43.BÖLÜM
Herkese merhabalarrr...
Özlemişim siz♥♥♥
Geçen bölüm o kadar okuma sayısına rağmen sınırı geçemediniz, üzdünüz beni haberiniz olsun:/
♥Bu bölümü ise bir önceki bölüme yorumlarını ve yıldızlarını (🌟) esirgemeyen okuyucularıma ithaf ediyorum. Bu bölüm size gelsin♥
Keyifli okumalar dilerim.
Bölüm Müziği; Sezen Aksu/ Seyirlik Değil, Ömürlük Olsun
* * *
"Bana Her Tekrar Tekrar Gelişinde,
Bir Umut Doğuyor Yüreğimde..."
Korku.
Endişe.
Sersemlilik.
Çaresizlik...
Ruhum, karma hislerin yoğunlaştığı bir bedenin titreyişlerine, şahitlik görevini üstlendi. Dizlerim ve ellerim titriyordu, hatta tüm bedenim. Usulca dudaklarımın arasından çektiğim soğuk oksijen dudaklarımı buzul bir döngüyle kuruturken, yutkunma çabam boş bir çırpınışla sonuçlandı. Kursağımı düğümleyen yumru bana hiç yardımcı olmazken, elim kapı kulpuna sarmalandı.
Parmaklarımın arasında ki, avucuma gömülmüş soğuk demirin hissizliğine eşlik eden kahverengi gözlerin tüy ürpeden bakışları altında eziliyor gibiydim. Dudaklarım aralanıyor, tek kelime dökülmeden tekrar kapanıyordu. Karşımda ki beden bu bekleyişten sıkılmış olacak ki, koyu kahverenginde olan ceketinin cebinden ellerini çıkararak bana doğru bir adım attı.
"Çekil,"diye sert bir dille uyarmasına rağmen, büyük elini yarı kapalı tuttuğum kapının yüzeyine yerleştirdi.
"B-bakın," gözlerimin kaydığı korumalara tekrar kısa bir bakış atarken, titreyen dilimin kesikliğine lanet ettim. "Bu şekilde içeri giremezsiniz." Kaşlarımı kaldırarak diz çökmüş, esir alınan korumaları işaret ettim.
Apartmanın demir ve yarı camdan kapısı tamamen açık olduğundan, dışarısı net bir şekilde gözler önüne seriliyordu. Selim denilen adam ifadesiz bir halde omuzunun üzerinden birkaç saniyelik bir bakış attı korumalara ve sonra umursamazca odağını bana çevirdi.
"Yani?"
"Miraç'ı aramam gerek,"dudaklarımı birbirine bastırarak her ihtimali zihnimden geçirdim ve boştaki elimi de kapıya yerleştirdim. Adamın beni dinlediği pek söylenemezdi. "Onun izni olmadan, Ayperi hanımı götürmenize izin veremem."
Bana doğru bir adım daha atan adam kapı dibine iyice yaklaşırken, zorlukla yutkundum. Korkuyordum. Öyle ki, titreyen parmaklarımı durdurabilmek için kapının yüzeyine bastırıyor ve tırnak diplerimi hissizce sızlatıyorken, dişlerimi sıkıyor ve dizlerimi ayakta biraz daha direnebilmesi için ayak parmaklarımı içe doğru büküyordum. Kendime çektirdiğim eziyetin sebebini, korkulu ruhuma bağışladım.
"İzin..."diye sessizce söylenen adam, başını eğerek güldü.
Kenan amcayı az da olsa tanıyordum. Ayperi hanımı da biraz olsun çözmüştüm. Fakat ikisinin bir diğer meyvesinin bu kadar soğuk olacağını tahmin edemezdim. Bu adam insanı bakışlarıyla ürkütüyor, tavırlarıyla kendini dokunulmaz kılıyordu. Bana Miraç ile ilk günlerimizi hatırlatan adamdan uzaklaşmak için hafifçe geriye doğru kıpırdandım.
Kısa bir geri adım.
"Annemi almak için, senden izin alacağım öyle mi?" Nefretini ta iliklerime kadar hissettiren gözlerini kaldırarak, benim gözlerimle buluşturdu.
"Ü-üzgünüm."
Zihnim o an bir şey yapmamı istedi. Aklımda canlanan bir düşünceyi beklemeden kurgularken, korkunun cesareti gömdüğü mezara bir toprak da ben attım ve hızla kapıyı ittirerek kapattım. Veyahut kapatmaya çalıştım.
Avuçlarıma yerleşen kapının sert yüzeyini tüm gücümle ittirirken, dolmaya başlayan gözlerimi birbirine geçercesine bastırarak kapatıp, açtım. Soluklarım göğsümü sıkça indirip kaldırırken, bir türlü kapanmayan kapıya içimden lanetler yağdırıyordum.
"Hadii, lanet olsun!"
Kapı arasına sızmış siyah bir ayakkabının gözlerime ilişmesi ardından daha ne olduğunu anlamadan birden geriye doğru ittirildim. Zorlukla ayakta kalmaya çalışan bedenime tir tir titreyen bedenimin hiç yardımı dokunmazken, kapının duvara çarpma sesi tüm evi inletti ve Selim çatık kaşlarının sergilediği bir sinirle önümde belirdi.
"Siz kadınlar," diye soludu. "Zorluk çıkarmaya bayılıyorsunuz."derken elini ceketinin kol kısımlarına bir, iki defa sürterek hayali toz giderisi yaptı. Öfkesi gözlerinden taşan adamın hareketleri bir o kadar sakinken, kendimi kapana kısılmış fare gibi hissettim.
"Miraç'ı aramama izin verin, lütfen. En azından haberi olsun." O kadını bana emanet eden kocamın güvenini yok demezdim. Miraç, kim bilir ne yapardı. Direnmediğim için bana kızar mıydı? Yoksa izin verdiğimi düşünüp, bana olan güvenini kırıp atar mıydı?
"Haberi olması gerekmiyor,"dedi tersler bir ifadeyle. "Öyle olsaydı, sizin romantik vedalaşmanızı izlemek zorunda kalmazdım!"
Şaşkınlıkla birlikte gelen garip bir hisle dudaklarım aralandığında içimde ki korku gittikçe arttı. Kapıda bizi mi izlemişti? Ne zamandır? Nasıl bir düşünce yapısı vardı ki, Miraç gittikten hemen sonra evimi basmıştı? O an zihnimde canlanan bir diğer düşünceyle ne yapacağımı bilemedim.
Miraç'ın gitmesini beklemişti, çünkü Miraç'ın böyle bir şeye izin vermeyeceğini biliyordu. Ayperi hanımı götürmesine müsaade etmeyecekti. Ama neden? Miraç, bu adamdan bahsederken, özlem duyduğunu kendi kulaklarımla duymuş ve hissetmiştim. Bir abi olarak görüyordu, yaşadığı olaylardan kurtulmaya, dilinin çözülmesine bu adam vesile olmuşken, hiçbir şey anlamıyordum. Ne oldu da Selim, Miraç'tan gizliyordu geldiğini?
"Evimden çıkın, gidin."demekten eksik kalmayan dilimin cesedi toprak altında kıpırdadı. Suskunluğum zihnimin kıyametiydi. Beni duymamış gibi gözlerini etrafta dolaştırdı.
"Annem nerede?" Yanımdan geçerek kirli ayakkabılarının tabanlarını salona doğru ilerlettirdi. Hızlı hareketlerle ortak kullanım banyonun kapısını açarak kısa bir göz attı.
Onun arkası dönük bedeninin verdiği rahatlıkla, hızlı bir göz taramasıyla etrafta telefonumu aradım ve masanın üzerinde bulduğum an oraya koşturarak elime aldım. Selim banyo kapısından uzaklaşarak bu kez gözüne kestirdiği Dilâ'nın odasına ilerledi.
"Evimden çıkın diyorum!" Bir yandan bağırmamak için çırpınan sesimi zor dizgiliyordum. İçeride hasta bir kadın varken, onun korkmasını ve bu yüzden kriz filan geçirmesini istemiyordum. "Bu şekilde evime girmeniz bir suç! Annenizi korkutacaksınız. Daha sakin olabilir ve dışarıda Miraç'ı bekleyebilirsiniz. O gelince konuşur, bir şekilde anlaşırsınız..."
Amacım sadece oyalamak veya belki insafa gelip sakin olmasını dilemekti ancak tek bir kelimemi bile dikkate almadan etrafta dolanıyordu. Seri hareketlerle iki adım ilerleyerek, Selim'in önünü keseceğim sırada benden hızlı davranarak, Dilâ'nın odasına girdiğinde elimde ki telefonun kilidini açtım ve beklemeden Miraç'ı aradım.
Telefon çalmaya başladığında Dila'nın odasından eli boş çıkan Selim daha da öfkelenmiş gibiydi. Sinirle çıktığı odanın kapısına tekme savurduğunda irkilerek, dudaklarımı birbirine bastırdım. Çığlık çığlığa yakarışlar koparan yüreğim ağzımda atıyordu âdeta.
"Annem nerde?!"diye bağırarak bana doğru ilerlediğinde korkuyla bir, iki adım geriledim. Sakin olmanın neresini anlamıyordu bu adam?!
"Ne oldu?" diye telefona yanıt veren Miraç'ın sesinin hemen ardından,
"Son kez soruyorum, annem nerede?" Suali geldiğinde seslice yutkundum.
Selim'in gözlerine sağ tarafımda duran, birkaç adım mesafede ki kapısı kapalı oda ilişti. Başımı iki yana sallarken, alayla canlandıran ifadeyi yüzünde taşıyarak, odaya doğru adımladı.
"Hayır,"dedim anında bu kez izin vermeden önünü keserek. Telefonu kulağımdan indirmiştim ve Miraç'ın bizi duyduğunu umarak ne işi varsa bırakıp gelmesini dilemekten ayrı, Selim'i oyalama girişiminde bulundum.
"Sen nasıl bir evlatsın?! Kadın hasta, onu bu şekilde götürürsen korkabilir."
"Sabrımın son demindesin, bilmiş ol."
"Umrumda değil,"dedim her ne kadar içimden deli gibi korksam da. "Onu götürmene izin veremem. Sen," dediğim an kollarıma sardığı iri parmaklarının acısı sözlerimi yarıda kesti.
"Bana bak,"dedi dişlerinin arasından tıslarcasına. Başını eğerek yüzlerimizi hizaladığında gözleriyle her hareketimi tarayarak, yüzünü buruşturdu.
Öyle bir nefret sundu ki o an bana, acıyan yerlerim kanadı. Kan gölüne düşen ruhumun boğuk iniltileri kulaklarımı fethederken, Selim dudaklarını aralayarak, birikmiş acılarımdan akan kana zehirini ekledi.
"Bana, anne-evlat ilişkisini anlatacak son kişi bile değilsin! Burada durup sana nefret kusarak zamanımı harcayamam. Sen otur, kendi babanın derdine yan. Benim ailemden uzak dur!.. Şimdi çekil önümden!"
Sonrasında parmakları arasına gömdüğü derimi sızlatarak, geriye doğru savurduğu bedenimi ayakta tutacak gücü bulamadım. Ufak bir çığlığımla yankılanan salonun ortasında birbirine dolanıp, görmediğim bir yere takılan ayağımın ardından geriye doğru sırt üstü düşerken, kahvaltılıklarla döşenmiş masaya başımın arka tarafını çarpmıştım. Destek almaya çalıştığım masanın örtüsünü ise kendimle birlikte yere doğru sermem, çığlığımı geri planda bırakacak bir gürültüye sebep oldu.
Beynimin içini zonklatacak bir acı başımın arkasında hissedilirken, sırt üstü düştüğüm yerde acıyla inledim. Aralamaya çalıştığım gözlerimin puslu görüntüsü zihnimi sulandırıyordu. Başımın arkasından enseme doğru kayan sıcak bir ıslaklık, ruhumu tümüyle kan gölüne batmasını sağladı. Sesimin boğukluğuyla oluşan baloncuklar, gerçek ve hayal arasında dolanan bir çemberi anımsatırken, direnen zihnimin çektiği siyah bir perde gözkapaklarımın ardında karanlık bir alan yarattı.
Uğultu, gittikçe uzaklaşarak sessizliğe gömüldü. Ve bedenim, ruhumun sürüklendiği acı dolu kabuslarla süslenen uykulu bir yola atıldı.
'... Zeliş! Ne oluyor orda..?! O gürültü de ne..?! Konuşsana! Duymuyor musun beni?! Zeliş..!'
* * *
Bir boşluğun içinde yüzüyor gibiydi ruhum. Düşüyor muydum, yoksa uçuyor mu bilinmez. Karanlık olamayacak kadar aydınlık, aydınlık olamayacak kadar puslu bir görüntü vardı. Uğuldayan sesler kulaklarımda anlamsızlıkla dolaşırken, zihnimin ucra köşelerine sinmiş ruhum bedenimin darbelerine mağruz kalmaksızın korkaktı. Belki de kaçak.
"Zeliş." Uğultuların arasından kopup gelen sesin kime ait olduğunu anlayamadım. Hissettiğimi anlatmakta güçlük çektiğim anların saniyelerinde kulaçlanıyor, kıpırdayamıyordum. Zaman kavramı ise belirsizdi.
Yanağımdaki dokunuşlardan ayrı ne hissettiğimi sorsalar bana, diyebileceğim tek bir cümle vardı.
'Bir romanın en güzel sayfalarını okumadan atlamış gibiyim...'
"Aç gözlerini güzelim," dedi yine aynı ses. Kulağımın hemen yanında fısıldar gibiydi.
"Niye uyanmıyor?"
"Sakin ol abi, sorun yok. Uyanır birazdan." Farklı bir ses kulaklarıma iliştikten hemen sonrasında adım sesleri yankılandı.
Tek tek kulaklarımdan içeri sızan her bir kelime beynimde deprem etkisi yaratırken, sızlayan başımın acı kaynağını düşünmeye çalıştım ancak o an daha da ağrıma etkisi yaratan düşüncelerimi hemen durdurarak yüz buruşturdum.
"Bak, uyanıyor." Yaklaşan adım seslerine karışan heyecanlı sesi duymazdan gelerek, elimi sızlayan başıma doğru yönlendirmeye çalıştım. Havada sıcak bir dokunuşun kıskaçlarına yakalanan sol elim kendiliğinden duraksadı.
"Yapma,"dedi bir ses çok yakınımdan. Öyle ki, uzandığım yatağın sol tarafı bir ağırlıkla çöktü. Kaşlarımı çatarak gözlerimi aralama çabam zihnimin balyoz etkisi yaratan darbelerine mağruz kalmasına yol açtı.
Kurumuş boğazımı yutkunarak ıslattıktan sonra dudaklarımı araladım ve bana çok yabancı gelecek bir sesle, "Acıyor," diye mırıldandım. Sesim boğuk, aynı zamanda titrek.
"Başım..." Gözkapaklarımı kıpırdatarak tekrar açmaya çalıştım.
"Ağrı kesicinin etkisi geçmiş olmalı."
"Tekrar ver o zaman! Canı acıyor."
Aralamayı başardığım gözkapaklarımın ardından gözlerime yansıyan basınçlı ışığın rahatsızlık içeren etkisiyle tekrar kapanacağı sırada bir gölge indi radarlarıma. İri parmakların kestiği ışık, rahatsızlığımı önlerken, daha iyi hisseden bilimcimle ne olup bittiğini anlamaya çalıştım.
Miraç, tam karşımda. Birkaç santim uzaklıkta beliren çehresiyle tüm dikkatinin yoğunluğunu bana verirken, "İyi misin?" dedi.
Cevapsız bırakmayı düşündüğüm soruyu duymazdan geldim. Yüz hareleri her saniyede gittikçe daha sert bir görünüm aldı. Dişlerini sıktığını farkettiğim sırada boştaki eliyle tutmuş olduğu sol elimin parmaklarını kendi avucuna hapsetti.
"Bir şey söyle," dedi ışığa alıştığım gözlerimin bir karış üzerinde kalkan görevi yapan avucunu diğer tarafıma yatağa indirerek. "Bana, iyi olduğunu söyle..."
'Yalan söylememi mi istiyorsun?' Demek geldi içimden. Gözlerimden akıyordu iyi olmadığım. Ve o bunu görüyor, bizzat şahit oluyordu. Bir, iki defa ağırca kırptığım gözkapaklarımın altındaki kahverengilerim, onun kara irislerinden bir an olsun ayrılmadı.
"İyi olduğunu söyle ki, gidip o adamın belasını s*kmeyim."
Yaşananlar bir film şeridi gibi tekrar zihnimde dolandığında bu kez tattığım duygu korku olmadı. Boş bir hisle kaplanmış ruhuma tercüman olamıyordum. Anlatmak istediğim, bağırıp dökmek istediklerim vardı fakat, çırpınmak bir işe yaramıyordu. Bozuk bir kanın damarlarımda dolaşması hayatımı da etkiliyor, yetmezmiş gibi zehirliyordu.
"Onu öldüreceğim."
Miraç, yakalamakta zorlandığım bir hızla benden uzaklaşarak, oturmuş olduğu hasta yatağından kalktı ve kapıya doğru ilerledi. O an farkettim bir hastane odasında olduğumu. Gözlerinde azrailin kara gölgelerine son an da rastlamış olduğum Miraç'ın, kapıya ilerlemesini engelleyen Doktor Doğan oldu. Evet, Doğan.
"Hop, dur bakalım dostum." Ellerini Miraç'ın omuzlarına yerleştirmiş, yolunu kesmişti. "Sakin ol. Sinirlisin şu an, anlıyorum. Ama ne demişler; öfkeyle kalkan zararla oturur."
Derin bir nefes almaya çalıştım ve sızlayıp duran başımın acısını nihayetinde geri plana atarak zihnimin sayfalarını karıştırdım. Aradığım tek olumlu bir cevap yoktu lakin, ne yapmam gerektiğini söyleyen bir kaç kelime vardı.
Miraç, kuzenini öldürmeye gidiyordu ve bunun sözde kalmayacağını adım kadar iyi biliyordum. O yapardı. Öylesine bir cümle kurmaz, dediğini gerçekleştirirdi. Yavaşça yerimde huzursuz bir kıpırdama yaşadım. Birkaç sızlayışla doğrulurken, Miraç'ın sırtına bakıyor olsam da Doğan'a olan bakışlarını tahmin etmek zor olmadı.
"Ne s*kimden bahsediyorsun lan sen?!" Sesli bir soluk verdim bana bakması umuduyla. Küfretmek neyine yarıyordu bu adamın?
"Diyorum ki-" Doğan'ın söylenmesine kalmadan, "Deme lan bana bir şey," diyerek sertçe omuzlarından Doğan'ın ellerini ittirdi. Miraç, kapıya doğru adım atacakken, Doğan'ın pes etmeyen bedeni tekrar mani oldu, ellerini iki yana açtı ve yolunu tamamen kapattı.
"Valla bırakmam," dedi hızla başını iki yana sallayarak. "Ben seni çöpte mi buldum arkadaş. Hem, ne sanıyorsun? Dayın izin verir mi böyle bir şeye?"
"Doğan, çekil önümden."
"I-ıı"diye bir mırıltı çıkaran Doğan kaşlarını kaldırarak red ettiğinde, "Ulan şimdi Selim'in yerine seni gömeceğim şuraya!"
Miraç'ın gittikçe öfkelenen bedenini bulanık zihnim bile ayrıcalıkla farkediyorken, şaşkınlıkla Doğan'ın işaret parmağını iki yana sallamasını izledim.
"Beni öldürme şeklini beğenmedim kardeşim, tarzım değil..." Sözlerinin ardından çok bile dayanan Miraç, Doğan'ın çenesine sert olduğunu düşündüğüm bir yumruk savurdu. Oturduğum yatakta irkilerek, dudaklarımın üzerine avucumu yaslarken, Miraç'ın sesli solukları öfkesini kusar nitelikteydi.
"Tarzı değilmiş..." Sinirle ellerini saçlarına atarak yerde inleyip duran Doğan'a döndü. "Lan biriniz de bana ters gitmesin! Destek olacağınıza, köstek oluyorsunuz!"
"Bağırma,"diye inlercesine homurdanarak konuştu Doğan. "Hastanedeyiz dostum, anladık sesin gür. Ama burda bari kulaklarımızı zorlama."
"Ulan," ona doğru tekrar adım atacağı sırada hızla, "Miraç,"diye seslenerek atıldım.
Öyle bir refleksle döndü ki bana, sanki yıllarca bu anı bekliyor gibi. Kırgınlıkla biriken bir burukluk vardı içimde. Onların üzerinde taşan bir öfkeyi ise es geçemezdim. Ancak şu an içimden haykırmak gelmezken, zihnim sadece Miraç'ı durdurmaktan yanaydı. Selim denilen adam, Miraç'ın kuzeniydi. Ve sırf benim yüzümden iki kardeş birbirlerine düşman kesilsinler istemezdim.
"Bir şey mi oldu?" Hızla yanıma doğru gelerek eğildi ve başımın arkasına baktı, daha sonra elini çene hizamı kaplayacak bir şekilde yanağıma yerleştirdi. Başımı hafif kaldırarak, gözlerime baktığında yılların ihtiyari ifadesizliğine karışan endişeyi iliklerime kadar tattım.
"Canın mı yanıyor?" Evet.
Hafifçe başımı iki yana salladım. Yaşadığım şu duygu için bu durumda olmama şükür etmemi isteyen yanıma tekmeler savuruyordum içimden. Miraç bu kadar düşünceli ve endişeliyken, o duyguyu bir an önce bastırmalıydım.
"Her yaralandığında, huy ettiğin şu sessizliğe bir çare bulmak gerek."
Yerden doğrularak kalkan Doğan, elini çenesine bastırmış, huysuz bir ifadeyle bize bakıyordu. "Şu adamı suskunluğunla cezalandırıyorsun ama ucu bize dokunuyor gördüğün gibi. Hayır, bu yakışıklılıkla kutsanmış yüzüme yumruğunu geçirmese, yine iyi. Ama adam her defasında yüzüme vuruyor. Kıskandığını bu kadar belli etmemelisin abiciğim..."
"Yüzüne bir tane daha yemek istemiyorsan, s*ktiğimin ceneni kapat Doğan." Miraç, kısa bir an ona dönerek tehdidini savurmuş ve tekrar bana bakmıştı.
"Tamam, tamam. Zeliş'in test sonuçları çıkmıştır. Gidip bir bakıp, geliyorum." Elini çenesinden indirmeden kapıdan çıkan Doğan'ın huysuz söylenmeleri kulaklarımıza mırıltı eşliğinde gelirken, duymazdan geldik ve birbirimize baktık. Kapanan kapının ardından yalnızlığımıza ruhumuz eşlik etti.
"Susadım,"dedim ufak bir dudak kıpırdatmayla.
Beklemeden ellerini yanaklarımdan çekti ve yandaki çekmeceliğin üzerine yöneldi. Plastik bir bardağa doldurduğu suyu bana uzattığında, kuruyan boğazım cildimi yırtıp suya dalacak gibiydi.
"Beni buraya sen mi getirdin?" Dedim elinden suyu alırken. Bir an duraksadı. Doğrularak tek elini ensesine atarken, sakin olmaya çalışan bir hali vardı. Başımı ondan çevirerek suyumu içmeye koyuldum. Aslında bilmek istemiyordum ancak ben bayıldıktan sonra neler olduğunu merak ediyordum. Ayperi hanım ne kadar korkmuştur kim bilir? O sıralarda uyanıksa eğer bir kriz geçirmiş olmasından endişeleniyordum.
Diğer yanım ise Selim denilen adamın sözlerini bas bas bağırarak zihnimi kurcalıyordu. 'Ailemden uzak dur!' derken, nasıl da nefret doluydu.
Kenarda duran tekli koltuğu zorlanmadan oturduğum yatağa doğru yanaştıran Miraç'ın hareketleri beni düşüncelerimden koparırken, elimdeki suyu bitirmeme rağmen plastik bardağı yerine bırakmadan parmaklarım arasında oyalandırdım. Yatağa yaklaştırdığı tekli koltuğa çöktü. Dirseklerini dizlerine yaslayarak iri ellerininin parmaklarını birbirleri arasına yerleştirirken, başını kaldırdı ve beni izledi. Bir şeyler anlatması gerektiren bir bakış attığımda, seslice soludu.
"Sen aradıktan sonrasında eve nasıl yetiştiğimi inan hatırlamıyorum. Tek hatırladığım,"diyerek kısa bir duraksama yaşadı ve dudaklarını diliyle ıslatarak devam etti. "Salonda, başından kan akıyor bir şekilde seni yerde baygın bulduğumda, delirecek gibi oluşum."
Bir şey diyemedim cümlelerinin üzerine. Ama gözlerimin dolmasını engelleyemedim. Miraç'ın o an ki hararetini çözemez veyahut fikir üretemezdim. Güvenmiyor oluşumdan değildi bu his. Öyle olsa, o anlarda onu aramaz, ona koşmazdım. Ama betimlemeye yer bulamayan bir his vardı içimde ve karamsarlık içimi karartmaktan öteye gitmedi. Yutkunarak, titrek bir nefes aldım.
"Kazaydı,"dedim onu bir an olsun sinirinden çekip almaya çalışarak. Soğuk ve alaylı bir tebessüm oluştu dudaklarında.
"Yalandan nefret ettiğimi biliyorsun."
"Yalan söylemiyorum." Öyle düşünmek istiyordum. Selim'in, bile isteye beni ölüme terk etmesi aklımı alıyor gibiydi. Ne olursa olsun, insanım. Herhangi bir insan. Ufacık bir merhamet kırıntısıyla beni o halde bırakıp gitmediğini düşünmek isteyen yanım aptallığımla sınanıyordu.
"O anları görmedim,"dedi Miraç uyarır bir biçimde kaşlarını kaldırarak ters bir bakış atarken. "Ama duyduğuma yemin edebilirim." Derin bir nefes alarak dudaklarımı araladım ve konuşacakken, benden önce davrandı. "Neyse ne, evde konuşacağız. Ama ondan öncesinde, bu olanların hesabını ödeteceğim birilerine..."
"Benim yüzümden-" derken cümlelerimi yarıda kesen Miraç, "Her olayda kendini suçlamaktan vazgeç!" Dedi katı bir dille.
Dişlerini sıkarak gözlerini yumdu ve tekrar araladı. Koyu gözlerine kadar ulaşan bir öfkeyle doğrularak dirseklerini dizlerinden ayırdı.
"Sen kimse değilsin! Bunu düşünmeyi kes artık. Anla bir şeyleri! Çetiner değilsin sen. Benim karımsım, Uluhan soyadına sahipsin. Ve kimse, benim karıma dokunmaya cürret edemez! Bu kişi kim olursa olsun; acımam!.."
Sert bir yutkunma geçti boğazımdan. Miraç Uluhan, acımasızdı. Bunu çok net biliyorum zaten. Karakterini yansıtan bir duruşu vardı ki, göz alıyor ve bazen de korkutuyordu. Sıkıntıyla yerinden kalkarak pencereye doğru ilerlediğinde, elimdeki plastik bardağı çekmeceliğin üzerine bıraktım. Başımın arkasında olan yaramın ne durumda olduğunu tartma amacı ufak bir dokunuş sergilediğimde cildimi yakan bir acıyla hızla elimi geri çektim. Yaranın üzeri, sargı beziyle örtülmüştü.
"Dokunup durma,"diye kızarcasına söylendiğinde ona baktım. Pencerenin pervazına omuzunu yerleştirmiş, dışarıya bakıyordu. Kaşlarımı kaldırdım şaşkınlıkla. Bana bakmadan ne yaptığımı nerden biliyordu?
"Eve gitmek istiyorum," derken derin bir iç çekişle arkama iyice yaslandım. Uyku bastırıyordu zihnimi ve gözlerimi açık tutmakta zorlanıyordum.
"Doğan gelsin bir,"demeye kalmadan kapı tıklatılmadan birden açıldı.
"Tam da tahmin ettiğim gibi, test sonuçların kusursuz..!"
"Ulan bir daha s*ktiğimin kapısını çalmadan açarsan..." Omuzunu pencereden ayırarak tehditvari bir şekilde işaret parmağını Doğan'a doğru sallayarak uyaran Miraç'a bu kez hak verdim. Doğan kendini dövdürtecek yer arıyordu.
"Tamam,"dedi Doğan, ellerini teslim olur maâbında kaldırdı. Bir elinde dosya kağıdını sallarken diğer eliyle açmış olduğu kapıyı kapattı. "Sakin... Bak, kapatıyorum." Bana ufak bir bakış atarak göz kırptığında, tescilleştirmiş olduğu ölüm fermanı, Miraç'ın parmak kütletme sesinden geldi.
"Ne zaman çıkacağız?"diye sordum ortamın sinir tomurcuklarını sesimle dağıtma çabası göstererek.
"Ne zaman istersen. Ama dikkatli olmalısın,"derken bana doğru ilerledi ve dosyayı ayak ucumdaki masaya bırakarak başımın arkasına son bir göz taraması yaptı.
"İyi görünüyor. Bir, iki gün ani hareketlerden kaçın. Aksi halde baş dönmesi yaşayabilirsin. Yara üzerine tekrar düşüp, bayılmanı ve kanatmanı istemeyiz, öyle değil mi?."
"Karşında bir çocuk var gibi konuşuyorsun,"diye mırıldandım geri çekildiğinde.
"Sadece uyarımı yapıyorum, güzellik." Gülümseyerek ellerini beyaz önlüğünün cebine atarken, Miraç'ın "Geri bas." Diye daha baskın bir uyarı sergilemesiyle, Doğan başını salladı ve daha sesli güldü. O an kapı tıklatılmadan ani bir hızla tekrar açıldığında, oturduğum yerde irkilmiştim.
"Mahremiyetin anasını s-" Küfürle bezelenmiş öfkeli sesin sahibine bakmaksızın, kapıdan hızla girip tabiri caizse üzerime atlayarak, "Zeliş!" diye tiz bir sesle çığlık atan Dila'ya bakakaldım. Yakalamakta zorlandığım bir hızla kollarını boynuma doladı.
"İyi misin? Çok korkuttun beni, yerde o kanı görünce aklım çıktı be kızım..."Endişeli olduğu her halinden belli olan Dila, burnunu çeke çeke mırıldanırken, kollarım kendiliğinden beline dolanmıştı. Daha önce söyledim mi bilmiyorum ama çok seviyorum ya ben bu kızı.
Yalnızlığımda dost olan bir arkadaşa sahiptim. Onu kusurlarıyla kabul etmek benim boynumun borcuydu. Ve en güzeline karşın tek kusuru, bazen patavatsız oluşu. İyi bir arkadaş, dürüstlüğüyle anılır. Dilâ da benim için öyle biri. Geri çekildiğinde yaramın nerede olduğunu görmeye çalıştı. Elimle başımın arka kısmını işaret ettim.
"Sakin ol, daha iyiyim."
"Nasıl sakin olayım? Bela çeker bir mıknatıs gibisin yemin ederim, yalnız bırakmaya gelmiyor."
"Geçmiş olsun," diyen Emre, Dilâ'nın ardından odada ki varlığını hatırlattığında, başımı hafifçe eğerek teşekkür ettim. Hemen ardından Dilâ konuşmaya kaldığı yerden devam etmeye başladı.
"Akını yurda bırakarak, eve döndüğümüzde Emre ile-"diyerek eliyle Emre'yi gösteren Dilâ, onlara doğru başını çevirerek baktığında bir an duraksadı. Saniyenin her bir artımında renkli gözleri irileşen Dilâ, donup kalmış gibiydi sanki.
Ne olduğunu anlamadan kaşlarımı çatarak, gözlerinin isabetini takip ettim ve Dila ile aynı durumda olan Doğan ile karşılaştım.
"Dilâ?.." Kısık bir sesle mırıldanan Doğan, Dilâ'nın bir ürperti yaşamasına vesile oldu. Odadaki diğer varlıklarla birlikte gözlerimiz onların üzerinde mekik dokurken, tanışıyor olup olmadıkları zihnimizde kıvılcımlar oluşturdu. Dilâ'nın donup kalan bedeninin titrediğini farkettim.
"Dilâ, sen?..." Şaşkınlıkla gözlerini kırpıştırdı ve kısa bir an bizlere bakarak hızla tekrar Dilâ'ya döndü. "Sen, burada... Nasıl?..." Dilâ'ya doğru adım atacakken, hızla geri çekilen Dilâ, transtan çıkar gibi dengesiz tavırlar sergiledi. Tek elini saçlarına atarak hafifçe kaşıdı.
"Z-Zeliş, b-ben," başını kaldırarak bana baktığında çaresizce sergilediği davranışlarını çözmeye çalışıyordum. Gözleri dolmuş, ağladı ağlayacak bir hali vardı.
"Gitmem gerek."
Fısıltı sessizliğinde kurulan bir cümlenin hemen ardından kaçarcasına hızla odayı terketti.
"Dilâ!"
Arkasından gitmeye koyulan Doğan, "Dilâ dur!" diye seslenerek kapıdan çıkıp gidecekken, yolunu kesen Emre garip bir sinirle onu sertçe geri ittiğinde, Miraç'a baktım.
"Neler oluyor?"diye sordum ona bakarak. Kaşlarım çatılmış, yaslandığım yerden doğrulmuştum. Miraç çatık kaşlarının altında yuva edinmiş, yuvarlak koyu irislerini kıstı. Bilmediğini belirten bir tavırla başını iki yana salladığında, Emre ve Doğan'ın sesine döndük ikimiz de.
"Dur bakalım orda,"diyen Emre'nin ardından Doğan, "Oğlum çekil, şimdi seninle uğraşamam," dediğinde, Emre'nin katlaşan sinirini kolaylıkla farkettim.
"Ne demek lan uğraşamam? Sen hayırdır?!.. Kız seni görünce hortlak görmüş gibi kaçtı, sen peşinden gitmeye kalkıyorsun. Ne oluyor?"
"Emre sonra tamam mı? Sonra." Tekrar kapıya doğru adım atmaya kalktığında Emre onu bir kez daha itti ve Doğan masaya doğru devrildi. Zorlukla doğrulduğunda bu kez kendisi de sinirlenmişe benziyordu.
"Lan çekil şurdan, kız gitti!"diye bağırarak Emre'ye doğru atılan Doğan'ın ardından birbirlerini göğsünden sertçe itmeleriyle ikisi de geriye doğru sendelediler.
"Ne kızı lan? Niye gidiyorsun peşinden? Hayırdır? Eskin miydi doğruyu söyle?"
"Lan oğlum saçmalama!"
Ağzımı açıp durmaları için bir şey demek istiyordum ancak Miraç bile onlara engel olup dokunmazken, bana şu an susmanın uygun görüldüğünü kavradım. Ayaklarımı yataktan sarkıtarak yerdeki sporlarıma ayak parmak uçlarımı geçirdiğimde tam olarak giymiş sayılmazdım. Üzerimde ise hala sabah giydiklerim vardı.
"Ne o zaman? Eskin filan değilse bu tavrın ne?"
"Kardeşim lan o benim! Kardeşim!"
Duyduğum cümlelerle hareketlerimde bir kesinti yaşandı. Gözmerceklerim irileştiğinde başımı hızla kaldırmış şaşkınlıkla Doğan'a kitlenip kalmıştım. Nasıl yani? Doğan ve Dilâ kardeş mi?
Emre'ye baktım kısa bir an. Onun da benden pek bir farkı yoktu. Donup kalmışcasına öylece Doğan'a bakıyordu. Kitli bir beden misali, kapama tuşuna basılmış gibi. Zorlukla bir nefes aldım ve Miraç'a doğru çevirdim bakışlarımı. Tepki vermeyen tek kişi olması ise zihnime bir alay konusu oluştururken, ifadesiz duruşuna hasetlendim. Bakışlarımız kesişti.
"Şaşırmadım." Hafifçe tek omuzunu silkti. "Benziyorlar zaten. İkisi de sinir bozmakta usta."
"Onu bulmuşken kaybedemem, gitmeliyim." diyerek Miraç'ı duymazdan gelen Doğan, bu kez kimsenin engeline rastlamadan odadan çıkıp gitti.
Dili alınıp, ondan mahrum edilmişcesine suskunlaşan Emre, tek elini saçlarına atarak dağıttı. Az önceki gürültüye kıyasla sessizleşen ortamda ne düşüneceğimi, ne yapmam gerektiğini bilmiyordum. Bir an önce kokusuyla bunaltan hastaneden çıkıp gitme fikri bile zihnimden uzaklaşmış, Dilâ'nın hissettiklerini anlamaya çalışıyordum. Bir abisi olduğunu biliyordum. Hatta abileri olduğunu söylemişti, ancak onlarla görüşmediğinden başka, tek bir cümle alamamıştım ağzından. Dilinin yolsuzluğu ailesine geldiği kadardı.
Sonrasında bir şey hissettim. Düşüncelerimden ruhumu çekip alan bir his, beni hastane odasına tekrar getirdiğinde topuklarımın altında varlığını belirten sıcak parmakların dokunuşuyla gözlerimi dalıp gittiği yerden alarak hareketliliğe yönelttim. Ve o an kalbim ağzımda atmaya başladı.
Ben şu saniye içerisinde Dilâ'yı bile unuttum.
Miraç, tek dizini kırarak yere sabitlemişti ve çökmüş olduğu yerde sporlarımı bana giydiriyordu. Tüm çektiğim acı yok olup gitmişti o dakika içerisinde. Kalbimin oynaşması midemi hafif sızılara tutuştururken, uğuldayan kulaklarımın ardından vücuduma akın eden basınçlı bir sıcaklıkla gülümsememek için dudaklarımı birbirine bastırdım.
Parmaklarına kaydı gözlerim. Sol elinin yüzük parmağında, varlığını koruyan özenle işlenmiş siyah taşlı yüzük bana göz kırparken, boynumdaki zincirin tenimi yaktığını hisseder gibi oldum. Bana aldığı yüzük boynumdaki zincirde asılıyken, parmağıma geçmeden önce birbirimizin mührünü kalbimizin derinliklerine kazımak istiyordum. Teklif filan boş bir istekti. Sadece öyle bir his yaşatsın ki bana, mutluluktan kuş olup uçayım. Tabii şimdi sergilediği görüntü, bu fikrimin altını çizer nitelikteydi.
Derin bir iç çekişin ardından bağcıklarımı da bağlayarak, çöktüğü yerden kalktı ve bana baktı. Ben ise gözlerinin karasında kayboluyor gibiydim o an.
"Teşekkür ederim,"dedim ışıldadığından bir an şüphe etmediğim gözlerimi koyu gözlerinden ayırmadan. Başını salladı hafifçe.
"Eyvallah," diye söylenerek garip bir çekimle elini ensesine attı ve ovalarcasına kaşıdı, sonrasında kaçak bir duygunun esiri olarak Emre'ye döndü.
Verdiği yanıt ise beni bozguna uğratmıştı. Önemsiz olduğunu belirtmek varken, bu kelime de neydi öyle? En az Miraç kadar garip. Kaşlarımı kaldırarak, indirdim ve onun, bana giydirmiş olduğu beyaz sporlarıma baktım, ardından kısık bir sesle Miraç Uluhan taklidi yaptım.
"Eyvallah."
Beceremediğim bir taklid sonucu bana baktığını hissetmeme rağmen, ona bakmadan oturduğum yerden yavaşça kalkmaya çalıştım. Ani hareket yaparak yeri boylamak istemiyordum ama daha yerimden tam kalkamadan Emre'nin telefonu çalması ve Miraç'a bakarak, "Kenan dayı," demesi beni olduğum yerde durdurdu.
Yaşadıklarımın acısı iyi bir iz sürücü olarak peşimi bırakmazken, içimin yakarışlarına kulak tıkayarak, Miraç'ı izledim. Parmaklarım avucuma gömülmüş, sinir karışımı bir endişeyle kısıtlandım.
"Ver onu bana, ver..."
Gerilen tüm kaslarım yerinde sızlıyordu. Miraç, Emre'ye doğru yönelerek fevri bir hareketle çalıp duran telefonu aldı ve yanıtlayarak kulağına götürdü.
"O s*kik oğlun orda mı?!"dedi açar açmaz.
"Dayı... Dayı bana masal okuma! Bir soru sordum. Oğlun orda mı, değil mi?!" Hastanede olduğumuzu umursamayan adam, öyle öfkeliydi ki az önceki sakinliğini özlediğimi hissettim. Soluk soluğa kalmış, bir an da ter basmıştı adeta. Alnına dökülen saçların uçları derisine tutunmuştu.
"İyi. Sakın ordan ayrılmak gibi bir hata yapmasın! Miraç belanı s*kmeye geliyor, dersin..." Telefonu kapatarak Emre'ye uzattı.
"Zeliş'i eve bırak,"dediği an, "Hayır," diyerek hızla ayağa kalktım. Ani hareketimden olsa gerek başım döndüğünde olduğum yerde duraksadım. Tek elim alnıma dokunduğunda derince içleniyordum.
"Gitme." İyi olup olmadığımı süzen bakışlar daha bir koyuya yenik düşerek, Emre'ye çevrildi.
"Eve götür onu. " Bu kez tek bir defa bile bana bakmadan koltuğun üzerindeki siyah kabanını aldı ve hızla odadan çıktı.
Arkasından ona bilmem kaç kez seslenmem, onu durdurmaya yetmedi...
Zihnimde koparılan fırtınalı düşünce ise, öyle ya da böyle Miraç'ın peşinden gideceğimi biliyor oluşum.
* * *
Sessizliğe sığınmak isteyen bir yanım var. Yalnızlığa aşık. Herkesten uzak.
Bir müzikle huzuru hisseder, gökyüzüyle hasret giderir, doğaya sarılırdım. Bilmiyorum ama eski günlerimde bile hayalimi kurgulayan huzur benden kilometrelerce uzakken, şimdilerde Miraç ile tüm eksikliğim tamamlanmış gibi hissediyordum.
Bunu çok görenler de vardı, hayali kurgumu kirletircesine.
Yerimi almış olduğum arabada yanımda Ragip ile birlikte, Kenan amcanın evine doğru hızla giderken, oluşan sessizlikle eski günlerimi hatırlayan zihnim anın tuhaf gerçekliğini tarttı.
Miraç hastane odasından çıkar çıkmaz, Emre'den, beni Kenan amcanın evine götürmesini istemiştim. Tabii ilk önce direkt red etse de zihnime yansıyan bir anı ile o an bir cümle kurmuştum.
'Beni dinlemek zorundasın! Onlardan birine bir zarar gelebilir Emre! Bunu yapmak istemezdim ama, Zeliha Uluhan olarak sana emir veriyorum. Beni Miraç'ın yanına götür!'
Miraç, bir defasında bana onun adamlarına emir verebilecek bir hükmüm olduğunu açıkça beyan etmişti. O an beni dinlemeyen Emre'ye sinirlenerek böyle bir cümle kurmuştum. Ancak bir gram etki yaratmayan kelimeler Emre'nin kalbini ne kadar kırdı düşünmek bile istemiyorum. Ben öyle bir insan olamıyordum. Ama o an mecbur kalmıştım.
'İnan ki şu an seninle uğraşamam. Beynim o kadar dolu ki, sanki...'diyerek sustu ve derince iç çekti. 'Tamam. Ragip aşağıda, seni götürür. Ama hatırlatayım, onlar kardeş gibiler. En fazla Selim, bir iki yumruk yer ve olay biter...'
Sorumlu olduğu bir çocuğu, başkasına vekil eder gibiydi hali. Ama benim için önemli olan kimin götüreceği değil de, bir an önce oraya varmam. Miraç bizden önce çıkmıştı. Muhtelemelen şu an varmıştır ki, onun saniyeleri orayı yıkmaya yeterdi.
Ragip.
Onun varlığıyla yokluğu bir gibi. Arabaya bindiğimizden bu yana dudaklarını aralayıp tek kelime etmemişti. Geçmiş olsun demek bile bu kadar zor mu geliyordu ona? Her defasında tuhaf benzetmesi yapıştırmak bayıyordu ancak gerçekten tuhaftı. Neyse ki ben de çok konuşma taraftarı değildim. Korkuyor muydum bilmiyorum ama çekindiğim zamanlar oluyordu. Yine de kötü biri veya güvenilmeyecek biri olsaydı Emre beni ona emanet etmezdi öyle değil mi?
Yanıbaşımda bir ses geldiğinde refleksle çevrilen başımla birlikte gözlerim Ragib'in telefonuna kaydı.
"M" Harfi ekranda göz alıcılıkla parlarken, arıyor kısmı sonrasında eklendi gözmerceklerime. Ragip, kısacık bir bakış ardından aramayı red ettiğinde kaşlarım çatıldı. Dudaklarımı aralayıp bir kelime edemeden veyahut nedenini soramadan telefon tekrar sesini duyurduğunda bu kez cevaplayacak sanmıştım. Yine yanılarak, Ragib'in red tuşuna basmasını seyrettim. Belki de benim yanımda konuşmak istemiyor diye düşünmeden edemediğim saniyelerde dilim döktü ucuna gelen cümleleri.
"Benim için sorun değil, aç istersen." O an öyle bir bakış attı ki, kendimi dünyada yeri yurdu bilinmez bir yabancı madde olarak hissettim.
"Benim için sorun."dedi.
Konu o dakikadan sonra tamamen kapandı. Dilimi mühürleme sırası geldiğinde, kalan zamanımı eksiğime kavuşma anına kadar suskunluğa adadım. Ragip ile sohbet etme fikri zaten olumsuzluğun daniskasıydı. Arayan kişi onun için ne kadar önemliydi bilmiyorum lakin umursamadığı apacık ortadaydı. Belki de bu bana sunular gösterişti.
Akşam karanlığı üzerimize çökmüşken, azıcık kalan yolun çarçabuk bitmesini istiyordum. Rahatsızca oturduğum yerde kıpırdayarak yutkunurken, gözlerim ön camdan kara gecenin sarmış olduğu gökyüzüne çevrildi.
Zihnime düşen bir kıvılcımın ardından gözlerim dolduğunda, yıkık bir bedenle ayakta nasıl durduğumu düşündüm. Daha bu sabah bir darp vakası yaşamışken, şimdi yaşadıklarım ve yaşayacaklarım bana hiç yardımcı olmuyor, zorluyordu. Ağır geliyordu artık ve düşündükçe boğulacak gibi oluyordum. Suçum ise gece gözlü bir adama tutulmak olması beni bitiriyordu. Derin bir nefes almaya çalıştım, olduğu kadar...
Bu karamsar duygularla sonunda Kenan amcanın evinin bahçesine giriş yaparken, içimde ki sıkıntı daha da çoğaldı. Sanki bir his durmamı, içeri girmememi istiyordu. Yine de durmadım. Yapmamam gerekiyordu belki de. İstenmediğim bir yerde olmamam gerekiyordu, yapamadım.
Şans bu ya, arabadan iner inmez eve doğru ilerlediğimde aralık kapı beni lanetli bir büyü girdabı misali içeri çekti. Parmaklarımın ucuyla ittirdiğim kapıdan içeri doğru attığım tek bir adım bana yolumu belirledi. Salondan gelen seslere doğru ilerledim.
"Bilerek olmadı diyorum sana! O an elimin ayarını hesaplayamadım, öfkeliydim!"
"Onu orda öylece bilerek bıraktın ama!"
"Evden çıkmadan ambulansı aramıştım..."
Boğuk sesin ardından gelen iniltiler haricinde sessizlik oldu kısa bir an, daha sonra bir tıkırdı duyduğumda kapı eşiğindeydim.
"Miraç yeter artık, bırak onu! Öldüreceksin!" Ve Yeşim varlığını tescilledi. Yalnız değildi. Salondan içeri girdiğimde tüm ev halkının içerde olduğunu gördüm. Ayperi hanım haricinde...
"Nasılmış çaresizlik Selim bey?! S*ktiğimin yurd dışından gelir gelmez karıma sataşmak ne demek lan?!"
Miraç, kendinden bile geniş cüsseli bir bedeni yere yatırmış boğazlarken, etrafın dağınık hali beni şaşırtmadı. Beni geçmişe götüren anıların elinden zar zor kurtularak şimdiki zamana odaklanmaya çalıştım. Miraç öfkelendiğinde yıkıp, dökerdi. Kırıp, parçalardı. Buna alışmıştım lakin bedeni altında çırpınan kaşına, gözüne kan bulaşan Selim'in çaresiz çırpınışları benim vicdani duygumu sızlattı.
Kenan amca beni ilk farkeden olurken, Yeşim'in ayakta duran bedeni bana arkası dönük olduğundan henüz beni görmedi.
"Ya siz ne yaptığınızı sanıyorsunuz! Kim için birbirinizle kavga ettiğinizin farkında mısınız?! Sen de kendine gel artık Miraç! Biz senin aileniz, düşmanın değil!"
"Kes lan!"diye haykırarak delice bakışlarıyla dönüp Yeşim'e baktı.
Sonra onun arkasında, birkaç adım uzağındaki beni gördü.
O kısacık an içinde altında çırpınan Selim, Miraç'ı ittirerek yüzüne doğru sert olduğunu tahmin ettiğim bir yumruk atarak kendi üzerinden onu uzaklaştırdı ve hızla kalktığında irice açılan gözlerim Miraç'a odaklandı.
Dudaklarım aralanmış, "Miraç!" diyerek ona doğru ilerledim ve çökmüş olduğu yere doğru dizlerim üzerine çöktüm.
"İyi misin?"dedim bir elim omuzunda, diğer elimin parmak ucu dudağının kenarına doğru ilerlerken. Yüzüm buruştu gördüğüm kan ardından. "Kanıyor..."
"Ne işin var senin burda?" Sorduğu soru ile birlikte dudak kenarına ilerleyen elimi tuttu. Kaşları çatık, kara gözlerinin etrafı kızarıktı.
"Kim getirdi?"
"Ragip." dediğimde ağzının içinde bir şeyler geveleyerek, etrafa göz süzdü ve ayağa kalkarken elimi çekiştirerek beni de kendisiyle birlikte kaldırdı.
"Selim,"diye seslendi kuzenine bakarak. Zorlukla ayakta durmaya çalışan Selim ile Miraç arasında derin bir bakışma geçti. Ucu görünmez, anlamı çözülmez bakışmalar saniyelere yol kat ettiğinde, engel olamadığım karanlık duygular üzerime çöktü.
"Karımdan özür dile, canını bağışlayayım."
Kuru bir sese karışmış tonlarca yük içeren bir ağırlığın içinde saklanmış uyarı niteliği. Ya olacak, ya da olacak. Başka bir seçenek yoktu. Şaşkınlıkla birkaç saniye duraksayan Selim, çok geçmeden dengesiz bir tavırla güldü.
"Sen delirmişsin."Alayla gülerek bu kez Yeşim'e döndü. "Anlattığın kadar varmış be kuzen. Miraç, aklını kaybetmiş!"
"Öyle bir kaybetmiş ki,"diye mırıldandı Yeşim, Selim'in yanına doğru ilerlerken. "Aşkından ailesini görmüyor artık."
Kenan amcaya kaydı gözlerim. Seyrettiği bir senaryoyu veya bir çeşit tiyatroyu izleyen bir birey, bir yabancı gibiydi. Yahut bir fazlalık. Oysa sözünü geçirebilen bir büyük, saygı değer bir abi, baba olması gerekmez miydi buradakilere? Bakışları çarptı kahverengi gözlerime, ruhumu dağlayacak kadar derine battı. Kendinden yorulan aciz bir bedenin ruhunu taşıyorken, omuzları yılmış bir halde düşüktü. idama sürüklenen bir kurbanın umutsuzluğunu, çaresizliğini anımsattı o an bana.
"Bak bize Miraç." Yeşim'in söyledikleri gram etkilemiyordu beni ama bazen bazı sözler acıtıyor yüreği. "On dört yaşlarında filandın bu eve geldiğinde. Yüzün, gözün is içinde. Üzerin pis kaplı. Konuşamıyordun hatırlıyor musun?"
"Sakın."diye soludu Miraç. Dişlerini sıkıyorken, elimi birden bırakan eline dikkat kesildim. Açıp, kapatıyordu. "Tek kelime daha etme!"
"Buraya geldiğinde hepimizden korkuyordun, kimseyi yanına yaklaştırmıyordun. Selim'e birkaç defa saldırdın hatta hatırlıyor musun-" Miraç bir kez daha bir uyrarıda bulunarak, "Sus!" demesine rağmen onu dinlemeyen Yeşim devam etti.
"Yine de pes etmedi. Ve başarmıştı da. Yanına yaklaşabilen tek kişi Selim'di! Şimdi ona yaptığına bir bak. Bu mu onun karşılığı? Hadi onun sana yaptığı iyilikleri unuttun, peki Ekrem Çetiner-"
"Unutmadım!"diye bir yakarış duyduğumda irkilerek gözlerimi kapattım. O an bir damla süzülüp aktı gözpınarımdan yanağıma ve ordan çene hizama doğru.
"Ben hiçbirini unutmadım! Unutmam!Ekrem Çetiner yaptıklarının cezasını misliyle çekiyor!"
"Çekiyor derken? Yani yaşıyor mu daha?"diye soran Yeşim'in ardından Selim bana baktı.
"Kızının ne işi var o zaman senin, bu evin yamacında?"
Ölüm sessizliği sarmaşık misali dolandı dört bir yana. Dolu dolu bakan gözlerim her bir bedeni ayrı ayrı süzdüğünde kalbimin kırıklığı boğazımda yumru oluşturdu. O yumru, her yutkunmamda canımı daha fazla yaktı.
Bazen bazı şeyleri boş vermek istiyordum. Boş vermek istediğim düşüncelerin o an içinde zihnime bir virüs gibi yayıldığını bilmeden çabalamaktan yorulmaksızın söküp atmak istiyordum. Olmuyor. Yapamıyorum. Nefessiz kalmama sebep olan düşünceleri beynimden atamıyorum. Yoruluyormuşum meğerse. Yüreğimin sızısı büyüzdenmiş oysa.
Umutlar ölüyormuş her gözyaşında. Bu yüzden mi içim, yas tutarcasına kara...
"Tek sorun Ekrem Çetiner'in kızı olmam mı?"
Yeşim, Selim, Kenan amca ve Miraç. Evin çalışanları şu an neredeydi diye düşünecek kıvamda değilken, her bir bedenin bakışlarını anlamaya çalıştım. Beni anlayan koyu gözlü adamım, ağır adımlarla yaklaşarak, sıcacık eliyle elimi tuttuğunda yavaşça geri çekildim ve ıslak kirpiklerimin altından diğerlerine baktım.
"Onun kızı olmayı ben seçmedim. Daha birkaç ay öncesine kadar, onun babam olduğunu bile bilmiyordum ki... Ama tek bir şeyi anlamıyorum. Bunca zaman düşündüm, bir cevap bulamadım."
Sağ gözümden tutamadığım bir damla usulca kayarak ilk umudunu öldürdüğünde hıçkırmamak için dudaklarımı birbirine bastırdım.
"Ne yaptım ben size?.."
Yaslara bulanan içimde cayır cayır yanan bir ateşle kendimi sorguluyordum. Ben bunlara ne yaptım? Kendimden aciz, yoksul bedenimin onlara ne zararı dokundu?
"Yeşim sen,"dedim boğuk bir sesle birlikte yaşlarla kaplı gözlerimi kurulama ihtiyacında bulunmadan Yeşim'e dönerek. Kollarını göğsünde bağlayarak, başını çevirmesi bile bu kez içimi dökmeme engel olmadı. Patlama noktasına gelmiştim artık. İstenmemeye alıştım ama yorgun kalbimin daha fazla üzülmesine dayanamıyordum.
"Geldiğim ilk günden beri nefret ettin benden. Kim olduğumu bile bilmeden, kan kusturdun. Yetmedi; benim yatak odamda, Miraç ile öpüştün. Yalanlar söyledin. Ve niceleri... Oysa, tek bir kötülüğüm bile dokunmadı sana..."
"Yeşim!"diye bağırdı kenan amca sinirle. "Bu doğru mu?!" diye sorması garibime gittiğinde gözyaşları içerisinde ıslak yanaklarımı zorlukla iki yana gerdim ve alayla güldüm.
"Sen Kenan amca. Bana hiç inanma... Hiç güvenme olur mu? Ekrem Çetiner'in kızıyım ne de olsa..."dedim yersiz bir buruklukla.
Gözyaşlarım istemsizce arttı. Durduramadığım ve engel olamadığım bir titremeye mağruz kalırken, ağrılarımın arttığını hissedebiliyordum. Ruhumun krizi bedenime işliyordu sanki. Elimin tersiyle yanaklarımı kurulayarak, bu kez bugün tanışmak zorunda kaldığım Selim'e döndüm.
"Beni henüz tanımadan yargıladın, zarar verdin, hakkımda kötü düşündün, hepiniz. 'Ailemden uzak dur.' Diye bağırıp duruyordun ya hani?" Masum bir ifadeyle ıslak kirpiklerimin altından buğulu bakışlarla ona bakarken, dudak büzerek, omuzlarımı kaldırdım ve indirdim.
"Benden uzak durmayan sizlerdiniz,"diye hıçkırık karışımı sesli bir ağlayış duyuldu dudaklarımın arasından. "Ben hiç birinizi tanımıyordum bile. Hayatımı acımadan delip, geçen sizlerdiniz... Keşke bugün düşüp kaldığım yerde can verseydim de, hepiniz kurtulsaydınız. Belki o zaman içiniz soğurdu. Ben-" devam edemeden Miraç kolumu tuttu.
"Yeter."dedi kenarları kızarık, delirmiş gözlerini üzerime dikerek. Kolumu sıkıca tutan parmaklarının bileğine elimi dolayarak kolumdan uzaklaştırdım ve bir adım geri çekildim.
"Bence de yeter,"dedim bana bile yabancı gelen farklı bir sesle ve bezmiş bir halde. Ellerimi iki yana açtığım an dudaklarımın arasından kopan hıckırıklar içimdeki yangının bir parçasıydı.
"Yoruldum ben görmüyorlar. Yeter artık, bu olaylardan çok sıkıldım ben Miraç... Bunaldım bu bitmek bilmeyen kırıcı sözlerden, nefret dolu bakışlardan. Boğuluyorum. Nefes alamıyorum artık. Ben de insanım ya, benim de duygularım var. Ölüyorum... Neden kimse bunun farkına varmıyor? Canım çok yanıyor Miraç..."
"Güzelim, tamam yapma." Bana doğru bir adım daha attığında tekrar geri çekildim ve ona karşı gözyaşları arasından buruk bir tebessüm bahşettim.
Ağlayınca mı çözülüyor bir şeyler? Tabii ya doğru, umutlar ölüyor. Tabutlarını taşıyan omuzlar yorgundur şimdi.
"Bu hikayenin en güzel kısmı sensin adam. Bana nefes almanın değerini, yaşamanın anlamını öğrettin. Öncesi yok. Benim için son önemli. Ve ben, seni çok sevdim... "
"Yapma,"dedi bir kez daha gözlerine bağlı kaldığım adam. Başını yalvarır bir halde iki yana salladı ne yapacağımı anladığında.
Umudunu yitirmiş bir kuş konmuştu pencereme. Yaralı, kanadı kırık. Ev diye belirttiğim yer yüreğimin ortasıyken, pencereye konan kuş, benim gece kadar karanlık gözlere sahip adamımdı.
Düştü bir umudum daha yanağımdan kayıp çenemin ucunda asılı kalarak. Ah benim yaralı kuşum. Aldım ve kanadını sarıp sarmaladım. Bilemedim ki, daha iyileşmeden benden uçup gideceğini. Daha henüz iyileşmeyen bir kuş, yüreğimden nasıl uçup giderdi?
Mutlu son mu? En az dün kadar, bugünüme uzak...
"Asıl sen yapma... Bizim yanyana oluşumuz acıdan başka bir şey getirmiyor görmüyor musun? Her gün bir olay. Kan, şiddet... Baksana kimse mutlu değil." Ellerim boşlukta süzülerek iki yanıma düştüğünden, yanaklarımdan akan damlalar yüreğimde mezarlık oluşturdu.
"Yapamıyorum ben artık. Dayanamıyorum... Her adımımda Çetiner soyadına takılıp düşüyorum. Düştüğüm yerde bir can yitiriyor, ben ben olmaktan çıkıyorum." Başımı iki yana salladım hafifçe. Buğulanan bakış açım her göz kırpımında birkaç saniye netleşiyor, sonra tekrar puslu bir görünüm alıyordu.
"Onlar haklı. Senin bir ailen var, koruman gereken, sahip çıkman gereken... Ailen varken ve ailen beni istemiyorken, sen benim yanımda olamazsın... Ne yapalım..." Dudaklarımı birbirine geçercesine bastırılırken, omuzlarıma binmiş taş yığınlarıyla birlikte hareket edip omuz silkmek hiç bu kadar zor gelmedi.
"Bizim hikayemiz de bu kadarmış..."
Duraksayan bedenime komut veren ruhum, titrekçe adım atmamı sağladı. Ne yaptığımı biliyordum, ama sergilemek o kadar zor geliyordu ki ifadesini anlatmaya cümlelerim yetmezdi. Bazen insan, bazı şeylere mecbur kalıyormuş meğerse. Severken vazgeçmek, sevilirken çare bulamamak öyle zor ki. Tek düşüncem buymuş gibi Miraç'a yaklaşarak, kalbimin sıkışmasıyla birlikte ona gücüm yettiğince sarıldım.
Boynuna doladığım kollarım tüm devrelerimi yakıyor, soluduğum kokusu ise ciğerlerime işliyordu. Akıttığım gözyaşlarım onun sıcacık boynunu ıslatırken, vedalaşmanın acısı sızım sızım sızlatıyordu.
Veda etmek, hiç bu kadar canımı yakmadı.
Belki ahmakça bir davranıştı, bilmiyorum. Zihnim kararımı doğrularken, yüreğim can çekişerek bencil olmam gerektiğini haykırıp duruyordu.
O sarılmadı bana. Anladım ki, veda etmek istemiyordu. Yüzü saçlarım arasına gömülürken, elini kaldırıp belime dokunamadı. İçim titreşti. Sesli bir nefes aldım ağlayışın yansıttığı tıkanıkla ve hafifçe geri çekildim. Gözlerini sımsıkı kapatmışken, kusursuz çehresini ezberlercesine her karışını inceledim. Ellerim ensesinden kayarak, kirli sakallarında dolaştığında parmak uçlarım bedenimden kopup yanaklarında yer edinecek derecede istekliydi. Yarayla bezenmiş dudağının kenarına bir öpücük kondurarak, yakınlığından ötürü son bir kez daha kokusunu soludum ve kulağına doğru bir fısıldı koyverdim.
"Hoşça kal gece gözlü adam..."
Sonrası bir muamma.
Bin hıçkırık.
Milyon acı.
Hızla uzaklaşarak salonu terk ettiğim an, dudaklarımın arasına sıkışıp kalan hıçkırıklar peş peşe dizildi boğazıma. Tarifsiz acı kalbimi zorlarken, elimi yakarışlar kopararak feryatlanan kalbime yerleştirdim. Daha henüz holden bahçeye çıkamadan titreyen adımlarla yere yığılayacağımı sandım. Dönüp duran başımın acısı bir yana iliklerime kadar hissedilen sızı can yakıcıydı.
Boştaki elimi duvarda sürte sürte kendimi dışarı attım. Kocaman bahçenin bile bana dar gelmesi, çekmekte olduğum ızdırabın etkilerinden sadece biriydi.
Hayat, insanları birbirinin değerini anlaması için onları birbirinden ayırırmış. Bu bazen bir dargınlıkla gelen uzaklıkla sonuçlanır.
Bazen ölümle.
Bazen de, vazgeçmekle...
Ben pes ettim. Oluru olmayan bir yola adım atmış, bilmediğim sokakta yapayalnız kaldım. Ne elimi tutacak bir güvencem kaldı ortada, ne de yol gösterecek bir iz.
Gözyaşları içerisinde soluklanarak, başımı kaldırdım ve bahçenin orta yerinde yıldızsız gökyüzünün koyuluğunu izceledim. Gözpınarlarımdan akan her bir damla dudaklarımı birbirine mühürlerken, acının belirli yerinde duraksayan elimin parmakları avucuma gömüldü. Başım döndü tekrardan. Yukarı bakmam daha da beynimi zonklarken, buğulanan gözlerimi ağırca kırptım.
"Nefretleriyle parçalara ayırdılar beni. Güvenerek yaslandığım ağacımı söküp aldılar benden. Küle çevirdiler şu kimsesiz yüreğimi, cehennemin ortasına acımadan attılar. Yine de içleri soğumuyor..."
Yıllardır hissetmediğim bir eksikliği, şu dakikada iliklerime kadar tattım. İlk istek değildi ama ilk defa bu kadar ağır basıyordu bu eksiklik. Bir annem olsaydı, beni sevip bağrına basan. Veyahut bir babam olsaydı, koruyup kollayan. Böyle mi olurdu halim?...
Gözlerimi kapatarak son damlaları yanaklarımdan akıttım ve başımı yere doğru eğerek yanaklarımı kurularken, derince iç çektim. Eve gitmem gerekliydi. Belki de buralardan çok daha uzaklara. Ancak yapabilir miydim bilmiyorum. Ben ona delicesine alışmışken, kopabilir miydim, bilmiyorum.
Ağlamaktan mı bilinmez gözaltlarım ben dokundukca sızlarken, tir tir titreyen ellerimle yanaklarımı kuruladım ve etrafa baktım. Etrafta dolanan üç, beş koruma gariptir ki bana bir an bile bakmıyorlardı. Ragip'i aradı gözlerim, beni eve bırakmasını rica etmek için.
Gecenin karanlığında bahçeyi aydınlatan beyaz ışık saçan lambalar olmasaydı hiçkimseyi göremeyeceğime emindim. Onu ise karşı tarafta, bahçenin ilerisinde büyük bir ağıcın altında dikilirken gördüm. Havanın serinliğine karşın giydiği siyah gömleğinin altındaki keten siyah pantolonun ceplerine ellerini geçirmiş bana doğru bakıyordu.
Kaşlarım çatıldı kısa bir an. Az önce ağlamış olduğumdan olsa gerek kısık bir iç çekiş daha ciğerlerimi sıkıştırırken, zorlukla yutkundum. Daha sonrasında burada kalmamın artık bir anlamı kalmadığının tescillenen düşüncesiyle Ragip'in yanına gitmek için bir adım attım.
Ya da atmaya çalıştım.
İleri doğru atılan sol ayağım birden geriye çekildi. Sadece ayağım değil, tüm bedenim. Öyle ki yaşadığım olay sonucu kalbim kaburgalarımın altında kasıldı. Dudaklarım aralanmış, savrulan saçlarımın ardından korkulu bir nidâ ortaya serecekken, esintili havaya rağmen soluduğum tanıdık koku, karnıma dolanan kolların sahibinin kim olduğunu kolaylıkla zihnime okuttu.
Miraç.
Sırtımı ısıtmaya koyulan göğsüne sığınmak isteyen yanımı bastırma çabasına girişirken, sol kulağımdan boynuma doğru dağılan ılık nefesinin mayhoş etkisiyle tekrar yaşlar dolan gözlerimi kapattım.
"Konuştun," diye ağır bir yavaşlıkla mırıldanarak, tüm soluğunu usulca kulağımın altına doğru üfledi. "Dinledim."
'Koynunda son nefesimi vermek isterdim. Ne bir eksik, ne bir fazla. Yeter ki, şu bitik ciğerlerimin soluduğu son hava, senin kokun olsun...'
Kollarının arasında pamuk gibi gevşeyen bedenim, tüm acılarıyla birlikte sırtlandığı yorgunluğunun vermiş oldu bir çaresizlikle kalakaldı. Az önce duraksayan yaşlar nemli yanaklarımı tekrar ıslattığında dudaklarımı birbirine bastırarak, sırtımı geniş gövdesine iyice yasladım. Yüzünü boynuma gömdü.
Çınar ağacı gibiydi, dimdik. Bense, narin bir gül gibi en ufak bir kırıklıkta solup dökülen. Gözlerim sımsıkı kapalı, kirpiklerim birbirine dolanırken, yüzümü sola doğru çevirerek ona yaklaştırdım. Hafif çıkmış sakallarının sivri uçlarını şakağımda ve alnımda hissettim.
Şu dünya bir yuva olamazken bana, bir bedenin güvenli kolları; evimdi sanki benim. Kollarını bedenime daha fazla sarmaladığında onu karşılıksız bırakamadım. Tenim arzu doluydu tenine karşı ve parmak uçlarım, ona kavuşmak için çırpınıyor, kan akışlarım heyecandan hızlanıyordu.
"Acı çektiğini biliyorum,"diye mırıldandı boğuk bir sesin ardından. Burnunu saçlarımın arasına doğru sürterek, yavaşça boynuma kaydı tekrar ve derin bir soluk aldı. "Ben de fazlasıyla çekiyorum. Bunun üstesinden gelir miyiz, onu bilmiyorum... Ama bir şey var ki şu dik kafana sokman gereken;
Benden öyle kolay kurtulamazsın,
Zeliha Uluhan..."
Bırakalım, dedi bir ses uzaklardan. Bırakalım da zaman derman olsun yaramıza...
* * *
BÖLÜM SONU...
*Nasıldı bölüm?
(Ağlayanlar göstersin kendi de sayımızı bilelim.)
♥♥♥♥♥ SEVİLİYORSUNUZ ♥♥♥♥♥
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro