Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

49.BÖLÜM

♡♡Birazcık aksilikler olsa da sonunda buradayım. Çok uzatmadan sizi bölümle baş başa bırakıyorum♡♡

*Bölüm Müziği; Belkıs Özener / Sevemedim Kara Gözlüm

Bol yorumlu ve keyifli okumalar dilerim♡♡

* * *

An gelir, unuttukların önünde belirir.
Ya gülümsersin hatırladıklarına,
ya da sesin titrer konuşmaya çabaladıkça.

"Kitabımızı unutma,"demişti bana yüreğimin sahibi.
"Gittiğimiz yerde okuruz."

Dokunmamıştım oysa. Onunla beraber yarıda kesmiş olduğumuz satırlarda onu beklemiştim. İçimden gelmiyordu ki onsuz o kitabı okumak, yahut dokunmak. Çünkü bir nedeni vardı, bize ait bir neden ve bu neden öyle güzel, öyle özeldi ki tekrar tekrar okuma isteğimi kabartıyor sayfalarca ilerledikçe ayracı geriye alasım geliyordu.

Ufak bir çanta ayarladım. İçerisine ikimiz için birkaç giysi, gece yatmalık ve günlük giymelik. Sonra ıvır zıvır derken, en sonunda kitabı güzelce yerleştirip çantayı kapatmış ve aşağıya inmiştik. Ufak bavul tarzı çantayı hazırlamadan önce sanki acelemiz varmış gibi ikimizde hızla üzerimizi değiştirmenin ardından arabaya gerekli her şeyi yerleştirerek uzun, epeyce uzun bir yola koyulduk.

Uzun yolları severdim, hele ki arabayla olan bir seyahat olduğunda. Benim için en güzel dakikalar o an başlardı. Hüznüyle, heyecanıyla, bekleyişle ve geleceğe olan merakla geçen upuzun bir yol istiyorum. Yanımda ise... Kimbilir. Buna şu atışıyla naralar atan kalbim karar versin.

Ve bir şey daha. Garipti ki, Miraç'ın aylardır görmeye alıştığım arabasında değil de farklı bir arabada yol alıyorduk. Kaşlarım çatıldı usulca. Rengi eskisini aratmayan siyah araba sezgilerimde tuhaf bir his oluşturmuş, düşüncelerime sancılar yaratan çivi çakar olmuştu. Miraç arabasını değiştirmezdi durduk yere. Ne olmuş olabilirdi ki birden farklı arabaya geçiş yapmıştı? Belki de ben abartıyorum, Emre yaya Ragip almış olabilirdi arabasını. Şimdi de arabasız kalınca o an için bunu bulmuştu. Bilemiyorum.

"Arabanı mı değiştirdin?" Uzun yol bu sessizlikle çekilmezdi öyle değil mi? Bir yerden başlamak gerekirdi.

"Öyle oldu." Sanki bu sorudan rahatsız olmuş bir ifadesi vardı.

"Diğer arabana ne oldu?"dedim umursamaz görünmeye çalışarak, arabanın içini incelemeye başladım. Bir yandan ise temkinli davranıyor, soracağım soruları zihnimde tartıyordum.

"Kırdım."dedi. Bu kez sesi öyle ruhsuz çıktı ki, gözlerim hızla ona çevrilmişti.

"Ne?" Belki de ben yanlış duymuştum.

"Kırdım, sonrada uçurumdan aşağı attım." Sanki normal bir şey söyler gibi tepkisizlikle yolu izlerken, benim şaşkınlığıma kısa bir an baktı.

"Nasıl?"

Bir insan neden böyle bir şey yapardı ki? Tabii ya. Kriz geçirmiş olmalıydı, öğrendiklerinden sonra. Böylesine acı gerçekleri normal birinin kaldırmasına bile olanak getirmezken, Miraç'ın bir atak geçirmesi olağan bir şeydi. Balığı aratmayan şaşkın bakışlarımı kırpıştırdım ve aralık kalan dudaklarımı birbirine bastırdım.

"Çok basit... Demir bir sopayla camını, aynasını ne varsa kırdım. Sonra çalıştırarak indim arabadan ve el frenini açık bıraktım." Derin bir iç çekti yaptığından gurur duyan bir ifadeyle.
"O an... İyi gelmişti aslında."

"Peki şimdi?" diye sorduğumda kara gözlerini tekrar bana çevirdi. O saniyede kayboldu yüzündeki gurur dolu ifadeler. Yerini farklı duygulara teslim ettiğinde, kasılan çehresiyle birlikte tekrar yola döndü.

"Yanılmıyorsam ileride köşede güzel bir yer var, kahvaltı yapabilmemiz için. Ordan da bir markete uğrar gereken şeyleri alırız, sonra yolumuza devam."

Dediği gibi de oldu. Bir süre yol aldıktan sonra güzel bir kahvaltı bahçesinin teras katında karnımızı doyurduk. Cam kenarında oturduğumuz süre boyunca birkaç konuşmadan hallice iyidi aramız. Ne o sabahki kabusumdan söz ediyordu, ne de ben dün neler yaşadığına dair soru soruyordum. Sanki ikimizde anlaşmışız gibi geçmişi perde arkasına atmış, rollerimize bürünmüştük.

Marketten ihtiyaç duyduğumuz gerekli gereksiz her şeyi sepete atan Miraç ile ufak bir tartışma yaşadıysak da azar işitip susan ben oldum. Birara eline çilek dolu küçük bir sepet aldı ve kısa bir inceleme sonucunun ardından başını bana doğru kaldırıp sorar ifadeyle baktığında başımı iki yana sallayarak red ettim.

"Alerjim var." Bir an gözlerinin rengi karardı sanki. Bilemedim, belki de bana öyle geldi anlamadım ama benim red etmemle birlikte meyve sepetini geri yerine bıraktı. "Ama sen seviyorsan, alabilirsin kendine."diye devam ettim.

"Hayır."dedi bana bakmadan ve arkasını dönerek ilerledi.

Sonrasında aldıklarımızı kasadan geçirip tekrar arabaya yerleştik ve yolumuza devam ettik. İki tarafı da ağaçlarla kaplı yolda normal bir hızda giderken, kendime oyalanacak bir şey bulmuştum. Dakikalarca süren uzun yol benim Miraç'ı izlemem ile geçti. Öylece durup onu izlemek hoşuma gidiyordu ne yapabilirim? Kendimi onu izlemekten alıkoyamıyordum. Gözlerinin karasına uzunca bakmayı, boynundaki benleri saymayı, ellerinin arada bir saçlarını karıştırmasını. Uzunca anlatmaya gerek yok aslında, kısacası ona ait her şeyi seviyorum.

"Bana öyle bakma." Dedi birden. Kaşlarımı kaldırarak güldüm.

"Nasıl bakıyormuşum?"

"Böyle işte,"dedi gözlerini yoldan alarak bana çevirdi. "Derin..." Tekrar yola doğru döndü ve bir dakika bile sürmeden arabanın durduğunu hissettim. Hala ondan gözlerimi çekmezken, oturduğu yerde bana doğru döndü ve yayıldığı yerde iyice koltuğa yaslandı.

Nereye park ettiğine bakmaksızın yahut etrafı incelemeye gerek bulmadan onun ruhuma işleyen kara gözlerine tutulup kaldığım zaman diliminde, kendi de tıpkı benim yaptığım gibi başını koltuğa yaslamıştı ve beni izliyordu. Yanaklarıma hücum eden bir sıcaklık Miraç'ın karanlığı taşıyan gözlerine takıldı. O an kesinlikle gülümseyecek sandım. Bir umuttu benimkisi. Dudakları kıpırdandı, kıvrılmak arasında gidip gelen ufacık bir kıpırdanış, yüreğimi yerinden oynatırken gerginlikle elimi saçıma atarak kulağımın arkasına sıkıştırdım.

"Sen de öyle bakıyorsun,"diye mırıldandım sessizce. Sanki sesimi yükseltsem aramızda yaşanan bu büyülü şey bozulup toz bulutu gibi dağılacaktı. Her defasında bu şekilde oluyordu. Yüksek ses bize uyumsuzdu, sessizlik nahoş bir istekti.

"Nasıl bakıyormuşum?"

Beni taklit etmesine karşı omuz silkerek gülümsedim. Gözlerimin şu dakikalarda ışık saçar gibi parladığına yemin edebilirim. Tıpkı onunkiler gibi. Kara bir renk, nasıl bu kadar parlak ve mükemmellik taşıyabilirdi?

"Sanki..."deyip sustum ve gözlerine derin ifadelerle bir süre baktım.
"Bir mücevhere bakar gibi." Hayranlık, benimsemek diye tabir de edebilirdim bu bakışları.

"Yanlış,"dediğinde kaşlarım çatıldı.
"Basit bir mücevher, senin yanında sönük kalır."

İstemsizce utangaç bir gülüş dudaklarımda canlandığında gözlerimi ondan çekerek sonunda geldiğimiz yeri inceledim. Çok dikkatimi vermezken yüreğimdeki ferahlıkla birlikte yüzümde oluşan gülümseme hemen yanımda oturan sebebimden kaynaklıydı.

"Hadi, inelim." Merak etmiştim buranın kime ait olduğunu. Miraç arabadan inerek benim tarafıma doğru ilerlediğinde ne yapacağını izlemeye koyuldum ve o an bir şaşkınlık daha yaşadım. Benim tarafımda bulunan kapıyı açarak elini bana doğru uzattı. Çok düşünmeden şaşkınlığımı bir kenara bırakıp beklemeden sıcacık elinden tuttum ve indim arabadan.

Dışarıdan yayılan hafif esinti üzerime hırka aldığım için pek etki yaratmadı. Hava güneşli olmasına kıyasla farklı bir havası daha vardı. Her an bozulacak gibi. Etrafı araziden oluşan ve tam ortasında tahtadan yapılma izlemini sunan tek katlı bir bina vardı. Uçuk bir büyüklüğe sahip olmasa da küçük denilemeyecek kadar da büyüktü.

Kapı önünde geniş bir veranda, sağda bulunan bahçede ise birkaç ağaç ve iki ağaç arasına kurulu bir hamak bulunuyordu. Verandanın köşesinde bir sedir varken, önünde yine tahtadan bir masa ve sedirin karşında iki sandalye. Eve doğru yürürken ayakkabılarımızın altında ezilen toprak bile insana öyle bir huzur bahşediyordu ki, mutlulukla gülümsemekten kendimi alıkoyamıyordum.

Beraber eve doğru ilerledikçe etrafa hayran bakışlarımı sunuyor, içimden buranın harikalar diyarından daha iyi bir görsel yarattığını söylüyordum. Sol tarafta arazinin dışı tamamen ormana giriliyordu. Öyle korkutan cinsten değildi orman, yapraklarının bir kısmını döken ağaçlar bile gayet hoş görünüyordu.

Merdivenlerden çıkarak veranda da durduk. Miraç elini elimden çekerek anahtarını cebinden çıkardı ve kapıyı açarak, "Sen içeri gir, ben eşyaları getirip geliyorum."dedi. Başımı sallayarak onayladım ve içeri girdim.

Ufak bir koridor karşılıyordu kapıdan içeri girdiğimizde bizi. Sonra hol gittikçe genişliyordu. Sağda kapısı olmayan bir giriş olduğunda oraya girdim ve salon ile karşılaştım. Sol tarafta pencere önünde kahverengi ve krem karışımı L şekilde koltuk, ve onun karşısında iki tane tekli koltuk, onların önünde ise televizyon ve televizyon ünitesi. Sağda ise krem rengini taşıyan bir yemek masası, duvarlarda anlamını çözemedigim tablolar ve köşede bir şömine. Salon çok büyük ve geniş değildi ancak sıcak bir havası vardı. Evin içi tahmin ettiğim gibi tahtadan değil de, tuğlaların mükemmelliğini sunuyordu. Çok güzeldi dağ evi ve ben daha şimdiden sevmiştim. Aslında tıpkı evimize benziyordu.
Bizim evimiz.

Ordan çıkarak tam karşıda bulunan mutfak diye tahmin ettiğim yere girdim. Burası da aynı renkleri taşıyordu. Krem ve kahverengi bana asırlık bir hikaye sunar gibi geldi o an. Eski şeyleri severdim. Benim için en güzel şeyler hep eskide olurdu. Bazen eski zamanda yaşama isteği doluyordu yüreğime. Daha kadir kıymet sahibiydi sanki o zamandaki insanlar. Daha güvenilir gibi geliyordu. Kirli düşünceler yok gibi, sakin bir hayat varmış gibi. Sakinliği seviyorum, maraton bir hayat bana göre değildi.

Mesela o zamanlardan birinde yaşıyor olsaydık, Miraç bu kadar hislerini yitirmese, küçük sıcak bir evimiz olsaydı. Tek oda olsa bile yeterli gelir bana. En güzel günlerimizi kışın yaşardık, odamızda bir soba kurulu ve üzerinde bazen kestane pişirir yerdik. Bazen de portakal kabuğunu atardık soba üzerine, mis gibi koku sarardı tek odalı evimizi.

Sıcacık, sobalı odamızın kenarına oturur, sarmaş dolaş sohbet ederdik. Klasik bir istekti belki bu ama kimin umurunda ki.

Küçücük bir evin içine büyük hayaller sığdırabilirdik, ellerimizin soğuğunu sobanın sıcak ateşiyle ısıtır ve koyu sohbetlerle kestaneler, meyveler, kahveler, çaylar içerdik. Belki yanlış düşünüyorum bilmiyorum, ama ben asırlık zamanlara içten içe özeniyorum.

Miraç elinde poşetlerle mutfak kapısından giriş yaptığında hayallere dalan düşüncelerimi bir kenara bırakarak ona yardım ettim. Mutfağın ortasını ayıran, etrafında yüksek taburelerle dizayn edilmiş masa görünümlü bir dezgah daha vardı. Malzemeleri üzerine bıraktığında benim işim onları dolaba dizmek oldu.

Beraber hallettiğimiz işten sonra kendimize bir kahve yaparak salondaki L koltuğa kurulduk. Şimdi ne yapacağımızı ikimizde bilmiyorduk ancak derin bir iç çekişle arkama yaslandığımda Miraç elinde benim telefonum ile biriyle mesajlaştığını gördüm. Kendi telefonuna ne olduğunu sorsam da cevap anlamamıştım ancak kısa bir işinin olduğunu söyleyip benim telefonumu istediğinde ona uzatmıştım. Kahvesini çoktan bitirmişti ve telefonla uğraşıyordu. Suratım asıldı bir anda. Sıkıntıdan elimde dibi kalan kahve bardağını avuçlarım arasında hafifçe oynatıyordum. Oflarcasına bir ses çıkardığımda Miraç başını çevirip bana baktı. Omuz silkerek kaşlarımı çattım.

"Sıkıldım." Elindeki telefonu orta sehpanın üzerine bıraktı. "Hem kiminle mesajlaşıyorsun?"

"Emre. İş ile ilgili bir iki soru sordum." Etrafı kısaca süzerek tekrar bana doğru döndü. "Kömürlükten odun getirmem gerekiyor, içeri soğumaya başladı." Ayağa kalktığında sehpa üzerindeki telefonumu cebine attı, umursamadım. Hafif sitemli bir ifadeyle kaşlarımı çatarak kirpiklerimin altından sinirle ona baktım.

"Senden âlâ odun mu var?"diye söylendim kendi kendime mırıldanarak. Dönüp gideceği an söylendiğimi duymuş olmalıydı ki anında bana doğru döndü ve kaşlarını çatarak bana baktı.

"Ne dedin?" Şirince bir sırıtma oluştu yüzümde.

"Hiç."derken bile içimden saydırıyordum. Sıkıntıdan patlamak üzereyim, burada kös kös oturmak için mi geldim ben buraya Uluhan?!

"Dedin dedin... Bir şey dedin." Yüzünde tehdit oluşturan bir ifade canlandığında daha fazla dayanamayarak bende oturduğum yerden kalktım ve karşısına dikildim.

"Evet dedim. Sıkıldım dedim, duymazdan geldin. Odun dediğimde ise nasılda dönüp bakıyorsun!"

"Sesini kıs,"dedi gözleriyle uyarılar yollarken. Sonra sabır çeken bir nefesin ardından devam etti. "Sıkıldın madem, gel benimle kömürlüğe. Odun toplamak iyi gelir belki sana."

"Burada boş boş oturmaktan iyi." Dik kafalı bir inatla gözlerine baktığımda başını iki yana sallayarak kapıya doğru ilerlemesiyle ardından tıpış tıpış gittim.

Kapıdan dışarı çıktığımızda topraktan ve etrafın ağaçlarla döşenmiş olduğundan mı bilinmez huzurlu bir havayla derin bir nefes aldım. Verandadan inerek evin arka tarafına doğru ilerleyen Miraç'ın peşine giderken zihnim onu sinir edecek planlar düzenlemekle uğraşıyordu. Ne yapmalıyım da onu çileden çıkarmalıyım? Düşün Zeliş, düşün... Derken birine çarparak duraksayan bedenim etrafı incelemeyi bırakarak önümde dikilen adama döndü. Onu çileden çıkarmak için plan yapmak gerekmediğini şu dakika anladım. Çünkü katlanılmaz bir ifadeyle öfkelenen kara gözleri üzerime dikilmişti.

"Ne?"dedim saf bir halde.

"Önüne bakarak yürüsen diyorum?" Başımı diğer tarafa çevirerek baktığımda kömürlüğe vardığımızı ve önümde Miraç olmasa farketmeden ilerleyeceğimi gördüm.

"Neyse. Bak aklıma ne geldi..."dedi düşünceli bir sesle ve ormana çevirdi bakışlarını. "Hâlâ sıkılıyor musun?"

"Evet,"dedim anında omuzlarımı düşürerek. Ama eve geri dönmek de istemiyordum. Düşüncelerle dolu gözlerini ormandan ayırmadan, "Bekle burada o zaman, geliyorum."dedi.

Anlamaksızın kaşlarım çatıldı. Beni orda bırakarak eve doğru ilerlediğinde olduğum yerde öylece kalakaldım. Ancak henüz beş dakikalık bir süre dolmadan sert adımlarını toprak üzerine basa basa geri geldi. Kendi üzerine siyah kabanını giymişti ve elinde bana ait siyah renk bir ceket, beyaz yün şalım vardı.

"Bir yere mi gidiyoruz?"diye sordum yanıma geldiğinde. Ceketi bana doğru uzattı. Elinden alıp, üzerime geçirdim ancak şalımı vermeden elimi tuttuğunda merak duygusu içimi kıpır kıpır etti.

"Gel bakalım,"derken bir elinde şalım, diğer eli ise sol elimi sarmalıyorken, ormana doğru ilerlemeye başladık.

O an anlamıştım eve gitmediğimizi. Buna kıyasla bir şey daha fark etmiştim. Ben aslında sıkılmıyordum, sadece Miraç'ın odağı olmaktı içimdeki istek. Aslında gerçek şu ki, ben Miraç'tan ilgi istiyordum ve bu isteğim mucizevi bir dilek ile kabul edilmiş görünüyordu.

* * *

Cennet'i gören hiç kimse olmamıştı. Oysa bunu anlatan bir çok kitaplar, sözler, şiirler yazılmıştı. Kimisi yemyeşil bir bahçe ile örnekler sunarken, kimisi de anne, baba ve aile özlemiyle örnek vermişti. Başka birileri ise sevdasını sunmuştu. Kuşlar, böcekler, ağaçlar, çiçekler. Bunların çoğunun cennette var olduğunu belirtirlerdi.

Ben mi? Ben size Cennet'i anlatmayacağım. Cehennem'in içinde nasıl Cennet'i yaşadığımı anlatacağım.

"Burası çok güzel." Hayran kalmışım adeta.

Yarım saatten fazla süren bir yürüyüş yapmanın ardından buraya gelmiştik. Ormanın patika yolundan karşı ormana girmiş, ağaçların arasına dalmış ve uzunca bir süreyle ellerimiz ayrılmadan yürümüştük. Sonunda ise buraya vardık.

Göl kenarına.

"Öyle."deyip beni onaylaktan sonra kenardaki büyük kayalıklara doğru ilerledi ve oturarak yerleşti. Benimde kayıp düşme olasılığımı gözden geçirmiş gibi elimi tutarak dikkatle yanına oturma yardımcı oldu.

Böyle başladı bizim bu tatil adı altında kafamızı dinleme serüvenimiz. Kaygılı reaksiyonlardan uzak sakinliklerle çevrelenmiş ve sessizliği üzerine bir lütufmuşcasına örtünen göl kenarı bize bir yerlerde güzel yaşamlar olduğunu hatırlattı. Kimselerin olmaması bu hayatın parçası olan güzel gölün şu an sadece bize ait olduğunu belirterek anın tadını çıkarmamızı ister gibiydi.

Burası ormanın içinde bulunan açık bir alandı ve kuş cıvıltılarına karışan karga seslerine kıyasla rüzgâr üzerimize doğru estiriyordu tüm soğuğunu. Bugünkü kabusumdan dolayı soğuğu çok fazla yaşamış ve neredeyse bir nefrete kapılacak reddeye gelmiştim. Kabusumu hatırlamak bile istemezken, Miraç elindeki beyaz yün şalı üşüyen bedenimden omuzlarıma doğru yerleştirdi.

"Teşekkür ederim."diye mırıldandım beni bu kadar düşünmesine içten içe çılgınlarca sevinirken.

"Hasta olmanı istemem."dedi sessizce.

Ceketimi üşüyen bedenimi ısıtacak kadar yeterli bulamamıştı belli ki. Bu yüzden hem ceketimi, hem de kalın şalımı getirmişti. Gülümseyerek ona baktığımda kolunu omuzuma dolayarak beni kendine doğru çekti. Göğsüne sokuldum iyice ve derin bir nefes alarak başımı boynuna yakın bir yere yaslayarak gölü izledim.

İkimizde susmuştuk o dakikadan sonra. Kollarıyla beni sarmışken, biraz bile olsa ısınan bedenim onunla beraber düşüncelere boğulmuş gibi kendi varlığımızı unuttuk. Benim düşündüğüm onun bundan sonra ne yapacağını, nasıl yaşayacağı ve hissettiği terkedilişle nasıl başa çıkacağıydı. Hani derler ya, nereye gidersen git, gittiğin yere kafanın içindekileri de götürürsün diye. Şu an tahmin etmek zor değildi onun neler düşündüğünü. Gerçek, bir hayalet gibi etrafında dolanıyordu ve bu onu fazlasıyla rahatsız ediyordu.

Başını eğip bana baktığını hissettiğim dakikalarda gözümü ona çevirdim. Bir süre bakışmalar yaşayan gözlerimizde bir çok duygular aktarılıyor, neyin ne olduğunu ikimizde kavrıyorduk.

Çünkü bizi bizden başka kimse anlayamazdı.

'Hastayım, iyileştir beni,' diyen yorgun, bitkin bakışları vardı ve kalbime nakış işler gibi batıyordu her bir harfi. 'Mutsuzum, acı çekiyorum.' Bas bas feryad eden ruhunu görmek zor gelmedi. Öyle ki yüreğinin aynasıydı gözleri.

Boynuna doğru sokularak gözlerimi kapattım ve derin bir nefesle çektim içime kokusunu. Dudaklarım boynuna değdi ve gittikçe bastırarak bir öpücük bıraktım. Aynı şekilde onunda dudaklarını alnımda ve başımın üzerinde hissettim.

Orada ne kadar kaldık bilmiyorum ama uzun bir süre olduğu kesinleşmiş bir zaman diliminde benim karnımın ufak çaplı serzenişini duymamızla dalga geçen Miraç'a sinir olmuş ve güzelim göl kenarına veda eder olduk.

Eve geldiğimizde sıkılma evresini atlatmış bir ruhumla mutfağın yolunu tuttum. Miraç şömineyi yakmakla meşgulken aldığımız malzemelerden güzel bir akşam yemeği hazırlamıştım. Tabii öncesinde yakarışlarda bulunan aç karnıma birkaç atıştırmalık yollayıp susturdum bir süreliğine. Terbiyelediğim tavuk fırında pişerken, yanına bir pilav yapmıştım. Bu süre zarfında Miraç yatak odasında Emre ile yaptığı uzun telefon görüşmesiyle beni meraklandırsa da fazla üstelememeyi tercih ettim. Tek eksiğimiz salata kalmıştı. Dolaptan çıkardığım malzemeleri yıkarken, Miraç'ın yardıma gelmesiyle birlikte sırf alay konusu yapmak amaçlı salatayı ona devretmiştim.

Evet, gerçekten güzel bir salata görünümü sunan Miraç beni ufak çaplı bir şaşkınlığa soktuysa da yavaştan alışarak mutfakta geçirdiğimiz vakitlerin tadını çıkardım. Bu yüzden de tavuğun pişmesinin ardından sıcak fırına bir kek atmak istedim. Malzemelerin çoğunu karıştırdığım kek harcının unu eksikti sadece. Miraç ise yanı başımda dezgaha yaslanmış eline tekrardan telefonu alarak kaşlarını çatmış bir şeylere bakıyordu. Dikkatini yoğunlukla ne olduğunu bilmediğim bir mesaja verirken sinirimi yatıştırarak önüme gelen saçı nefesimle üfledim.

"Miraç, unu verir misin?" Dediğimde bana bakmadan köşede bulunan pakedi önüme bıraktı. Gözlerim kısıldı sinirle. Dudağım iç kısmını dişlerimin arasında ezerken, damarlarımda kabaran hislerle önüme bıraktığı una indirdim bakışlarımı ve elimdeki işi bıraktım.

"Miraç?"diye seslendim ancak, "Ne oldu?"deyip sorsa bile gözünü telefonundan ayırmadı. Öyle mi Miraç bey? Şimdi görürsünüz...

Elime un paketini alarak açtım ve işimi garantiye alma amacıyla kapıya doğru birkaç adım atarak, omuzlarımı dikleştirdim ve Miraç'a doğru döndüm. Her ihtimali tarttım zihnimden. Muhtemelen birazdan yapacağım şey onu feci derecede delirtecekti ama omuz silkerek içimden onun bunu hak ettiğine dair kendimi gaza getirdim.

"Miraç,"diye seslendim tekrardan. Başını bıkkınlıkla, 'ne var' dercesine bana çevirdi. Sonra kaşları daha fazla çatıldı, elimdeki açık un paketine baktı ve tekrar koyu gözlerini kahve gözlerime çıkarttı.

"Aklından geçeni tahmin edebiliyorum," Her kelimesine ayrı bir ağırlık yükleyerek yaslandığı yerden ağırca doğruldu ve işaret parmağını uyarır ifadesiyle bana yöneltti.

"Ama sakın denemeye bile kalk-"demeye kalmadan iki elimde tutmuş olduğum un pakedinin içindekilerini Miraç'a doğru savurdum. Ve bu bir iki defa daha tekrar ettiğinde eli havada kalan Miraç gözlerini kapatmış, yüzü gözü un içinde öylece olduğu yerde kasılıp kalmıştı.

Elimdeki yarısından az kalan un paketiyle sırıtarak Miraç'a bakıyordum. Kömür karası saçları bile unun beyazlığına bulanmıştı. Komik bir duruş sergileyen çehresi beni gittikçe güldürdüğü sırada gözlerini araladı. O an, aniden gelen bir hıçkırıkla kesildi yüzümdeki gülümseme. Ateşin ruhunu yansıtan irisleri gözlerime değdiği vakit, elimdeki un paketi yeri boyladı.

"Bittin. Kızım. Sen..." Öyle bir bakışı vardı ki, sanki siyahın her bir tonunu taşıyan gözleri kıvılcımlar oluşturup yakacak gibiydi beni.

Geriye doğru adımlamaya başladığımda, "Sakın,"dedi elindeki telefonu orta dezgahın üzerine yavaşça bırakırken. Gözlerini bir an olsun benden ayırmadan bana doğru adımlamaya başladı.

"Tek bir harekette bile bulunma." Demesi kolaydı tabi. Tehlike arz eden bedeni üzerime doğru gelirken, yerinde durup ölümü beklemek söylediği kadar kolay olmadı. O an ufak bir çığlıkla arkama bakmadan kaçmaya başladım.

"Zeliş Buraya gel! Kaçma!..."

Mutfaktan çıkarak salon haricinde bulunan diğer odaya girdim. Burası yatak odasıydı ve başka oda yoktu. Korkudan mı bilinmez, soluk soluğa koşarak içerideki banyo diye tahmin ettiğim yere girdim ve kapıyı kilitledim. Elimi hızla çarpan kalbime yerleştirirken, yaşadığım daha doğrusu yaşattığım hadise tekrar canlandı zihnimde. Miraç'ın una bulanmış hali aklıma kazınmışcasına çıkmazken, korkuyla karışık zafere erişen bir hisle birlikte gülmeye başladım.

"Aç şu kapıyı." Kapının diğer tarafından öfkeli sesini duyduğumda biraz ürkmedim değil, ancak sonradan güvende olduğumun kınısına vararak umursamadan gülmeye devam ettim.

"Biraz kabartma tozu da mı ekleseydik üzerine Miraç?" Kıkırdayarak arkamdaki lavabo taşına yaslandım.

"Göstereceğim ben sana kabartma tozunu. Aç şu kapıyı!" Yumruklamaya başladığı kapıya umursamazca bakarken, kollarımı göğsümde bağlayarak omuz silktim.

"Açmıyorum."

"Hangi akılla yaptın bunu kızım sen?!" Sesinin yüksekliğiyle irkildim bir an. Kapıya bir yumruk daha atmasıyla kapı yerinden oynadı adeta. "Ama ben biliyorum, senin o çatlak arkadaşın bozuyor seni... Aç şu kapıyı dedim..."

Sessiz kaldığım bir sürede ayak sesleri dolanıp durdu etrafta. Bu vesileyle banyoyu inceledim. Tamamen beyazdan oluşuyordu. Sağ tarafta küvet, onun solunda duran duşakabin ve benim bulunduğum yani kapının hemen karşısındaki duvarda lavabo ve dolaplar bulunuyordu. Klasik bir banyoydu ama temiz ve beyazlığıyla aydınlık bir görünüm sağlıyordu.

Uzun süren sessizlikten bir süre sonra ayakta durmakta yorulan bacak kaslarıma ufaktan ağrı girmeye başlarken, kapıya doğru yaklaştım ve kulağımı dayayarak bir ses duymayı bekledim. Ancak en ufak bir ses gelmezsen kaşlarım çatıldı.

"Miraç?"diye seslendim ancak geri dönüş alamadım. Kulağım kapıda dururken birkaç defa işaret parmağımın eklem kemiğiyle tıklatarak tekrar, "Miraç, orda mısın?" Dedim.

Benimle oyun oynuyor olamazdı değil mi? Ya da beni bırakmış olamazdı. Geri çekilerek dalga geçer bir ifadeyle güldüm. Hayır, kesinlikle Miraç burada beni bırakıp gitmezdi.

"Oradasın biliyorum. Ses çıkarmıyorsun sırf ben korkup kapıyı açayım diye. Ama çok beklersin!" Kapının kenarında duvarın dibine çöktüm ve arkama yaslanarak dizlerimi kendime doğru çektim.

Sanki bir kıpırtı duyar gibi oldum kapı ardında ve hızla kapıya doğru yanaşıp dikkat kesildiğim süre zarfında benim nefeslerimden başka bir ses duyulmadı. Omuzlarımı düşürerek tekrar yaslandım arkama. Bu da yetmezmiş gibi acıkmaya başlayan karnımın gurultusu isyan bayraklarını kaldırdı. Elimi karnıma atarak üzgünce ovaladım. İşte şimdi pişman olmuştum yaptığımdan. Ne güzel yemeğimizi de yapmıştım, bir tek tatlı için kekimiz kalmıştı onu da Miraç olarak kullandım iyi mi? Oflayarak ayaklarımı uzattım çıplak fayans üzerinde. Altımda kot pantolonum, üzerimde beyaz yün kazağım vardı. Neyse ki ev o kadar soğuk değildi de şu an üşümüyordum.

Hem Miraç neredeydi? Uykum da geliyordu. Sabah çok erken uyanmıştık, göl kenarından geldiğimizde ayaküstü birkaç atıştırmalık haricinde mideme bir şey inmemişti. Domates, ekmek ve birkaç parça peynir dilimi. Şimdi de aç karın ile burada nasıl duracaktım?!

Of Miraç. Of. Ne olurdu sanki normal bir insan olsaydın?! Ağız tadıyla bir şaka yapamıyorduk adama...

* * *

Yüzümde hissedilmeyecek kadar naif dokunuşlarla yavaşça gözlerimi açtığımda karşımda Miraç'ı gördüm. Dizleri üzerine çökmüştü, bir dizi yere yaslanmışken diğer dizine dirseğini yerleştirmişti. Yüzümde ufak ufak adımlayan parmak uçları tenimi okşarken koyu gözleri kahve gözlerimin ağına takıldı.

"Miraç..."dedim uykulu gözlerle ona bakarken. Daha sonra bulunduğum yeri inceledim ve o an zihnime en son olanlar tek tek düşerek bedenimi birden canlandırdı. Banyoda uyuya kalmışım lanet olsun! Hem kapı kilitliydi, Miraç nasıl girmişti buraya?

"Kalk hadi inatçı keçi," derken çatılan kaşlarının altından parıldayan koyu gözlerinde sinire dair tek bir duyguya rastlamadım. Ancak sonradan anladım sinirini içinde tuttuğunu ve kendini sakinleştirmeye çalıştığını.

"Kapı kilitliydi. Sen nasıl..."diye mırıldanırken gözlerim kapıya çevrildi ve o an farkettiğim şeyle gülsem mi ağlasam mı bilemedim. Çünkü Miraç, kapı kolunu yerinden sökmüştü. Yerde ise bunun kanıtımını sunan tornavida ve birkaç çiviye eşlik eden kilit vardı.

"İnanılmazsın." Başımı iki yana sallayarak tekrar ona baktım. Benim baktığım yere doğru kısa bir bakış attı ve sonra umarsızca bana çevirdi bakışlarını.

"Ben kapıyı açmanı beklerken, hanımefendi burada uyuyor, ne yapmamı bekliyorsun? Birde bu bozuk havada, fayans üzerinde oturarak. Senin ben o beyin diye taşıdığın aklını s-" küfür edeceğini anladığım an kaşlarımı kaldırarak irileştirdiğim bakışlarımı ona diktim ve uyarı bir tonlamayla baktığımda son anda kestiği cümlesini geri vites yaparcasına devam ettirdi.

"Seveyim."dedi dişlerinin arasından.

Sonra başını omuzuna doğru çevirerek çok kısık bir sesle bir şeyler daha mırıldandı ancak pek duymadığımdan üstelemedim ve oturduğum yerde tutulup kalan bedenimi hafiften kıpırdattım. Resmen kan akışım durmuş gibiydi. Bedenim üşümüş, soğuktan kasılıp kalmıştım.

Miraç'ın üzerinde farklı kıyafetler vardı. Üzerini değiştirmiş olmalıydı. Saçında ve yüzünde una ait hiç bir iz yoktu. Kaşlarım çatıldı, ne ara temizlendi bu adam? Hemde banyo şahsım tarafından kilitlenmişken? Yaslandığım yerden doğrularak sızlaya sızlaya ayağa kalktığımda tüm bedenimin işlevini yitirdiğini sanma evresimine adım atacak dereceye gelmiştim. Kollarımı ovalayarak önümde dikilen Miraç'a baktım.

"Sen banyo mu yaptın?"diye sordum üzerini süzerken. Üzerindekiler sadece renk olarak aynıydı evet ama şu an üzerinde ince bir kazak duruyordu. Hangi renk olduğunu geçiyorum.

"Mutfakta temizlendim, tabii temizlenebildiğim kadar. Çok istiyorsan, sen buradayken de yapayım?" Gözlerini imâ ile kısarken dudaklarımı birbirine bastırdım. Sustum bir süre ancak aramızdaki sessizliği karnımın gurultusu bozduğunda Miraç sesli bir soluk verdi.

"Geç içeri başımın belası..."

Sevmek, aşık olmak. Bunlara ait farklı terimler uydurmayacağım. Ama benim için sevmek, bir bakıma gülümsemek demek. Bir çiçeğe gülümsersin, şans getirdiğine inandığın uğur böceğine gülümsersin. Ya da seni mutlu eden bir çok şeye.
Oysa bir şey farklıdır. Tüm bu olanları çok seversin ama o bir şey bambaşka bir gülümseme oluşturur yüzünde. Hepsinden başka.

Öyle ki Miraç elini belime yerleştirmiş beni içeri doğru yönetirken, attığımız adımlar bile aynı anda atılıyordu ve salona girdiğimiz zaman o farklı diye tabir ettiğim gülümseme dudaklarımda usulca belirdi. Gözlerime ilk önce masanın tam ortasında ki yeşil güller değdi. En çok sevdiğim çiçeklerden biri papatyadı ancak eksiksiz donatılmış masanın ortasına küçük bir cam vazo içerisinde neşeme neşe ekleyen yeşil güller beni anlamsızca mutlu etti.

Daha fazla aç karın ile beklemeden masaya yerleştik karşılıklı olarak. Benim yaptığım yemekleri kendi tek tek önemle masaya yerleştirmişti. Tek bir kusur bile bulamazken parladığına emin olduğum gözlerimi masadan ayırarak Miraç'a baktım ve ona içtenlikle gülümsedim. Tepki vermemesi beni üzmedi. Benim gülümsememe karşılık vermese bile içten içe onunda iyileşme süreciyle mutlu olduğunu biliyorum. Çünkü Miraç, istemediği bir şeyi asla yapmazdı.

Koca yürekli adam, merhametini içinde yaşatıyordu adeta.

Sonrasında zaman öyle geçti ki nasıl geceye vardığını anlamadım. Banyoda az biraz uyuyup soluklanmak tüm uykumu söküp almış gibiydi. Capcanlı bir bedenle dikiliyor ve sohbet etmeye, Miraç'ı konuşturmaya çalışıyordum. Bazen kaşlarını çatarak beni terslese de umursamıyor, gülerek geçip gidiyordum. Ve bazen de sinir ediyordum. Nasıl mı? O an ki fırsatı kaçıramazdım.

Ayran istediği o kısacık bir zamanda mutfaktan hemen getirip geliyordum fakat intikam denilen olay tam burada başlıyordu. Tuzunu aşırıya kaçırarak getiriyordum ayranı. İlk bardağı getirdiğimde ve tadını bilmeden büyük bir yudumunu aldığında alay konusu yapmış bayağı güldüm, ikinci bardağında ise beni tehdit etmesine rağmen yine tuzu basmıştım ayranına. Üçüncü de ise, üçüncüsü yoktu.
Kalkıp kendi aldı ayranını...

* * *

'Ben kim miyim?
Bilmiyorum.
Kimliksizim ben, satırlarımda gizlenmiş bir karakterim. İsim yok, tanı yok. Ne kelimeler yeter anlatmaya beni, ne de hayat anlayabilir.
İnsanım ben, çözülmesi sırlarla dolu bir insan...' (Laçin kitabından alıntıdır)

Geç saatlere doğru L koltukta uzanarak rahatça yayılmış kitabımızı okurken Miraç'ın sesiyle birleşen satırları büyülenmişcesine dinliyordum. Odanın bir köşesinde şömine yanıyordu ve içeriye yayılan sıcaklıkla birlikte loş bir ışıkla aydınlık kazanıyorken ,Miraç'ın göğsüne yaslanmış bedenimi kıpırdatarak biraz daha sokuldum ona.

Bir eli kitabı tutuyorken, diğer eli sırtımdan dolanarak kitabın diğer kısmını tutuyordu. Anlayacağınız iki kolu arasında gövdesine yerleşmiştim ve halimi anlatmak gerekirse en az kitap kadar güzeldi. Verdiği soluklar başımın üst kısmından saç diplerime ulaşıyordu. Oysa şu dakikada zamanın durmasını istedim, hiçbir şeyin bu mucizevi anlarınızı bozmasın istiyordum. Dert, sıkıntı, karamsarlık uzak durmalıydı bizden. Kimse olmasın, bizden başka.

"Sence,"diye mırıldandım diğer sayfaya geçiş yaptığında, başımı göğsünden kaldırmadan gözlerimi onun koyu gözlerine çevirerek baktım. Başım boynuna yakın duruyordu ve dudakları alnımın birkaç santim uzağındaydı. Kitabı okumayı bıraktı ve bana dikkatini verdiğinde devam ettim.

"Başrol kız mı haklı, erkek mi?" Diye sordum kitap hakkında yorum yapmasını isteyerek.

Gözleri kısıldı bir an. Sorduğum soruyu düşündüğünü varsayarak bekledim. Daha sonra dudaklarını aralayarak, "Yalandan hoşlanmam,"dedi tahmin ettiğim cevabı vererek. "Yalanın büyüğü küçüğü olmaz, bak nasıl kızın hayatı değişiyor ufacık bir yalanla."

"Yani kız haklı diyorsun... Öyle ama,"derin bir nefes alarak düşünceli bir ifadeyle konuşmaya devam ettim. "Kız ona hala aşık, çok seviyor."

"Nerden biliyorsun? Kitabın sonuna gelmedik daha." Dedi aksini ifade edercesine. Omuz silkerek geri çekilmeye çalıştığımda beni serbest bırakarak doğrulduk koltukta ve kitabın kapağını örterek orta sehpa üzerine bıraktı.

"Okumadın mı yazdıklarını? Öyle bir anlatışı var ki adamı, en ince ayrıntısına kadar tanıtıyor, inceliyor. Bir insan, bir insanı bu kadar iyi göremez, sevmiyorsa eğer. Yakışıklıymış ayrıca, ben bile hayran kaldım doğrusu." Dudaklarımı büzerek omuz silktim ve koltuğa yaslandım.

"Neyine hayran kaldın adamın? Kız fazla abartıyor, o kadar yakışıklı filan değil. " Dedi kaşlarını çatarak. Öfkelenmiş miydi? Ama neden?

"Sıkıldım ben kitaptan," dedi bir anda huysuzca. "Yürü yatağımıza gidelim." Kaşlarımı kaldırarak şaşkınlıkla ona baktım.

"Sen,"derken anlamsızca güldüm. Aklımın bana oyun oynadığını filan düşünecektim neredeyse. "Bir kitap karakterini kıskanmadın değil mi?" Kesinlikle hayır. Farklı bir şeye sinirlenmiş olmalıydı.

"Saçmalama." Kaşları hala çatılmıştı ve yüz hareleri aksini söyler gibi bir yandan kitaba ters bir ifadeyle bakıyor sonra tekrar bana dönüyordu.

"Benim uykum yok,"dedim omuz silkerek. Nedense bugünün bitmesini istemiyordum. Kötü bir kabusla başlamış olsak da, sonu rüya gibi bitsin istiyorum. O yüzden aklıma gelen bir fikirle doğruldum tekrardan ve koltukta Miraç'a doğru yaklaşarak masum bir ifadeyle bakmaya başladım.

"Bu günü, böyle bitirmeyeceğiz değil mi?" Keyfi tekrardan yerine gelmesini istiyordum ve bunun için kitaba birazcık ara vermemiz gerekiyordu. Günler çuvala girmedi ya. Başka bir gün tekrardan okurdu bana, tabi bu huysuzluk dinerse.

"Ne yapacağız?"

"Aklımda bir şey var ama itiraz etmek yok." Beni kırmamasını istercesine, 'Lütfen,' der gibi bakmaya başladım. Yavru bir kediyi aratmayan bakışlarım Miraç'ı bir an işkillendirmedi değil ama ne düşündü bilmiyorum, başını salladı ağırca pes ederek. Bilmiyorum ama galiba anlamıştım. O da bugün bana, 'Hayır,' diyemiyordu.

"Pekâlâ, dediğin gibi olsun. Bugün böyle bitmesin bakalım."

Sevinçle gelen bir his ile boynuna atılarak yanağına kocaman bir buse kondurdum ve hızla geri çekilerek daha öncesinde evi incelerken gördüğüm radyoya doğru koşar adımlarla ilerledim. Arkamda donup kalan Miraç'ın varlığını ve yapmış olduğum hareketin neye sebep olduğunu bilmeden radyonun önündeki kutuda yer alan kasetleri incelemeye başladım. Televizyon ünitesinin en alt katındaydı radyo ve kasetleri koltuğa oturduğumuz ilk dakikada görmüştüm. Şimdi de merak uyartılarımı giderme zamanıydı.

Kasetleri hızla incelerken bir tanesi gözüme çarptığında elime alarak daha dikkatli baktım ve sonunda aradığımı bulmuş olmanın sevinciyle radyoyu ve kasedi alarak orta sehpanın üzerine yerleştirdim. Dediğim gibi eski şeyleri severdim. Farklı bir his oluşturuyordu yüreğimde ve şimdi ki zamanda olduğu gibi telefonlara bağlanmadan, orijinal bir yaşantıya dönüşüm yapmak istiyorum.

Radyoyu tamamen ayarladım ve Miraç'a baktığımda olduğu yerde öylece beni izliyordu. Yanına doğru adımladım yavaş adımlarla. Yüzümde bugün hiç eksilmeyen bir gülümsemeyle önünde durdum ve elimi kaldırarak ona uzattım.

"Bu dansı bana lütfeder misiniz?" Kaşlarını kaldırmış dalga geçtiğimi sanar bir ifadeyle yüzüme baktı.

"Şaka yapıyorsun, değil mi?"

"Bak ne diceğim, bir süre şu odunluğunu kapı dışarı et ve elimi tut," Yoksa feci halde kriz geçirecektim. Onun yapması gereken şeyleri ben yapıyordum ve buna rağmen sesimi çıkarmazken, az kalmıştı beni çıldırtacaktı. Derin bir nefes alarak sakinleştirdim kendimi ve bugün güzel geçeceğini hatırlattım kendime.

"Tutmazsam?"dedi elimi tutmaya meyilli olmadan oturduğu koltukta arkasına yaslandı rahatça. Gözlerim kısıldı.

"Üçe kadar sayıyorum Miraç. Eğer tutmazsan, yemin ederim çıkar giderim bu kapıdan." Tehdidime karşı kaşlarını çattı. Rahatı bozuldu beyefendinin, yerinde kıpırdayarak gözlerini kaçırdı.

"Bir..."diye uyarı tonunda başladım daha fazla beklemeden, hala elim ona uzanmış duruyordu. "İki..." Bu son şansın Miraç.

"Ü-"demeye kalmadan birden elimden tutarak ayağa kalktığında kazanmış olduğum zaferle gülümsedim.

'Gitmemi istemiyor.' Dedim içimden. Hayat bu ya, Miraç Uluhan neye adım attığını bilmeden tutmuştu elimden.

"Bir daha sakın,"diye tısladı dişlerinin arasından. Gözleri kararmıştı. "Beni gitmekle tehdit etme."

"Sende beni buna mecbur etme."

'Bekle sen daha Uluhan. Zayıf noktasını bulmuştum artık. Kullanmamak elde değil ki?' Onun tekrar oturmasını istemediğimden beklemeden hızla elinden çekiştirerek salonun ortasına ilerlettirdim. Umarsızca havada dağılan sözlerin üzerinde pek durmadan onu orada, salonun tam ortasında bıraktım ve radyoya ilerleyerek başlattım.

Çalmaya başlayan şarkıyla bir iç çekiş sunuldu ciğerlerime ve usulca Miraç'a tekrardan ilerledim. Önünde durduğumda ne yapacağımı dikkatle izliyordu. Ellerim omuzlarına yerleştiğinde onun bana uyarak dans edeceğine dair hiç bir kanaat getirmedim. Çünkü dans etmezdi Miraç. Olsun. Öylece dursa bile benim için yeterli. Elimi tutmuştu ve ayağa kalkmıştı, bu benim için yeterli.

"Ben bilmiyorum dans etmeyi kızım." Gergince etrafını süzüyordu. Daha doğrusu bir an önce şarkının bitmesini diliyor gibiydi. Gözlerimi devirerek ellerini tuttum ve iki yanımdan belime yerleştirerek tekrar omuzlarına tutundum.

"Bilme, kimin umurunda ki?" Boyu uzun olduğundan başımı kaldırıyor ona bakıyordum. O da bunun farkındalığıyla başını bana doğru hizalamıştı. "Rahat ol, bu kadar kasılmana gerek yok. Sadece ikimiz buradayız."

Tuhaf bir ifadeyle yüzüme baktı. "Rahatım ben." Dedi aksini söyleyen bir ifadeyle. "Ayağına basarım diye yerimde duruyorum."

"Peki kolların?" Başımı iki yana salladım dalga geçer gibi gülerek. Dans ederken gerginleşiyor, kıpırdamadan durarak ne yapacağına dair bocalama yaşıyordu. Onunla dalga geçtiğimi gördüğünde gözleri kısıldı.

"İyi, sen kaşındın." Henüz dediğini tam anlayamadan kollarıyla belimi sararak beni kucakladı ve ayak tabanlarımı kendi ayakları üzerine yerleştirdi. "Kıpırdama, dans etmek yok."

"Ya Miraç,"dedim huysuzlanarak. Geri çekilmeye çalıştım ancak öyle kuvvetliydi ki bir milim bile bedenine yaslanmış bedenimi yerinden ayıramadım. Tüm uzvunu hisseden bedenim kalbime karşı bir savaş yarattığında galibiyetin kimden ve nereden doğacağını bilemeden ellerim omuzunda kalakaldı.

"İndir beni."dedim zorlukla. Bu kez kendi bedenim kasılmıştı.

"Hayır."

"Böyle mi kalacağız?"

"Evet,"dedi beni onaylayarak. İşte şimdi keyiflenmişti. Yüzüm bir an asılsa da gözlerimi gözlerinden çekmedim. Ah bu adam! Normallik kelimesine tepki olarak doğmuştu! Derken şarkının sözleri kalbime inat zihnime dolmuştu...

Sevemedim karagözlüm
Seni doyunca

Hep kıskandım seni elden
Yıllar boyunca

Şarkının içeriği bizi anlatır gibiydi sanki. Hep öyle olur ya. Bir şarkı çalar ve sözleri zihnine kapı aralar. Hayranlık duyduğum, sevdiğim şarkıyı şimdi sevdiğim adamla beraber dinliyordum. Kıpırdamadan, kucağında. Kolları bedenimi çepeçevre kuşatırken ve yüzlerimiz bu denli yakınken.

Kuşlar gibi ikimiz bir yuva kuralım
Ayırmasın mevlam bizi ömür boyunca

Kuşlar gibi ikimiz bir yuva kuralım
Ayırmasın mevlam bizi ömür boyunca

"Eskiye ait şeyleri seviyorsun." Derince içime işleyen koyu gözleri yüzümde dolaşıyor sonra gözlerimde duraksıyordu.

"Evet,"dedim sessizce.

"Plak?"diye sordu hafif merak sezdiğim sesiyle.

"Bayılırım."

Aramıza kimse
Gelip girmesin

Ayırmasın mevlam bizi ömür boyunca

Ayırmasın mevlam bizi ömür boyunca

Sol elim yüzüne yerleşti okşayarak. Gözlerimiz bir an olsun ayrılmadan birbirimizi en derinliklerine kadar işlerken, gözlerinin karasında kendimi gördüm. Gözlerim parlıyordu. Yüzünü yüzüme yaklaştırdığında diğer elim de yanağına yerleşti. Huzurun bir kılıfı şu an üzerimize örtülüydü ve ben onu tekrar vermemekte dirençliydim. Üşürdüm yoksa.

Bana cefa ediyorlar bilmem nedendir

Benim korkum senden değil kaderimdendir

Herkes bana deli diye gülüp geçiyor

Senin aşkın beni karagözlüm deli ediyor

Herkes bana deli diye gülüp geçiyor

Senin aşkın beni karagözlüm deli ediyor

Burnunu burnuma sürttüğünde gözlerim kendiliğinden kapandı. Soluğuna kadar hissettiğim adamın sıcaklığı ruhumu alevlere bulandırıyor, yakıyordu adeta. Bir insan nasıl bu kadar etkilerdi başka birini? Bir bakışıyla boğuluyorum ben, yüreğim beni terk edecek kadar hızlı atıyor, soluklarım düzensizleşiyordu. Tıpkı onunda yükselip inen göğsünün altında hızla kıpraşan kalbi misali. Zorlukla yutkunarak kokusunu içime çekerken kulağıma doğru ilerleyen dudaklarıyla mayışacak dereceye geldim.

Aramıza kimse
Gelip girmesin

Ayırmasın mevlam bizi ömür boyunca

Ayırmasın mevlam bizi ömür boyunca

Ayırmasın mevlam bizi ömür boyunca

"Hani sen bana aylar önce bir şey demiştin,"diye fısıldadı kulağıma doğru sıcak soluğunu vererek. Sesinde akıp giden hislerin arasında duyduğum tek şey şehvetin yarattığı ayak gürültüsüydü. Kalbimin sesi arşa yükseldi. Ben orada, arzuyla yanan fısıltısıyla ruhumu teslim ettim ona.

"Ne?" Merak duygusu yoktu. Sadece söylesin istiyordum. Kanıma kadar işleyen yakıcı ateşi bir çift cümleyle söndürsün.

"Sevmediğim bir adamla, ikinci kez birlikte olmayı kaldıramaz kalbim. Demiştin..." Bunu söylediğim zaman canlandı birden zihnimde. O an, anlık bir istekle nasıl da kapılmıştım ona, onun dokunuşlarına. Bileklerimde izini taşıyan acizliğime. Ne günler atlatmıştık oysa.

O zamanlar bana ilerde Miraç'a deliler gibi aşık olacağımı söyleselerdi kesinlikle kabul etmezdim. O kadar nefretliydim. Ama şimdi... Şimdi o nefrete dair en ufacık bir his yoktu. Gurursuzluksa gurursuzluk. Tüm o hislerin yerini bambaşka duygular almıştı. Başta da söylediğim gibi. Benim için öncesi yoktu. Ben bu merhamet sahibi adama bir inşaatın tepesinde kalbimi verdim. Geri almak gibi bir lüksüm, yahut bir isteğim de yoktu.

"Gel bu cümlenin üzerini karalayalım, silinip gitsin..."

Başka bir şekilde, bu kadar güzel ve anlamlı bir teklifte bulunamazdı zaten bu adam. Ne sevgi görmüştü, ne de birinin sevgisine sahipti. Bilmezdi ki, nereden bilsin? Kırıklığıyla yüreğime yakarışlar oluşturan adam kulağımın hemen altına, şah damarımın üzerine dudaklarını bastırarak bir öpücük bıraktı. Derin bir nefes alarak geri çekildi ve usulca kara gözlerini benim basit kahve gözlerime çıkarttı.

"Beraber mi?"diye fısıldadım müzik kulaklarımda tekrar duyulurken.

"Beraber." dedi bana ortak olarak sessizce başını sallayarak. Bu anın bozulmasını istemezcesine ikimizde fısıldayarak konuşuyorduk.

Sonra... Dudaklarımız buluştu ilk. Tenlerimiz birbirine değdiği an vücudumun bir alev göreviyle yandığını hisseder gibiydim. Ellerim yüzünden kayarak saçları arasına daldığında Miraç belimdeki kollarıyla biraz daha kuvvetleyerek beni tamamen kucağına aldı. Bacaklarım beline dolandı düşmekten korkarcasına.

Oysa o an farkında bile değildim, düşecek olsam beni tutacak bir adet Miraç Uluhan vardı. Titresem ısıtacak, düşsem tutacak, yıkılsam toparlayacak.

Salonda artık bize ait çalan bir şarkı, masamızda yeşil gülümüz, sehpa üzerinde okuduğumuz kitap, kitabın yanında boş çay bardaklarımız ve son olarak her adımımızda yeri boylayan ikimize ait kıyafetler.

'Ayırmasın mevlam bizi,' diyor şarkı. Ne de güzel söylüyor. Ömür olsa törpülemek istersin bu aşkla çarpan kalbimi. Yavaş ilerliyorduk, birbirimizin özlemini gidererek, doyarak. Dudakları ağırca dolaşıyordu bedenimde. Odaya ne zaman girdiğimizi hatırlamıyordum, geri çekildiğimiz kısacık vakitte birbirimizin kokusunu ciğerlerimize alıyorduk.

İlkmiş gibi, sonum olurmuş gibi birbirimizin bedenlerini istila eder olduğumuz saatlerde bedenlerimiz ile bir olan çırılçıplak ruhumuz cennet ve cehennemin arasında birbine dolanmıştı.

Ve bugüne ait altını önemle çizebileceğim bir şey varsa, o da şuydu; Mutluyduk. Çok mutluyduk...

* * *

BÖLÜM SONU...

✿Beklenen bölüm ha;))) Nasıldı. Görüşleri alalım.

Not; Yorumlar ve voteleri arttıralım lütfen. Emeğe saygı✿ ♡♡ En kısa zamanda bölüm gelecektir.
SEVİLİYORSUNUZ

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro