık bir kıvrım oluşturdu.
Omzumdan yan şekilde astığım çantanın ardından, son kez Sami amcaya bakarak kapıyı araladım ve tam çıkacağım vakit sert bir şeye çarparak, geriye doğru sendelediğimde o an ki panikle düşmemi engelleyen kollara tutundum. Başımı kaldırıp kime tutunduğuma baktığımda ise soluğumun kesildiğinin farkında değildim.
Miraç. Tam karşımda duruyordu ve günlerdir hasret çektiğim o koyu gözlerinde beliren şaşkınlık tamamen burada ne işimin olduğundan kaynaklıydı. Yakınlığından ötürü burnuma dolan kokusunu sessizce ciğerlerime çekerken, yüz harelerine mest olduğum kısacık zaman diliminde gözlerimi memnuniyetle kapatmamak için zor tuttum. Beni burada görmenin şaşkınlığı ile birkaç defa gözlerini kırıştırdığında, bedenimle ruhum arasında cebelleşiyordum. Büyük bir çaba sarf ederek ellerimi kollarından ayırdım ve bir adım geri çekildiğimde kendisi de ellerini çekti üzerimden.
"Ben..."dedim ne diyeceğimi bilmeyerek. Elimi enseme atarak gerginlikle ovalarken gözlerimi ondan ayıramıyordum. "Rahatsızlandığını duydum. Yani Sami amcanın..." Konuşamadım ve derin bir soluk vererek sustum.
"Anladım."derken ardıma doğru bir bakış attı. "İhtiyar için geldin." Sesinde gezen kırıklığın acısıyla yanağımın iç kısmına dişlerimi geçirdim.
"Şimdi de gidiyordum." Dedim gözlerimi ondan kaçırarak önümden çekilmesini bekledim.
Ne zordu ondan bu kadar uzak kalabilmek. Yüzündeki yorgunluk gözlerinden taşıyordu. Uykusuzluğunu belgeleyen göz damarları kızarmıştı ve tüm bu yıkılmışlığına rağmen yakışıklılığını gölgeleyemeyen dağınık saçlarının bir kısmı alnına dökülmüştü. Ona bakamıyordum ancak onun keskin bakışlarının dikenlerini üzerimde hissetmek garip geliyordu. Şu an öyle sarılmak geliyordu ki içimden, beni tutan şeyin ne olduğunu bildiğim hâlde o bilgiyi ellerimle öldürmek istedim.
Sevdiğin adam karşında duruyor ve sen ona dokunamıyorsun bile. Uzaktan öylece izlemek de aşka geçerli miydi? Öyleyse eğer ben şu deli gibi atan yüreğimi nasıl susturacağımı bilmiyor, kulaklarıma kadar uğuldayan seslerin çığlıklarında boğuluyorum. Ellerimin titrediğini hissettiğimde daha fazla eğik başımla karşında durmayarak yanındaki boşluktan hızla geçtim.
O an tenime sürtünen kolu bile yaktı bedenimi desem inanırlar mıydı bana?
Etkisi bu derece ruhuma işleyen adamı ben nasıl gerimde bırakacak, yok sayacaktım. Başta Sami amca için geldiğim bu hastanenin diğer bi bahanesini asla inkar edemezdim. Ben diğer hasta ruhlu adamı da ziyarete gelmiştim. Şu an ise yanından öylece çıksam bile ardımdan geleceğini biliyordum, bu yüzden belki de kaçar gibi uzaklaştım. Nitekim öyle de oldu. Hastanenin çıkışında, ardımdan seslenerek bahçede durdurdu beni. Hava hafiften kararmaya başlamıştı ve ben bu kadar saat burada olduğumun hiç farkına varamamıştım.
Dönüp ona baktığımda ise birkaç adım uzağımda bekleyerek bir süre sessiz kaldı. Ne o konuştu, ne de ben ona tek bir kelime vaat ettim. Zaten konuşsun istemiyordum, o gözlerin ne kadar acı çektiğini görebiliyordum. İkimizde yanıyorduk bu cehennem çukurunda. Attıkları her odun birbirimizden bir parça götürürken, dayanamadım. Karşımda suskunca bekleyen adamın kolları arasına hızla atılarak boynuna doladım kollarımı. İlk önce benden böyle bir atak beklemediğinden olsa gerek kısa bir donukluk yaşadı, sonra ise onunda güçlü kolları sıkıca dolandı belime, yüzünü saçlarım arasına gömdü.
"Özür dilerim, güzelim..." Boğuk çıkan sesinden akan ılık nefesi, saç diplerime karışırken, boynuna iyice gömülerek derince kokusunu soludum.
Aşka tâbi tutulan özlem tüm ciğerlerime işlerken, böylesine bir acının izini taşıyan yükü söküp atmak istedim o an. Kim için, ne içindi bu acı? Birbirimize olan hasretliğimize değecek kadar, bizi birbirimizden uzak tutacak kadar ne önemli olabilirdi? Düşünmek mi? Alınan kararlar mı? Yoksa verilen hesaplar mı? Kimin umrundaydık biz? Yoksaymak varken, bu yükün altında kalmak bizi yıkmaya değer miydi? Dolu dolu olan gözlerimden akan bir damla gözyaşı usulca Miraç'ın boynuna konduğunda daha sıkı sardı bedenimi, alıp içine gömmek istercesine.
"Düşünmek istemiyorum artık,"diye mırıldandım boğuklaşan sesimle fısıldayarak. "Yardım et bana."
"Sen iste, ölürüm sana." Daha sıkı boynuna sokuldum. Böyle bir cümle kuran bir adama, sırtını nasıl dönebilir insan? Hafifçe geri çekilerek, yüzümü avuçları arasına aldı ve alnını alnıma yasladığında gözlerim kapandı kendiliğinden.
"Deme öyle, çünkü öyle bir şey yaparsan düşünmem arkandan gelirim." Bu dünyada ondan başka kimim vardı ki benim? Aklıma bile getirmek istemediğim şeylerin dile alınmasına kaşlarım çatılmıştı ve sesim kendinden emin bir şekildeyken, gözlerimi açtım ve koyu harelerine diktim gözlerimi.
"Öyle bir şey yok,"dedi keskinlik kokan bir sesle. "Beni s*ktir et. Ama sana bir şey olursa ben de yok olurum."
"Günler sonra yanyana gelmiş neyi konuşuyoruz,"diye homurdandım rahatsızca. Yanaklarımda bulunan ellerinin baş parmakları ile elmacık kemiklerimi okşarken, ışıldayan koyu gözleri sanki gülümser gibi bakıyordu.
"Şu an sen yanımdasın, parmaklarım tenine değiyor, gözlerim sana bakıyor. Gerisi umurumda mı sanıyorsun?" Söylediklerini bir bir algıladığımda yüreğimin hızı gittikçe artmaya başladı. Gel de söyleyin hadi? Bu adam seni sevmiyor deyin? "Bana böyle geleceksen, her geldiğinde böyle bakacaksan gitmelerini seveyim kadın..." Nasıl bakıyordum ki, bana böyle söylüyordu? Onun bana baktığı gibi mi acaba? Sanmıyorum, onunkiler adeta cennetin en kıymetli meyvesine kavuşmuş gibi parıldıyordu.
Daha öncesinde de bana böyle baktığını hatırlıyorum, ilk ne zaman derseniz; bileklerimde bulunan yaraya pasuman yaptığı zaman diyebilirim belkide. Sonrasında babasının mezarını kaldırıp ölmediğini öğrendiğinde evde çıkardığı kıyamete şahit olduğum zaman bana sığınarak sarılmasında, kaçırıldığımızda yada daha bir sürü zamandan kalan anılarda. Düşünmek istemiyorum ancak o zamanlarda benim o kız olduğumu bilmemesine rağmen sevgiyi hissettiren adamdan uzak kalamıyordum.
"Ama sen yine de benden hiç gitme,"derken oyunbaz bir edayla göz kırptı. Ensesine dolanan ellerim boynuna doğru kaydı. Soluklarımız birbirine karışırken, onun bana yaptığı gibi bende parmaklarımla tenini okşuyordum.
"Ben senden hiç bir zaman gitmedim ki." Ona masum bir kız çocuğu gibi bakarken, omuzlarımı kaldırıp indirdim. Giden hep sen oldun demek gelse de içimden sustum. Çünkü biliyordum, gittiği zamanlar içinde yaşadığı çelişkili duygulardan kaçıyordu aslında. Gerçek olan ise, o da benden hiç bir zaman gitmemişti ve bu düşüncemi tesciller gibi konuşmaya başladı.
"Ben senden gitsem de, kendimle birlikte hep seni de götürüyordum. Senin olmadığın yerlerde yine sen vardın aslında. Gözlerimi kapatıyorum, sen. Açıyorum yine sen. Senin olmadığın yerlerde, hayalinle yaşıyorum. Ne yaptın sen bana kadın..."
"Miraç..." Dedim yavaşça geri çekilirken, karanlık gecenin altında gölgeleme yapan siyahi gözlerine baktım.
"Ben düşünmek istemiyorum ama... Bu söylediklerin çok özel ve çok güzel. Söküp atmak istiyorum zihnimden bazı şeyleri. Bana söylediklerin beni hep böyle çelişkide mi bırakacak? Bu cümleler... Bana mı söyleniyor yoksa Öm-"
"Şşhh..." Yanağımda ki ellerinden birinin baş parmağını dudaklarıma bastırarak susturdu beni. "Yoksası filan yok. Aması da yok. Hiç bir kötü düşünce yok. Biliyorum, anlamaya çalışıyorum seni. Zamanla aşacağız bunları, beraber aşacağız. Şurada,"derken dudaklarımın üzerinde bulunan elini indirdi tenimden ayırmadan ve kalbimin üzerine yerleştirdi avucunu, "Şurada hissedeceksin benim kime nasıl baktığımı, ne hissettiğimi. Sevmek midir, aşk mıdır bilmiyorum. Ama oralarda bir yerlerde olan şeyler, bende de var."
Vardı bir şeyler elbet. Bunca zamanda birikenlerle dolup taşan ve bir evrimle mutasyona uğrayan büyük bir şey vardı oralarda bir yerde. Benim ne hissettiğim onun ne hissettiğini gösteriyorsa eğer, kendimle girdiğim savaş içerisinde sağ çıkmak kolay gelirdi belki. Kim bilir, belki de tüm bu olanlar küçük bir alevi körüklemişti ve kocaman bir yangına dönüştürmüştü. Düştüğüm çukurda yalnız olmadığımın bilincinde olmak toz taneciği kadar rahat bir kıvama soksa da beni, ona karşı kurduğum duvarların ardında durmak zor gelmeye başlıyordu şimdiden. Hatta o duvarların inceliği çıt kırıldım bir ifadeyle sırıtıyordu bana. En azından kendimi bildiğimden ve ne hissettiğimden emin olduğum için çektiğim acı biraz olsun dinmişti.
Yutkunarak geri çekildim ve kollarımı ondan ayırdığım zamanda kulaklarıma çalınan mesaj sesi ile elim çantamda bulunan telefonuma gitti. Böylece dakikalar sonra ayrıldı gözlerimiz birbirinden. Derin bir soluk çekerek elime aldığım telefona gelen mesaja baktığımda aldığım nefes boğazıma takıldı kaldı. Okuduğum her cümlenin ağırlığıyla buz kestiğim zaman Miraç'ın sesini duydum.
"Ne oldu? Kim mesaj atmış?" Ters bir durum olduğunu hissetmiş gibi elimde öylece duran telefonu çekti aldı elimden. Zihnimde ise gelen mesaj tekrarlanıp duruyordu.
'Miraç Uluhan, yaptığının cezasını çekecek. İntikam için ilk adım sensin Ömür Uluhan...'
"Kim lan bu?"derken özel numaradan gelen mesajı okumanın ardından büyük bir küfür savurarak kararan gözlerini etrafta dolaştırdı.
Kim olduğunu, ne demek istediğini bende bilmiyordum. Zihnim donup kalmış gibiydi. Kelimelere anlam yüklemeye fırsat vermeden tıkanıp boğulmuş hissine kapıldım. Mesajda intikamdan bahsediyordu. Neyin intikamı demeye kalmadan, diğer cümle bedenimi kırık camlar üzerine acımasızca itti.
Ömür Uluhan diyordu.
Ömür Uluhan.
Yüreğime konan bir huzursuzlukla biriken korku kesilen nefesimi birden hızlandırdığında, daha ne olduğunu anlamadan hastane bahçesinin ortasında, Miraç'ın kükrer gibi çıkan bağırtısıyla birlikte geriye doğru savruldum.
"Zeliş çekil!!"
Sonrası bir felaketti.
Felaketin ardından gelen bir yıkıntıydı.
O yıkıntıların tozu avuçlarımda son buldu.
İki el silahın patlama sesi tüm bahçeyi sararken, düştüğüm yerde şoka uğramış bir halde, dizleri üzerine çökmüş Miraç'ın sırtına bakıyordum. Elinin tekinde kendi silahı vardı, henüz kullanmaya fırsat bulamadığı silahı. Diğer eliyle ise nereyi tuttuğunu göremiyorum ancak zihnim öyle çığlıklarla zihnimde yankı yapıyordu ki daha bir dakika olmadan sıkılaşma yaşayan soluğum ciğerimi yakıyordu. Düşmeden evvel, daha doğrusu; Miraç beni itip önüme geçmeden evvel birkaç adım ötemizden hızla geçen yüzünü görmediğim bir motosiklet sürücüsünü ve başında kaskı ile elindeki silahını görmüştüm en son. Sonrasında kulakları inleten Miraç'ın sesine karışan silah seslerini...
Bir ses, bu kadar uğursuz gelir miydi insana? Bu kadar korkutucu, bu kadar can yakıcı, yüreği ağıza getiren. Yaşadığım duygu karmaşası tüm bedenimi tir tir titretirken, dizlerimin üzerinde sürünerek yaklaştığım Miraç'ın önüne geçtim. Gözlerini diktiği yerden kaldırıp bana baktığında o bakışların altında mahsur kaldığımı hissettim. Gözlerim usulca düştü yavaş yavaş bedeninden aşağıya kayarak. O an farkettiğim gerçekle yüreğim acıyla kaburgalarımın arasında can çekiştir oldu. Gözlerim hızla doldu ve tek tek akmaya başladığı zaman, Miraç kana bulanmış elini kaldırarak çenemin ucundan tuttu.
"Bakma,"dedi boğuk çıkan sesini duyurmaya çalışırken. Göğsü kana bulanmıştı, üzerindeki siyah kazağı ıslaklıktan olsa gerek daha koyu bir hal almıştı. İlk defa bir koyuluk Miraç'a bu kadar yakışmadı. Oysa Miraç'ın gözlerine ne çok yakışıyordu. Başımı kaldırmaya çalışıyordu ancak ona inat gözlerim kana bulanmış göğsünden ayrılmıyordu.
"Miraç..." Ağlamaklı çıkan sesim öyle korku içindeydi ki, korkunun sebebini o an çözemedim. Uğultular duyuyordum bahçede, silah sesinden kaçışan insanların sesi olsa gerek. Oysa burada yaralı bir adam vardı.
"Miraç, sen..." Bir hıçkırık koptu dudaklarımın arasından.
"Bakma güzelim. Bakma..." Çeneme baskı uygulayarak zorlukla gözlerimi kendine doğru çevirdi. Gözleri baygın bakıyor olmasına rağmen beni düşünüyor, onun bu halini görmemi engelliyordu.
"Vu- vurulmuşsun." Elini çenemden ayırarak yarasının üzerine yerleştirdiğinde canı yanmışcasına yüzünü buruşturdu. Titreyen elimi hızla elinin üzerine koydum, sanki acısını alabilecekmiş gibi.
Etrafı görmüyordu gözüm. Şokun sebebi olsa gerek nerde olduğumuzu bile unuttuğum bir an da kalbim öyle acılarla kasılıyordu ki, kanayan onun yarası değil sanki yüreğimdi. Biraz daha sokularak yanına yaklaştığımda gözlerinin bir an kapandığını gördüm. Korkuyla hıçkırarak ağlamaya başlarken, ne yapacağımı bilemiyordum. Yapabildiğim tek şey ismini sayıklamaktı.
Kendini daha fazla tutamadı. Geriye doğru devrileceği zaman hızla başını tutarak koca cüssesini kucağıma doğru çektim. Bir elim başına sarılmış onu göğsümde sıkıca tutarken, diğer elim yarası üzerindeydi. İkimizin eli kana bulanmışken, bu koyu ıslaklıktan nefret ettim. Gözyaşlarımdan görüş açım bulanıklaşmıştı, umursamadan daha çok çektim onu kucağıma.
"Miraç,"dedim ağlayarak. "Ne olur kapatma gözlerini!" Sesimi duymuş gibi zorlukla kıpraştırarak açtı ve kısık bakışları arasından yüzüme bakmaya zorladı kendini.
"Ağlama,"diye fısıldadı nefes almakta zorluk yaşarken.
Daha dakikalar önce o uğursuz kelimeden bahsederken, nasıl da kızmıştım ona. Şimdi o kelimenin cat kapı bizi bulması ne çabuk olmuştu. Göğsüne isabet almış kurşunların acısı benim yüzümdendi. Önüme geçmeseydi eğer böyle acı içinde kalan ben olacaktım. Derin bir nefes almaya çalıştı ancak başaramadı, bunun yan etkisiyle öksürmeye başlarken, dudakları arasından kayıp gitmeye başlayan lanetli lekeyi görmek daha çok sesli ağlamamı sağladı. Ağzından kan geliyordu!
"Yardım edin!"diye çığlık çığlığa bağırmaya başladım. Hastane bahçesinde neden kimse yardıma koşmuyordu! "Doktor!! Yardım edin, kimse yok mu?!!"
"A... Ağlama." Zorlukla konuşuyordu ve arada bir gözleri kapanıp saniyeler sonra tekrar açılıyordu. Gözlerinin kapanmak için direttiğini ve onun zorla açmaya çalıştığını görebiliyordum. "Sa-sakın ağlama..." Bir an dudaklarında bir kıpırtı oldu sanki, ancak benim gözlerim sahiplendiğim kara gözlerinde çakılıp kalmıştı. "A-ayrıca,"diye mırıldanırken hafifçe öksürdüğünde yüzü buruştu çektiği acıdan.
"Etek... Çok yakışmış..."
"Beni bırakma."diye konuştum söylediklerini duymadan. Gözyaşlarımın arasından ona bakmak zor oluyordu ancak durduramıyordum. "Beni yalnız bırakma. Lütfen... Yoksa arkandan gelirim, yemin olsun gelirim." Baygın bakan gözlerini daha fazla açık tutamadı, ağırca kapandı kara irisleri. Açması için yaralı göğsüne yaslı elimi yüzüne yerleştirerek hafifçe sarstım.
"Miraç!" Dedim beni duyması için sesimi yükselterek. "Beni bırakamazsın, duyuyor musun beni?! Aç lütfen gözlerini! Miraç!" Ağlayarak yüzünü sarsmama rağmen bir daha açılmadı o koyu gözleri. Kucağıma düştü kaldı öylece başı. "Benim senden başka kimsem yok! Sen de bırakma beni..."
"Miraç!!"
Bırakmaz ki o beni. Yorgun düşmüştür. Acı çekmiyordur. Kaç gündür yanında ben yokum diye uyumadığı için dayanamadı kapadı gözlerini. Yoksa kapatır mıydı öylece? Gidemezdi ki bir yere. Gittiğim yere benimle geliyorsun demişti. Hayalinle yaşıyorum diyen bir adam, beni bırakmazdı ki? Birazdan uyanır ve ben ne zaman uyudum diye söylenirdi kendi kendine biliyorum. Kendine kızar, sonra bana kızar. Neden ağladığımı sorgular. Safım ya ben, ona bir şey olduğunu sanmışımdır. Alay eder benimle. Açardı şimdi gözlerini. Bırakmazdı bir kez olsun elimi. Beraber kalkacağız demişti. Beraber çıkacağız bu cehennem çukurundan demişti. Şimdi beni yalnız bırakmazdı ki.
"Açsana Miraç gözlerini... Evimize gidelim, orada uyu. Söz gitmiyeceğim bir yere, beraber uyuruz. Bu- Burası çok soğuk hasta olursun... Evimize gidelim. Sen kalkalım diyene kadar da kalkmayız söz veriyorum..." Yanaklarımı kanlı elimde kurulamaya çalışırken, daha çok berbat ettiğimi bilmeden ağlamaya devam ediyordum. "Hadi Miraç... Aç gözlerini..."
Ne kadar seslendim ona bilmiyorum ama duymadı bu kez beni. Oysa ona her seslendiğimde duyardı, hissederdi beni. Teni beyazlaşmış, solgun gözüküyordu. Yorgunluktan göz altları morarmış, dağınıktı saçları. Kanlı elimde bulunan uğursuz izi silmek için beyaz kazağıma silerek temizledim ve dokunmaya korkar bir hâlde yüzünü okşadım. Tâ ki doktor ve bazı hemşirelerin onu elimden almaya gelene dek. Sedyeye aldıklarında bile elim elini bırakmadı. O iri, sıcacık avuçları şimdi buz kesmişti. Sürekli sarıp sarmalardı parmaklarımı, sıkıcana tutar ve bırakmak istemezdi. Şimdi ben tutuyorum, o tutmuyor elimi.
Yıkılmaz dediğim gücü, alınmıştı sanki elinden...
* * *
BÖLÜM SONU...
Nasıl buldunuz bölümü? Yorumlarınızı ve oylarınızı bekliyorum ♡♡
Son olarak RAMAZAN BAYRAMINIZ Şimdiden Kutlu Olsun ve sevdiklerinizle nice bayramların mutlu geçmesi dileğiyle Allah'a emanet olun♡♡
Sol alt köşede "⭐" yıldıza basmayı unutmayın bende sizin için bırakıyorum şuraya ⭐⭐⭐⭐⭐
♡♡SEVİLİYORSUNUZ♡♡
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro