50.BÖLÜM (Part 1)
Bölüme geçmeden hemencecik size bölüm başlığını açıklayammm,
Bayağı uzun olduğundan ikiye böldüm ve Part 1 - Part 2 olarak verilecek.
Part 2 ne zaman gelir bilemem ancak iki haftaya belki de daha fazla süre sonrasında gelir tahminimce. Daha fazla derken 1 ay olmadan :d
Son olarak Yorumları bol tutalım olur mu ♡♡
Keyifli okumalar dilerim♡♡
Bölüm Müziği; Sezen Aksu / Kaç Yıl Geçti Aradan (Zeliş'in ve Miraç'n hazırlandığını bu şarkıyla hayal edersiniz ♡)
* * *
"Sen yüreğimde bir güneşken, satırlarımda gizlenen sitem oldun..."
Yarına güvenerek bugünü ertelemek kadar anlamsız, hatalı ve boş bir çaba olmazdı. Yaşadığın an kadardır hikayen ve hikayeni güzel yazmak, dolu dolu yaşamak bizim elimizdeydi. Evet, bunu düşünmek şöyle dursun, ben kendimden aciz bir insanken, günlerdir hissettiğim duygularla hikayemi çizen kalemi tutar oldum. O kalem avucuma yuva yaptı, kuruldu tüm alanıma ve ben bunca ümitsizliğimin arasından kopup gelen istekli bir kıvılcımla ruhumu cehennem ateşine tutuşturdum. Alev aldı herbir yanım ve ruhum çektiği ızdırapların arasından acı nidâlar savururken, boğulmuş zifiri karanlığımda ben, Güneş'i gördüm...
O Güneş aydınlattı dört bir yanımı, verdiği ışıltıyla toprağımı canlandırdı.
Dünün üzerine sinen kasvetli havayı yok etmek istercesine bugün Güneş, tepeden doğdu. Yüzüme vuran ışığın etkisiyle kıpırdanarak, bedenime sarılmış kollar arasında diğer tarafa döndüm ve kaldığım yerden uyumaya devam ettim, daha doğrusu devam etmeye çalıştım. Yüzüme çarpan ılık nefesin ardından yanağıma değen ufak ufak dokunuşlar sebebiyle dudaklarımda oluşan tebessümle birlikte gözlerimi araladım.
O an... İşte o an ben yaşadığımı hissettim. Kuşlar cıvıldadı kulaklarımda, kelebekler uçuştu yüreğimde. Bir bahar vaktinde papatyalar arasında coşturdum adeta. Böylesine bir bakışı nasıl anlatabilirim ki? O gözler, hiç bu kadar davetkâr gelmedi bana o an. Aşkın içine düşmek isteyen bir esirin feryatlarıyla coşan kalbim vardı ve kendimden bağımsız gibi yerinde durmak nedir bilmiyordum.
Beni izliyordu, kim bilir kaç saattir bu izlenim altında bir uyku çektim, bilemedim. Dünün yüz kızartan sahneleri zihnime doluştuğunda gözlerimi ondan kaçırmadan edemedim. Utanmamı istemiyordu ama elimde olan bir şey değildi. Dokunuşlarının etkisini hâlâ bedenimde hissetmek düzensiz soluklarıma neden oldu. Zorlukla yutkunarak zihne zarar düşüncelerden uzaklaşmaya çalıştım.
"Günaydın,"diye mırıldandım uykudan henüz doğmuş boğuk sesimle. Cevap vermeden öylece beni izlemeye devam ederken, sol elinin sıcacık parmakları yüzümde dolaşıyordu. Sağ eli ise bedenimin altından geçirilmiş bir halde, belime dolanmıştı. İstemsizce elim kirli sakallarının yeşerdiği yüzüne dokundu.
"İyi misin?" Kuzgun misali odaklı gözlerinin tepkisiz kalmasına bir anlam veremezken, kaşlarım çatıldı. Düşünceli bir ifadesi vardı yüzünde.
"Kaşlarını çatma," kara gözlerin ağında fütursuzca bir iz ararken, kaşlarımı düzelttim. Gözleri bir an eski konumuna dönen kaşlarıma değdi.
"Ben seninle ne yapacağım?..."derken kendi kendiyle cebelleşir halde sessizce söylenmişti ve ben yine hiçbir şey anlamamıştım.
"Anlamadım"
"Boş ver."dedi iç çekişli bir nefesinin ardından.
Onu üzen bir şeyler vardı, bunun farkında olmamak zor değildi ancak öylesine bir merak içine girdim ki ne yapacağımı, ona nasıl ulaşacağımı bilemedim. Düşünüyordu, çok fazla düşünüyordu ve bazen dalıp gittiği anlarda geri gelmeyecek oluşundan korkmuyor değildim. Sorunları vardı onu anlayabiliyorum, kolay şeyler yaşamadı. Sadece şu birkaç günde bile yalanlar içinde yüzmüş bir gerçekliğe adım atmışken, ondan normal olmasını bekleyemezdim. Buraya kafamızı dağıtmaya gelmekte, dertlerimizi geride bırakmaya çalışmakta belki de hata yapıyorduk, ama onunla geçirdiğim şu normal olma yolunda ilerleme çabalar arasında pişman duymadığım şeyler vardı. Dokunuşları arasında kaybolduğum adamın, şu an iyi olmasını temenni etmekten başka bir isteğim olamazdı en nihayetinde. Buna rağmen gülümsedim.
"Aklını kurcalayan her ne ise, bu kadar düşünme. Bir çıkış yolu elbet bulunur."
"Çıkış yolu bulmak istemiyorum." Dedi düz bir sesle bir an bile gözlerini benden ayırmadan. "Ben olduğum yerde kalmak istiyorum. Burada. Öylece."
"Kalırız o zaman bizde? Burada, öylece."
"İzin vermezler, çaresi yok."
"Çaresi bulunmaz dert vermezmiş Yaradan. Hem," derken imayla kaşlarımı kaldırdım. "Bu kadar düşünür ve stres yaparsan, saçların beyazlar." O an kurduğum cümleyle tüm karamsarlığı çekilip alındı sanki bedeninden. Gevşeyen bedeninden sakinleşen çehresini izlerken, kara gözlerinde bir ışık görür gibi oldum.
"Öyle olsam, bakmaz mısın bana?"
"Bilmem, bir düşüneyim bakalım." Elimi çeneme yerleştirerek ciddi bir tavırla düşünmeye başladım. Sonra dudaklarımı büzerek yüz buruşturdum.
"Sanırım, hayır. Çok çirkin olurdun."
Kaşları huysuzca çatıldı. Söylediklerimi ciddiye almış olmalıydı ki, karanlığın içinde beliren ışık yok oldu ve ellerini bedenimden çekerek yatakta doğruldu. Gözlerim çıplak geniş göğsünde bir müddet dolandığında zihnimi karalayıp ön plana çıkan sahnelerle yüzüm kızarmadan hızla tekrar gözlerine baktım. Benim üzerimde ise sabaha karşı alınan bir duştan sonra rastgele seçilmiş olan Miraç'ın siyah tişörtü bulunuyordu.
"Ne demek hayır?" Ciddilik kaplayan çehresinin altında anlamını çözemediğim duygularla ben de onunla birlikte doğruldum.
"Basbayağı, hayır işte. Yanımda benden yaşlı görünen bir adamla yoluma devam edecek değilim."derken umursama görünmeye çalışarak omuz silktim. Amacım sadece zihninde onu rahatsız eden düşüncelerden bir an olsun koparmaktı ve bunun için elimden geleni yapmaya devam ederek oyunumu sürdürdüm.
Çatık kaşları olabildiğince daha da çatıldı. Dişlerini sıktığını farkettim ve kasılan bedeninin yaydığı tehlike içeren bir alarm göstergesiyle kararan bakışları bana onu daha çok stresli bir hale soktuğumu belirtti.
"İyi,"dedi öfkeli bir soluk vererek. "Şimdi de bakma o zaman,"derken elinin tersiyle savurduğu yorganı üzerimizden atıp yataktan kalkacağı sırada, bin betere sürüklediğim durumu çözmek için hızla boynuna atıldım ve kollarımı bir kuala misali doladım boynuna.
"Tamam, tamam dur. Şakaydı,"dedim gerilmiş bedenini rahatlatma çabasıyla ensesinde ki saçlarıyla oynarken. Bulunduğumuz konumu tartma gereksinimine girmeden çıplak boynuna bir öpücük bahşederek dizlerimin üzerinde yükseldiğim yatakta hafifçe geri çekildim. Aksi halde ben utançtan diplere gireceğim, Miraç ise gerginlikten bir kaos yaratacaktı.
"Sadece şaka."
"S*keyim böyle şakayı."dedi öfkesinden hiçbir gerileme yaşamadan. Hâlâ sinirliydi ve ufacık bir şakaya neden bu kadar tepki verdiğini bilmesem de ettiği argo yüklü cümlesine kaşlarımı çattım.
"Ya ben sana şaka yapamayacak mıyım?" Hüsrana uğrayan bir ifadeyle kollarımı bedeninden uzaklaştırarak dizlerimin üzerine oturdum. "Hem, benim saçlarım beyazlasa sen gidip başkalarına mı bakacaksın?"
"Ne saçmalıyorsun?"derken saflığıma içinden sövdüğünü beyan eden koyu gözleri yüzümü talan etti. "Başkasına bakmak nerden çıktı?" Yaşadığımız şu saçma duruma inanamıyor gibiydi. Omuz silkerek bakışlarımı dizlerimin üzerinde duran ellerime indirdim.
"S*ktiğimin şakası yüzünden bana yüz çevirmeyeceksin değil mi?" Ona bakmadan tekrar omuz silktiğimde sessizce bir küfür daha savurduğunu duydum. Yutkunarak göz ucuyla ona baktığımda sıkıntılı bir halde elleriyle yüzünü ovuşturuyordu.
"Duş alacağım, çıktığımda kahvaltı için bir şeyler hazırlarız."
Gözlerim her adımını sayarken banyo kapısı eşiğinde bir an duraksadı. Çıplak sırtına kaydı gözlerim. Yer yer çocukluğunun izini taşıyan yaşanmışlıklar arasında bir yol misali sırtında bulunan eskiye ait çizikleri her gördüğümde sanki acımasız bir bıçak darbesi deşiyordu yüreğimi. Haksızlık yaptığımı düşündüm. Bu zamana kadar kaç şakaya maruz kalmıştı ki? Alıştırabilirdim ancak, bunun için çabalarken ona yüz çeviremezdim. Çevirmemeliydim. Derin bir nefes aldım ve tam dudaklarımı aralamış ona seslenecekken, sesinin tınısıyla buluşan kulaklarım yüreğimi bayram yerine çevirdi.
"Zeliş,"dedi kısık bir tonlamayla bana doğru dönmeden.
"Efendim." Bir süre sessiz kaldı. Ben onun bir şey demeyeceğine kanaat getirdiğim zaman diliminde tekrar duyurdu eşsiz sesini. Ve ben kendime mâni olamadım. Gülümsedim aşkla çarpan kalbime hitaben.
"Aklar bulaşsa da saçlarına, eminim öylede güzel olurdun..."
* * *
Bugün günlerden, hangi gün olduğu bilinmezdi. Pek bir önemi yoktu aslında, yaşamın tadı olmadıktan sonra. Şu son günümler benim için öyle güzel geçiyordu ki, bazen bir rüyanın içinde var olduğumu düşünüyorum ve bu rüyadan uyanmaktan çok korkuyorum. Saklı şeyler vardı güzelliklerin içinde lakin kırmadan, dökmeden yaşamayı başarmaya çalışıyorduk.
Klasik bir romantik anı baltalayan Miraç mutfağa daldığında kaşları hâlâ çatık duruyordu. Kahvaltı için bir şeyler hazırlama yolunda ilerleme çabam dingin bir sessizlik ardından, Miraç'ın bana yaklaşması ile son buldu. Arkamda varlığını hissettiğim adamı görmezden gelirken omlet için hazırladığım karışımı çırpıyordum. Omuzumun üzerinden ne yaptığıma baktığı sırada tek kolu belimi sarmaladı.
"Biraz acı katsana," derken yanağıma değen sakallarıyla bir an duraksadım sonra işime kaldığım yerden devam ettim.
"Melemen yapmamı istiyorsan, yaparım."
"Bol acılı?"
"Bol acılı," Gülümseyerek onayladım.
Duş aldığını belirten nemli saçları şakağıma değiyordu. Yakınlığından ötürü burnuma dolan keskin kokusuyla derin bir iç çekerken mümkünmüş gibi daha da yaklaştı ve boynuma doğru yüzünü eğerken verdiği soluğu enseme dağılıyordu. Boynuma dudaklarını bastırdığında tüm kanımın yerinden oynadığını, dudaklarının değdiği yere akın ettiğini hissetiğimde alabora olan zihnimi kendine getiren şey telefonumun zil sesi oldu. Arayan kişinin zamanlamasına teşekkür mü etmem gerektiğini, yoksa şu yüreğimi cıvıltılarıyla mayhoş eden anı bozduğu için içimden söylensem mi bilemedim.
Miraç, sinirini yansıtan bir homurtuyla geri çekilerek üzerine giymiş olduğu pantolonunun cebine elini attı ve hâlâ kendisi tarafından ele geçirilmiş telefonuma baktı. Üzerine bir şey giymeden yanımda bulunması ve bu da yetmezmiş gibi onun tişörtünün üzerimde olması kalbimi yerinden oynatıyordu. Bir an düşünmedim değil. Dejavu hissiyle şekillenen zihnime korku nidaları atan bir düşünceyle kesilen soluğum mideme bir darbe yemiş hissi yaratttı. Miraç geçen sefer olduğu gibi tekrar üzerimdeki tişörtü çıkarmamı isteyebilirdi, kendi hiç tiksinmeden üzerine geçirirse eğer, bu kez kalbimin bu görüntüye dayanabileceğini sanmıyordum.
Kaşları çatıldı arayanın kim olduğunu gördüğünde. Başımı merakla telefona doğru çevirdiğimde Emre'nin aradığını gördüm. Bir şey olmuş olmalıydı.
Miraç, "Geliyorum,"diyerek elinde hâlâ öten telefonumla hızla mutfaktan çıktı.
İçimde beliren huzursuzlukla bir an olduğum yerde kaldım ve ne yapacağımı düşündüm. Miraç'ı bu kadar düşündüren ve üzen şeyin ne olduğunu deli gibi öğrenmek istiyorum ancak saygısızlık olmasın diye de onu gizlice dinliyemezdim. Bu düşünceyle kaldığım yerden işime devam ettim ve melemen için malzemeleri dezgaha dizdim. Doğrama tahtası üzerinde birkaç parça malzemeleri doğramaya başladığımda yaşamış olduğum çaresizlikle birlikte sinirle elimdekileri bıraktım ve gerisinde mutfaktan hızla çıktım.
Salonda olmadığını, buna karşın kalan tek bir seçenek ile yatak odasında olduğunu düşünerek odaya doğru sessizce adımladım. Suçluluk hissi ruhuma ilişmeden birkaç cümle duymak ve bir şeyleri zihnimde oturmak istiyordum. Kapı eşiğine vardığımda aralık duran kapının bana vermiş olduğu mucizeyle kapıya yakın, duvar dibinde duraksadım ve içeriyi dinlemeye başladım. Kalbim yakalanacağım korkusuyla hızlı atıyordu. Geri dönmeyi düşündüğümde Miraç'ın sesi beni adeta yerime çiviledi.
"Emin misin?"dediğini duydum ilk önce.
"O zaman ne diye arıyorsun Emre, s*ktirtme belanı ve bul o adamları!"
Hangi adamları düşünmeyi geçtim, ettiği ağır yüklü küfür ile yüzüm buruştu. Etmeden duramıyordu bu adam, küfür dilinde bir alışıklık ile tutunmuştu ve Miraç her iki cümlesinden birinde o kelimeleri mutlaka düşürüyordu.
"Hangi deliğe girerlerse girsinler bana bul onları. Plaka işini Gürkan'a devret, halledecektir..." Bir süre karşı tarafı dinlediğinde hafifçe eğilerek göz ucuyla ne yaptığına baktım. Pencere kenarında duruyordu ve çıplak sırtı tamamen bana dönüktü.
"Siz dokunmayın, gereken ne ise ben yapacağım. Benim karıma suikast yapmak neymiş bir bir ödeteceğim..."
Tenim buz kesti birden. Miraç öyle bir hissizlikle mırıldandı ki, ruhunu cellatla değiştirmiş gibiydi. Bu muydu canını sıkan şey? Bana silahla saldıran adamlar mıydı derdi?
"Bende öyle düşünüyorum..." Boştaki elini saçlarına atarak nemli saçlarını dağıttı. Pencereden dışarıya bakıyordu. Saçlarında ki eli bir an duraksar gibi olduysa da, ensesine kaydırdı ve karşı tarafı dinlemeye devam etti.
"Ne daveti?" Garip bir sesle mırıldanırken gizlenmiş şaşkınlık vardı cümlede. Arkasını döneceği sırada hızla geri çekilerek duvara sırtımı dayadım. Bu yaptığım çok yanlıştı biliyorum ama içimde ki meraka engel olamıyordum.
"Beynini s*ktiklerim! Utanmadan davet mi veriyorlar?! Kim bilir yine neyin peşindeler?!..."
Bir şeyin başka bir şeye çarpma sesini duyduğumda bakmak istedim ancak yakalanma korkusu ağır bastığında olduğum yerde durmaya devam ederken soruların biriktiği zihnimi susturmaya zorluk çektim. Ben sorularıma yanıt aramak için onu dinlemeyi göze alırken, daha çok biriken ve tıkanma evresine adım atan soru baloncuklarıyla elim sızlayan başıma gitti.
"İyi madem öyle istiyorlar, kendileri bilir. Onlara gerçek Miraç Uluhan'ı tanıtacağım... Şimdi beni iyi dinle Emre..."derken daha fazla orada durmadan mutfağa geri döndüm. Çünkü orada kaldığım her süre zarfında beynime daha çok soru birikiyordu.
Ne olup bittiğine dair bir gram fikir yürütememiş, iflah olmaz bir zihin ile mutfakta yarım bıraktığım işime devam ettim. Bu sabah günün aydınlığı üzerimize örtünmüştü, biz çok güzel uyanmış ve hayatın harikalar diyarından koparak gelen hisleriyle merhabalar üretmiştir. Mutlu uyanmıştık, yine mutlu bitirmeliydik.
Her ne kadar mutlu görünmek istesekte görünmez merceklerin oluşturduğu koca duvar önümüzde dikiliyordu. Hislerin ardında saklanan gizemli kutular açılmayı beklerken, üzerinde oluşan toz taneleri buram buram boğaz kurutan cinsten ağırlıklarla donanmıştı. Bir toz tanesi bu kadar ağır olamazdı. Üfleyip uçurmak istedikçe çöken bir ağırlık avuçlarımızı yara bere içinde bırakıyordu.
Miraç dakikalar sonra mutfağa tekrardan geldiğinde tek bir an bile bakmadan pişme derecede olan melemene bolca acı ekledim ve diğer ocakta bulunan omleti tabaklara ayırdığımda yanıma yaklaşarak kollarıyla bedenimi sardı. Gerginlikle kasılmış bedenine yaslanan bedenim, kulağıma doğru fısıldayan sesiyle irkildi.
"Birilerinin konuşmalarını gizlice dinlememelisin." Yakalanmıştım işte! Utançla gözlerimi kapattım ve ona ne gibi bir açıklama yapabileceğimi kısaca tarttım. Nerden anlamıştı? O kadar sessizdim ki, neredeyse nefes almıyor gibiydim.
"Ben sadece..." Ne diyeceğimi bilemeden sustum ve derin bir iç çekişle birlikte, "Özür dilerim." diye mırıldandım. Miraç kollarını hafifçe gevşettiği sırada gözlerimi araladım ve kolları arasında ona doğru döndüm. Ellerim anında çıplak teninden geniş göğsüne tutundu.
"Önemi yok,"dedi geçiştirir gibi. "Ama senden bir şey isteyeceğim." Başımı kaldırarak merakla ona baktım. Miraç kolay kolay bir şey istemezdi. Bu yüzden ne istiyeceğine dair teoriler üreten zihnimi geri plana atarak koyu gözlerine odaklandım.
"Nedir?"
"İki gün sonra bir davet var. Benimle birlikte gel."
"Ne daveti?"diye sormadan edemedim.
"Asaf Uluhan ve Meral Uluhan, geri dönüşlerini herkese duyurmak istiyorlar belli ki. Bu yüzden iki gün sonraya bir davet hazırlatıyorlar."
"Seni davet ettiler mi?" Şaşkındım. Öyle bir davete benimle birlikte gitmesine ayrı bir şaşkınlık vardı üzerimde ve buna kıyasla Miraç'ın o davete hiçbir şey olmamış gibi gitmesine daha da şaşkındım.
"Uluhan'lar adına düzenlenen bir davete benim katılmamam uygun görülmez, öyle değil mi güzelim?"
O an fikirlerimle uyuşan tehlikeli çanlar çalmaya başlarken Miraç usulca gülümsedi. Tanıdık gelen bu gülümseme eskilerden bir izlenim sunduğunda bir şeylerin yerine oturmadığına emin oldum. Karanlık yakındı ve üzerimize çökmek üzeriydi. Miraç'ın aklında dolanan tilkilerin ayak sesleri bir bir sesini karanlığın ardından duyururken, ne yapacağımı yahut ne tepki vereceğimi bilemedim. Belki de kabul etmemeliyim, izin vermemeliyim derken, Miraç tüm kaçış yönümü tıkayan bir cümle daha kurdu.
"Sende bir Uluhan olduğuna göre, orada beni temsil et. Eşim olarak..."
Bunun üzerine itiraz dolu bir red cevabı kuramadım. Denemek isterken bile onu yalnız bırakmamam gerektiğini fısıldayan düşüncelere yenik düştüm ve çok fazla uzatmadan başımı sallayarak, kabul ettim. Sonrasında gerginleşen ortam tuzla buz olarak dağıldı ve biz normalleşmeye çalışan hayatımıza kaldığımız yerden devam ettik.
.....
İki gün... İzah etmek çok zor geliyordu bana. Etrafın ateşle çevrili olan şu cehennemde yönümü bulmak, ilelebet süren uzun yollarda bir ize rast gelmek belki de bir çaresizliğin göstergesiydi. Yinede avucumda var olan umuduma sıkıca sarılmıştım ve bu umudu kaybetmemek için elimden gelen gayreti gösterdiğimi biliyorum. Tüm olanlara rağmen, fırtınaların esintisiyle yükselen ataşe inat adım atmakta zorluk yaşasam da başardığımı düşünüyorum. Çünkü ben gideceğim yola karar vermiştim.
Yolumu bulmamı sağlayan koyu gözler bana her baktığında beni farklı hayal âlemine sürüklenmekte hiç de zorlanmıyordu. Öyle ki bakışlarında boğulduğum adamın her an karanlık ağına takılmak hayalime hayal ekliyordu ve ben bu hayallere kapıldıkça daha da güçlendiğimi hissediyor gibiydim. O gözler ki yüreğimin içinde bir gizemdi sanki.
Koskocaman iki gün sonrasında eve dönüş serüveni gerginliğe eşlik eden bir sessizlikle geçti. Bize ait yuvamıza geri döndüğümüzde evin etrafında görmeyi beklediğim adamlardan eser yoktu. Miraç gerek bulmamış olmalı diye düşünerek üstelemedim. İki günün nasıl geçtiğini düşündüğümde ise içimde yeşeren huzurla gülümsedim.
Başbaşa olduğumuz her anın, her dakikanın keyfine değecek yoktu ve ben bu geçen iki günü özlemle anacağımı biliyorum. Filmler izlediğimiz anlarda yakınlaşma sahnelerinde gözlerimi kaçırmam ve buna tek kaşını kaldırarak alaylı ifade ile yakınan Miraç, inadıma yapar gibi tekrar geri sararak o sahneleri izlemem için resmen gözlerime sokuyordu. Beraber yemek yapmamız ki-o vakitlerde Miraç daha çok bana yakınlaşarak öpmek için bulunuyordu mutfakta- veranda da birbirimize sarmaş dolaş oturarak çay içmemiz, ormanı dolaşmamız ve hatta göl kenarında kitabımıza kaldığımız yerden devam etmemiz, öylesine değinecek bir anlar değildi. Belki de en çok özleyeceğim şey, sabah gözlerimi açtığım an onun kara gözlerine rast gelmem ve beni izliyor oluşunun düşüncesiyle güne gülümseyerek başlamam. Çünkü benim için geçen şu iki gün, özel diye tabir edebileceğim tek şey olabilirdi.
Ben orada daha uzun süre kalacağımızın hayaline kapılsam da, bu akşam ki davet için öğle saatlerinde evimize adım atarak kendimizi salondaki koltuğa bıraktığımız ilk dakikada çalan zilin sesiyle kaşlarım çatıldı. Ayağa kalkarak kapıya doğru ilerlerken Miraç ardımdan geliyordu.
"Delikten bak,"diye uyaran Miraç ile yaklaştığım kapı deliğinden kimin geldiğine baktım ve gördüğüm bedenle gülümseyerek beklemeden açtım.
"Merhaba." Dilâ, Emre'nin arkasından başını eğerek gerginlikle gülümsedi ve bana baktı.
"Bunu niye getirdin?" Hiçbir çekinme yaşamadan rahatsızlığını dile getiren Miraç'a göz devirdim. Emre kısa bir an arkasına saklanmakta olan Dilâ'ya baktı.
"Abi, söylediğin şeyleri almakta yardım etti. O olmasaydı beceremezdim, ne anlarım ben öyle şeylerden. Korkuyor zaten, yapma." Emre elini ardına atarak Dilâ'nın elini tuttu.
"Bakmayın ona siz, hadi gelin."diyerek içeri buyur ederken, Emre zorla Dilâ'yı ilerletiyor gibiydi.
Miraç'a dönerek yapmaması gerektiğine dair işaretlerde bulunduğumda umursamazca kaşlarını çattı ve onların içeri girmelerini huysuzca izledi. Emre ve Dilâ'nın boştaki ellerinde sayamadığım kadar karton poşetleri gördüğümde kendi kendine söylenen Miraç'ın onlara ne aldırdığını merak ettim. Kapı girişine ellerindekilerini bıraktıktan sonra beraber salona geçtik.
"Hoşlanmıyorum dedikçe burnumda bitiyor kız. Yardım ettiyse etti, eyvallah. Sonra da evinin yolunu mu unuttu..."
"Gördüğün gibi zorla getirildim enişte, bende meraklı değilim nur cemalini görmeye." Salona geçtiğimiz an homurdanarak söylenen Dilâ'ya anında dönen Miraç ile gözlerim irileşti.
"Ulan ben şimdi senin..." Hızla önüne geçerek onu durdururken, Emre de Dilâ'yı tekrar ardına çekmişti. Dilâ ise bir çığlık atarak Emre'nin arkasına saklandı. "Keserim kızım senin o dilini!"
"Miraç,"dedim kolunu tutarak onu uyarmaya çalışırken.
"Amma meraklısın sende kesip biçmeye. Anladık, kesmeyi çok seviyorsun." Dilâ hâlâ sesini duyurmaya çalışırken aynı zamanda korkmasına anlam veremeyerek omuzumun üzerinden inanamazca ona baktım.
"Emre sustur şunu. Avucum kaşınıyor,"diye dişlerinin arasından tıslayarak, koyulaşan bakışlarını Emre'ye dikti.
"Miraç sakin olur musun?"
"Dilâ,"dedi Emre omuzunun üzerinden Dilâ'ya kısa bir bakış atarak. "Sus lütfen."
"İyi, tamam ya sustum." Kendi kendine söylenen Dilâ'ya bakmadan kolunu tuttuğum Miraç'ı çekiştirerek zorlukla koltuğa oturttum. Emre de aynı şekilde karşı koltuğa Dilâ ile birlikte kuruldu.
Miraç'ın dik bakışlarına maruz kalan Dilâ koltuğa sinmiş bir halde Emre'nin dibinden ayrılmıyordu. Miraç ise her an kalkıp onu kapı dışarı edecek bastırılmış siniriyle sesli bir soluk verdi. Sakinleşmek için Dilâ haricinde her tarafa gözlerini değdiriyordu. Kasvetleşen ortamı dağıtma amacıyla yutkunarak ellerimi dizlerime yerleştirdim.
"Bir şeyler içer misiniz?"
"Kahve."dedi hemen yanımda sinirle bacağını sallayan Miraç.
"Aslında henüz kahvaltı bile yapmadık. Zahmet olmazsa..."diye mırıldanan Emre'ye ani bir şekilde başını çevirip bakan Miraç, bu kez öldürücü bakışlarını kendi arkadaşına iletti. Sonrasında, "Kahve iyi olur,"diyen Emre ile başımı sallayarak ayağa kalktım.
"Bende sana yardım edeyim," Dilâ akıl edip kaçma girişimindeydi belli ki ve isabetli bir mırıltıyla peşimden hızla koşturarak geldi.
"Senin bu kocan olacak adam neye sinirlendiyse acısını benden çıkarıyor yine." Mutfağa girdiğimiz andan itibaren konuşmaya başlayan Dilâ ile onu dinliyor izlemini sunarak kahve yapmaya başladım.
"Hayır yani anlamıyorum, alnımda strese iyi gelir diye bir tabela mı var? Adam beni görür görmez aşırı doz sinir yüklenmiş gibi gözleriyle toprağa diri diri gömdü. Elinden gelde onu da yapardı biliyorum. Benim gibi güzelliği şu dünyaya çok görüyor."
"Çok gördüğü sen değil, dilin."dedim cümlelerini yarıda keserek.
"O da var tabii. Adam takmış kesmeye, dilimden ne istiyor? Sana da aşk olsun hiç de Miraç sus, otur demiyorsun,"
"Miraç çocuk mu Dilâ? Nasıl öyle şeyler söyleyim adama."
"Ne demek istiyorsun, ben çocuk muyum? Emre neden susturdu o zaman beni?" Bir an masaya oturup hiç üşenmeden düşündü bunu. Şaşkınlıkla başımı iki yana sallayarak güldüm.
Dilâ'nın saçma sorularıyla geçen dakikalar sonucunda kahveyi yaparak elimdeki tepsiyle içeri girdiğimizde, Miraç ve Emre kendi aralarında konuşuyorlardı. Henüz kapıdan girdiğimiz an kulaklarıma çalınan tanıdık isim ile kaşlarım çatıldı.
"Ragip'in böyle bir şey yapmasına hâlâ inanamıyorum," diye konuşan Emre'nin ardından, Miraç bizi gördüğü sırada karşında sırtı bize dönük oturan Emre'ye kısa bir bakış attı. Bakışlarında sezdiğim anlam ise kesinlikle susması gerektiğini vurguluyor gibiydi, ya da bana öyle geldi.
Kahveleri ikram ederek Miraç'ın yanına kuruldum ve içeri girdiğim an duyduğum cümleden yola çıkarak, içimde kıpırdayan ve beni anlamsızca rahatsız eden merak dolu baloncuklarından birini dilimin ucundan düşürmeden edemedim. Sanırım Dilâ ile mutfakta geçirdiğim kısacık zamanda bir şeyler bulaştırmıştı bana.
"Ragip, ne yapmış ki?" Miraç ve Emre sorduğum sorunun ardından birbirlerine baktıklarında sakladıkları bir şeyin olduğuna emin oldum.
"Hiç,"diye kuru bir sesle söylendi Miraç dudaklarının arasından mırıldanarak.
"Akşamki davette bir şey yapmayı düşünüyor musun abi?" Konuyu çeviren Emre ile huzursuzca oturduğum yerde kıpırdandım.
"Ne gibi?" Derken direklerini dizlerine yerleştiren Miraç, başını çevirip kısa bir an bana baktığında kesişen bakışlarının ardında dolanan karanlık duyguların gölgesini sezer oldum. Aklında bir şeyler vardı biliyorum ama bunu ben burada varken, konuşmaktan yana bulmuyordu.
"Ay ama ben açım, gitmeden bir şeyler yiyelim. Sabahtan beri alışveriş ile uğraştım, midem burkuldu neredeyse. Zeliş evde köfte var mı ya, canım çekti çok."
"Sen,"diye bir şey söyleyecek gibi olan Miraç dizlerinin üzerinden dirseklerini ayırdı ve doğrularak kıstığı kara gözlerini Dilâ'ya çevirdi. "Sen de mi geleceksin?"
"Abi kızma ona, ben zorladım."
"İyi halt ettin,"dedi dişlerinin arasından tıslayarak.
"Enişte gel barış imzası atalım, ne dersin?" Hevesle oturduğu yerde kıpraşan Dilâ ellerini birleştirerek parıldayan yeşil gözlerini Miraç'a çevirdi.
"Bundan sonra sen ne dersen o, valla bak kızdırmayacağım seni. Hatta aç mısın? En sevdiğin yemeği yapayım sana, barışma şerefine. En sevdiğin yemek ne?"
"Senin ki ne? Beyin mi?!" Derken yaşlı bir huysuzu aratmayan Miraç ayağa kalkarak Emre'ye döndü. "Yürü gidelim yoksa elimden bir kaza çıkacak..."
"Nereye,"dedim anında bende ayağa kalkarak. Kahvesine bile henüz dokunmamıştı. Ne vardı bu kadar huysuzlanacak? Hem akşam için bir planı yok muydu bu adamın.
"Dışarıdayım abi ben." Emre salonun çıkışına ilerlerken, Dilâ ona bir şey söyleyecek gibi hızla arkasından koşturduğunda Miraç ile salonda yalnız kaldık.
"Akşam sekizde hazır ol, gelip alacağım seni."dedi Miraç bana doğru döndükten sonra.
"Ama..." Gerisini getiremeden sustum.
Akşam davete gidecek miyiz tam olarak bilmiyorum ancak eğer gidecek olursak ne giymem gerektiğini bile bilmeden düşen moralim ile susmak zorunda kaldım. Kesinlikle kabul etmemem gerekirdi, bu gerginliğe karşılık üzerimde bir pantolonla davete katılamayacağımı önceden düşünmem, yahut bunu karşımda bulunan adama uygun bir dille anlatmam gerekliydi.
"Her şeyi hallettim ben, merak etme." Neyi halletiğini soramazken, önemsizce başımı salladım. Belki de akşam onunla gelemeyeceğimi şimdi söylemem gerekiyordu. Yaklaşarak iri ellerinin geniş avuçlarını yanaklarıma yerleştirdi ve alnıma dudaklarını bastırarak geri çekilirken, kokumu derince içine çektiğini farkettim.
"Senin için bir şeyler hazırlattım." Kaşlarım çatıldı. Dudaklarımı aralayarak bir şey diyecek olduğumda baş parmağını dudağımın üzerine bastırarak susturdu beni.
"Arkadaşına güvenmiyorum ama sanırım başka çare kalmadı." Kaşları çatıldı. "Bunu dediğime inanamıyorum ama seni onun eline bırakmak zorundayım, hiç istemesem de. Yine de..." Gözleri bir an aşağıya bir yerelere bakar oldu, sonra tekrar gözlerini kahverengi gözlerime çıkarttı. Koyu gözlerinden akan ve felâketin izini taşıyan duygular arasında bocalama yaşarken, kulaklarıma duyurduğu sesi yüreğime kaçarak en kıdemli yere saklandı.
"Önemsiz bir leke sıkmasın canını. Benim için kusursuz olduğunu bil."
Çözemediğim duyguların dolaştığı derin bakışlara karşın titrek bir soluk çektim içime. Dediklerinden bir anlam çıkarmakla uğraşan zihnim iflas bayrağını çıkarmış gibiydi. Henüz ne dediğini tam olarak anlamazken, eğilerek nefesini nefesimle bir araya getirdi ve dudaklarımın üzerindeki baş parmağı, yerini dolgun dudaklarına bıraktı.
Tenime sunduğu kısa ancak tutkulu öpücüğün ardından tek kelime etmeden geri çekilerek, acelesi varmış gibi salondan hızla çıkıp gitti. Aksi olsa beni bırakmayacak gibiydi elleri. Yine de bu o an için yeterli gibi geldi. Dahası için yüreğim el vermezdi. Uğradığım bilinmez yolculuğun ortasında kısılıp kalmış bir çaresizlikle arkamdaki koltuğa çöktüğümde, Dilâ'nın elinde büyüklü, küçüklü karton poşetlerle salona girdiğini göz ucuyla gördüm. Emre'nin elinde de vardı aynı poşetlerden ve hepsini dış kapı önünde bırakmışlardı, şimdi de Dila onları içeri taşıyordu.
"Bu ne surat?"diye sordu elindekileri özenle koltuk üzerine bırakırken. "Kim batırdı gemilerini de söyle, gideyim enişteye şikayet edeyim." Kurduğu teselli dolu cümleye hitaben dalga geçer gibi güldüm.
"Ne?"dedi o da gülerek onunla dalga geçtiğimi önemsemeden.
"Neden Miraç'a şikayet edeceksin?"
"Kara korsanların hakkından ancak Miraç enişte gelir de ondan."
"Kara korsanlar?" Elini sırıtan bir ifadeyle sarı saçlarına atarak diplerini kaşırken, omuz silkerek tekrar güldü.
"Ne bilim kızım, öyle aklıma geldi birden. Bu aralar korsan filmlerine sardım iyice. Neyse kalk hadi, daha çok işimiz var. Davetin en güzel kızını hazırlayacağız." Yanıma yaklaşarak ellerimden tuttu ve beni ayağa kaldırdığında şaşkınlık karışımıyla bu kez sesli güldüm.
"Kimmiş o?"
"Ben,"dedikten sonra şirince sırıtmanın ardından şöyle bir iyice gözlerini üzerimde gezdirdi. "...Demek isterdim ama sanırım boydan ve azıcık olan kilomdan kaybediyorum." Gülerek başımı iki yana salladım. Deli ve biraz çatlak olan arkadaşım yine kendini ön plana atmış gibiydi ve buna çok fazla takmadan beni çekiştirmesine müsaade ettim.
"Bugünlük sıramı sana devredeceğim Zeliş hanım, ama dikkatini çekerim sadece bugünlük. Senin için seçtiğim elbiseyi gördüğünde yüzünün alacağı şekli çok merak ediyorum, bayılacaksın. Tabii Miraç enişte, Emre'yi mesaj yoluyla uyardı, 'Kısa elbise olmayacak,' diye, aman neyse kim takar ki onu? Senin bile böyle bir elbiseyi görünce aklın şaşacak. Eminim çok beğeneceksin. Eminim...Ama onun öncesinde köfte var mı? Çok açım ben..."
Miraç haklı olabilirdi aslında. Bu kızın en sevdiği yiyecek kesinlikle beyin olmalıydı. Buna şüphe duyulmazdı. Ama tüm bu düşüncelerin öncesinde duyduklarımla adeta bozguna uğradım.
Miraç.... Benim için elbise mi aldırmıştı?
* * *
Güne güzel başlamak ve bunu devam ettirmek ruhumuzu da beraberinde güzelleştirdiğini henüz farkediyorum. Bununla da kalmıyordu. Bedenim de ona ayak uyduruyor ve yeniden doğmuş gibi bir canlılıkla dimdik duruyordu. Miraç, güzel adamım, sevdiğim. Öyle bir düşüncelilikle bir incelik yapmıştı ki, bir an bunu gerçekten onun düşündüğüne şaşıp kalıyordum. Benim kalas diye tabir ettiğim adamın böylesine geniş düşünce yapısı olduğunu bilmemem benim aptallığımdı.
Kırdığı yerleri şefkat kokan dokunuşlarıyla iyileştiriyor ve toparlıyordu.
Affettim demek kolay mıydı? Peki affetmek o kadar kolay mıydı? Üzüldüğümüz yerden, kırıldığımız yerden onca darbeler arasında dimdik durmamızın sebebi sadece bir umut muydu? Düştüğümüz onca çukur arasında kanayarak, bir parçamızı geride bırakarak gelebildiysek bu günlere mutlaka hayatın bir planı olmalıydı üzerimizde. Korkmuyor değilim, bu günlerin üzerine çökecek bir karabasanın tetikte bekliyor olduğunu hissetmek deli gibi korkutuyordu beni.
Belki de paranoyak oldum, bilemiyorum ama bildiğim tek bir gerçek varsa bir daha düşecek olursam, kalkamayacak kadar yorgun olduğum.
Yine de şimdi anın tadına varmak lazımdı. Bugünü yaşamazsak yarın anlatacağımız bir dünümüz olmaz. Buna yönelik Miraç'ın, 'Hallettim,' dediği şeyin arkasında tüm bu olanlar saklıymış meğer. Bu bir sürpriz miydi? Eğer öyleyse hayatımda böylesine hoş kaç sürprize maruz kaldım hatırlamıyorum. Benim haberim olmadan daha iki gün öncesinden Emre'ye tüm isteklerini belirtmişti. Emre de Dilâ'nın yardımlarıyla birlikte benim için günlerce uğraşmıştı ve bunu şimdi öğreniyor olmam ben de farklı duygular canlandırdı. Giyeceğim elbiseden tutarak, takacağım küpelere kadar hazırlanan onca şeylerle büyük çaplı bir şok ile karma bir duygu arasında duygusal anlar yaşadım.
Dilâ, benim uğradığım şaşkınlıktan faydalanarak elimden tuttu, hızla odamdaki ayna önüne kurulu puf üzerine oturtmuştu ve sonrasında kırk yıllık kuaför edâsıyla tüm ilgi alanını üzerime yöneltti. Tabii tüm bunların öncesinde dondurucu dolapta bulunan hazır köfteleri kızarmış olmam vardı ve yemeğimizi yedikten sonra üzerime sinen kokunun gitmesi için kısa bir duş alarak beyaz yumuşacık bornozum ile banyodan çıktığımda odamda bulunan Dilâ ile neye uğradığımı şaşırmıştım ve şimdi de bulunduğum durumdan kurtulamaz haldeydim. Şaşkınlığım ise bununla sınırlı kalmadı. Miraç, Dilâ'nın tüm bu uğraşlarına rağmen kovmakta çekinmese de onun adına benim bir teşekkür etmem farz olmuştu.
Dilâ ilk önce ıslak saçlarımın nemini alarak iyice kuruladı. Sonrasında ise uzun kahverengi saçlarımı ufacık bir kabarıklık oluşturmadan jilet benzeri bir fön çekti. Ardından kendiyle getirdiği saç maşasının fişini prize takarak saçlarıma ne yaptığını bilmediğim şeyler yaparken, aynadan ona bakıyordum.
"Daha önce kuaförde çalıştın mı?"
"Evet,"dedi Dilâ düşünceli bir ifadeyle benim tahminimi yanıltmadan. Sonra gülümseyerek aynadan gözlerimle buluşturdu yeşillerini. "Sıkılmış gibisin, henüz yeni başladık Zeliş hanım... Ama işin sonunda Miraç beyimiz gözlerini senden alamayacak, demedi deme. Kraliçe gibi olacaksın kızım."
"Korkutma beni,"dedim güvensizlikle kaşlarımı kaldırırken. Burnunu kırıştırarak yeşilleriyle alaylı bir şekilde bana baktı.
"Göreceksin. Neyse dur bir şarkı açalım da zamanımız eğlenceli geçsin."
Benden uzaklaşarak eline telefonunu aldı ve birkaç tuşun ardından Sezen Aksu'nun parçalarından birini açtı. Hafif hareketli şarkıya deli gibi bağırarak eşlik eden Dilâ ile bugün sayamadığım kadar tekrar güldüm. Deli demekten usanmadığım arkadaşımın benimle ne alıp veremediği vardı bilmiyorum ama kocam olacak adamdan alacağı bir intikamı vardı belli ki ve bunun kabağı benim başıma kalacak gibi hissediyordum.
N'olur sormasınlar bana
N'olur söyletmesinler derdimi
Saklarım ben onu kendime
Yerim kendi kendimi
Saçlarımın iri iri dalgaları omuzlarına dökülürken, hiç vakit kaybetmeden makyajıma geçen Dilâ ile gereksiz bir tartışma sonucunda hafif makyajda karar kıldık. Bazen kendine ara veriyor, eline aldığı makyaj fırçalarını mikrofon edasıyla dudaklarına tutuyordu ve dans ederek çalan şarkıya eşlik ediyordu. Bana da onu gülerek izlemek düşüyordu.
Elbisenin nasıl bir model olduğunu, hangi rengi taşıdığını bilmiyordum ve bunu bilen tek kişinin Dilâ olması makyajım ve saç şeklimin onun elinde olduğunu gösterse de çoğunluğa izin vermeden sonucu nasıl olacak diye merak içinde kıpırdanıp duruyordum. Tüm bunların ötesinde bir şey daha vardı. Yıllar sonra giyeceğim ilk elbisenin üzerimde nasıl bir etki yaratacağını düşünüyor ve elimde olmadan fazlasıyla heyecanlanıyordum. Bu benim için çok fazla sorun teşkil ediyordu. Bacağımda bulunan iz yüzünden, hayatımın belli bir kısmı kısa elbise ve eteklere kırıktı. Bugün bir ilk yaşanacak olduğunu bilmek beni aşırı doz heyecana sürüklüyordu.
Yüzüme fondöten sürmek istemeyen Dilâ yüzümün pürüzsüz olduğunu ve güzelliğinden birkaç söz ederek, sadece adını bilmediğim bir kremi yüzüme sürdü ve ardından gözaltı ve çevresine kullandığı ten rengime uygun gelecek bir kapatıcı sonrasında sürdüğü far ve rimelin yeterliliğini dile getirdim. Buna yönelik sinsilik akıtan bir gülümsemeyle eline kırmızı mat bir ruj aldığında itiraz dolu söylentilerime kulak asmadan anında kaçış yolum olarak bildiğim odanın kapısını kilitledi. Dilâ ile geçirdiğimiz ufak çaplı bir tartışma onun zaferiyle son bulduğunda, çaresizce izin vermiştim elindeki ruj ile dudaklarımı boyamasına.
Akıyorsa yaşlar gözümden
Dinmiyorsa bir türlü gece gündüz
Karardıysa bütün dünya
Vardır elbet bir sebebi
Kaç yıl geçti aradan ayrı ayrı
Bitsin artık bu hasret bulaşalım gayrı
Kaç yıl geçti aradan ayrı ayrı
Bitsin artık bu hasret bulaşalım gayrı
Benim bütün derdim özlem
Biliyorum kavuşur böyle seven
Biz bir elmanın iki yarısıyız
O en çok sevdiğim ve ben
Benim bütün derdim özlem
Biliyorum kavuşur böyle seven
Biz bir elmanın iki...
En sonunda özenle elime tutuşturduğu karton poşet ile birlikte beni omuzlarımdan ittirerek banyoya geçirdi ve elbiseyi giymemi söyledi. Kendi ise buraya gelirken uyguladığı makyajını tazeleyeceğini ve ben banyodayken kendi de içeride elbisesini giyeceğini söylemişti. Şimdi ise hayranlıkla incelediğim elbise üzerimde bulunuyordu ve tek bir sorun vardı zihnimi altüst eden.
Bacağımdaki iz.
Bedenimin kusurunu göz önüne sunarcasına tüm büyüyü bozuyor ve yüreğimdeki heyecanımı acımadan bir bıçak darbesiyle deşiyordu. Tam olarak aynadan kendimi incelemedim ancak başımı eğip açıkta kalan bacağıma baktığım an giydiğim elbiseye yakışmadığımı düşünüyor ve üzerimden çıkartmak istiyordum. Yutkunarak derin bir nefes aldım ve düşük omuzlarla banyodan çıktım.
"Zeliş..."Dedi Dilâ gözlerini belerterek fısıltıyla. Banyodan çıktığım an gözlerini bana çevirmişti. Heyecan içinde kuruyan boğazımı yutkunarak ıslatırken, nasıl göründüğünüm merakıyla dudaklarımı araladım.
"Ne? Olmamış değil mi?"
"Deli misin kızım... Mükemmelsin." Yeşil gözleri hayranlıkla çevrelenmişti. Aynaya doğru ilerledim ve odada bulunan boy aynasından yansıyan bedenime dikkatle baktım.
O an... O an aynada görünen kişinin kendim olduğundan şüphe ettim.
Ben, çok farklı görünüyordum. Yüzümdeki masum denilecek bir makyaja eklenilen kırmızı ruj, üzerimde bulunan simsiyah elbisenin patlayan rengi gibiydi. İnce askılı, düz ve sade bir elbiseydi ancak cürretkâr nitelikli göğüs dekoltesi ile vücudumu komple sararak dizimin bir karış üzerinde bulunan kısalığı, haykıran asaletiyle üzerimde duruyordu. Çıplak omuzlarımdan iri dalgalarla dökülen saçlarımın ardından kendimi bir şaheseri inceler gibi süzerken, tekrardan bacağımda bulunan iz gözlerime çarptı ve heyecanla çarpan kalbim usulca yerine sinerek omuzlarımı çöküntüye uğrattı.
"Bacağımda ki leke kötü duruyor. Bu elbise hiç uygun değil Dilâ." Dedim ona dönerek. Onun üzerinde ise ten renginde parlak bir elbise vardı ve ne zaman yaptığını bilmediğim dağınık bir topuzun ardından renklendirdiği yüzü benden çok daha güzel olduğunu gösteriyordu.
"O iş bende kızım, gel sen buraya. Daha işimiz bitmedi seninle."
Beni tekrar ayna önüne oturttu. Bu kez odağına aldığı bacağımda boy görünen leke ile ilgilenirken, birkaç değişik krem ve kapatıcı ardından bacağım ile sabitlediği renk uyumu fondöten ile beni şaşkına uğratacak bir sergi tasarladı. Bacağıma şu an sergi demekten ayrı kaybolan leke ile öylece kalakaldığımda Dila geri çekilerek yarattığı eserine gururla gülümsedi.
"İşte şimdi oldu." Ben hâlâ bacağımda kaybolup giden izi ararken önüme bir çift siyah, ince topuklu stiletto ayakkabı bıraktığı vakit telefonunun mesaj sesi geldiğinde kendime gelerek gözlerimi kırpıştırdım.
"Son olarak şunları giyiyorsun," dedi bana bakmadan hızla eline telefonunu alırken. "Takacağın takılar ve çanta ise orada duruyor." Komodin üzerini işaret etti ve başını kaldırarak bana baktı. "Emre mesaj attı. Kapıdalar ve sanırım enişte içeri giriyor..."
"Saat kaç ki?" Heyecanla yerimden kalktığımda Dilâ beni tekrar oturttu ve ayakkabıları gösterdi. Miraç'ın geldiğini duyduğum an aklım yerinden kaçmıştı ve ben ayakkabıları giymeyi unuttum. Hızla ayağıma geçirerek tekrar kalktığımda bu kez takıları kaşlarıyla işaret ederek uyarır tonda elini beline attı.
"Sekizi beş geçiyor. Hadii..."
Geç kalmış gibi hızla elime aldığım gümüş renk ince nakışlı bilekliği sol elime geçirirken, o an boynumda ki zincirin içinde bulunan yüzük aynadan gözlerime yansıdı. Koynumda sakladığım geleceğimi çizen bir ümit varlığının bilincine varmaksızın, yarına yönelik bilinmezlikle zihnime kondu düşünceler. Yanağımın iç kısmının etini gerginlikle dişimin arasında ezerken, bir çıkmazın arasından bulunan ufak bir ışığa tutunarak çıkışa doğru yükselen ruhumun ferah hissiyle hiç düşünmeden boynumdaki zinciri çıkardım ve içinden yüzüğümü alarak, sol elimin yüzük parmağına geçirdim. İşte şimdi kendimi tamamlanmış hissediyordum ve giydiğim elbisenin hakkını verircesine omuzlarım dikleştiğinde, bu kez üstün körü değilde kendime güvenir bir ifadeyle aynadan yansımamı inceledim.
Ben... Tamamdım.
Yavaşça dönerek Dilâ'ya baktım. Onunda yüzünde peydahlanan bir özgüven ile gülümseyen yüzüne karşılık verdim ve beraberinde odamın çıkışına ilerledik. Dila hemen ardımdan geliyordu. Öyle ki Miraç'ın, geciktiğimize karşın biriken öfkesiyle karşılaşmak istemediğini, komik gelen bir saklanma biçiminde beş adım gerimden gelerek belirtiyordu. Çanta almayı düşünmedim, zaten telefonum Miraç da duruyordu ve evin anahtarını taşımak gibi bir gereksinim ihtiyacı da duymadım. Başka bir şeye de ihtiyacım yoktu.
Bir rüyaya tâbi tutulan bir istek ile şu anın içinde yaşamayı dilerdim, belki de ömür boyu. Günler boyu, aylar, hatta yıllar boyu kaçtığım karanlığa bu kez sığınmaya gidiyordum. Attığım her adımda yüreğimin yakarış sesi kulaklarımda davul misali çalarken, elimi kalbime atmamak için kendimle bir iç savaş içerisine girdim.
Merdivenlerden indiğim her basamakta giydiğim ayakkabı ile kayıp düşmekten korkmuyor değildim ancak şu an ağır basan bir heyecanın ve onun üzerine sinen merakın bahşettiği duygular ile titrediğimi çok sonra farkettim. Mesela, son iki basamak ardından salonun tam ortasında heybetli bedeniyle dikilen adamı gördükten sonra.
Sırtı bana dönük olmasına rağmen, beni böylesine etkileyen adamın attığım adımların çıkardığı ses ile birlikte zaman kavramını şaşırtan bir yavaşlıkla bana doğru dönmesi ve koyu gözlerinin bulaştırdığı bir renk cümbüşünün tüm kıyafetine yansıdığını görmek boğazımı kuruttu. Siyahlar içerisinde hüküm dağıtan görünüşünün ardından keskin bakışlarını bana çevirdi.
Saniyelerin katledildiği bir zaman diliminde koyu gözleri bir an gözlerimde takılı kaldı. Son iki basamakları bitirerek ona doğru iki adım daha attığımda gözlerinde beliren duyguları çözmekle uğraşıyordum. Yavaşça indi gözleri aşağılara doğru, sanki göreceklerinden korkar bir hisse kapıldığımda her detayımı dikkatle inceleyen bakışları gittikçe büyüyen kara irislere devrini verdi. Sonrasında tek bir kelime fısıldadı dudakları arasından.
"S*ktir."
Ellerini cebinden çıkararak gözlerini hızla tekrar gözlerime değdirdiğinde sertçe yutkunduğunu gördüm. Gördüklerine inanamayan bir ifadeyle donuklaşan bakışları tekrar inceledi beni. Bir şey demesini bekleyerek kaşlarımı kaldırdım ve onun beni inceleyerek her saniyede kararan bakışlarına değinmeden bende onu inceledim.
Siyah parlak rugan ayakkabının ardından üzerinde siyah bir takım elbise vardı. Üzerine tam oturan, omuzlarını saran siyah ceketin içerisini siyah bir gömlekle tamamlamıştı ve buna rağmen kravat namına tek bir figür bulundurmadan bileğine gümüş renk pahalı olduğu her halinden belli olan bir saat takmıştı. Parmağında bulunan özel nakışıyla göz alan siyah taşlı yüzüğünü gördüğümde parmağıma taktığım yüzüğü anımsadım.
Kusursuz yüzü ise... Onu tek bir kelimeyle anlatacak bir şey bulamadım. Tıraş olmuştu ancak belli bir kısmını kestirmiş olmalıydı çünkü hâlâ kirli sakalları kısa bir uzunlukla duruyorlardı çene kenarlarında. Saçları her zamanki dağınıklığına karşı ön kısmı yukarı doğru yatırılmış olmasına rağmen, birkaç tutam alnına düşmüştü ve bu ona artı bir puan kazandırmış gibiydi. Oysa, onu kalbime sorsanız puan belirtemezdi asaletine ve duruşuna karşı.
Azrail görünümlü bir adam, bu kadar mükemmelik sunamazdı insanoğluna.
"Kim giydirdi lan seni?" Geçen birkaç dakika ardından kurduğu cümleyle kendime geldiğimde kararmış gözlerine baktım. Keskin bakışları üzerimde duruyordu ve dişlerini sıktığını belirginleşen çene kemiğinden anladım.
"Beğenmedin mi?"
"Beğenmek mi?" Bir an duraksayarak tekrardan üzerimi tepeden tırnağa inceledi. Sinirle soluyarak yanıma doğru adımladığında dudaklarını araladı.
"Seni böyle hazır edenin ben-" demeye kalmadan daha o bana yaklaşmadan hızla yanına vararak elimi dudaklarının üzerine kapattım. Kızgın bir ifadeyle ona, 'Sus,' demeyi planlıyordum ancak dipdibe girdiğimiz o an ikimizinde teninde dolanan kızgınlık yerini farklı duygulara teslim etti. Büyüleyici kokusu ciğerlerime doluşurken, yutkunarak elimi ayırdım dudakları üzerinden.
"Küfretme,"derken gözlerimi kaçırarak elimi saçlarıma attım ve omuzlarıma dökülen saçlarımı parmaklarım arasına aldım. Derince tekrar içime çektim yakınlığından ötürü burnuma dolan keskin kokusunu.
"Kim giydirdi sana bu elbiseyi?" Az önceki öfkeli sesi biraz bile olsa dinmiş gibiydi. Ya da sakinliği ardına gizledi öfkesini.
O an yanımızdan geçen Dilâ'nın sesini duyduğumda dönüp ona baktım. Kendi kendine biz burada yokmuş izlemini sunarak, yukarılara bakıyor ve sanki evin tavanını inceler bir halde şarkı mırıldanıyor gibi kapıya doğru ilerliyordu.
"Kaç yıl geçti aradan ayrı ayrı
Bitsin artık bu hasret bulaşalım gayrı..."
Miraç ve benim afallamış bakışlarımız ile kapıya vardığı sırada yeşil gözlerinde yansıyan kurnaz parıltılarla bize doğru döndü.
"Alev aldı buralar, alev!"
"O alevin içinde yakacağım seni!" Adeta kükreyerek evi inleten Miraç kapıya doğru atılacağı sıra hızla önünü kestim. Dilâ ise anında terk etmişti evi. Sanırım Emre onu dışarda bekliyordu.
"Bu kızın ölümü benim elimden olacak!"
"Tamam Miraç, gitti zaten... Sakin olur musun?"
"Sakinim ben!" Çatılmış kaşlarının altından sert bir ifadeyle bana baktığında imalı bakışlarımı sundum ona. "Tamam,"dedi sesli bir soluk vererek elleriyle yüzünü ovuşturdu.
"Ee... Nasıl oldum, bir şey demedin?"diye bir soru yönelttim. Başını çevirdi ve bana baktı. "Beğenmedin mi?"
"Beğenmedim, git değiştir." Anında verdiği cevaba dudaklarımı aralayarak şaşkın bir ifade takındım. Sonrasında kafama dank eden bir düşünce ile gözlerim kısıldı.
"Sırf kısa ve açık diye beğenmedim diyorsun değil mi?"
"Yok öyle bir şey." Kesinlikle yalan söylüyordu.
"Hani Miraç Uluhan yalan söylemezdi? Ufacık bir yalandan bile nefret ederdi? Yalanın büyüğü, küçüğü olmazdı hani?" Duraksayan bir ifadeyle kaşlarını çatan Miraç, kurduğum cümlelerin ardından gözleri kısıldı.
"Bel altı vuruyorsun."diye söylendi. Omuz silkerek doğruyu söylemesini bekler bir ifadeyle kollarımı göğsümde bağlayarak beklentili gözlerimi ona diktim.
"İyi tamam... Güzel."
"Güzel ne?" Sesli bir soluk vererek dişlerini sıktı.
"Güzel olmuşsun işte!" Karanlık gözleri sayamadığım bir incelemeyle tekrar baştan aşağı süzdü beni, en son gözleri dudaklarım üzerine değdi. Bir süre sessiz kaldığında vücuduma akın eden utanç ile yanaklarımın ısındığını hissettim.
"Hatta... Çok güzel olmuşsun. Fazla güzel. Aşırı doz güzellik bu..."
"Yanına yakışmak istedim." Siyahların bir efendisi olsaydı bu kesinlikle Miraç olurdu. Kalbim öyle söylüyordu, aklım ise bir ilk daha yaparak kalbime destek oldu.
"Acaba ben senin yanına yakışacak mıyım Zeliha Uluhan?..."
Kalp krizinden öteki tarafa gitmeme ramak kala derin bir iç çekişle göğsümde bir yükselme oldu. Az önceki sinirini toprak altına gömen adam bir şaheseri inceler gibi koyu gözlerini tüm bedenimde dolaştırıyordu. Bacağımda aradığı izi bulamayan ifadesi dakikalar önceki şaşkınlığını yenmiş gibiydi.
"Yüzük..."dedi parmağımda bulunan yüzüğe baktığında. "Takmışsın."
"Zamanı geldi diye düşündüm." Hafifçe omuzlarımı kaldırıp indirirken, dudaklarımı büzdükten sonra güldüm.
"Sanırım ikimizde verdiğimiz sözlerin arkasında duramadık."
O an dudaklarında bir kıpırdama oldu. Kalbim yerinden oynadığında birazdan gülümseyerek oluşuna yeminler edebilirdim. Gözlerim büyüdü ancak ne olduysa o andan sonra Miraç kendini durdurdu ve dudaklarını birbirine bastırarak karanlığında parlayan ışıkların ardından boynuma baktı.
"O zaman,"derken elini ceketinin iç cebine atarak bir kutu çıkardı. "Boynun boş kalmasın." İnce uzun, siyah kadife kutuyu açtı ve içinden çıkan kolye ile elim ayağım birbirine dolaştı.
"Miraç bu..." Özel yapım olduğu her halinden belli olan kolyenin zarafetinde kayboldum.
Gümüş renk zincirin ucunda kıvrımlı bir gül ve o, gül renginin bende çağrıştırdığı anlam ile konuşacak yahut tek kelime edecek takati kendimde bulamadım.. Kıvrımlı gül dalına işlenen oyma nakışa, çizgi çizgi dizilmiş yaprağına, ucunda parlak yeşil taşlardan oluşan gül detayına ve bunu ustalıkla yapan işçiye diyecek tek kelime edemedim. Öylesine mükemmel yapılmıştı ki, tek bir kusur bulamadım. Yeşil gül anlamı bu kadar iyiye kıyasla kötüye yorumlanırken, onun böylesine düşünce yapısını bir kolyeye dönüştürmesine gözlerim dolu gülümsedim.
"Beğendin mi?" Beklentiyle bakan ifadesine olumsuz bir yanıt vermemi beklemiyordu umarım. Derken aklıma gelen Dilâ sinsiliğinde bir düşünceyle yüzümdeki gülümsemeyi anında sildim.
"Beğenmek mi?" Burnunu kırıştırdım.
"Hayır." Gözleri kısıldı verdiğim cevaba karşı. İnanmadığı apaçık belliydi.
"Beni kandırmıyorsun, değil mi?" Omuz silkerek yüzümü başka yöne çevirdiğimde aramızda kalan son adımı yok ederek mesafeyi katletti.
"Kabul."diye sordu önemsiz bir konuyu masaya yatırır bir sesle.
"Ne?" Garip bir afallamayla ona baktığımda bu kadar çabuk pes edeceğini bilmiyordum.
"Benden ne istediğini söyle, kabulüm. Yeter ki bu kolye gerdanında dursun."
"Bu kadar çabuk kabullenmeni beklemiyordum,"diye söylendim şaşkınlık akan bir sesle. Daha sonra öncelik olarak zihnime ilk sırada yer alan isteklerimi tarttım.
"Kıyafetlerim konusunda sorun çıkarmayacaksın. Dilâ çok uğraştı benim için. Hele de bacağımda bulunan izi kapatmak-"derken parmaklarıyla çene ucumu tutarak yüzümü kendine doğru yukarı kaldırdığında dudaklarım üzerinde sıcak soluğunu hissettim.
"S*ktiğimin hiçbir leke, kusursuzluğunu örtemez senin. Sana dedim, önemsiz bir iz sıkmasın canını diye..."
Ne söylesem de o lekenin canımı ne kadar sıktığını ve elbise yahut kısa bir etek giyme isteğimi acımasızca baltaladığını bilemeyecekti, o yüzden de çok uzatmadan başımı onaylayarak salladım. Boştaki elinde bulunan açık kutudaki kolyeye tekrar gözlerim değdi.
"Öyleyse sen tak."
Bir an kararsız bir şekilde koyu gözleri kolye ve gerdanım arasında mekik dokudu. Sanki ondan çok zor bir şey istemiştim. Sonunda karar vermiş olmalı ki elini çenemden ayırdı. Kutudaki kolyenin zincirinden tutarak çıkardı ve boş kutuyu duvar kenarında bulunan sehpa üzerine bıraktı. Tekrar bana doğru döndüğünde ellerimle saçlarımı toparlayarak boynumu açığa çıkardım ve sırtımı ona çevirdim.
"S*ktir,"diye bir küfür daha savurduğunda gözlerimi kapattım. Yine ne oldu diye içimde söylenirken, "Bu elbisenin parçası eksik! Sırtı nerede bunun?!" Acı biber sürmekle bile tehdit edemezken ne yapacağım ben bu adamla!
"Uzun saçlarım kapatıyor, Miraç!"
"Bu elbiseyi tasarlayanı s*keyim!"
Birkaç saniyenin altında yatan bir kıvranış sonucu Miraç'ın tenimi yakan ılık nefesi ensemde dolandı. Söylenmeleri bitmemişti ancak içinden ettiği argo yüklü cümleleri zihnimde duyar gibiydim. Mesafe varmış gibi biraz daha yaklaştığını hissettiğimde verdiği nefesi usulca ensemden sırt bölgeme aktı. Kolyenin iki ucunu tutarak boynumda yerini sağlamlaştırırken, başımı eğip o süre zarfında elbisemin göğüs dekoltesi üzerinde tenime yapışan yeşil gül kolyeyi inceledim.
Miraç geri çekileceği sırada çıplak kalan enseme dudaklarını bastırdığında irkilerek gözlerimi kolyeden ayırdım. Beni kendime getirmesi salise bile sürmeden yaşattığı etki ile âlemler arasından hayal âlemine atladım. O kısacık zamanda bir çok olay dizildi zihnime ve hepsinin ucu hoş olmayan yerlere kayıyordu.
Bunun yan etkisine kapılmadan gözlerimi kırpıştırdım ve içimden kendime lanetler ettim. Ufak bir buse kondurmuştu sadece, benim bu kadar çabuk tuzağına düşmem ise tamamen saf olmamdan kaynaklı olmalıydı. Geri çekildiğinde saçlarımı serbest bırakarak ona doğru döndüm. Direkt olarak boynumda yer eden kolyeye baktı, sonrasında büyük elleri yanaklarıma yerleşti ve gözlerini gözlerime dikti.
"Ne olursa olsun,"diye mırıldandı kararmaya başlayan gri irisleri derinliklerime işlerken. "Bu kolyeyi sakın boynundan çıkarma. Eğer bir gün yollarımız ayrı düşerse, olurda kaybedersem seni, benden ölesiye nefret bile etsen, bu kolye boynunda kalsın. Olur mu?"
"Niye şimdi böyle bir şey söyledin?"
"Söz ver,"dedi dudaklarının arasına yüklenmiş basınç akan ağırlıklı kelimeleriyle. Birikmeye başlayan sorular bir bir zihnime doluştuğunda anlamsızca kaşlarım çatıldı. "Bu kolye boynundan bir an olsun çıkmayacak!"
"Korkutuyorsun beni," mırıldandığımda sesli bir soluk vererek parmak ucuyla tekrar çenemi tuttu ve baş parmağı yardımıyla çene kemiğimi okşadı.
"Sadece söz vermeni istiyorum güzelim." Kara delikler usulca ruhuma doğru süzüldüğünde beynimde birikmiş olan soruların bir bir üzerini karaladım ve başımı hafifçe sallayarak dudaklarımı araladım.
"Söz, kolyeyi asla çıkarmayacağım."
"Güzel,"dedi beni onaylayarak başını ağırca sallarken. "İşte şimdi gidebiliriz. Sırada mahvetmemiz gereken bir davet var..."
Sonunda ne olduğunu bilmediğim yollarda ilerlerken, yanımda bir bedenin varlığı güven veriyordu bana. Elini tuttuğum, tenine dokunduğum ve kokusunu soluduğum bir adam. Yanı başımda ve her adımımız bir birine eş değerdi. Siyahlar içersinde, siyaha tutuldum. Yayılan kıvılcımın oluşturduğu alevlerin ruhumuza akın ettiğini bilmeden yürüdüğümüz bu yolda engellerin ortadan kalkmasına harcadığımız savaşta kanlı, yaralı olsa da çıkacaktık.
Ellerimiz bir ise, yolumuz da bir olmalıydı ve bu mücadelede biri ölecek ise bu kişi ben olmalıydım, yahut beraber düşerdik uçurumun dibine.
Ya benle, ya da hiç. Aksi yok.
* * *
Devam Edecektir....
🌼SEVİLİYORSUNUZ 🌼
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro