41.BÖLÜM
Dünya Bu Kadar Kusurluyken, Kusursuzluktan Bahsetmeyin.
Hani olur ya, bir dilek hakkın olduğunu söyleseler sana ve senin o an aklına tek bir isimin gelmesi...
Ha işte o. Ne kadar çabalarsan çabala, olmayacak bir şeyi olduramazsın. Yaşadıkların ise kadere bağlı olabilir, kalemi senin elinde olmaya da bilir. Ama çabalamak da bazen iyidir.
İsteyip de olmasını beklemek saçma değilse, nedir?
Sonrası isyan. İstedim olmadı. İstedim ve çabaladım değil de; olmadı demek kolaya kaçmaktır. Bir şeyler istiyorsan, oturup olmasını bekleyemezsin. Bunun için bir şeyler yapmalısın. Yapmadan, olmayacağını da bilemezsin.
Ve ben... Olmasını istediğim şeyi çabalarken, farklı şeyler elde ettim farkında olmadan. Miraç. Hayatımın merkezi olmuştu bir an da. Tek bir isim derken, bundan bahsediyorum işte.
"Nereye gidiyoruz?"diye mırıldandım usul bir durgunlukla. Başım omuzunda, sağ kolu ise kollarım arasında ve gözlerim ışıklı yollar ile arabanın ön cam kenarına konulmuş yeşil gül arasında gidip geliyordu.
"Aslında... Gideceğimiz yeri ne kadar seversin, bilmiyorum. Belki de sıkılacaksın." Derin bir nefes alarak boynuna doğru süzüldüm ve bir öpücük bıraktıktan hemen sonra gülümsedim.
"Yanımda sen varken, sıkılacağımı sanmıyorum." Bir an araba sarsılır gibi olsa da tekrar eski düz yoluna devam etti. Kasılırcasına gerilen bedeniyle hafifçe başını salladı ve diğer elini saçlarına atarak bir iki saniyeliğine dağıttı.
Sanırım yaptığım şey onu şaşırtmış ve bozguna uğratmıştı. Beklemiyordu. Tabii ben de kendimden bunu beklemiyordum ancak bir anlık gelen dürtüyle bunu engelleyemedim.
Ondan... Ondan uzak kalamıyordum. Sandığımdan çok daha fazla bağlanıyor ve kendimi, ona karşı tutacak gücü bulamıyordum. Bu iyi mi, kötü mü onuda bilmiyorum ancak bunu yaşamadan bilemeyeceğimi bilerek akışına bırakıyordum kendimi.
Boğazımı hafifçe temizleyerek, yavaşça geri çekildim ve kendi koltuğuma yaslanarak yayıldım. Yol uzundu belli ki.
"Yanlış anladıysan..."diye bir an koyu irislerini yoldan ayırarak, benimkiler ile buluşturduğunda rahat bir ifadeyle gülümseyen ifademi büyüttüm.
"Neyi?"diye sordum omuz silkerek. Kaşlarını kaldırarak tuhaf ama sorgulayıcı bir bakış atsa da uzatmadan, 'Tamam.' dercesine başını hafifçe eğdi ve tekrar önüne döndü.
"Hiç."
"Yeşil gül,"dedim konudan saparak, gözlerim tekrar efsanevi renge çevrildiğinde. "Hikayesini sen nerden biliyorsun?"
Değişik bir anlam taşıyan hikayenin kaynağını merak eden yanım Miraç'a baskı uyguluyordu. Tam olarak gerçek miydi bilmiyorum ama sevdim. Hikayeyi benimsemiştim. En güzel özellliği ise; sevginin gücüyle birbirine bağlı kalan insanlara özendim. Miraç bir süre sesiz kaldı. Cevap vermeyeceğini düşünürken, dalgalı bir denizi andıran kendine has sesini duyurdu.
"Babam... O kadına... Annem deninlen o kadına anlatırken, duymuştum. Küçükken." Yutkunduğunu gördüm. Onlardan bahsederken ifadesinin tümünü duvarlar ardına saklayan adamı, şu an ayrıntılarıyla birlikte seyirediyordum puslu bir duvar ardında.
"Onları hatırladığında kötü oluyorsun. Anneni, babanı," kaşlarım çatıldığında kuruyan dudaklarımı dilimle hızla ıslattım. Onun da kaşları çatıldı ancak, sessizliğini korudu.
"Biliyor musun, benim küçüklüğüme dair tek bir fotoğraf karesi bile yok, yani bebeklikten kalma filan. Ama senin mutlaka vardır. Kuzenlerinle olan fotoğrafın bile çok anlamlı mesela... Benim ise en küçük olan fotoğrafım altı veya yedi yaşlarından itibaren başlıyor, onlar da sadece birkaç tane. Daha küçüğü yok." Bir anlık geçen şaşkınlığıyla bana baktığında umursamazlıkla birlikte omuz silktim. "Sahte ailemin, sahte yalanları. Durumları yokmuş fotoğraf çekmeye."
Geçmişi deşmek acıdan başka bir şey vermezken, düştüğümüz durum içler acısıydı. Yıllar, bir oyun niyetine heba edilmiş, elimizden alınmıştı. Ne benim, ne de Miraç'ın çocukluğu elimize tekrar verilmeyecekken, insanların başka hayatlar üzerine hain planlar yaparak kumar oynaması çok adice. Düşündükçe bedenin naif ruhunj delirtecek, solduracak, paklaştıracak. Bizim elimize tekrar o yıllar verilmeyecekti. Acı bir gerçek daha.
Tek bir cümle kurmadı söylediklerime karşın. Oysa, söylenecek çok şey varken, susmak en zor olanı. Çünkü zihnin asla susmayacak ve bunu sadece sen duyacak, sadece sen bileceksin.
Dakikalar geçti. Sessizlikle harmanlanmış araba yolculuğumuzun sonuna geldiğimizde açık alanda, izbe bir yerde araba duraksadı. Arsa görünümlü yer daha çok büyük tarla veyahut bahçeyi andırırken, tek tük ağaçlar konumlandırılmış bomboş etrafta göz gezdirdim.
Miraç arabadan inmeye hazırlanıyorken, başım etrafı kolaçan ede ede sağ tarafıma doğru döndü ve o an harabeyi andıran ama yinede eski görünümüne nispet yılmadan dimdik duran mekanı fark ettim. Çatı kısmında göz alan koyu mavi muşamba, havanın esintili olduğunu hissettirircesine sallanıyordu. Onun aşağısında ise tahta döşemeli, ne olduğu belirsiz, ışıkları yanan bir malikane. Daha çok diktörtgen şeklini alan büyük bir kulübeye benziyordu.
Bir çay içmek için veyahut dinlenmek için uygun olsa da etrafın bomboş bir tarlayı andırması ürkütmüyor değildi. Etrafta ki ağaç sayısı, belki bir elin beş parmağını geçmezdi.
"Burası neresi?"
"Hadi, gel."dedi sorduğum soruya yanıt vermeden arabadan inerek.
Kendi tarafında olan kapıyı kapattı ve benim hala şaşkınlık ve merakla ona baktığımı gördüğünde gözlerini bıkkınlıkla çevirdi. Yutkunarak daha fazla bekletmeden arabadan indim ve bana doğru gelmesini izledim. Sağ eli ile sertçe ittirdiği kapıyı kapatarak, parmaklarını benim üşümeye başlayan elime doladı.
Hava güzeldi ancak etrafın açık alan olması işleri değiştiriyordu ve kan eksikliği çeken bedenim tepkiyi almışcasına arabadan iner inmez üşümeye başlamıştı.
"İçeride ki ihtiyar,"derken bana bakmadan büyük kulübeye doğru ilerlemeye başlamıştı bile. Tabii beni de peşinden çekiştirmeye.
"Sinir bozucu, konuştuğunda mutlaka bana laf sokacak kadar yürekli ve aynı zamanda benim tepemi arttıracak kadar cesaretli... Seni onunla tanıştıracağım. Ama senden farksız olduğu için iyi kaynaşırsınız muhtemelen."
Söylediklerini kaşlarımı çatarak dinlediğimde huysuzlukla homurdandım. Ben sinir bozucu muydum? Şimdi onunla tartışır ve bunu söylediğine onu pişman ederdim ancak içeride ki kişiyi merak ediyorum. İhtiyar demişti. Kim olduğunu öğrenmek için can atarken, zihnime bir not daha düştü.
Miraç, beni ilk defa biriyle kendi isteğiyle tanıştıracaktı.
Meraklı ifademi saklama gereği duymadan etrafı inceleyerek ilerledik ve yanına vardığımız kulübenin tahta kapısını ittirerek açtıktan sonra beraberinde içeriye doğru adımlar attık.
Kimsenin olmadığı alanda tahta masalar ve ufak taburelere göz atarken kaşlarım anlamsızlık hissiyle çatılmaktan felç geçirecekti.
"Kimse yok?"diye mırıldanmamı görmezden gelen Miraç, "İhtiyar!"diye seslendi. Birkaç saniye sonra, o an farkettiğim -sanırım mutfak bölümüydü- kapısız bir bölmeden yaşlı bir adam çıktı ve bizi gördüğü an yüzünde kocaman bir gülümseme filizlendi.
"Oo... Kimleri görüyorum, hoş geldin delikanlı." Miraç elimi bırakarak yaşlı adam ile tokalaştı. Adını henüz bilmediğim yaşlı adamın gözleri bana doğru çevrilirken, yüzünde ki gülümseme ağır bir kapanıklık yaşadı. Hayır, beni gördüğüne sevinmişti. Bunu yüz mimiklerinden ve bakışlarından anlamak zor olmadı.
Daha çok beni bekliyor gibiydi...
"Sende hoş geldin, kızım." Elini bana doğru uzattı tokalaşmak için ancak ben yaşlılığından ve saygınlığından ötürü, "Merhaba..."dedikten hemen sonra uzattığı elinin üzerini öperek alnıma değdirdim. Geri çekildiğimde ise, bu kez gerçek bir şaşkınlık yakaladım yaşlı adamın gözlerinde.
"Buyrun," dedi bozuntuya vermeyerek tekrar gülümsedi ve Miraç'a doğru attığı imalı bir bakış ardından duvar kenarında ki masaya doğru elini uzatarak geçmemizi buyurdu.
"Geçin oturun bakalım. Aç mısınız, bir şeyler hazırlayayım."
"Yedik biz ihtiyar," Duvar kenarındaki engin tabureye oturduğumda etrafın doğal tavrına yaşlı adamın misafirperverliği yansıdı. "Buradan geçiyorduk, uğrayalım dedik."
Yanıma oturan Miraç'a tuhaf bir ifadeyle baktığımda gözlerimde belirttiğim anlamları çözmüş olmasına rağmen umursamadan karşımıza kurulup oturan yaşlı amcaya döndü.
"Yanında ki hanım kız..."diye benden bahsetmeye koyulan yaşlı adamın cümlesini Miraç böldü ve tek kelimeyle, "Karım." diyerek beni tanıttı.
"Zeliha ben,"diye gülümsediğim yaşlı adamdan karşılık beklerken, "Zeliş."diye düzeltti Miraç.
"Sadece Zeliş. Bu da ihtiyar. Adını ben bile bilmiyorum. Kendi sana söylerse, söyler. Keyfi bilir."
Gözlerimi dikerek Miraç'a bakarken sinirlerimi yatıştırmaya çalışıyordum. Adımın Zeliha olduğunu bilmesine rağmen Zeliş diye düzeltmesi tek bir anlama yöneltiyordu beni. Kendi annesinin ismini bana yakıştırmıyordu. Bu zamana kadar bir kez bile bana tam adımla seslenmedi. Belki bir kaç kez imâda bulunarak Zeliha Uluhan demişliği vardı ancak tek bir gün bile bana ismimle hitap etmemiş olmasını şimdi bu yaptığı davranışla anlatıyordu.
"Memnun oldum Zeliş kızım. Adım Sami,"derken Miraç'a kısa bir bakış attı. O bakışlarda bir ćok anlam gizliyken benim yaptığım durağanlığımla olduğum konumda hareketsiz kalmak. "Ancak sen, bana ihtiyar amca desen bile yeterli. Herkes bir lakap bulur bana. İsmimi pek söyleyen yok." Söylediklerinin ardından samimiyetle ve şefkatle gülümsediğinde, içten gelen bir hisle ben de gülümsedim.
Ama içimde bir yerlerde yine bir kırıklık yaşıyordum ve her an ağlayacak gibi doluydum. Ve buna karşın, yüzümde ki gülümseme ne kadar derindi hiçbir fikrim yoktu açıkçası. Yutkunarak derin bir nefes aldım.
"Sami amca desem daha doğru olur,"dedim. Çok yaşlı değildi. Yani henüz dinç biriydi görünüşünden belli olarak ve bu yüzden böylesi daha uygun gibi geldi.
"Nasıl istersen kızım..."
Bir süre sessizlik olmaya başladı. Gün boyu iyi giderken, şimdi Miraç'ın böyle bir şeyle beni tekrar bir karanlığa sokması gecikmedi. Hatasını farketmesine rağmen yine de bir şey dememiş ve elinde duran telefonu kurcalamaktan ileri gitmiyordu. Belki de burada durmam hataydı. Şimdi kalkıp çekip gitmemek için kendimi zor tutuyordum.
"Evlat."diye seslendi Sami amca. Miraç tek kaşını kaldırarak ona kısa bir bakış attığında koyu gözlerinin yine kararmış olduğunu farkettim. Zifiri siyahtı sanki.
"Çay demlemiştim, ocakta. Kalk iki bardak koy da içelim." Kaşlarımı bu kez yukarı doğru kaldırarak Sami amcaya döndüğümde şaşkındım. Miraç'a nadir emir verenlerden biri daha. Çok garip. Tam olarak kimdi bu ihtiyar?
"Üç kişiyiz." Diye ifadesiz bir sesle mırıldanan Miraç'a cevaben, ağır bir genizden gelen sesle, "Sen kendini burada mı görüyorsun. Şu elinde ki zımpırtının içinde kaybolmuş gibisin..."
Miraç'ın sinirleneceğini sanarken, ağzının içinde birkaç kelime geveleyerek telefonunu masaya bıraktı ve Sami amcaya döndü. Sinirlenmiş olmasına kıyasla bir o kadar sakindi. Evet, çok sakin.
"İhtiyar. Sinirlerimi bozuyorsun."
"İyi ya işte, amacıma ulaşıyorum." Az öncesine kadar her an ağlayacak kadar doluyken, yaşlı adam sayesinde neredeyse gülecektim. Sanırım Sami amcadan biraz tüyo almam gerek?
"İhtiyar..."diye uyarırcasına konuşan Miraç'ı umursamayan yaşlı adam gülümsedi ve, "İki çay."dedi.
Miraç sinirle başını çevirdi diğer yöne ve sanırım küfür içeren homurtularının ardından seslice soluyarak ayağa kalktı. Mutfak diye tahmin ettiğim girişe doğru ilerleyen Miraç gözden kaybolduğunda, hala az önce gördüklerimin şaşkınlığını yaşıyordum.
"Benim ki açık olsun evlat!"diye mutfağa doğru seslenen yaşlı adam bana bakarak göz kırptı ve gülümsedi. "Karının nasıl içtiğini de biliyorsundur!"
"Az önce... Ne oldu öyle?" Dağılmış ifademe karşılık tekrar ve tekrar gülümseyen adam hafifçe omuz silkti.
"Gözünde fazla büyütüyorsun. Ne yapabilir ki benim gibi yaşlı bir adama? Dua etsin, sinirlerini bozmakla kalıyorum sadece."
Kurduğu cümle beni güldürdü. Aslında haklıydı. Ne yapabilirdi ki yaşlı bir adama? İstediği gibi konuşabilirdi. Peki ya ben? Bana ne yapabilirdi böyle bir durum karşısında? Eski Miraç olsa belki öldürürdü. Düşünmeden bunu yapardı. Şimdi ki Miraç... Derin bir nefes alarak içimde ki burukluğu gidermeye çalıştım. Eve gitmek istiyordum. Kendi tek başıma odama kapanmak ve derin düşüncelerimin ardından belki de ağlamak.
Ya da... Miraç'ın sinirlerini bozmak. Daha mı cazip? Evet, kesinlikle.
"Bu arada çay dedim ama sen başka bir şey içiyorsan hazırlatalım." O kadar kolaydı tabii ki. Bu kez kesinlikle yakıp yıkardı buraları. Tamam belki yaşlı adama zarar vermezdi ama bu dökük mekan için aynı şeyi söyleyemezdim.
"Hayır, çay iyi..." Üşümüştüm zaten. Şömine vardı içeride ama yanmıyordu. Hava o kadar soğuk değildi ancak yine de bozgun bir esinti dışarıda cirt atıyordu. Hoş, bizden başka gelen de yoktu galiba.
"Ee nasılsın?"diye soran Sami amcaya doğru çevirdim gözlerimi.
"İyi, teşekkürler. Siz?"
"Ne olsun kızım. Ben ve ekmek teknem yaşayıp gidiyoruz. Burası olmasa benim halim yaman. Günde bir, iki müşteri geliyor da insan yüzü görüyoruz, yoksa yaşıyor olduğumu bilmem."
"Karınız, çocuklarınız nerede?" diye sordum söyledikleri garibime gittiğinde. Bir yardım edeni olsa daha iyi çekip çevirirlerdi burayı belki de.
İşte şimdi yaşlı adam gülümsemeyi bıraktı. Gözlerini kara bulutlar sardı.
"Yoklar."dedi. O an farkettim sol elinin titrediğini. Benim titreyen eline baktığımı farkettiğinde yumruk şeklini alarak masa altına gizledi. "Karım da yok, çocuğum da yok." Tam ağzımı açmış tekrar bir soru yöneltecekken, "Öldüler."dedi ve benim ömrümden ömür gitti.
Yutkunamadım. Ne diyeceğimi şaşırmış, durgunluk yaşayan bedenime karşın ruhum bir çöküş içindeydi. Bir girdaba takılı kalmışcasına çeresizliğimle yanarken ölüm kelimesi yıkıyordu tüm betimlemeleri. Hangi kelimelerle süsleyebilirsin ki? Nasıl bir benzetme kurabilirsin?
Ölüm. Ölüm'dü işte.
Başka anlamı yok.
"Afedersin Sami amca... Bilmiyordum. Üzüldüm..."
"Ben de. Ben de Üzülüyorum, bunu saklayacak değilim. Kimsesiz kaldım bu yalan dünyada. Herşeyim toprak altında." Dalgın düşüncelerden koparak yaşlı adamın çöküşüne şahitlik ettim.
"O benim evimdi." Gözlerini kahverengi gözlerime diktiğinde boğazımda bir yumru oluştu. "Evimi, tüm dünyamı toprak altına verdim kızım ve bu ne demek bilir misin?"
"Ben..." Ne diyeceğimi bilmiyerek sustuğumda gözlerim doldu. Bir an aklıma Miraç geldi. Onu kaybedeceğimi düşünmek bile nefesimi keserken, başımı iki yana salladım. Benim de bu dünyada kimsem yoktu ve Miraç şu son günlerde benim herşeyim olmuştu. Ve onun yokluğunu düşünmek bile mideme tekme yemiş hissi uyandırarak can yakıcıydı. Düşünmeyi kestim.
"Yaşıyorum. Nefes alıyorum. Gülüyorum. Yemek yiyorum. Uyuyorum... Hayatı tam anlamıyla görüp geçiriyorum. Ama tat alamıyorum. Hani olur ya, bir şey eksiktir ve sen onun ne olduğunu bilemezsin. Ben biliyorum... Bakma böyle gülümsediğime. İnsanlar güler yüzlere kanmaya alışık. Benim gülüşlerim, herşeyimi gömdüğüm yerde kaldı."
Tekrar gülümsedi dolu gözlerimi görmezden gelerek. O an anlamıştım gülüşlerinin taktığı bir maske olduğunu. Ölü bir ruhun bedeni asla gerçek gülümsemez.
"O yüzden güzel kızım beni iyi dinle. İçeride ki adam... Bana benziyor. Kaderi benzemesin... Canı yanmış evvelden belli ama siz gençsiniz. Daha önünüzde nice yıllar var, mutlu olmayı deneyin. Böyle ufak şeyler gelip geçicidir ve aranızı bozmasın, engellemeyin birbirinizi. Bu hayatı bir defa yaşayacaksınız... Demem o ki, yanyana ve gözlerinizin birbirine değdiğinin kıymetini bilin. Gün gelir, gözlerini esirgediğin adamı arar olursun."
Utanç ve duyduklarımı sindirmekle uğraşma çabam zihnimi yormakla meşguldü. Başım hafif eğik masayı incelerken, sessizliğim içten bir yakarıştan ibaretti. Ve yaşlı adamın haklılığı bir tek benim dünyamı dolduruyordu.
Sonunda Miraç elinde tepsiyle gerisin geri geldiğinde gözlerimi masadan ayırmadım. Göz ucuyla yaklaştığını görsem de bakmaktan yana değilim. Bilsin istiyorum. Ona kırıldığımı görsün. Tabii uzatmaktan hallice fikirlerim vardı ama şimdilik bu yeterliydi.
Masaya indirdiği tepsinin üzerindeki iki çay bardağından bir tanesini Sami amcanın önüne bıraktı. Diğerini ise benim önüme bırakırken, dişlerimi sıkmaktan vaz geçip kurşuni cümlemi kurdum.
"İçmeyeceğim." Yaşlı amcaya bakmadan başımı diklettim ve gözlerimi Miraç'ın karanlık irislerine diktim. Beni dinmeden, ne çok demli ne de çok açık doldurulmuş çay bardağını önüme bıraktı ve yerine oturdu. Kasılmış bedeninden yayılan karamsarlık etrafı kuçaklamış beni de beraberinde sürüklüyordu.
"İçeceksin."
"İçmeyeceğim dedim sana." Çay bardağını altındaki tabaktan tutarak onun önüne bıraktığım an sakinliğini yıktı.
"İçmeyeceksin demek." Sinirle soludu ve alt dudağına dişlerini geçirerek serbest bıraktı.
Bir an da oturduğu yerden kalkarak bileğimden tuttu ve çekiştirerek beni dışarı çıkarma süresi o kadar hızlıydı ki saniyeler sürdü. Öfkesi dışarı taşıyordu artık.
"Ne yaptığını sanıyorsun sen?" diye bağırdı arabanın yanına vardıktan hemen sonra. Siniri ne hikmetse bana ulaşmıyor, aksine benim cesaretimi etkiliyordu. Ben de kırılmış ve öfkeliydim nihayetinde.
"Ne yapıyormuşum?!"
"İhtiyarın yanında yaptıklarına bak. Alt tarafı bir çay içeceksin, sonra s*ktir olup gideceğiz buradan. Bunu yapmak bu kadar zor mu senin için?!"
Belki de eve gidip ağlamaktansa şimdi ona patlayabilir ve öfkemi kusabilirim diye düşündüm. Daha sonra içimdekileri göz yaşına dökebilirdim.
Bileğimi sertçe çekip kurtardım parmakları arasından ve bir iki adım geriledim. Hafifden sızlayan bileğime kısa bir bakış atarak, tekrar Miraç'a döndüm. Söyledikleri, kurduğu cümleler daha da beni parçalarken dişlerimi sıktım. Etraf kulübenin kapı üzerinde ki sarı ışıktan aydınlık kazandırsa da, bu çok azdı. Yine de ay ışığı iyi bir ışık saçıyordu açık alana.
"Evet, zor geldi! Sayende! Asıl sen söylesene? Annenin ismini bana yakıştırmadığını, layık görmediğini anlatsana! Ne o? Zor mu geldi?" Derin ve sık nefesler alarak yutkundum.
"Buarada, tebrikler..."diye mırıldandım sinirli ve buruk bir sesle, bileğimi kaldırarak ona gösterdim. "Özüne dönüyorsun Miraç Uluhan."
Geceden çalınan karanlık gözler bir an bileğime doğru yöneldi. O an yaptığını farkederek durağanlaştığında donup kaldı adeta. Teninin kaskatı kesilmesi keskin çehresine yansıdı.
Bu donukluk çok sürmedi. Öfkeyle bana arkasını döndü ve ellerini saçlarına attı. Gözlerinin karasında son an da farkettiğim duygu ise pişmanlıkken, benim ona karşı sinirim sönüp bitiyordu. Bu lanet duygu tamamen son bulmadan bir şeyler yapmalıydım. Ancak bileğimi kızartacak derecede sıkması onu yerlebir etmeye yetmişti. Aslında çok sıkmamıştı lakin tenim hassas olduğundan hafiften kızarmıştı. Dakikalar sonra o kızarıklığın yok olacağını ve normal haline döneceğini biliyordum.
Bana arkası dönük bedenin, saçlarını çekiştirerek kükrercesine bağırmasının ardından arabanın tekerine sert bir tekme savurmasıyla irkildim. Kendine ettiği küfürler başladığında, yanına gidip onu durdurmak istedim. Ama yapamadım. Bir tekme daha savurdu ve hemen ardından iki elinin yumruğunu beraberinde arabanın kaputuna geçirmesiyle titredim.
Derin soluklarıyla sertçe yükselip inen omuzlarına göz süzerken, ağlayacak derecede dolu gözlerimi kırpıştırdım ve kollarımı kendi bedenime doladım. Öfkesini kendine yöneltiyordu.
"Sadece..."dedi sık nefeslerinin arasından. Hala bana arkası dönükken, arabanın kaputuna doğru eğilmiş soluklanıyordu.
"O kadından nefret ediyorum," dedi boğuk bir sesle. "Nefret ediyorum ve... Onunla aynı ismi taşımanı sindiremiyorum. Hele ki bu, bile isteye konulmuş bir isimse... Doğru, sana yakıştırmıyorum. Çünkü o kadın kadar kirli değilsin..."
İşte bu itirafı beklemiyordum.
Annesinden bir an olsun bahsetmeyen adam bana nefretini sunduğunda şaşkınlıkta level atlıyordum. Anlaması zor cümle kurmamıştı oysa ki. Nefret, büyük bir duygu ve Miraç tarifsiz derecede kinliydi. Elinin tekini daha sakin bir şekilde kaputa geçirdiğinde birkaç mırıltı duydum. Hemen sonrasında hızla hareketlendi.
Bana doğru yönelen bedeninin ne yapacağına dikkat kesilen zihnim teoriler üretirken, saniyelerin bile sürmediği bir süre içerisinde dibimde beliren Miraç, bir an da dudaklarıma yapıştı.
Bu kez donup kalan ben oldum.
Buzul bir okyanusta çırpınan bedenimin soğukluğunu kucaklayan Miraç'ın bir eli bel oyuntumun üzerinde, diğer eli ense kökümden baskı uygulayarak beni, kendi sıcacık bedenine yaslıyordu.
Üşüyordum. Diğer yandan vücudum ateş bastırılmışcasına yanıyordu. Donuklaşan bedenime karşılık ruhum feryat figan serzenişler içindeyken, mutluluğu kırıklığına merhem oldu. Ellerim göğsüne takılı kalırken karşılık vermeden duramadım ve dudaklarım kendiliğinden aralandı.
Sanırım, böyle böyle kanacaktım artık ona. Bir çift güzel söz. Bir öpücük. Ve eşsiz bir bakış. Muaazzam ötesi değil de nedir?
Birkaç saniye, belki de dakikalar süren bir öpücüğün ardından alt dudağımın üzerine son bir buse kondurdu ve geri çekilerek alnıma alnını yaslarken derince soluklandı.
"Özür dilerim."diye fısıldadığında koyu gözlerine çarpan gözlerim şokla sarsıldı.
Mimiklerim benden bağımsız domura uğramış bir hal aldığında Miraç bir kez daha dudaklarını bastırdı dudaklarımın üzerine. Bu kez daha kısa süren, karşılıksız öpücüğün ardından yanağıma doğru sürttüğü burnunun ucuyla gözlerim kapandı.
"Özür dilerim güzelim..." Soluduğu ılık nefesi yanağımdan boynuma doğru kayarken, o oksijeni kendi ciğerlerime hapsetmek istedim. "S*ktiğimin elimin ayarı yok. Canını yaktığımı fark edemedim."
Sırf şu kelimeleri duymak için bir daha canımı yakmasını istemek hastalığa kaçar mıydı? Olsun. Varsın ruh hastası olayım. Mazoşist olayım. Sonucunda Miraç bana böyle bir merhametlikle gelecekse...
Son olarak parmakları arasına aldığı ve narin bir dokunuşla baş parmağını dolaştırdığı bileğimin iç kısmına dudaklarını basdırdı ve hemen ardından bir itirafta daha bulundu.
"Sinirlenince... Bana, Miraç Uluhan diye seslenmeni seviyorum..."
***
"Bu eşofmanları, sırf bu gece burada uyuyacağız diye mi aldırdın? Yani... Daha önceden planlamıştın?"
Bugün beraber aldığımız eşofman takımını kendi üzerimde süzerken, pantolon giymenin rahatsızlığıyla kıyaslıyordum. Diğer yandan yabancılık gelen bir çekingenlik vardı üzerimde. Normal olsa gerek. Çünkü şu an kendi evimizde değil de, Sami amcanın, kulübesinin hemen arkasında bulunan tek katlı mustakil evindeydik.
Küçük bir ev olmasına karşın şirin denilecek kadar huzurlu. Bir odası ve salonu bulunan evin başka odası olmadığından yatak odasını bize hazırlamaya koyulan Sami amcaya karşı çıkmış ve salonun ortasına bir yer yatağı sermiştik. Daha çok Miraç, sert bir tavırla karşı çıkmıştı ve kendi yatağını bize vermesini engellemişti.
Sohbet ettikçe sevilesi adamın derin acısı yüzünde gizliydi. Hiç bir şekilde yansıtmadan bizimle ağır bir beyefendi gibi konuşuyor, gerektiğinde nasihatlar sunuyor ve bazen de gülümsüyordu.
Miraç ile yakınlaşmamızın ardından kulübeye tekrar dönmüş ve Miraç'ın kendi isteği ve arzusuyla tazelediği üç çay bardağı masada yerini alarak sohbetin demini arttırmıştık. Bazen, ânın tadını anlamak için ufak tartışmalar yaşanması gerekiyordu belli ki. Yaşanan o olay olmasaydı, Miraç yine ifadesiz bir ruhla masada yerini koruyor olacaktı. Ve kader onun, bize doğru dönmesini sağladı.
Ondan sonrasında ise gecenin geç vakit olmasından dolayı Sami amca bizi alıkoyarak duygusal bir dram yarattı ve, "Şu ihtiyarı bu kez kırma evlat. Gel bir günlük evimin gürültüsü ol," dediğinde Miraç, benden izin alırcasına kısa bir bakış attı ve sonra isteksiz bir tavırla başını sallayarak kabul etmişti.
Ve ben az önce banyoda, Miraç'ın bana aldığı eşofmanları giyip gelmişken, onun üzerindekileri görmek yüzümde tebessüm etmeme yol açtı. Sami amcanın çizgili gri tişörtünü ve kül rengi bol bir alt eşofmanını giymişti.
"Ben planlamış olsaydım eğer, emin ol bu gece, burada -bu durumda- olmazdık." Anlam yüklü bakışları beni karanlığına davet ederken, imâ ettiği şeyle kaşlarımı çattım ancak cevap vermeme tercihini kullandım. Aksi halde bize gece uykusu yasaklanırdı.
"Bu nedir arkadaş?!"dedi daha fazla tahâmmül etmeden üzerindeki tişörtün bolluğuna olsa gerek yüz buruşturarak. "Yok, ben bununla hayatta uyuyamam." İki yandan tutarak sallamasına bir son verdiği tişörtü hızla üzerinden çıkardı ve daha önceden koltuğa atmış olduğu kendi tişörtünü giydi. O an Sami amca elinde bir battaniye ile salona girdi.
"Alın bakalım şunu gençler. Gece buralar soğuk olur, üşütmeyin." Yanına vararak elinden aldığım battaniyeyi yer yatağının ayak ucuna bıraktım.
"Biraz eskidir ama temizdir. Gönül rahatlığıyla üzerinize örtebilirsiniz."
"Hiç sorun değil Sami amca. Zaten rahatsızlık veriyoruz, bir de böyle düşünmeyin."diye utangaç bir tavırla gülümsedim.
"Ne rahatsızlığı kızım. Duymadım ben böyle bir şey. Hem sizin gitmenize izin vermeyen bendim."derken o da gülümsedi ve meşhuri göz kırpmayı sundu. Yaşlılığına hitaben, kesinlikle gençken çapkın olduğunu belirten tavırlarıyla beni şaşırtıyorken, diğer yandan tecrübe, dürüstlüğü ve güler yüzüyle ne kadar iyi olduğunu belirtiyordu.
"Var mı benden bir isteğiniz?"
"Hayır, teşekkürler."diyerek Miraç'ın göze batan sessizliğine döndüğümde çatılmış kaşlarının altından bana baktığını görmek beni de beraberinde sessizliğe gömdü.
"Hadi, Allah rahatlık versin."
Sami amcanın salondan çıkıp gitmesiyle, Miraç'ın tuhaf bakışlarının tesiri altında olduğumun farkıyla başımı sallayarak, "Ne?"diye sordum.
"Tanımadığın adamlara karşı neden bu kadar iyisin?"dedi direkt konuyu ortaya dökerek.
"Nasıl yani?"
"Yanisi şu... İhtiyarı tanımıyorsun ama ona bilip bilmeden çok iyi davranıyorsun."
"Çünkü o iyi biri."dedim saçmaladığının sinyalini verircesine.
"Nerden biliyorsun?"
"Bilmiyorum."dedim omuz silkerek. "Belki geçmişinde kötü birisiydi, bir çok hata yaptı. Ama kim hatasız ki bu dünyada? Kim kusursuz? Bu yüzden de hiç kimsenin geçmişiyle ilgilenmiyorum." Bir elini ensesine atarak kaşımaya başladığında derin bir iç çektim ve cümlemi devam ettirdim. "Geçmişe takılı kalırsan, geleceği yaşayamazsın..."
"Her neyse."dedi yatağa doğru ilerleyerek.
"Ayrıca, burada kalmayı kabul eden sendin." Işığı kapatarak onun ardından ilerledikten hemen sonra beraber yatağa geçtik ve yatağın sol tarafına uzanmasıyla sağ tarafın belirlenen kısmına oturdum.
"Sen de, hayır demedin." dedi huysuz bir tavırla. Gözlerimi bayarak onu yanıltsız bıraktım ve battanyeye uzanarak üzerimize örttükten hemen sonra yer yatağına uzandım. Çok rahatsız değildi ancak kendi yatağıma alıştığımdan tuhaf gelmişti. Yine de sesimi çıkartmadım.
Gözlerim tavanda dolanıyorken sessizliğin satın aldığı ve pencereden yansıyan ay ışığının aydınlattığı salonda düşüncelere daldım. Uykum yok denecek kadar azken ve Miraç saatler önce ki yakınlaşmadan bahsetmezken, dozu kaçmış arzunun ve merhametin sebebini merak ettim. Öncesinde ise başka bir şeydi konuşmak istediğim.
Rahat rahat konuşabileceğimiz bir yerde değil burası biliyorum. Yatak odasını ve salonu ayıran bir duvar vardı ve salon kapısı kırık kolundan dolayı kapanmıyordu.
Eski bir ev, yıyık virane.
Viranenin içinde sakladığı ise; bir divane.
"Annen..."diye usulca mırıldanırken, ona doğru çevirdim başımı ve halini tarttım. Kollarını başının altında birleştirmiş tavanı seyrediyordu.
"Annenden bu kadar nefret etmemelisin. Onun bir suçu yo-"diye sesizce konuşmalarımı gecenin azraili baskısıyla kesip attı.
"Akli dengesi yerinde değildi."derken sesi susmamı belirten hislerle doluydu. Onu teselli etmemi kesin bir tavırla reddediyordu. "Son yıllarında iyice kafayı bozmuş. Zaten aklı yerinde olan hangi anne, kamera karşısında intihar ederek o videoyu oğluna vasiyet eder?"
Bir şey diyemedim. Ne diyebilirim ki? Kendi de biliyor annesinin akli dengesinin yerinde olmadığını. Hasta olduğunu biliyorken, ona ne diyerek teselli sunabilirim ki? Miraç benden daha düşünceli olabiliyorken, ona akıl veremezdim. Kendi ne olduğunu elbet araştırıp öğrenmiştir. Annesi ile alakalı benden çok fazla bilgiye sahipti.
"İhtiyar, kanser hastası."dedi bir an da konuyu çok farklı yöne çevirerek. Kurduğu cümlenin ağırlı yüreğime oturduğunda ise acı katmer katmer arttı. Yavaşça uzandığım yerden doğrularak ona baktığımda tavandan düşen kara delikler benim üzerime yerleşti.
"Ne?"diye fısıldadım karmakarışık duygularla. İstemsiz sesim boğuklaşmıştı. Yüreğime yerleşen ağırlık arttığında boğazımda bir yumru oluştu. O yumru defalarca yutkunmama rağmen geçmedi.
"Tedavi geçikti. İhtiyar, son aylarını yaşıyor."
O an anlamıştım işte Miraç'ın neden beni bu adamla tanıştırdığını. Bu yabancı adama değer veriyordu. Nerden tanışıyorlardı bilmiyorum fakat, Miraç fazlasıyla bağlanmıştı bu adama. Tahmini cümlelerim ise; Sami amca istemişti muhtemelen benimle tanışmayı ve Miraç onun söylediklerini zoraki olsa da yapıyordu.
O ölmeden, son arzularını yerine getiriyordu.
Gözlerim doldu. Hayat bazen gerçekten adaletsiz olmayı başarıyordu. Acıların en büyüğüydü sevdiğini toprağa vermek. Bunca yıl bunun acıyla yaşayan adamın şimdi hasta olduğunu ve öleceğini duyuyordum.
Miraç uzandığı yerden doğrularak elinin tersini yanağıma sürttünde farkettim göz yaşlarımı tutamadığımı.
O vakit, bir saz sesi duyuldu dışarıdan. İkimizin bakışları açık kapı girişine döndüğünde titreyen alt dudağıma dişlerimi geçirdim.
Miraç yavaşça geri çekildi ve üzerinden battaniyeyi atarak yataktan çıktı. Kapıya doğru ilerlemesinin ardından gözden kaybolduğunda saz sesinin birkaç tınlama ve değinmesinin ardından düzenli bir ritmiğe dönüştü.
Kulağa hoş gelen tınının bu kadar usta olması daha da acıttı canımı. Sami amca ölecek mi gerçekten? Düşüncelerimin arasına dalan türkünün sözleri beni bu gece ağlatmayı başaran Sami amcadan geldi.
Yeşil Ördek Gibi Daldım Göllere
Yesil Ördek Gibi Daldım Göllere
Sen Düşürdün Beni Dilden Dillere
Başım Alıp Gidem Gurbet Ellere
Ne Sen Beni Unut Ne De Ben Seni
Sen Düşürdün Beni Dilden Dillere
Başım Alıp Gidem Gurbet Ellere
Ne Sen Beni Unut Ne De Ben Seni
Bu kadar dertti onu kahreden belki de. Yorulmuş, usanmış ve takadi kalmamıştı acı kaldırmaya. Çaresizliği bedenine yansımış onu hasta etmişti. Uyuşturucu misali. Fazla gelen doz krize yol açar hani. Acı da böyle bir şey. Kalbimizi gittikçe öldürüyordu.
Ölüm. Bu kadar basit bir kelimenin, basitliği kadar acıtmadığını ancak yaşayan anlar.
Yanaklarımı kurulayarak iç çekişlerime bir son verdim ve oturduğum yerden kalkarak salondan çıktım. Gelen sazın ve ona eşlik eden Sami amcanın sesini takip ettiğimde onları dışarda ki çardakta buldum. Miraç, Sami amcanın karşısında oturuyorken, Sami amca türküyü söylemeye devam ediyordu. Derin bir nefes alarak kapı girişine yaslandım ve dinlemeye devam ettim. Miraç ise benim geldiğimi çoktan farketmiş, kuzguni koyu gözlerini bana dikmişti yayıldığı sandalyeden.
Sevdiğim Cemalim Güneşim Ayım
Sevdiğim Cemalim Güneşim Ayım
Seni Seven Aşık Çeker Ezvahın
Getir El Basayım Kelamullahın
Ne Sen Beni Unut Ne De Ben Seni
Seni Seven Aşık Çeker Ezvahın
Getir El Basayım Kelamullahın
Ne Sen Beni Unut Ne De Ben Seni
Sevdiğim türkünün sarsıcı gerçeklerinin üzerine söylenmesi ve bunu söyleyen kişinin acı sahibi olması düşündükçe delirten nitelikteydi. Bazen isyan etmek istiyor, yalan dünyaya haykırmak ve küfretmek istiyordum.
Çoğu zaman, Allah'ın işi der;
susuyorum.
Ölüm olmasın demiyorum. Sadece adaletli olsa yeterli.
Mesela küçük bir çocuğun durduk yere kalp krizinden ölmesi. Doğmamış bebeklerin anne karnında ölmesi. Çocukların anne babalarının ölmesi veyahut kimsesiz kalan çocukların sokakta dünyanın adaletine teslim edilmesi.
Bu dünya da ölmesi gereken o kadar pislik denilmeye dil varmayan insanların yaşıyor olmasına ne demeli?
İşte; adil bir hayat, burada son nefesini veriyor.
Dünya bu kadar kusurluyken, kusursuzluktan bahsetmeyin.
***
Şimdi size anlatmak istediklerimi anlatır, şu beynimden geçenleri harfiyen kalemime akıtırdım. Gel gör ki anlatmaya ne dilim, ne de zihnim müsaâde ediyordu. Bu gizli dünya bana kalmalı, sır olup kalbimin içinde bir yerde saklanmalı.
Gecenin kor bir saatiydi uyuduğum zaman dilimi. Ancak yanımda ne Miraç vardı, ne de onun varlığıyla uykuya dalmıştım. O vakitler seherin habercisiyken, işittiğim var olan duygular ve kokular hislerime karışarak rüyalarımın yolu oldu.
Kendimi sıcacık sert bir göğsün üzerine salmış, gül bahçesinde saatlerimi harcamıştım. Rüyalar kaç saat sürerdi pek bilgim yoktu ancak bir yerden duyumsadığım bilgi beni şaşırtmaya yetmişti.
Yedi saniyelik bir rüya yaşıyormuş insan. Hiç kimsenin rüyası, yedi saniyenin üzerine çıkmazmış ve biz o yedi saniyenin ardından başka bir rüyaya atlayarak baştan sayım yapıyoruz. Ama rüyalarda o yedi saniyelik süre, bazen bize saatler gibi gelirmiş ve biz bunun yedi saniyeden ibaret olduğunu uyandığımızda aklımızda kalanları tartarak anlarmışız.
Yedi parça fotoğraf gibi düşünebilirsiniz. Hatırladığınız rüyanız mutlaka bölük pörçüktür ve birkaç parçadan ibarettir. Bunun doğruluğu ne kadar mevkide bilmiyorum ancak şu an neden bunu düşündüğümü bile anlatamazdım.
Ve böylece bir karar aldım.
Hayatın tadını çıkar ve anı yaşa.
Yarın başımıza ne gelir bilemezken şimdi ki yaşantımıza mutluluk ekleyip kendimizi motive etmemiz gerekiyordu. Öyle düşünüyordum ve bunu günün başlığı ilân ediyorum.
Mutluluk, sana bağlı. Bul onu.
Mutluluğun sana gelmesini beklemektense kendin bul ve en çok sevdiğin şeyleri yap.
Gülümsettiğin kadar gülümse.
Gözlerimi yeni güne açarak burukluğu derinlere bir yere gömdüm ve gülümseyerek santimler uzağımda duran özenle çizilmiş bir portreyi andıran çehrenin sahibine baktım.
Parmak uçlarım yanağına değdiği an kaşlarını çatan Miraç, uykusunda homurdandı ve yastığına biraz daha gömüldü. Yüz üstü yatıyorken, bir eli karnımın üzerinden sarınıyordu ve yüzü bana dönüktü.
Yastığa gömülen aralık dudakları büzüşürken, bu görüntüye dayanamayan bedenim ona doğru yöneldi ve ufak bir öpücük bıraktım dudaklarına. Daha sonra yanağına. Gözünün üzerine. Alnına. En son öpücük ise boynuna kondu...
Derin bir iç çekerek uyanmak bilmeyen Miraç'ın kolunu yavaşça üzerimden çekip yatağa bıraktım ve yer yatağından çıktım.
Kanepenin üzerine bıraktığım günlük kıyafetlerimi ve telefonumu alarak tekrar banyoda giydikten sonra, birkaç dakika daha oyalandım ve rutin işlerin gerçekleşmiş haliyle uykusunu almış bir halde banyodan çıktım.
Sami amca da uyanmamıştı belli ki. Ortalık sessiz olduğundan, dün duvar askılığına astığı anahtarları alarak ayaklarıma sporlarımı giydim ve dış kapıyı açarak kulübeye doğru ilerledim.
Elimde ki anahtarlarla kulübeye giriş yaptıktan hemen sonra beklemeden mutafığa girdim. Kahvaltıdan sonra muhtemelen evin yolunu tutacaktık ve ben bir daha ne zaman Sami amcayı görebilirim bilmiyorum. O yüzden de güzel bir kahvaltı hazırlayıp güne bugünlük bile olsa güzel başlamasını sağlayacağım. Keşke elimden çok daha fazla bir şey gelseydi ama yoktu.
Ve yoktan var edemezdiniz. Bazı şeyler acıtsa da, imkansıza çare bulunmuyor.
Telefondan videolar izleyerek farklı çeşitte kahvaltılar hazırlamaya başlamadan önce mutfak önlüğünü boynumdan geçirerek ipini belimden bağladım.
Saat daha 07:13'iken saatler süreceğini tahmin ettiğim kahvaltıyı 08:10 gibi bir süreye sığdırdım. Malzemelerin çoğunun var olması ise işin avantajıydı.
Farklı çeşitte omletler, patates kızartmaları tezgahın köşesinde hazır, sosisler pişirildi, salata yapıldı, çay demlendi ve kalan tek şey olmazsa olmazlardan; melemen.
Soğan ve biberleri tezgah üzerine aldığım doğrama tahtasında hallederken bir hareketlilik hissettim. Birinin beni izlediği hissine kapılarak kapıya doğru döndüğümde Miraç'ı, kapı girişine yaslanmış beni izlerken buldum. Ona baktığım an normal bakışlarına kızgınlık bulaştırdı.
"Yataktan çekip gitmeden önce haber vermelisin."diye mırıldandı istifini bozmadan.
"Uyandırmaya çalıştım."dedim omuz silkerek ve tekrar kalan biberleri doğramaya koyuldum. "Kalkmadın."
"Öperek mi?"diye alay içeren sesini duyduğumda kaşlarını çatan bu kez ben oldum.
Ona istediğini verme Zeliş! Utanma.
"Evet."dedim sinirlendiğimi ve buna karşın utandığımı çaktırmadan.
"Kocam değil misin?"derken elimde ki bıcağın sapını sıkıyordum. Biliyorum, sırf beni utandırmak için üzerime gelmeye devam edecek. Derken geçikmeyen cümlesini duyurdu.
"O zaman, günaydın öpücüğümü de alabilirim. Öyle değil mi karığım?"
Elimde ki bıçakla ona döndüm ve gözlerinin içinde parlayan şeytani kıvılcımlara şahitlik ettim. Yaslandığı yerden doğrularak bana doğru gelmeye başladı.
"Kocanım sonuçta."
"Bana bak."dedim ciddi olduğumu belirten bir kızgınlıkla elimde ki bıçağı ona doğru sallarken.
"Sakın yaklaşma."
"Yoksa?" Aramızda bir adım kala durdu. Zaten ufacık bir mutfakken büyük adımlarıyla bana yaklaşması çok uzun sürmedi. Üzerini değiştirmiş dünkü kıyafetlerine eşlik, siyahi bir görünüşle azraile gölgelik yapıyordu. Yutkunarak derin bir nefes aldım.
Gel de bu işin içinden çık.
"Yoksası filan yok. İzin vermiyorum!"dediğimde ayıplarcasına kaşlarını kaldırdı ve elini uzatarak, elimde sıkıca tuttuğum bıçağı çekip alarak tezgahın üzerine bıraktı.
"Sen beni öperken, benden izin aldığını hatırlamıyorum."
"Ben... Şey... İzin alacak..." Birşeyler gevelemeye başladığımda heyecandan titreyen ellerim yumruklaştı ve benim mırıldanmalarımı dudaklarıma yerleştirdiği parmaklarıyla kesti.
"Şşhtt..."dedi baş parmağını dudaklarıma bastırarak.
Dünyanın kusurluluğuna savaş açan Miraç Uluhan, bana doğru eğildiğinde nefesi nefesime karışacak yakınlıkta durdu. Baş parmağıyla alt dudağıma baskı uygulayarak yanağıma doğru yöneltti ve parmağının yerini dudakları aldı.
İşte o an, dünya ile bağım koptu. Ölmüşüm de azrailin peşinde bilinmez yolculukta gibiydim sanki. Adım adım belirsizliğe ilerliyordum. Dudakları alt dudağımda oyalandıktan hemen sonra üst dudağıma tırmandı ve iplerin kopuşu kulak tırmalayacak tiz sesiyle ruhumu sarmaladı. Daha fazla kayıtsız kalamayan bedenim, karanlık adamın izinsiz öpücüğüne ortak oldu.
Ellerim boynuna sarıldığı an derinleşen öpücük gittikçe sert bir basamağa tırmandı. Bir elim dağınık saçları arasına karışarak yumuşacık saçlarıyla oynarken, diğer elim ensesinde duruyordu. Onun elleri ise belimin üzerinde dolanıp duruyordu. Tam olarak belirli bir yeri yok gibi.
Nefessiz kaldığım an geri çekilmeye çalıştım ancak izin vermeyerek elini enseme bastırdı ve geri çekilmeme müsaâde etmedi. Kendini kaybeden bir bedenin sususluğuna derman olmuş gibi hissediyordum.
Ama biraz daha devam ederse beni bu şekilde öldüreceğinden aklıma geleni o an uyguladım ve alt dudağıma dişlerimi geçirerek onu ittim. Yeterli gelen kuvvetin ardından inleyerek hızla geri çekildi ve bir adım kadar uzaklaştığında, titreyen dizlerimin ayakta duramayan güçsüzlüğüyle arkamda ki tezgaha yaslanarak derin derin soluklandım.
"İşte şimdi gün aydı."dedi soluk soluğa. Elini alt dudağında gezdirerek kanayan ufak bir damla kanı çekip aldı ve kaşlarını çatarak baş parmağına baktı.
"İntikamı sevdiğimi biliyorsun." Koyulaşmış gözlerini parmağına bulaşan kandan çekip alarak benim kahvelerime dikti. Kan bulaşmış parmağını işaret ederek,
"Ve alacağım."dedi.
Zorlukla yutkunarak hızla arkamı döndüm ona ve titremelerimin arasından uzanarak bıçağı aldım. Arkamdan yaklaşarak bıçağı tutan elime parmaklarını doladı.
"Sakin ol... En azından şimdilik. Doğru zamanı bekleyeceğimden emin olabilirsin güzelim." Ilık nefesi boynuma çarparken, diğer eline biberleri alarak tahtanın üzerinde tek tek doğramaya başladı. Ben önünde duruyorken ve bıçağı beraber tutuyorken?! Ne yemeği yapıyorduk biz? "Ne demişler; intikam soğuk yenen bir yemektir. Öyle miydi?..."
Cevap vermediğimde daha doğrusu veremediğimde boynuma doğru ufak bir öpücük kondurdu ve bu kez kabuğu önceden soyduğum domatesleri doğramaya başladı. Benimle oyun oynuyor olduğunu bilsem de etkisine kapılmamak mümkün değildi. İster istemez düşüyordunuz o gölgelerin bilinmezliğine.
Domateslerle işi bittiğinde bıçağı tamamen elimden aldı ve geri çekilerek malzemeleri de önümden alarak ocağın başına geçti.
"Ben... Ben hallederdim." Bir kez daha yutkunarak derin bir nefes aldım ve kendime gelmeye çalıştım.
"Bir yerlerini kesip, yakmana izin veremem." Bana olan kısa bir bakışın ardından göz kırptığında kalbimin sesi arşı delecek nitelikte çoğaldı.
Çaktırmamaya çalışarak sürahiden bir bardağa su soldurdum ve kana kana içtim. Biraz daha iyi hissettiğimde ise ondan uzaklaşmış ve masayı kurmak için mutfaktan çıkmıştım.
Aksi halde mutfakta bir kaza çıkacağı kesin.
***
"Beni kırmadınız, evimi canlandırdınız. Sağ olasın evlat. İyi ki kaldınız, hem kahvaltını özleyeceğim güzel kızım. Tekrar ellerine sağlık. Keşke bugün de kalsaydınız."
"Yine geliriz ihtiyar,"diyerek el sıkışıp geri çekildiğinde Miraç, Sami amcaya doğru yaklaşarak tombul, hafif göbekli bedenine gülümseyerek birden sarıldım.
"Sen de gel Sami amca. Miraç, seni alması için araba yollar. Ne zaman istersen." Karşılık aldığım sarılmanın ardından Sami amcanın kıkırtısıyla geri çekildim.
"Olur... Olur, gelirim."
"Görüşürüz ihtiyar."diyen Miraç arabaya doğru ilerlerek yerini alırken, Sami amcaya el sallayarak tekrar görüşmenin sözüyle vedalaştım ve arabada Miraç'ın yanında ki koltukta yerime kuruldum.
Açık pencereye yanaşan Sami amca eğilerek, Miraç'a baktı ve, "Söylediklerimi unutma evlat..."diye bir hatırlatmada bulundu. Başını sallayarak onaylayan Miraç, "Eyvallah,"diyerek arabayı hareket ettirdi ve yola akıttı. İç çekişli bir nefesin ardından arkama yaslanarak ona döndüm.
"Orada, hasta haliyle onu tek başına bıraktık..." Yüz yüzeyken belli etmeden gülümsüyor ve her şey normalmiş gibi davranıyordum. Ama şimdi, onu orda tek başına bırakmamız bana hiç doğru gelmiyordu.
"Ya bir şey olursa? Ya fenalaşırsa, düşüp bayılırsa? Onu orada tek başına bırakmamalıydık."
"Daha önce de teklif ettim ona, bir ev açmayı yakınlarda bir yerde. Kabul etmedi... O ev karısıyla birlikte kurdukları ev, bırakmak istemiyor. 'Bu evin her yerinde canımın parçasından kalan izler var. Duvarda gizli sesi, mutfakta dokunuşları, tabak bardak sesleriyle kulaklarımın pasını alması, boşalttığı parfüm şişeleri ve daha niceleri. Öleceksem, onun izini taşıyan yatakta öleceğim. Bırak, bana dokunma, ben böyle daha iyiyim...' Bana böyle söyledi. Anlayacağın, ihtiyar ölmeyi aklına koymuş."
"Yine de..." Gözlerini bir an yoldan çekip alarak üzerme dikti. O da hoşlanmıyordu bu durumdan anlıyorum ama böyle sessiz ve yalnız bırakmaya içim yanaşmıyor.
"Halledeceğim."dedi güven verircesine. "Bir şeyler düşüneceğim. En azından etrafına bir iki adam yerleştiririm. Sonrasına bakarız."
Başımı sallayarak onu onayladıktan sonra önüme döndüm. Ancak o an da Miraç'ın telefonunun sesiyle tekrar ona doğru başımı çevirdim. Arayanın kim olduğuna kısa bir an baktıktan sonra tekrar yola bakarken, telefonu hapörlere alarak yanıtlamıştı.
"Alo... Abi?" Emre'nin sesiyle telefona bakışlarımı diktim.
"Anlat."dedi direkt Miraç ne oluğunu bilmediğim konuya keskin sesini saplayarak.
"Abi, adam tamam. Darp raporları, şikayet ve Akın'ın ifadesiyle tıktılar içeri adamı. Daha önceden birkaç tane, adam yaralamadan ve hırsızlıktan sabıkası da varmış. Söylediğin avukatla konuştum, senin ismini verince eski dosyaları patlattılar. İçeriden çıkamaz artık..."
Duyduklarımın hazzıyla Miraç'a doğru kaldırdım gözlerimi. Bu konu tamamen aklımdan çıkmışken, içimden kendime sövüyordum. Akın'ın amcasından bahsediyorlardı ve çocuk kim bilir şu an nasıl. Üzüntüden piskolojisi bozulmasından korkmuyor değilim. Kahretsin! Günlerdir farklı yerlerde geceliyoruz ve Miraç yine de hiç bir şeyi geciktirmeden yerine getiriyordu. Utançtan artık yerin dibini boylayacağım.
"Akın nasıl?"diye sordum hızla daha fazla dayanamayarak. Benim dahil olmamla birkaç saniye duraksayan Emre tekrar konuşmaya başladı.
"İyi... Hatta çok iyi. Şu an... Dila ile tavla oynuyorlar." Gözlerim duyduklarıma karşın irice açıldığında doğru mu duydum diye sormak adına Miraç'a baktım ancak o da en az benim kadar şaşırmıştı.
"Dengesiz."diye mırıldanması geç kalmazken, "Fazlasıyla."diye ortak oldum.
"Akın'ın yurda yerleşmesi için gerekli evraklar ve işlemler tamamlanana kadar burada kalacak. En az bir, iki güne tamamlanır diye tahmin ediyorum. Dediğin gibi abi, yerleşeceği yurd belirlendiği an araştıracağım."
"Tamam... Ragip'e söyle ona verdiğim görevi bir an önce tamamlasın ve bana bilgileri mail atsın. Bu gece elimde olacak bilgiler. Fazla uzadı."
"Tamam abi."
Telefonu kapattığı an ne bilgiler olduğunu soracak yer aramaya başlayan zihnimin katili olma yoluna koyulmadan önce Akın'ın iyi olmasına sevindim. Dila ile aralarında ne olduğunu deli gibi merak eden yanım devrelerini farklı yönlere iletirken başımı iki yana salladım. Muhtemelen iş ile alakalı bilgiler istiyordur. Bunu ona sorarak kendimi rezil etmeyi nihayetinde durdurabildim. Derken, bir kez daha sesini duyuran telefon ile kaşlarımı kaldırdım ve ekranda harflerini parlatan Kenan arıyor yazısı, beni düşünce aleminden söküp aldı.
Miraç bir saniyelik bir bakış atarak tekrar yola döndüğünde,"Açmayacak mısın?"diye sordum.
"Hayır."
"Önemli bir şey olabilir?"diye direttiğimde, sinirle sesli bir soluk verdi ve tek bir dokunuşla cevaplama tuşunu kaydırdı.
"Ne var?" Soğuk bir buz kütlesi düştü adeta saniyelerin başında.
"Miraç..."Diyen boğuk, çaresiz sesin kötüye işaret veren yakarışıyla donup kaldım. "Yardımına ihtiyacım var oğlum. Yetiş!"
"Ne oldu?" Miraç da bir şeylerin ters gittiğini anlamıştı ve soğukluğunu yok ederek ifadesizliğine büründü.
"Ayperi... Fenalaştı. Doktor çağırdık ne yaptılarsa bir türlü sakinleştiremediler. Biliyorsun... Bir tek seni hatırlıyor. Lütfen gel oğlum."
Gözlerim Miraç da takılı kalırken, yaşanan her bir bireyin acı sayılarını hesaplayan beynimin içler karman haline acıdım. Bir dert bitmeden diğeri başlıyordu. Sami amca, Akın ve şimdi de Ayperi denilen kadın.
Miraç, dönüp bir an bana baktı. Ne aradı gözlerimde bilmiyorum ancak düşüncelerine liste eklediğinin farkındaydım. Ve biliyorum ki, Miraç'ın listesi kabarık olduğu kadar gizliliğinden ötürü zifiriydi.
Kenan amcaya cevap vermeden telefonu kapattı ve yola odaklanarak ibrenin yükünü arttırdı. Tek kelime bile etmeden gittiğimiz yolun tanıdıklığını izleyerek dakikaları saydım. O kadın, Miraç'ı görünce sakinleşecek mi yani? Kızını kaybetmiş bir anne, neden çareyi başka bir bedende bulmak ister?
Miraç'a döndüm tekrar. Onun yaralı ruhunu görmeyi denedim. Başarısızlıkla sonuçlanan deneme beni yanıltmazken yutkunarak yola çevirdim gözlerimi. Sorun şuydu ki; Miraç izin vermeden onun ruhuna dokunamazdınız.
Kalemi kırılmış idam için beklenen mahkum gibi tek bir umuda bağlı bir hayat yaşıyor gibiyim. Oysa, bu güne başlarken düşüncelerim çok daha aydınlıktı. Beltaraf bir kaosun içinde kalakalmıştım ve gittikçe dibe batıyordum.
Yolculuğun sessizliğine kapılmışken, vardığımız noktayı araba duraksadığında fark ettim. Ve aylarımı, esir tutulduğum günlerimi harcadığım ev önüme serildi.
Miraç hızla arabadan inerek büyük ve ihtişamlı eve doğru büyûk ve sert adımlarla ilerledi. Onun haricinde gayri ihtiyari bir şekilde yavaş ve ağır hareketlerle arabadan inerek evin kapısına doğru ilerledim.
Etraftaki korumaların bir kaçının gözleri bana değse de tekrar işlerine dönmüştü. Basamakları çıkarak açık kapıdan içeri adımımı attığım an tıkalı kulaklarım bir an da sesleri algılarcasına çığlık seslerini duydu.
Ayperi hanımın evi inleten serzeniş dolu çığlığıyla korku ve endişe içinde holün ortasında donup kaldım. Miraç çoktan yukarı çıkmıştı. Ağıt yakan feryatlar ve dozu kaçmış acının iniltili seslerini bir tek korkuyla dinleyen ben değildim. Mutfak kapısında beliren Müge beni gördüğü an koşarak sarıldı. Ardından Safiye teyze ve Selen.
Mutsuzluktan kopuk bir buruklukla hepsine tek tek sarılarak geri çekildim ve, "Neler oluyor?" diye sordum gelen seslerin sebebinin merakıyla.
"Biz de bilmiyoruz. Uyuyordu, bir an da bağırıp ağlamaya ve kendini tartaklamaya başladı. Sanırım kriz geçiriyor. Doktorlar sakinleştirici verdi. Ama aradan geçen yarım saat kadar sonrasında tekrar aynı oldu."
Yukarı çıkıp bakmak isteyen yanıma, zihnim Kenan amcanın tavrını hatırlatarak engel oldu. Beni bu durumda asla içeri sokmazdı. Normal günlerde bile uzak durmamı tembihleyen Kenan amca, bu durumda kesinlikle beni istemez belki de kovardı.
Açıkçası, Ayperi hanım konusunda Kenan amcadan korkuyordum. Çünkü, bu konuda ne kadar katı olduğunu beni ondan uzak tutarak göstermişti. Sert bir dille uyarmıştı. O yüzden çaresizce salona geçtim ve cam kenarına doğru adımlayarak bahçeye göz süzdüm.
Dakikalar saatleri kovaladı. Müge yanı başımda duruyorken, diğerleri yardıma gitmişti çoktan. Pencere önünde bir o yana bir bu yana mekik dokuyan bedenim rahatsızlıktan bunalıma girdi. Rahat rahat oturamıyor, endişeyle yanıp tutuşuyordum.
Ayperi hanımın sesi kesilmesine rağmen kimse aşağı inmedi. Ne Kenan amca, ne de Miraç. Aklım ürettiği senaryolara parçalar eklerken, meraktan ve düşünceden delirecek gibiydim.
"Neden kimse inmiyor?"diye sordum isyankâr bir ifadeyle Müge'ye dönerek.
"Sesler kesildi, ben de merak ettim."
"Umarım iyidir. Müge, gidip neler olduğuna bakabilir misin?"
"Olur, tamam. Hemen döneceğim."
"Acele et lütfen. Yukarı çıkan bir daha inmiyor. Endişeleniyorum."
"Tamam. Tamam. Ben çıkıyorum, beş dakikaya buradayım."
Benden daha fazla meraklı bir duyguyla merdivenlere doğru koşturdu ve yukarı çıkarak gözden kaybolurken, çalmaya başlayan evin zil sesine kulak tıkamaktan yanaydım. Fakat aşağı katta benden hariç kimsenin olmamasına karşın bana düşen mecburi göreve doğru ilerlemeye koyuldum.
Adımlarım yorgun bir bedenin hüznünü ve endişesini taşıyorken, zihnimin açık alanları kapı ardına saklı bedenin kimliğini merak ediyordu.
Yaklaştığım kapı tokmağına parmaklarımı dolayarak çevirip demir kapıyı sonuna kadar açtım. Ve o an önümde, hızlandırılmış bir görüntüyle canlanarak çizilen görselin sahibi, ressamlığına söverek elinde ki tuvali parçalayacak kadar nefrete düştü.
Fırçaları ise boyalarına karışarak yerlere dağıldı.
"Merhaba tatlım..."
Her zaman ki itici gelen gülümsemesiyle birlikte, elini omuz hizasında kaldırarak selam niteliğinde parmaklarını oynattı.
Ve zihnim, tek kelimeyle kaskatı ettirecek ismin sinyalini verdi.
Yeşim?!
***
BÖLÜM SONU...
*Bölüm nasıldı? Bol ve uzuuunnn yorumlar istiyorum :")
*Ve sonunda Yeşim sahalarda. Bir hoş geldin demek yok mu?
*Ayrıca son olarak buradan haber vereyim size çooooook merak edenlere;
Kırık Düşler'e yeni bölüm birkaç gün sonra geliyoorrrr ;")
....
♥♥♥♥♥SEVİLİYORSUNUZ♥♥♥♥♥♥
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro