Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

51. BÖLÜM


Sonunda geldimmmm hiç uzatmadan bölümle baş başa bırakıyorum sizi
BOL YORUM VE VOTE istiyorum arkadaşlar. Unutmayın onlar benim ilham kaynağım♡♡

Bölüm Müziği; Soner Avcu / Yalnızlıklar (Dinleyerek okumanızı öneririm♡)

****

Bir Parça Mutluluk Vaadiyle Dokundum Parmaklarına. Elim Kana Bulandığında Anladım, Dokunduğum Dikenli Bir Gül'den İbaretmiş.


Aslında olay şu; Olduğunu sandığın kişinin aslında hiç var olmaması. Ayna bile yalan söylemişken, kırıp dökmek ne fayda...

Sahi, aynalar yalan söyler mi? Dalıp gittiğin kendi suretinde ufacık bir kıpraşım aynada sergilenir mi? Sanırım delirme aşamasından bir kat daha seviye atladım. Yüreğimin yangınına ortak olan bir acı tüm bedenimi kasıp kavururken düşündüğüm tek şey aynaların yalan söyleyip söylememesi ne kadar ironi değil mi? Peki, acının miktarı var mı? Bir ağırlığı. Bir dozu var mıdır bilemem ama şu an hissettiğim şeyi, yahut uyuşmuş bedenimin ruhuma gönderdiği acı sinyallerin ne kadar bir ağırlıkta olduğunu zihnim tartamaz durumdaydı.

Yutkunmaya çalıştım, başaramadım. Kırmızı bir alarm çalıyordu beynimde, zonklarcasına sızlatan. Zihnim red cevabıyla yanıp sönüyordu.

Koca bir yumru oturmuştu mideme ve rahatsız ederek yukarıya doğru çalkalanan yakıcı bir şeyler vardı. İstemsiz dolu dolu olan gözlerim bir müddet etrafta dolaştı. Bulanıklaşan bakış açımın ardından bir kaç adım geriye doğru sendeleyerek duvara tutunduğumda düşmekten son an da kurtulmuştum. Almaya çalıştığım soluklar ciğerlerime yetersiz geliyordu. Kasılıp kalan bedenimde yoğunlaşan duygular yüreğimin damarlarından bir bir kaçarak zihnime akın ediyor ve bu beynimde inanılmaz bir sarsıntı yaratıyordu.

Onların bir şeyler daha konuştuklarını duyar gibiydim ancak boğuk gelen sesler çınlama eşliğinde kulaklarıma doluşuyordu. Nefes alma ihtiyacı ile tutuşup kaldığım dakikalar içinde çaresizliğin kitabını yazar oldum. Adım atacak gücü kendimde bulamamıştım. Zihnimi kurcalayan bir çok soru peşi sıra hızla etrafımı sarmış ve ben, o süre zarfında ben olduğumu unutur oldum. Bu ne acıydı böyle? Tarifi, bir benzeri yok. Tir tir titreyen elim usulca kalbimin üzerine yerleşti. Yanaklarımın ıslandığını hissedebiliyordum. Süzülen bir lav ateşi gibi göz pınarlarımdan aşağı kayarken, o ateşin merkezi yüreğimin yanardağından kaynaklıydı.

İki seçenek dizildi önüme. Titreyen dudaklarımı birbirine bastırarak terasa doğru puslu bakışlarımın arkasından bakmaya çalıştım. Oraya gidip hesap sormak geliyordu içimden. Bağırıp çağırmak, hakaretler savurmak. Yalan diye haykırmak. Koyulmuş olduğum aptallığı bir bir yüzlerine vurmak. Belki de, Miraç'a bir tokat atmak...

Diğer seçenek ise. Bir kez daha yutkunmaya çalıştım ve yaslandığım duvardan zangır zangır titreyen bedenimi zorlukla ayırarak merdivenlere doğru ilerledim. Yine yapıyordum, yine kaçıyordum. Ancak o an öyle bir belirsizlik içerisindeydim ki yapmam gereken tek şeyin bu olduğuna inanıyordum. Sonradan bedelini ağır ödeyeceğimi bilmeden uzaklaşmaya başladım. Attığım her adımda düşme tehlikesi ile karşı karşıya kaldığım basamaklardan teker teker inerken, kendi zihnime açtığım savaşta yenilginin verdiği bir umutsuzluk doğdu.

Güneşim söndü. Tüm dünyam karanlık bir çarşafa sarıldı. Düştü yıldızlarım tek tek. Bulutlar kayboldu.

Bu kadar kolay olmamalıydı. Tek bir kelime benim hayatımı yerle bir ederek yıkmamalıydı. Ben bunu hak edecek hiçbir şey yapmadım ki. Mutluluk bu kadar mıydı? Düştüğüm gaflet çukurundan kurtulmayı planlarken, oysa paramparça olmuş bir bedenle o çukurun çamuruna gömüldüm. Ruhunu yitiren bir bedenden farksız nereye gideceğimi bilmeden öylece sürükleniyordum. Bu kadar kolay mı?
Korkuluklara tutunarak son basamağı da indiğimde kolumda bir el hissettim.

"Sen, iyi misin?" Başımı kaldırıp kolumu tutan elin sahibine baktığımda kaşlarım çatıldı. "Neden ağlıyorsun?" Diye sordu bir şeyleri çözmeye çalışan bir ifadeyle.

"Sana ne?!" Dişlerimin arasından tıslayarak kolumu sertçe elinden kurtardım. Meral, bir an duraksadı ve ne halde olduğunu bilmediğim yüzümü inceledi.

"İyi görünmüyorsun." Gözyaşları içerisinde dalga geçerek güldüm ve şuursuzca başımı iki yana salladım. Tüm bedenim anlamsızca titriyordu ama üşümüyor, aksine alev topu yutmuş gibi yanıyor ve terliyordum. Onu geride bırakarak çıkışa doğru bir adım attım ancak önüme geçmesi ile tekrar durmak zorunda kaldım.

"Nereye gidiyorsun, yardım edeyim."

"Defol."dedim boğuklaşan bir sesle zorlukla konuşarak. "Defolun. Hepiniz. Hayatımdan Defolun."

"Öğrendin değil mi?"dedi birden tüm olanlara uydurduğu bir kılıfla başını sallayarak. Titreyen elimi kaldırarak susturdum onu.

"Çekil."dedim tekrar yanından geçmeye çalışırken.

"İyi görünmüyorsun. Abimi bekle ya da nereye gidiyorsan ben yardımcı olayım."

"Lavaboya gidiyorum oldu mu?" Dişlerimi birbirine bastırarak zorlukla derin bir nefes aldım. Boğulacak gibi hissettiğim zamanda elim boynumdan enseme doğru kaydı. "Beni yalnız bırak."

Engel olmasına fırsat vermeden hızla yanından uzaklaştım ve kapıdan çıkarak koridora adım attım. Gözlerim lovaboya doğru giden dar koridoru inceledi ancak temiz hava alma ihtiyacı daha baskın olduğunda kendimi dışarı bahçeye attım.

Dışarı çıktığım an öyle bir nefes aldım ki, tüm hava yetersiz gelecekmiş gibiydi, ya da aldığım son nefesmiş gibi. Derin ve sesli. Buradan uzaklaşmak, yok olup gitmek istiyordum. Ancak henüz attığım birkaç adım sonrasında daha fazla ayakta kalamayan bedenim ileride ağaçların yakınında bulunan bir bank üzerine çöktü. Dışarının ne denli soğuk olduğunu bilmiyordum ancak etrafta uçuşan yapraklardan hafif rüzgârlı olduğunu anladım. Çünkü bedenim hissetmiyordu. Çünkü bedenimin hissetiği yoğun duygu, diğer tüm duyguları elemişti.

Düşünmek bile can yakıyordu. Duyduğum cümleden sonra harap olan ruhumun nereye saklandığını bulamıyordum. Kaçıp gitmişti. Korkudan mı, yoksa aldığı o can yakıcı darbenin etkisinden mi bilinmez. O darbe öyle büyüktü ki, şimdiye kadar yaşadığım tüm acıların üzerinde tepindi adeta. Bir hayalkırıklığı kalbimin orta yerine kanata kanata kurulduğunda kendimi daha fazla tutamadan hıçkırarak ağlamaya başladım.

Gerçekliğin aynaya tutulduğunu ve o aynanın beni yansıttığını gördüm. Güven duyduğum, sadakatine boyun eğdiğim kişinin beni o aynanın cam kırıklarıyla yaralamasıydı böylesine acıtan. Diğer taraftan düşünmemi gerektiren gerçeklerin hiç biri umurunda değildi. Ne lanet bir kan bağı, ne de kimliğimin sahteliği. Belki de yaşadığım karmaşadan doğru dürüst düşünemiyorum bilmiyorum ama ben düşünmek istemiyorum. Ne olurdu sanki onları duymasaydım? Bu acıyı yaşamak istemiyorum. Gerçekleri bilmek istemiyorum. Canım yanıyor, hem de çok. Biri sanki esaslı bir yumruk atmıştı göğsümün tam ortasına ve soluklarım kesiliyordu. Öyle içli ve sesli ağlıyordum ki nefes almaya zamanım yetmiyor gibiydi.

Oturduğum bank üzerinde dizlerime doğru eğilmiş soluksuz kala kala ağlarken, yanımda hissettiğim bir hareketlilik ile hızla doğrularak hafifçe geri çekildim. Gördüğüm bedenin yaşla bulanmış gözlerimin bir oyunu olduğunu düşündüm bir an, ya da saçma safan bir hayal. Ancak yanaklarımı elimin tersiyle kurulayarak birkaç defa gözlerimi kırpıştırdığımda gerçekten Ragip'in hemen yanımda oturduğunu gördüm. Elini cebine atarak bir mendil çıkardı ve bana doğru uzattı.

"İstemiyorum."diye mırıldandım ağlamaktan kısılan sesimle. Bir iç çekişle birlikte biraz daha yana kayarak ondan uzaklaştım.

"Öğrenmişsin."dediğinde ifadesiz suretine tekrar döndüm. Mendili cebine tekrar attı ve gözlerini yüzüme dikerek bir süre dağıldığına emin olduğum yüzümü inceledi.

"Sen, biliyor muydun?"

"Evet." diyerek umursamazca kestirip attı sorduğum soruyu. Sanırım bir tek benim haberim yoktu. Bu bilgi gözlerimi tekrar doldurduğunda onun yanında ağlamamak için dudaklarımı birbirine bastırdım. Başkalarının yanında ağlamaktan nefret ediyordum.

"Miraç'a kızma, o da yeni öğrendi." Kollarımı vücuduma dolayarak önüme döndüm. Ne zaman öğrendiği umrumda değil. Öğrendiği an bana söylemeliydi. Hem Ragip, kim oluyordu ki bana akıl vermeye kalkıyordu?

"Ben... Bir hata yaptım,"dedi birden. Kulağım ona yönelik olsa da boşalmış duygularımın verdiği durgunlukla öylece taşlı zemine bakıyordum. "Affedilmesi büyük bir hata... Dönüşü olmayan yolların ızdırabı büyük olurmuş. İnan bunu benden iyi kimse bilemez."

"Yanlız bırakır mısın beni?"dedim boş bir sesle. Neyden bahsettiğini bile tam olarak anlamazken ve beynim bu kadar doluyken fazlasını kaldıracak, anlam üretecek yeti bulunmuyordu bende. Kırıcı olup olmamam şu anda umurumda bile değildi.

"Kendini bu kadar yıpratma. Akışına bırakmayı dene."dediğinde başımı çevirip ona baktım. Farklı bakıyordu. Sanki... Sanki gözlerinde bir anlayış, merhamet gizliydi. Belki de zihnimin bir garip oyununa geliyordum, bilemedim.

"Ne akışından bahsediyorsun?! Hem sen ne zamandan beri biliyorsun?" Benim Ömür olduğumu? Diye devam edemedim. Aklıma gelenlerle kaşlarım olabildiğince daha fazla çatıldı. İlk günlerde nasıl da itip duruyordu, etimi koparırcasına kolumdan çekiştiriyordu. Şimdi ise aradaki farkları saymaya kalksam bitmezdi. İşte bundan nefret ettim.

Beni ben olduğum için değil, onun yada bunun kızı olduğum için duygularını hareket ettiriyorlardı. Ekrem'in kızı Zeliha vardı bir köşede harap olan. Bir de şimdi... Kahretsin! Ben şimdi Kenan amcanın kızı mı...

"İnşaatın tepesine çıktığın gün. Senin aslında Kenan amcanın kızı, Ömür olduğunu öğrendik. O gün, ben de oradaydım." Öfke damarlarımda gezip zihnime doğru basınçlı bir yol izlediğinde öyle bir bakış attım ki gözlerimin etrafında acı hissettim. Gözyaşlarım tamamen kesintiye uğradı ve bu kez yerini, kırıklığın üzerini sinir aldı.

"Miraç'a, hastaneye yakın olan inşaatta bulunduğunu ben haber verdim. Tıpkı kaçırıldığınızda Meral'in size ulaşmasında payım olduğu gibi. Orada olduğunuzdan emin olmak için, o gün Meral kendini feda etti." Soğuk bir gülmenin ardından başını iki yana salladı. "Hoş isteseydi, oradaki adamları indirmesi saniyelerini almazdı. Yapmadığı şey değil."

"Sen..."derken zorlukla ayağa kalkarak karşına dikildiğimde benimle birlikte o da ayağa kalkarak ellerini ceblerine yerleştirdi. Ödün vermediği rahatlığı ve sakinliği devrelerimi yakacak cinstendi.
"Ne saçmalıyorsun?" O an, şok edici bir gerçek ile birlikte beynimde bir sarsıntı meydana geldi. Yaşadığım ve farkına vardığım şeyin ardından yüzüm acıyla buruştu. "O yüzden, bana olan davranışların birden değişti."

Başını çevirerek bir yere doğru baktığında gözlerim baktığı yere çevrildi. Terasa olan bakışlarından ayrı orada kimsenin olmamasıyla mekanın kapısına başımı çevirdim. Miraç'ın birazdan beni arayacağını biliyordum. Soğuktan olsa gerek dışarıda bizden başka kimsenin bulunmadığı etrafı kısa bir inceleme turundan sonra Ragip'e baktım. İfadesi yoksun gözlerini üzerime dikmiş durumda benden bir atak bekliyordu. Belki ona ne kadar iğrenç bir adam olduğunu haykırmamı, tartaklayıp bana yaptıklarını yüzüne vurmamı bekliyordu.

Ağladığımdan mı bilinmez çözemedim bir boşluk yüreğime oturduğunda tüm bedenim bitkin bir ruh ile çöktü. Ben bu yükün altından nasıl kalkacağım? Paramparça olmuş gibiyim. Her uvzum farklı yerlere atılmış, darmadağın, toparlanmam imkansızdı bundan sonra. Biliyorum, çünkü kendimi tanıyorum. Elimden koparılan bir oyuncağın ardından yerdeki çakıl taşlarının üzerine çöküp bağırarak ağlama hissiyle doluydum.

Yüreğim buruk, hayallerim yıkık. Üç güne kalmaz öleceğini bilen bir hasta gibi, tüm umutlarımın sökülüp alındığını hissediyordum. Yoğunlukla dolan midem düğüm düğüm olduğunda gözlerim tekrar doldu.

"Miraç... O ne zamandan beri biliyor." Kısık bir sesle kurduğum cümlem öylesine acılıydı ki, benzerlik uyduracak bir şey bulamıyordum. Sorsanız, içinde ki yalvarışımı duyduğunuzda hissettiklerinizdir o benzerlik derdim.

"Bir kaç gündür."

"Ne zaman."diye direttim dişlerimi sıkarak.

"Ne farkeder? Ha şimdi, ha aylar önce."

"Ne zaman."dedim tekrar son kez sorduğumu beyan eden bir bakışla. Sesli bir soluk vererek elleriyle yüzünü sıvazladı.

"Ekrem'in öldüğü gün."dediğinde daha ne kadar yıkılacağımı bilemedim.

Sessiz bir göz yaşı daha düştü sol yanağımdan aşığı kayarak. Duyduğum her cümle zihnimde dolanarak tur atıyor ve beni dipsiz bir çukura çekiyordu. Başım döndü. Ayakta duramayacağımı hissettiğim an geriye doğru sendelediğimde Ragip hızla kolumu tuttu. Miraç, bana geldiği gün öğrenmişti demek. O günü anımsayarak sessizce ağlarken ruhumun bir uçurum kenarında haykırarak bu kadarının yettiğini söylüyordu. Kolayca çekip gittiği eve, umudumu yitirdiğim an çıkıp gelmesiydi bana böylesine ızdırap çektiren.

"Bak, seni teselli edecek tek kelime edemem. Ama toparla kendini, en azından ailen tarafından bak olaya. Babanın kim olduğunu, abi-"

"Ne diyorsun sen be!" Kolumu hızla elinden kurtararak gözyaşlarına bulanan öfkeli bakışlarımı ona yönelttim. "Kimmiş benim ailem! Karısının odasının önünden geçmeme bile izin vermeyen adam mı benim babam?! Yoksa geldiği ilk gün beni hastanelik eden mi abim?! Kim benim ailem?" Çıldırmanın sınırında dolandığım anlarda ellerim saçlarımın diplerine yerleşerek işkencelere maruz bıraktı. Tırnaklarım saç diplerimi eşeliyorken, soluk soluğa kalmış bir halde geriye doğru birkaç adım attım.

Ragip dudaklarını aralayarak tekrar konuşacağı vakit duyduğumuz seslerle birlikte duraksayarak ikimizde davetin bulunduğu mekanın kapısına doğru baktık. Alarm sinyalini aratmayan bir ses etrafı kuşatmasına karşın çığlık çığlığa içeriden dışarı akın eden insanların her bir ağızdan haykırdığı sesi anlamakta zorluk çekerken, Ragip dudaklarının arasından bir küfür savurdu.

"Yangın..." Hızla yanımdan uzaklaşırken en son duyduğum, "Meral..." diyerek sayıkladığı oldu. Koşarak insanların arasından içeriye girip gözden kaybolduğunda öylece kalakaldım.

İnsanlar içeriden koşarak çıkarken, onun hiç düşünmeden içeri dalmasından ayrı düşündüğüm şey yüreğime oturan boşluğun bir anda korkuyla dolmasıydı. Miraç içerideydi. Herkes dışarı doluşurken Miraç içerideydi. Lanet olsun! Peki ben neden Ragip gibi olamıyor içeri koşmuyordum? Gözlerim irileşmiş öylece donup kaldığım yerde kapıya bakarken, tıkanan soluğumun damarlarıma nüksettiği bir kriz son demlerini tadıyordu. O kriz damarlarımı yokluyor, dışarı çıkmak için duvarlara yumruklarını indiriyordu.

Öleceğimi düşündüğüm o an, içeriden çıkanlarla almaya çalıştığım soluğum derince ciğerlerime doluştuğunu hissettim. Tanıdık tanımadık herkes çıkmıştı ancak o mekandan en son çıkan Miraç oldu. Soluk soluğa kalmış, hızla kendini dışarı attığında gözlerini bile kırpmadan endişeyle kaplanmış koyu hareleri etraftaki insanları inceledi.

"Zeliş nerde?!"diye bağırdığını duydum. Aramızda çok mesafe yoktu ancak insanların bir arada olması beni gizli kılmıştı.

Tüm insanların birbirine sarılarak iyi olup olmadıklarını sorduğu saniyelerde Miraç öfkeyle tekrar bağırdı ismimi. Toplanan insanların ötesinde ağaçlarla kaplı alanda kaldığımdan beni göremedi. Gözlerim kısa bir an Ragip'e kaydı. Onun gözleri ise az önce dışarıya çıkardığı Meral'in üzerinde dolanıyordu, Meral'in bakışları babasının üzerinde olduğundan üzerinde bulunan bakışları fark edemedi ancak Miraç'ın bağırtısıyla herkesin gözü ona çevrildi.

"Zeliş!"

Karşısına geçip, 'Ömür demen gerekiyor,' diye uyarmak istedim. Gelmedi içimden. Tek bir adım atmak, 'buradayım,' deme gücünü bulamadım kendimde.

"Abi,"dedi Meral karşına geçtiğinde. "En son lavaboya gidiyordu. İyi değildi." Demeye kalmadan tanımadığım birinden bir ses yükseldi. Sanırım güvenliklerden biriydi.

"Yangın lavabonun yanında bulunan depodan çıktı. Orası şu an duman altında."

O an Miraç'ın gözlerinde öyle bir duygu geçti ki bulunduğum yerde ateşle harmanlanan kara irisleri gördüm. Bir an bile düşünmeden içeriye tekrar koşmaya başladı. Tamam dedim kendi kendime. Bu kadar yeter. Git şu adamı durdur. Düşüncelerimi duymuşcasına Ragip'in bakışları bana döndü. Kaşları çatık, neden yerimde öylece durduğumu çözmekle uğraşmadan ani bir atakla Miraç'a yöneldi ve önünü keserek kollarıyla onu durdurdu. Titreyen bedenim yaşadığı şoklardan ne yapacağını bilemez halde suskunluğuna gömülmüşken, ruhum düştüğü çukurda üzerine toprak atılmasını bekliyordu. Derin ve titrek bir soluk alarak sarsak adımlarla onlara doğru adımlamaya başladım.

"Abi dur!"

"Çekil lan önümden!! Bırak lan sende!"diyerek Ragip'i itiyorken, kendisini tutmaya çalışan bir başka adamdan kurtulmaya çalıştı. "Lan bıraksana! Zeliş içerde p*ç herif, bırak beni!"

"Abi sakin ol!"

"Sakinliğini s*keyim!! Çekilin dedim!... Zeliş!!"

Yakınlaştıkça farkettiğim kara gözlerinde oluşan endişe ve korkunun izi bir cam kırığıyla çizilerek yüreğime ulaştı. Yaşadığı acıyı gözlerinde okumak bu kadar kolay olacağını bilemezdim. Kim içindi bu hisler? Karısı için mi? Yoksa... Ağır adımlarla insanların arasından çıkıp karşına geçtiğimde nefes nefese kalan bedeni beni görünce duraksadı.

"Zeliş,"diye fısıldadığını dudak kıpraşmasından anladım. İsmimden nefret ettiğim şu zaman diliminde duyduğum telaffuz gözlerimi mümkünmüş gibi tekrar doldurdu. Kendisini tutmaya çalışan adamların kıskaçlarından kurtularak hızla yanıma gelirken, koyu gözleri üzerimi süzüyor tahminimce hasar tespiti yaparak gözlerime ulaştı.

"İyisin."diyerek beklemediğim bir atakta bulundu ve kollarını bedenime sararak beni geniş ve sıcak göğsüne aldı. Sıkı kollarının arasında kaldığımda derin nefeslerin arasından kokumu içine çektiğini yükselen göğsünden anlıyordum.

"Korkuttun beni güzelim, içeride kaldın sandım..." Fısıltılı sesiyle birlikte başımın üzerine saçlarıma, şakağıma dudaklarını bastırıp duruyordu.

Soluğumu tuttuğumu farkettim. İlk defa kokusunu ciğerlerim red etti. Ellerim iki yanımda boşlukta sallanırken, ona sarılmadığımdan olsa gerek ters giden bir şeylerin olduğunu anlayarak gerilen bedeniyle geri çekildi. İri parmaklarını çevreleyen ellerinden birini çenemin altına yerleştirdi ve başımı yüz hizasında kaldırarak çatılmış kaşlarının altından yüzümü inceledi.

"Neyin var?"diye sordu. Az önceki kısacık bir an rastladığım endişe duygusu gerisin geri yıkılmıştı kafesine. Şu an sadece beni çözmeye çalışıyordu. "Ağladın mı sen? Biri bir şey mi yaptı?"

Bir eli çenemin ucunda duruyorken, boştaki elinin tersini yanağımda dolaştırdı. Anlamıştı bir şeyler olduğunu ama nedenini çözemiyordu. Umurumda değildi ki, şu an avucumda bir kaşıntı dolaşıyordu ve patlatacak yer arıyordum. Gözlerini inceledim o süre zarfında. Bana yalanlarla bakan bakışlarında bir gerçeklik aradım.

"Titriyorsun." Üzerinde bulunan ceketi hızla çıkararak çıplak omuzlarımı örttüğünde bile titremem durmuyordu.

Kasılmış vücuduna bedenimi yaslayarak ısıtmaya çalıştığında istemsiz dudaklarım aralandı ancak konuşacak takati kendimde bulamadan usulca bir soluk çektim içime kokusunu alarak. Dakikalar önce ağlayacak kadar dolu olan bedenimin şu an buzul bir okyanusun dibinde yapayalnız kalarak soğukluğa maruz bırakılmış gibi hissediyordum. Dengesizliğin kılıf uydurmuş ruhumu mezarlıkta aradım ve onu boş bir mezar dibinde bulduğumda bedenim buralardan uçup gitti.

Kanımın derimin altında pıhtılaştığını, ölümün zihnime ulaştığı ve duygularımın geçmişimle birlikte önümde dikilerek bana aptal muamelesi çektiğini görmezden gelmek kolay değildi. Bununla birlikte kolay olmayan bir şey daha vardı.

Alışkanlıklardan vaz geçmek.
Ondan geçmek...

* * *

Kaderime çizilen belirsizlik bir kez daha beni beltaraf etmişti. Bu kez ağır bir darbeye yenik düşmüş, ruhumun pes edişine şahit olmuştum. Güçlü biri değildim. Hiç bir zaman da olmadım. Pasif bedenin korkak bir ruhunu taşıyordum. Hâlâ da öyle.

Gitmekten korktum, kalmaktan korktum, kaçmaktan, yıkılmaktan ve hatta acı çekmekten korktum. Başıma gelen tüm şeylerin üzerimde yogunlaştırdığı hislerin altında biraz daha ezildim. Hani olur ya, acı çektikçe güçlenirsin derler. Öyle değilmişim ben ve ne yazık ki bunu yaşayarak öğrenmem benim korkularıma olan boyun eğişimden kaynaklıydı. Biliyorum ki, o boyun hiç bir zaman diklenmeyecekti. Çünkü her defasında beni yıkacak birileri hayatımda olacaktı. Bunun bilincinde olduğumu farkettiğimde korkularımın karşısında sıkışıp kaldım.

Mekandan ne zaman ayrıldığımızı, neler olduğunu hatırlayacak bir zihine sahip değildim şu an. Miraç'ın kolları arasında itfaiyenin geldiğini kapalı gözlerimin birkaç saniye aralandığı süre zarfında görmüştüm. Öyle ki etraftaki uğultuların sebebini, yahut ne anlam ifade ettiklerini çözecek durumda değildim.

Gözlerim usulca akıp giden yolu incelerken, aldığım nefesimin ciğerlerime yetmediği hissiyle yanımdaki pencerenin açma düğmesine basarak camı sonuna kadar indirdim ve yüzüme akın eden rüzgar ile derin bir soluk aldım. Ancak yine yeterli olmadı. Düşüncelerimin yoğunluğundan olsa gerek baş ağrısı gitgide artarak rahatsızlık verdiğinde parmaklarımla şakaklarımı ovaladım. Ağrıya eşlik eden soluksuzluk yaşadığım acının bilinmez krizini tetikliyor gibiydi. Kendimi pimi çekilmiş bir bomba gibi hissediyordum, patlamaya hazır bir bomba. İyi değildim.

"Zeliş, neler oluyor?"diye sordu Miraç en sonunda tekrar sesini duyurarak.

Eve doğru gidiyorduk ve arabaya bindiğimiz andan itibaren soru sormayı kesen Miraç, şimdi tekrardan başlamıştı. Orada beni kollarına hapsetmesinden bir süre sonra yangının sönmesi ve kimseye bir zarar gelmediğini öğrendikten sonra, eve gitme teklifini önüme sunduğunda sadece başımı sallayarak onu onaylamıştım. Eve kadar dayanabileceğimi düşünüyordum ama üzerimde bulunan Miraç'ın ceketine rağmen titremem durmuyor, damarlarım zonkluyordu adeta.

"Yüzün kireç gibi. Konuşmuyorsun, anlatmıyorsun. Bak orada biri bir şey yaptıysa, ya da canını sıkacak bir şey söylediyse eğer-"

"Durdur arabayı." Duraksayarak koyulaşmış gözlerini kısa bir an yoldan alarak üzerime çevirdi.

"Zeliş,"devam etmesine müsaade etmeden sinirle bağırdım. "Durdur şu arabayı!"

Gözlerinden geçen ufak bir afallamanın ardından iki tarafı ağaçlarla kaplı yol üzerinde arabayı durdurduğunda kendimi hızla dışarı attım. Kilometrelerce maraton koşmuş gibi soluk soluğa ciğerlerime hava solurken, alnımda oluşan soğuk terler üzerimdeki ceketi çıkartmam için ruhuma baskı uyguluyordu. Benim ardımdan onunda arabadan indiğini göz ucuyla görsem de ona bakmadan birkaç adım ileriye doğru atarak başımı ellerimin arasına aldım.

"Neyin var?" Sesinde yansıyan sabırsızlık ufak ufak uyarı niteliğini taşıyordu. Bu hâlim ona garip geliyor.

"Bir şey olmuş, söyle. Zeliş,"dediği an patlayan volkan misali hızla ona döndüm.

"Bana Zeliş deyip durma!"diye bağırdığımda koyu gözleri kısıldı. "Aptal yerine koyduğun yetmezmiş gibi bana sürekli Zeliş deyip durma!" Gözyaşlarım tekrar akmaya başladığında hayalkırıklığı ile çevreleyen bakışlarımı ona diktim. "Yeter..."

Tüm bu olanlara dayanabilecek gücü artık kendimde bulamıyordum. Bu kez çok fena düşmüştüm. Onun bile elimi tutup düştüğüm bataklıktan beni çekip alacağına dair hiçbir umudum kalmadı. Dişlerini sıktığını belirginleşen çene kemiğinden anlarken, gözlerinin gittikçe daha koyu bir hâl aldığını gördüm buğulu bakışlarım ardından. O koyu gözleri üzerime çöken karanlıktan daha zifiri olamazdı ya? Bir hıçkırık koptu dudaklarımın arasından. Bunu ona konduramaz bir ifadeyle başımı iki yana salladım.

"Nasıl yapabildin?" Kaşları çatıldı. Suskunluğuna gömülmüşken bana doğru bir adım atacağı vakit elimi kaldırarak onu durdurdum. "Ben bu günü böyle hayal etmedim. Ben bugünün hayatımı tepetaklak edeceğini bilseydim eğer, gelir miydim seninle..." Bir an duraksadı ve o an içerisinde bir çığ gibi düşen duygular bakışlarına aktı.

"Öğrendin..."diye fısıldadığını duyduğumda gözyaşlarımın arasında kahve gözlerimi onun kızarmaya başlayan koyu gözlerine çevirdim.

"Öğrendim!"diye bağırdım. "Evet öğrendim! Günlerdir benden sakladığın gerçekleri öğrendim! Nasıl saklarsın böyle bir şeyi benden Miraç sen? Bana nasıl söylemezsin?!"

"Özür dilerim..." dedi sertçe yutkunarak. Diyebileceği tek şey bu gibi omuzları düşük mırıldandığında delirecek gibi oldum. Sinirle ona sırtımı dönerek nereye gittiğimi bilmeden ilerlemeye başladım.

"Dur."dedi arkamdan geldiğini belirten adım seslerini duyarken. "Zeliş dur dedim."

Asfalt üzerinde attığım adımlar öyle dengesizdi ki her an dizlerim üzerine düşüp kalacak gibi sarsak ilerliyordum. Bu da yetmezmiş gibi, sonu yokmuş gibi sürekli akan gözyaşlarım bana hiç yardımcı olmuyor aksine tüm sinirimi şaha kaldırıyordu. Öfkeyle elimin tersini yanaklarıma atarak kurularken kolumdan tutulup geriye çevrildim.

"Nereye gidiyorsun?"

"Bırak!" Sertçe kolumu elinden çekip kurtardığımda gözlerini sımsıkı kapatarak sesli bir soluk verdi ve tekrar açtı.

"Sakince gidelim evimize. Konuşalım."

"Konuşacak hiçbir şey kalmadı."dedim dişlerimin arasından. Bir kez daha istemsiz akan göz yaşımı elimin tersiyle kurulayarak.

"Ne sanıyorsun?"dediğinde yerde dolanan bakışlarımı, etrafı kızarmaya yüz tutmuş gözlerine baktım. "Ne sanıyorsun?!" Bu kez sesini yükselttiğinde ifadesiz bir duygu takındım. Yine de içimde bir yerlerde beni yakıp kavuran acı tüm yüzümde belirdiğini biliyordum. Ne yaparsam yapayım ondan kaçamazdım.

"Kolay mı lan böyle bir şeyi pat diye sana söylemek?!!" Ellerini sinirle savurarak saçlarını çekiştirirken gözlerim üzerindeydi. "Ben acı çekmiyor muyum sanıyorsun?! Ben bu olanları duyduğum zamandan beri ne yaşadığımı bilmiyorsun. Ölüyordum lan ben bu acıdan! Ölüyordum! Lanet olsun..." Yüreğime oturan bir acıyla gözyaşlarım daha fazla akmaya başladığını o an Miraç'ın da gözlerinin dolduğunu farkettim. Ramak kalmıştı akmasına.

"Şu an ne yaşadığını görebiliyorum."dedi boğuklaşan sesiyle birlikte soluksuz kalarak. "Yetmiyor hissedebiliyorum. Sanki bir mezar içinde yatıyorsun, üzerine toprak atan yok. Aksine döküyorlar benzini üzerine, döküyorlar, döküyorlar, döküyorlar!!.. Sonra diri diri yakıyorlar seni." Titreyen dudaklarımın arasından bir hıçkırık kaçtığında ellerimi yüzüme örterek yakarış içerisinde ağlamaya başladım.

"Ben ilk öğrendiğim zaman delirdim kadın," bana doğru yaklaştığını, sonrasında ellerinin sıcaklığını ellerimin üzerinde hissettiğimde geri çekilmeye çalıştım, izin vermedi. "Ayakta durduğuma bakma, aklımı kaybettim ben. Düşündüm, inan çok düşündüm. Sana bunu nasıl anlatabilirim diye düşünmekten beynim yerinden oynadı. Ben o kadar acı çekerken, sen bunları yaşama istedim. Ama anlatacaktım, yemin ederim sana söyleyecektim..." Ellerimi tutarak yüzümden ayırdığında elini çene ucuma yerleştirerek kendine bakmaya zorladı.

"Ben sadece iki gün daha mutlu ol istedim." diye fısıldadı acı çeken bir sesle. "Çok mu şey istedim?"

Çok muydu bilmiyorum, yaşadığım en özel ve en güzel günlerini şuan düşünemeyecek durumdaydım. Daha saatler önce kolları arasında kahkaha atarak güldüğüm adamın kolları tekrar çevremi sararak, bu kez ağlayan bedenimi göğsüne hapsettiğinde gözyaşlarıyla ıslanan yüzüm ayazın üzerine sinmiş kokusuna gömüldü. Hıçkırarak ağlarken kollarını öyle sıkı doladı ki, sanki çekip gitmeden korkar gibi. Ben bile ne yapacağımı kestiremezken, onun böylesine sarılıp beni kendine hapsetmesi mantıklı gibi geldi. Benim kollarım öylece boşlukta duruyor, şu dakika kendime ihanet varsaydığım bedene dolanmıyordu. Dudaklarını başımın üzerine bastırdığında onunla birlikte akan ufak bir damla saç diplerime düştü. Bir an yağmurun başladığını sanmıştım ancak sonradan farkettiğim gerçekle daha fazla yüzümü göğsüne gömdüm.

Yağmur muydu ıslatan tenimi? Sanmıyorum yüreği güzel adam. Akıttığın o gözyaşı, ikimizin üzerine acımasızca dökülüp benzini ateşleyen kibritin sonuydu bence. Peki ben... Ben seni nasıl affedeceğim bu gerçekle.

* * *

Yazgı denen şey kader miydi gerçekten. Eğer öyleyse ben buna baş kaldıramıyorum artık. Tükenmişlik kanıma enjekte edilmiş, aldığım darbelerin yüküyle çökmüş durumdaydım. Aldığım nefesin bile bir anlamı olmalı şu hayatta derken, benim yarınlarımı çalacağını bilemezdim. Kimliksiz bir ruhun hunharca katlettiği bedenin acısını iliklerime kadar tadıyor, yaşadığım yıllar boyunca dimdik durmaya çabalıyordum. Ama bu son olanlar öylesine yıprattı ki beni, ruhum bedenime uygunsuz bir yama gibi oturdu. Ne sığabiliyorum bir yere, ne de kendimi ait hissedebileceğim bir yer bulabiliyordum.

Gecenin kor bir vaktinde bulunduğumuz sahil kenarında, ayaklarımın altında hissettiğim denize aşık bir kum tanesi gibiydim. O dalga usulca yükselerek ayak bileklerime kadar ulaşıyor, çıplak tabanlarımın altında ezilen kumları alıp götürüyordu. Denizi izlemek hiç bu kadar bana boş gelmedi. Ben... Ben denizi izlemeyi severdim. Şimdilerde neyden hoşlanıp hoşlanmadığım umurumda bile değildi. Tüm duygularım sökülüp alındığını hissediyordum artık. Geriye bir tek sessizce akan göz yaşım ve puslu bakışlarımı örten ıslak kirpiklerim kaldı. Üzerimdeki kabana biraz daha sarıldığımda bir kez daha çarptı çıplak ayaklarıma dalgalar ve o dalgalara karışan yanaklarımdan akan damlalar gecenin karanlığında kaybolup gitti.

"Hasta olacaksın." Bir kaç adım geride duruyordu. Benim aksime ayakkabıları ayağında duruyor, denizden taşan dalgalara hiçbir temasta bulunmadan öylece beni izliyordu.

"Bir defasında, bir tahminde bulunmuştum biliyor musun?" Bir saat kadar öncesinde öyle sesli ağlamıştım ki, şu an konuşmaya takatim olmamasına rağmen sesim kısık ve boğuk çıkıyordu. Beni duyduğundan bile şüpheliyim ancak bunu umursamadım.

"Cüzdanında taşıdığın o fotoğrafı gördüğümde... Çok garip hissetmiştim. Özellikle o kızın bacağında taşıdığı doğum lekesi..." Zorlukla yutkunarak burnumu çektim. "Aynısını kendi bacağımda taşıyordum. Tâ ki lanet bir çaydanlık devrilip kaynar suyunu üzerime dökene dek..." Bir kez daha akan göz yaşım dalgalara karışıp gittiğinde dudaklarımı birbirine bastırdım. "Yine de olmaz dedim. Tesadüftür dedim... Ama değilmiş."

Tek kelime etmediğinden bende daha fazla devam edemedim. Kendimi attığım uçurumun dibinde yalnızlığımla baş başa kalmak istiyordum. Onun da böyle düşündüğünü biliyorum. O yüzden beni eve götürmek yerine buraya, sahil kenarına getirmişti. Biraz olsun deniz havası iyi gelir, sakinleşirim umuduyla. İyi geldi mi bilmiyorum ama bozulan tüm psikolojik sorunlarıyla iç içe olduğumu biliyorum. Karamsarlık ruhumun üzerinde tepiniyordu adeta.

Döktüğüm göz yaşının sonu yok gibi durmaksızın akan damlalar devam ederken, öylece ilerlemeye başladım. Göz pınarlarımın yakıcı acısını şu an geri püskürtüyordum. Makyaj denen illeti arabada buraya gelirken Miraç'ın verdiği ıslak mendil ile çoğunu söküp çıkarmıştım. Ne halde olduğumu gösteren bir aynayı umursamadan rastgele temizledikten sonra, burada durduğumuzu gördüğümde elimde ne var ne yoksa arabanın bir köşesine atarak kendimi kumsala yöneltmiş ve geldiğimden beri ona bir an bile bakmadan deniz havasını göz yaşları arasında soluyordum.

Adımlarımdan akan yorgunluk ve bitkinlik ruhumun pes edişinden kaynaklıydı. Artık bir şeyler için çabalamak, hissetmek gelmiyordu içimden. Yapabildiğim tek şey nefes almaktı. Yaşıyorum ama aynı zamanda bir ölüden farksız. Arkamdan geliyor, attığım adımlara eşlik ediyordu. Bir an olsun yanımdan ayrılmasına daha çok içlenirken bir hıçkırık kaçtı dudaklarım arasından. Yavaşça ona doğru döndüm.

"Miraç, ben yapamam," dedim sonunda. Sesimden akan çaresizliği hissettiğinde kızarık gözlerinde buğulama farkettim. Dokunsan ağlayacak gibiydi o da. "Ben... Dayanamam. Kaldıramam böyle bir şeyi. Yaşayamam..."

"Gel buraya."dedi bir anda beni kolları arasına alarak. Tek ihtiyacım buymuş gibi kollarına sığındığımda dudaklarını alnıma ve sonrasında saçlarım arasına bastırdı.

"Tek başına elbet kaldıramazsın."diye fısıldadı kulağımın altına derin bir öpücük bahşettiğinde. "Beraber yapacağız bunu. Bizi gömdükleri o mezardan beraber çıkacağız güzelim. Sana söz veriyorum, beraber atlatacağız bu günleri..."

"Buna gücüm kalmadı."

"Benim gücüm sensin," dediğinde hafifçe geri çekilerek başımı kaldırıp ıslak kirpiklerim altından Miraç'ın kara gözlerine baktım. "Sen yoksan bende yok olurum. Ve şunu sakın unutma; eğer buradaysan,"derken ellerinden birini belimden ayırarak kendi şakağına işaret parmağını değdirdi. "Ve buradaysan," Bu kez parmağını kalbinin üzerine bastırdığında tutamadım bir damla daha süzüldü yanaklarımdan aşağı. "Bu sen olduğun için. Ne Zeliş, ne de bir başkası. İsminin anlamı yok. Sadece Sen olduğun için, ben her zaman bir adım gerinde olacağım."

Beni bir kez daha kolları arasına alarak tüm çevremi sarmaladı. Bir süre öylece dursak da gecenin geç saatlerine varmış, tekrar arabaya bineceğimiz sırada Miraç beni kendinden hafifçe uzaklaştırdı ve arabaya bindirdi. Şoför koltuğunun yanındaki koltukta yan otururken, ayaklarım yerde kumlara değiyordu. Kendisi henüz arabaya binmeden önümde dururken, üzerime doğru eğildi ve torpidodan bir şişe su çıkardığını göz ucuyla görmüştüm. Ne yaptığını bilmesem de merak ettiğim söylenemezdi. Benim gözlerim oturduğumdan ötürü açılan bacağımda olması gereken lekeyi arıyordu.

Ayaklarımda ıslaklık hissettiğimde yanaklarımı elimin tersiyle kurulayarak Miraç'a baktım. Usulca akıttığı şişedeki suyu ayaklarıma dökerken, "Ayaklarını kaldır biraz,"diye mırıldandığında başını kaldırıp kısa bir an bana baktı. Ben o an boğazımın kuruduğunu, bir yudum suya muhtaç kaldığımı hisseder oldum.

İçimi yakan hüznün, acının, güvensizliğin ve yıkılmışlığın bire bir aynısını taşıyordu gözlerinde. Ben bugün büyük bir sarsıntıya maruz kaldım. O sarsıntı yıktı, dağıttı bizi. Her defasında asla güvenmeyeceğim, affetmeyeceğim dediğim ve saatler bile geçmeden kendimi kollarında bulduğum adamın benden sakladığı şeyi görmezden gelemezdim. Dilime bile alamadığım gerçeğin insanlara olan yakınlığımı bitirdiği andı şu an. Kime, neye güveneceğimi ve en acısı insanlardan uzaklaşacağımı biliyordum. Daha kötüsü ise önümde dizleri üzerine çökmüş adamın bana yaşattığı şey canımı çok daha fazla yaktı. Düşüncelerimin allak bullak olduğunu, ne kadar mantıklı olduğunu bilmiyordum ama ben kendimden geçer oldum. Ben ruhumdan geçer oldum.

Dinmeyen gözyaşlarım canımı sıkıyordu. Ne kadar silsemde yerine yenileri iniyor yanaklarım dahil göz çevremde yanma hissediyordum. Miraç ayaklarımdaki kumları elindeki su şişesi yardımıyla temizleyerek doğruldu ve bu kez üzerime eğilerek torpidodan peçete alarak ayaklarımı kuruları. Bulanık bakışlarım ardından onu izliyordum, onun dikkati ise peçete yardımı ile kuruttuğu ayaklarımdaydı ve en son olarak tekrardan topuklu ayakkabılarımı giydirdi. İtiraz filan etmedim, edecek gücü bile kendimde bulamadım. Öylece koltuğa yan bir şekilde omuzumu ve başımı yaslayarak ıslak kirpikler altından onu seyrettim.

İşi bittiğinde sanki engelli bir insana yardımda bulunurcasına ayaklarımı arabanın içine yerleştirdi. Gözleri bir süre üzerimde dolandı ve sonra derin bir nefes çekerek eğildi ve alnıma dudaklarını bastırdı. Bir eliyle üzerime doğru eğildiğinden arabanın kapı kenarından destek alıyordu, diğer elini ise enseme kaydırarak saçlarımı geriye doğru attı.

"Şu an içimden ne geçiyor biliyor musun?" Birkaç santim ötede bulunan çehresi kasılmıştı. Yüreğimi titreten kara gözleri endişeyle yüzümün her karışını izlerken, dişlerini sıktığını yanaklarının içe doğru göçmesinden anladım. "Seni bu kadar üzen insanların gidip ağzını, burnunu dağıtmak istiyorum." Ensemde bulunan elini kaydırarak yanağıma yerleştirdi ve baş parmağı ile okşayarak ıslaklığı aldı.

"İstersen gidelim buralardan," dedi bir anda. "Hiçbir şey umurumda değil. Sen evet dersen, temelli gidelim. Yurtdışına, sen nereyi istersen..."

"Eğer,"diye mırıldandım aksaklı ve kısık bir sesle. Keskin bakan koyu gözlerine gözlerimi diktim."Eğer karşında kuzenin olduğunu öğrendiğin kız olmasaydım yine de böyle-"demeye kalmadan parmağını dudaklarımın üzerine yerleştirerek susturdu beni. İşte şimdi gözyaşlarım durdu. Düşüncelerim boşaldı. Ateş içinde yanan tenim bir an da buz kesti.

"Yapma,"dedi yalvarır bir sesle gözlerini sımsıkı kapatarak. "Yapma güzelim. Yapma. Kendine de, bana da bunu yapma..." Sesli bir soluk verdi ve gözlerini açtı. "Cevabın ne olduğunu gayet iyi biliyorsun."

"Bilmiyorum,"derken dudaklarımın üzerinde bulunan elini bileğinden tutarak kendimden uzaklaştırdım ve başımı diğer tarafa şoför koltuğunun bulunduğu yöne çevirdim. Kendisi hâlâ dışarda, üzerime doğru eğilmiş vaziyette, sağ tarafımda duruyordu. "Ben artık hiçbir şey bilmiyorum..."

Beynimiz de bir çöp kutusu olsun isterdim. İstemediğimiz, unutmak için çabaladığımız ve hatırlamak istemediğimiz çoğu şeyi bir poşete tıkayarak çöpe atmak isterdim. Saklı kutu dedikleri şey mesela. Bir anda o kutu açılı verir ve enerji dolu gününü tamamen sömürebilirdi. Bazı şeyleri unutmak öyle mümkün değil elbet ancak bir çöp kutusu olsaydı eğer toplamak istediğim çok şey olurdu. Geri dönüşümü olmadan elimin tersiyle savurup atmak istediğim bir çöp, bugün benim hayatımı alt üst ediyordu. Ben ömrümde bu kadar çok ağladığımı hatırlamıyorum. Hep bir bahanelerle kendimi avuttuğum, kaçtığım ve hüznüyle boğuştuğum kaderime bu kez çakılıp kalmıştım.

Miraç üzerime gelmek istemediğinden olsa gerek yanımdaki kapıyı kapatarak kendi koltuğuna oturdu ve birkaç saniyelik duraksamadan sonra arabayı çalıştırdı. Yüzüm ona dönük olduğundan ne yaptığını görebiliyordum ve o süre zarfında biraz daha düşündüm. Düşünmek istemeyeceğim şeyleri düşündüm. Yapmak istemeyeceğim şeyleri kafamda ölçüp biçtim. Şu durumda ne kadar sağlıklıydı bilmiyorum ama alt dudağımı dişleyerek gözlerimi sertçe yumdum ve ani bir kararla birlikte gözlerimi tekrar açarak yavaşça oturduğum yerde toparlandım.

"Telefonumu verir misin?" Başını çevirdi ve anlamsızca çatılan bakışlar altında bana baktı. Yine de istediğimi vererek telefonumu cebinden çıkardı ve bana uzattı. Beklemeden Dilâ'yı aradım.

"Kimi arıyorsun?" Onu yanıtsız bıraktım. Dilâ ise, birkaç aramadan sonra karşı taraftan sesini duyurdu.

"Allah aşkına saat gecenin üçü! Bu saatte neden aradığının mantıklı bir cevabı yoksa bittin sen Zeliş!" Uykulu ve huysuz çıkan sesini duyduğumda telefonu bir an kulağımdan ayırarak saate baktım. Haklıydı.

"Yalnız mısın?"diye sordum evde Emre'nin olabileceğini düşünerek.

"Evet? Bu saatte bunu sormak için aramadın herhalde?"

"Fazladan yatacak yerin varsa sana geliyorum."

"Hayır!"dedi Miraç sertçe çıkışarak. "Öyle bir şey olmayacak."

"Bir sorun mu var?"diye sordu Dilâ uykudan tamamen arınmış bir sesle. Ters giden bir şeyler olduğunu anlamış gibi meraklı çıktı sesi. "Siz... Kavga filan mı ettiniz?"

"Gelince konuşuruz Dilâ, görüşürüz." Cevap vermesini beklemeden aramayı sonlandırdım.

"Böyle bir şeye izin vermiyorum. Eve gidiyoruz."

"Miraç, beni Dilâ'nın evine bırak, tekrarlamayacağım." Kesin ve net konuşmuştum. Kararan bakışlarını üzerime diktiğinde ise bomboş bakmakla yetindim. Bu süreç içerisinde onunla kalacağımı düşünüyorsa yanılıyordu. Yalnız kalmaya ihtiyacım vardı.

Cadde üzerinde bir kez daha arabayı sağa çekerek durdurdu. Direksiyonu saran ellerinin iyice sıkılaştığını beyazlamış parmak buğumlarından anladığında soluksuz kalmışcasına alnını direksiyona yaslayarak gözlerini yumdu. Kaskatı kesilen bedenini ona dokunmadan hissedebiliyordum. Öyle ki, bedenindeki tüm uzuvları gerilmiş elleri üzerindeki damarları bile şişmişti.

"Beni cezalandırıyorsun." Çaresizlikle omuzları çöktüğünde gözlerimi ondan ayırarak başımı diğer tarafa çevirdim. Eğer biraz daha baksam dayanamaz, onun kolları arasına sığınırdım. Kendimi tanıyorum. "Beni, sensiz bırakarak cezalandırıyorsun..."

Aslında bunu en güzel o başarabiliyordu. Kolayca çekip gidebiliyor, ardında bıraktığı insanın ne hâlde olduğunu umursamıyordu. Ben ise daha gitme kararımı vermedim bile. Kendi elleriyle teslim edeceği birine gidiyordum. Nerede olduğumu, nasıl olduğumu bilebilecek bir yere gitmek bile bana bu kadar zor geliyorken, o nasıl her defasında kolayca çekip gidebiliyordu? Ona söylemek istediğim çok şey vardı. Kalbini kırmak, bağırıp çağırmak onu derbeder etmek. Sonra dönüp bir bakıyorum gözlerine; susup kalıyorum öylece. Kıyamıyorum...

"Ben sadece, benden duy istedim..." Acıyla yoğrulan sesi zihnimde depremler yarattı. Yutkunmak hiç bu kadar zor olmadı. "İki gün daha gülümse istedim."

"Senden duydum zaten,"diye fısıldayarak konuştuğumda beni duyduğunu biliyordum. Bana baktığını hissetsem de dönüp ona bakmadım, bakamadım. "Babanla terasta konuşurken, duydum sizi."

Sert bir darpe işittim. Elini direksiyona geçirdiğini anladığımda gözlerimi yumdum. Kendine zarar vermesini istemiyor olmama rağmen dönüp elini tutmaya yanaşacak duyguyu içimde bulamadım. Bir şey oturmuştu sanki yüreğimin ortasına ve öyle ağır geliyordu ki yaşadığım acı, inançsızlıkla birlikte ruhumu çürütüyordu. Günün güzelliğine yakışmayan gece üzerime karanlığıyla çökmüştü ve benim için artık sabahın olacağına, tekrar güneşin doğacağına dair olan umudum kalmamıştı.

Yalan olan bir gelecek sunulmuştu önümüze ve ben bunu bile bile daha fazla bu yalanı yaşayamazdım. Anlaması gerekiyordu.

Buruk bir tebessüm oluştu dudak kenarımda. Kafasını yasladığı direksiyon üzerinden kaldırmadan bana doğru çevirdiğini cama yansıyan bedeninden farkettim. İçimden geçen öyle çok şey vardı ki susup oturmak ağır geliyordu. Sanırsam tüm duygularımın sökülüp alınması ardından ruhuma karşın bedenim yoğun bir bitkinlik yaşıyordu. Birbirine yapışmış dudaklarımı zorlukla kıpırdatarak fısıltılı bir sesle konuştum.

"Bir söz vardır hani; Ne zaman çiçekler açsam, kapıma dayanır sonbahar. Bizim hikayemiz de böyle işte. Oyunla başlayan ve sonra yalanla biten bir hayat." Derin bir nefes almaya çalışarak başımı yasladığım koltukta puslu bakışlarımı ona doğru çevirdim. "Bizim kapımıza koca bir kış dayandı Miraç... Bir daha bahar gelmez."

Damarları kızarmış koyu gözleri dolduğunda yüreğime oturan ağırlıkla ağlamamak için kendimi zorlukla durdurdum. İçim kan revan olduğu halde şu an dik durmanın anlamsızlığıyla bir savaş içerisinde durmaksızın onun yüreğini daha fazla hırpalamamaktı amacım. Biliyorum çünkü onun elinden bir şey gelmezdi.

"Sen gidersen... Ben yok olurum." Dedi acı çeken bir sesle.

"Bilmediğin bir yer değil, gideceğim yer."

"Uyandığımda yanımda olmayacaksan, gideceğin yeri bilsem ne fayda... Güneşin olmadığı yerde, sabahlar olur mu hiç?"

Kurduğu cümle öyle bir dokundu ki yüreğime, ruhum bedenimden sökülüp ona koştu sanki. Sarıp sarmaladı bedenini, dakikalar önce kahkahalarla boğulduğum koynuna sokuldu. Tüm bunların hayalini kuran bedenim ise yaşadığı acıyla boğuşuyordu. Ayrılık değildi bu. Ondan vaz geçmek de değildi. Bu olanlar gerçekliğe açılan bir isyandı. Bir haykırış, bir yakarıştı.

Ve tüm duygularımla çığlık çığlığa bağırmak istediğim insanlara karşı, sesimi duymalarını engelleyen duvarı ben kendi çabamla yıkmışken, şimdilerde teker teker kan ter içinde bir tuğla misali örüyordum ve biliyordum ki bu sefer ki duvarlar öncesini aratacak cinsten daha kalın ve yüksek olacaktı.

* * *

'Kalbi kırık bir insan ne yapardı? Hayattan mı soğurdu, yoksa kendine zarar mı verirdi? Bir jilet alarak tüm bedenini çizmek işe yarar mıydı? Acıyı hissetmek için kendine zarar vermek çare miydi? Peki tüm gün uyumak hangi duyguyu temsil ederdi? Hayata gün aydı mı diye şöyle bir göz açıp, tekrar örtmek ve ertesi güne merhaba demek, yahut onu bile demeden bir daha uyumak? Bir daha, bir daha ve bir daha...

Uyumak güzel şey... Tıpkı unutmak gibi.'

"Didikleme şu kahvaltını düzgünce yesene." Uzaklardan, çok uzaklardan gelen mırıltılı bir sese kulak asmadan uyuma isteğime karşı savaşıyordum.

"Üç gündür doğru dürüst bir şey yemiyorsun, ye artık bir şeyler. Bak enişte geldi tehdit etti diyorum, bir gram zayıflarsa senden parça alır ona yediririm tamamlanır-" Kaşlarımı çatarak başımı önümdeki tabaktan kaldırdım ve Dilâ'ya baktım.

"Seni tehdit mi etti?" Diye sorduğumda gözlerini devirdi.

"Enişteden bahsedince nasılda dünyaya dönüş yapıyorsun."

"Miraç, seni bir de tehdit mi ediyor?"

Tüm olanları üç gün önce, sabaha karşı Dilâ'nın evine geldiğimde anlatmıştım. Daha doğrusu anlatmak zorunda kalmıştım. Uyuyacak gibi değildim zaten ve derdimi anlatacak ve ne yapacağıma dair teoriler üretecek bir sırdaşa ihtiyacım vardı. Ne yazık ki teori üretmekten hallice şok geçiren Dila, bana yardımdan çok zararı dokunduğundan kendimi onun odasına atmış ve ertesi akşamına kadar çıkmamıştım.

Yataktan çıkma fikri elbette aklımda yoktu lakin Dila gün boyunca aşağı katta pastane açılımıyla uğraştığından, yorgun olduğunu düşünerek birkaç dakikalığına kalkmış ve yatağı ona devretmiştim. Sözde ona bu zor zamanlarında yardım için yeminliydim, ancak bunu düşünecek durumda olmadığımı o da bildiği için, bir şey demekten ayrı işi olduğu yetmezmiş gibi bir de benimle uğraşıyordu.

Pastane aşağı katta ve henüz tadilat içerisinden yeni çıkmış boya, badana yapılıyordu. Tahminimce bir kaç güne tamamen bitecekti ve Dila gelen ustalarla birkaç saat ilgileniyor sonra yanıma çıkıp nasıl olduğuma bakıyordu. Üst katta bulunan daire tek odalı olmasına rağmen gayet şirindi. Salon ve mutfağı birbirine bakıyor onları ayıran iki basamaklı merdivenden sonra kenarında Amerika mutfağı tarzında bir tezgah bulunuyordu ve şu an o tezgah üzerinde kahvaltı ediyorduk.

"Tehdit filan yok, doğrusu adamı gördüğüm yok. Baktım beni duymuyorsun, enişteden bahsedeyim dedim. İyi düşünmüşüm ama, bak nasıl da döndün." Sesli bir soluk vererek elimdeki çatalı tabağın kenarına bıraktım ve ellerimi sıkıntıyla yüzüme örttüm.

"Konuştun mu hiç?"diye mırıldandı.

"Sürekli arıyor," ve bir defa bile olsun o tuşu kaydırmaya parmağım gitmiyordu.

"Birtanem,"derken masa üzerinden uzanarak elimin üzerine elini yerleştirdi. "Bak asla taraf tutmuyorum, yaşadıkların kolay şey değil anlayabiliyorum. Ama kendini onun yerine katmayı dene," hafifçe yüzünü buruştururken yeşil gözleri kısıldı. "Şu ana kadar Miraç enişteyi savunacağım aklımın ucuna gelmezdi. Ama şahsen ben onun yerinde olsaydım bunu asla sana söyleyemezdim. İstersen kız bana, yanlış anla ama bu böyle kolay söylenebilecek bir şey değil. Ne yapmasını bekliyordun adamın? Aa Zeliş ben bugün bir şey öğrendim, sen aslında sen değilsin bir başkasının hayatını yaşıyorsun aslında sen Ömür-"

"Yeter!"diyerek elimi elinden çekerek huzursuzca kıpırdandım oturduğum yerden. Terlemeye başladığımı ensemdeki saçlarımın cildime yapışmasından anlarken, nefessiz kalmışcasına boynumu ovuşturdum.

"Bak işte, duymaya bile tahammül edemiyorsun. Nasıl anlatacaktı adam sana? Aynı durumda sen olsaydın ne yapardın?"

"Yeter Dila, bunları şu an konuşmaya gücüm yok. Zamanı değil." Yalvarır bir tonda kullandığım cümleye karşı sesli bir soluk vererek arkasına yaslandı ve beni duymazdan gelerek konuşmaya devam etti.

"Üç gündür tek kelime etmeden uyuyorsun, yemiyorsun, içmiyorsun, ne zaman konuşmaya gücün yetecek söyler misin? Bir insan böyle bir şeyle karşı karşıya kalsa böyle sakin kalamaz, gider bunu saklayan insanların evini başına yıkar. Sen ise kendini kapattın dünyaya..." Sessiz kalmamdan ötürü bir an duraksadı ve temkinli bir sesle tekrar konuştu. "Sen başka bir şey mi saklıyorsun?"derken anlamaya çalışırcasına gözlerini kıstı. Yutkunarak gözlerimi kaçırdığımda hızla doğruldu sandalyeden.

"Sadece tahmindi,"diye fısıldadım kollarımı çıplak omuzlarıma dolayarak. Üzerimde Dilâ'nın ince askılı beyaz tişörtü ve altımda ise siyah bir tayt vardı.

"Nasıl?" Yutkunarak gözlerimi kapattım bir süre ve o günü tekrar zihnimde canlandırdım. Miraç'ın cüzdanında taşıdığı resmi gördüğüm an. O küçük kızın bacağında bulunan izi gördüğüm an öyle tuhaf hissetmiştim ki, anında beynime doluşan düşüncelerin ağırlığı altında kalmaktan korkarak bunu bir tesadüfe bağlamıştım. O an iyi gelmişti, o an kaçmak iyi gelmişti. Ayağıma kadar gelen gerçeği hiç düşünmeden kovmak öyle iyi gelmişti ki, şu an o iyiliğin bedelini misliyle ödüyordum.

Kuruyan dudaklarımı zorlukla ayırarak dilim yardımıyla ıslattım ve o günü, gördüğüm ve düşündüğüm şeyi Dilâ'ya pare pare anlattım. Bir kasırga dönüp duruyordu yüreğimde ve ben yaşadığım depresyon adı altında bir karamsarlığa takılı kalmıştım. Bedenimin titremeye başladığını masanın üzerinde duran elimden farkettiğimde, titremem durur umuduyla ellerimi yumruk şekline aldım.

"Eğer o gün Miraç'a bacağımda bulunan izden bahsetseydim, belki daha önce öğrenecektik ve bunu beraber yaşayacaktık. Yara almadan. Ama ben..." Şiştiğine emin olduğum gözlerim tekrar damlalarını akıtmaya başladı. "Ben her zaman olduğu gibi kaçmayı seçtim."

"Tamam,"diye fısıldadı Dila ne yapacağını bilmez bir halde oturduğu yerden kalkarak yanımdaki sandalyeye yerleşti ve beni kendine doğru çekerek başımı omuzuna yasladı. "Tamam, geçecek her şey. Kendini bu kadar hırpalama. Sen sadece acı çekmekten korktun..."

"O gece,"diyerek hıçkırıklarımın arasından konuşmaya çalıştım. Ne kadarını anlıyordu bilmiyorum ama şu an umurumda olan bu değildi. Düşündüğüm tek şey içimdekilerini birilerine dökmek. "Miraç ve babasını konuşurken duyduğumda bir yanım onların yanına gidip neyden bahsettiklerini, ne saçmaladıklarını ve böyle bir şeyin asla mümkün olmayacağını bas bas bağırıp onlara saldırmak istiyordu. Diğer yanım ise korkak gibi kaçmamı istedi ve ben kaçtım!"

Hıçkırıklarım kontrol edemeyeceğim boyuta ulaştığında Dila beni sakinleştirmek için bir şeyler söylüyordu ama onu duymuyordum. Gerçekler acıdır derler, ama ne kadar can yaktığından bahsetmediler kimse. Günlerdir içimde birikmişliğin bir canavara dönüşerek damarlarımı yoklayan sesini kulaklarımda duyar oldum. Dışarı çıkmak için etrafı tartaklıyor, dişlerini etime geçirerek canımdan can alıyordu.

"Ben korkağım! Korkak!"diye bağırdım çığlık çığlığa ağlarken. Gözlerim sımsıkı kapalıydı, günlerce düşünüp durduğum ve kendime rast geldiğim aynada ruhunu yitirmiş bir korkak gördüm. İçimdeki canavarın arkasını kollayan ruhumun bana zıt düştüğünü sırt çevirerek gitmesinden anladım.

"Zeliş tamam sakin ol! Sakin... Geçecek!" Geçecek miydi gerçekten? Ben bu korkaklığımı ve ürkekliğimi yitirecek miydim? Yetmezmiş gibi bir de Miraç'ı suçluyordum. Suçun en büyüğü bende asıl!

"Korkağım ben!" Sayıkladığım tek şeyin bu olduğunu zihnimde duyar gibiydim. Beynimin dört bir yanında yankılanan bu ses avaz avaz bağırıyor benim yüzüme çarpıyordu.

"Kendine vurmayı keser misin?! Zeliş!" Ne yaptığımı bilmiyorum ama beynimde zonklayan alaylı sesler durmak nedir bilmiyorlardı. Sussun istiyordum. Beynimdeki ses sussun ve konuşmasın. Ben de biliyorum korkak olduğumu ama benimle oynamak hoşuna gibi sesler çoğaldıkça çoğalıyordu.

Korkaksın sen!

Korkak!

Korkak!

Yüzleşmek nedir bilmezsin! Korkaksın!

Kaç git! Korkak!

Sandalyeden düştüğümü bir anlık bir göz kırpımıyla görmüştüm. Titrediğimin, ellerim saçlarımda kendimi yolduğumun farkında bile değildim. Çığlık atıyor, susmalarını istiyordum. Acı nerede veyahut bedenimin hangi uzvundaydı o an hiç bilmiyorum. Ruhumla karşı karşıya kalmış, rüya aleminde aksaklı duyduğum sesler gidip geliyordu. Telaşlı konuşmalar yüzüme dokunan, beni kendime getirmeye ve ellerimi saçlarımdan ayırmaya çalışan ellerin kime ait olduğunu bile çözemedim.

"... Bilmiyorum!... Çığlıklar atarak saçlarını yoluyor, kriz geçiriyor galiba!... Çabuk ol... Zeliş lütfen kendine gel... Korkuyorum."

Korku. Ne garip bir duygu. İnsanlar neyden korkar sorusuna bir cevap daha bulunmuştu. Benim düşünmekten korkup kaçtığım şeyin bedeli bu kadar ağır olmamalıydı. Dertlerime bir yenisinin daha eklendiği şu acımasız dünyaya kendimi artık sığdıramıyordum. Bir ben mi fazlaydım yani? Ceza olarak bilinen şu dünyada mutluluğu aramak aptallık olsa gerek. Yetinmeyi bilmeyen insanların doluştuğu koca dünyada, bir oyuna tutsak edildiğimi ve aşkdaş diye tabirde bulunduğum adamın bile bir yalandan ibaret olduğunu kabullenemedim.

Hayat adil değildi belki ama insanlar da hilekardı sonuçta. Ve ben bunu çok geç, çok acı bir şekilde öğrendim. Karanlığa gömülen ruhumun ardından adım adım ilerlerken, yorgunluğu iliklerime kadar hissedebiliyordum ve kendimi daha fazla tutamadım. Dibi zifiriliğe bulanan karanlığa ruhumla birlikte atladım.

* * *

*Bölüm Sonu...

*Bölümle ilgili yorumlarınızı bekliyorum♡♡

Bölüm geciktiğinin farkındayım ama elimde olmayan sebeplerden dolayı bir süre netten uzak kalmak zorunda kaldım. Anlayışla karşılamanızı umarak Allah'a emanet olmanızı diliyorum.
SEVİLİYORSUNUZ♡♡

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro