40.BÖLÜM
YENİ BÖLÜM'den herkese merhaba:D Öncelikle şunu bildireyim. Romantik anlayışım sıfır. Bu bölüm bol Miraç ve Zeliş olduğundan sizin deyiminizle romantik sahneler var tabiii başarabildim mi bunu hissettirmeyi bilmiyorum. Umarım beğenirsiniz :*) Ve son kısımda ki duyuruyu okumadan geçmeyiniz ;)
Keyifli okumalar dilerim❣
Bölüm şarkısı; Gülay/ Cesaretin Var Mı Aşk'a...
***
"Her mevsimin ayrı bir güzelliği vardır.
Adam Gülümsedi; Dört mevsim birden yaşandı. Kadın ise; bunun tadını çıkardı..."
Belki bir intihar, belki de yıkım. Deprem veya felaket.
Ya da bir kıyamet...
Acı gerçek ise; Sevmek.
Hem de çok sevmek.
Korkmadan, çekinmeden bunu haykırabilmek de sevmeye dahil mi peki? Hani derler ya 'Seviyorsan içinde tutma, git konuş.' diye. Kimine göre doğru, kimine göre yanlış. Amma velakin bana soracak olursanız, en doğrusu 'keşke' dememek için gidip bunu dışarı haykırmak. Olumlu veya olumsuz. En azından, 'ben elimden geleni yaptım.' diyebilmenin keyfini yaşarsın. Kaybedecek bir şey olmadığını bilerek...
Ve an gelir, imkansızlar devir değiştirir...
"Çok yorgunum,"diye mırıldanırken ayağımdan sporlarımı soyarak, ev terliklerini giydim. Hareketlerim yorgun bir bedenin rolünü üstleniyordu. Oyun olsaydı, çok gerçekçi olurdu.
"Aynı zamanda çok açım."
"Müstahâk sana." Diye ters bir ifadeyle söylenen Miraç terlik filan giymeden, yalın ayakla önden önden salona doğru ilerliyordu. Işıkları ise çoktan yakmıştı.
Geçen geldiğimiz dışardan tahta görünümlü, içi ise bazı yerleri beyaz, kahverengi karışımı kiremitlerle örülmüş muhteşem görüntü sunan iki katlı şirin eve tekrar gelmiştik. Bu eve bayılıyorum. O kadar güzel döşenmişti ki, aylarca bu eve kapanabilirdim. Geçen sefer geldiğimizde kar yağıyorken, şimdi ki hava ilk bahar havasını taşır gibi güzeldi.
"Kendine eziyet etmeyi çok seviyorsun sen. Aslında bırakacaksın, sürünsün! Niye engel oluyorsam..." Söylenmelerine devam eden Miraç'ın oturduğu koltukta yanına kurulduğumda yorgunluktan ölecek derecedeydim. Bütün gün ayakta dolanmıştım. Uykum vardı. Yorgun ve açıkmıştım ancak Miraç, bana acımadan kızmaya devam ediyordu.
"Bu evi çok seviyorum."dedim söylenmelerini es geçerek. Diğer yandan üçlü koltukta arkama yaslanarak etrafı içtenlikle ve özlemle süzüyordum.
"Normalde kafa dinlemek için buraya gelirdim. Benden başka kimsede anahtarı bulunmaz."
"Öyle mi?.."derken aklıma gelenle birlikte huzursuzca kaşlarımı çattım. Ona baktığımda her zaman ki boş bakan koyu radarları üzerimde dolanıyordu.
"Ama geçen geldiğimizde Ragip, Yeşim'in burada olduğunu düşünmüştü. Neden? Demek ki Yeşim'de de anahtar var?"
Kurduğum cümleden hemen sonra Miraç'ın irislerinde bir parlamaya şahit olduğumda bir an gülümseyecek sanmıştım. Ama sorun şu ki; gülünecek bir şey söylemedim! Gülümsemek yerine yüzünü buruşturarak arkasına yaslandığında içimde ki tarifi belirsiz duygu büyüdü.
"Sadece bir defa geldi. Ragip getirmişti onu ve aynı dakika içinde onu geri yollamıştım."
"Neden gelmişti?"diye sorduğumda tek kaşı yukarı doğru süzüldü ve bana garip bir bakış attı.
"Niye soruyorsun bunları?"
"Hiç, öylesine."derken zoraki bir gülümseme yolladım ona. "Sadece merak."
"Etme."dediğinde kaşları çatılmış, gözleri kararmıştı. Aynı dakika içinde bir çok duygu içeren bakışları nasıl olur da bir an bile kendinden taviz vermiyordu?
"Bak, bana karşı içinde şüphe falan olmasın. Sana asla yalan söylemem. Sadece sana değil, kimseye yalan söylemem. Yalan, korkakların kaçış yoludur. Ve ben kimseden kaçmam."
Sözlerini bitirdikten sonra bana doğru kısa bir bakış atarak ağır adımlarla ayağa kalktı ve boydan pencerelerin önüne giderek bir süre dışarıyı izledi. Yalandan nefret eden adama güvenmek kolay mı? Tamam, yalan söylemedi bunca zaman bana ancak doğruları da söylemedi. Son günlerde az da olsa bir şeyler anlatsa da, bu sadece işi ve dostlarıyla alakalıydı. Emre, Doğan veya Ragip. Ancak Miraç kendiyle ilgili veyahut geçmişiyle ilgili asla konuşmuyordu.
Bedeninde ki geçmişten kalan acı izleri görmüş olabilirim ama bana ruhunu da göstermeliydi.
"Beklentilerim çok mu fazla?" Sessizce konuştum ona bakarken. Birkaç adım önümde dikiliyorken, sırtı bana dönüktü ve dışarıyı seyrediyordu.
"Olmasın." Diye tamamladı cevap isteyen sorumu. Oysa ki tek kelimelik arşı delen cümlesi kendi karanlığında hükümsüzdü. Sonrasında sesli bir soluk vererek bana doğru döndü ve keskin bir sesle, "Kilerde derin dondurucu var. İçinde yiyecek bir şeyler vardır mutlaka. Alıp geliyorum."dedi.
Başımı yorgunlukla sallarken şu oturduğum koltuğa kıvrılıp uyumamak için direniyordum. Miraç aşağı inen merdivenlere doğru ilerlediğinde gözlerim istemsizce onu takip ediyordu. Mutfak kapısının hemen yanında ufak bir koridor vardı ve koridorun ucundaki merdivenlerden inerken gözden kayboldu. Birkaç dakika sonra geri geldiğinde elinde bir, iki plastik kap ile mutfağa girdi. Uyku beni daha fazla bastırmadan hızla yerimden kalkarak mutfağa doğru peşisıra Miraç'ın ardından ilerledim.
"Ne yaptın da bu kadar yoruldun? Şu haline bak, uykusuzluktan gözlerin kızarmış." En az kendi kadar katı bir dille cümleleri kururken, cevap vermeden omuz silkerek yanına gidip ne yaptığına baktım.
"Bunlar ne? Hem sen yemek yapmayı biliyor musun?"derken şaşkındım doğrusu.
Plastik kaplardan birinde kızartılarak dondurulmuş patlıcan vardı ve hepsi uzun ince doğranmıştı. Diğer kapda aynı şekilde ufak ufak doğranıp kızartılmış biberler vardı. Bunları özel olarak biri hazırlamıştı muhtemelen. Tezgahın diğer ucunda konserve edilmiş domateslerden bir kavanoz alarak tekrar yanıma geldiğinde, uzaylı görmüş insan gibi onu izliyordum. Ve tek dokunuşuyla konserve kapağı açışını. Tabii o kollarda ki kaslar boşuna yapılmamıştı değil mi?...
"Yıllardır tek başıma yaşıyordum. Mecburen bir şeyler öğrendim. Bunları da bana kolaylık olsun diye Safiye hanım hazırlayıp yolluyor iki veya üç ay da bir."
Bir tava alarak ocağa yerleştirdi ve altını yaktı. Çok az yağ ekledikten sonra ısınan yağın üzerine konserve edilmiş domatesten bir miktar döktü. Onu daha rahat izleme amacıyla tezganın üzerine oturdum ve bacaklarımı bağdaçlayarak onu izlemeye tekrardan devam ettim.
O an ise zihnimden tek bir düşünce geçti.
Onu izlemek beni mutlu ediyor.
Bunu sıklıkla yapar gibi neyi ne kadar katacağını biliyor ve ayarlıyordu. Bana kısa bir an baktığında istemsizce gülümsedim. İlk defa Miraç'ı yemek yaparken görüyordum ve bu anı asla kaçıramazdım. Fırsatı değerlendirmek gerekirdi, öyle değil mi?
"Normalde bunu kışın yaparlarmış. Beğenir misin bilmiyorum." Öylesine konuşur gibi mırıldanırken, koyu gözleri dudaklarımda ki gülümsemede takılıydı.
"Ne olduğu önemli değil. Önemli olan benim için yemek yapıyor oluşun." Söylediklerimle birlikte bakışlarını kaçırdı ve tuhaf bir ifadeyle saçlarını karıştırdı.
"Ben de açım. Sayende yemek bile yiyemedim. Yani bir nevi kendim için yapıyorum. Yoksa senin için.."deyip bir an da sustu ve kaşlarını çattı. "Ne saçmalıyorum ben?"dediğinde içimden gelen bir hisle kahkaha attım.
"Tamam, kendin için yapıyorsun. İnandım." dedim gülerek. Miraç Uluhan farkında olmadan bile olsa bana açıklama yapıyordu. Ne tuhaf.
Tavanın içinde kaynayan domatesin üzerine dondurulmuş, ancak şu an hafiften çözülmeye başlayan patlıcan ve biberleri ekledi ve yarım su bardağı kadar suyun ardından, birkaç kere kaşık yardımıyla karıştırarak kapağını kapattı.
"Ne kadar kalacağız burada?" Yanımda ki musluktan ellerini yıkayıp daha sonra kurulayan Miraç bana döndüğünde derin anlam içeren bakışlarına maruz kaldım.
"Benim için farketmez. İstersen sürekli kalabiliriz. En azından çatlak arkadaşın burayı bilmiyor, bu bile burada kalmak için yeterli bir sebep."
"Olmaz,"derken yanımda tezgaha yaslanan Miraç kaşlarını çatmıştı. "Burası çok güzel, bu evi seviyorum ancak bu aralar Dilâ pek iyi değil. Onu yalnız bırakamam. Ayrıca Akın... Ona ne olacak?" Üzgün bir ifade canlandı yüz çehrelerimde. Derin bir iç çekişle birlikte dudak büzdüğümde Miraç'ın ters bakışlarına esir düştüm.
"Kes şunu,"deyip önüme geçti ve parmaklarının tersiyle, büzdüğüm dudaklarıma hafif bir fiske vurdu. Ocağa yakın olduğumdan, yemeği kontrol ediyordu bir yandan.
"Akın'a gelirsek, amcası denilen herifi şikayet etmekten başka yol yok. Akın'ı çocuk esirgeme yurdu üstlenir muhtemelen."
Üzüntüyle yüzüm daha çok düştüğünde dolan gözlerimi saklamak için yere doğru çevirdim. Yetiştirme yurdunda ufacık masum çocuk ne yapabilirdi? Akın yapabilir miydi ki orada? Tek başına bu acının üstesinden gelebilir miydi? Öyle bir dünyadayız ki zaman değil; insanlar kötü.
Tıpkı Miraç gibi henüz ufacıkken acılarla boğuşuyordu Akın ve bu dile kolayken, yaşaması zor bir olaydı. Hiç bir şey, hissettirdiği acıyı anlatmak kadar zor değildir. Çünkü bunun tarifi yoktu. Ne benim, ne de Miraç'ın geçmişi Akın'ın hayatından üstün. Rabbim herkese taşıyacağı ağırlıkta yük verirmiş. Hak ediyor muyduk diye isyan etmek yerine bununla yaşamayı öğrenmekten başka çare yoktu elimizde.
"Zeliş..."dediğinde Miraç, başımı kaldırıp dolan gözlerimle ona baktım. Elleri iki yanımdan tezgaha yaslıyken yüzü santimler ötemde duruyordu. Ne diyeceğini bilemez bir ifadeyle kaşlarını çattı ve dudaklarını diliyle hızla ıslatarak konuşmaya başladı.
"Akın için üzülüyorsun, biliyorum. Ama bu onun imtihanı. Tıpkı bana ve sana olanlar gibi. Onunla aynı yaştayken kaçırılıp, işkence gördüm ben... Ama Akın yurda yerleştirilecek, kendi yaşıtında arkadaşları ve çevresi olacak. Okula gidecek, arkadaşlarıyla oyunlar oynayacak. İlk başta zorlanır elbette ama zamanla alışacak. Alışmak zorunda."
İri elinin teki sol yanağıma yerleştiğinde ağlamamak için dudaklarımı birbirine bastırarak yutkundum. Beni teselli eden adamın içinde kopan fırtınanın esintisi hissettirdiklerine yansıyordu. O da Akın'ın iyiliğini istiyordu biliyorum. Bunun için uğraşacağını da biliyorum. Yine de daha farklı olsun istiyordum.
"Biz onu evlatlık edinsek?"diye boğuk bir sesle fısıldadığımda baş parmağı dudaklarımın üzerinde yerini aldı ve beni susturdu.
"Güzelim,"derken gözlerini birkaç saniye kapatarak derin bir nefes aldı ve tekrar açtı. "Sence biz normal bir çift miyiz? Benim peşimde sayamadığım kadar düşmanım varken, senin peşinde Çetiner'in düşmanları it gibi an kolluyorken bizim pisliğimizi ufacık bir çocuğa bulaştıramayız. Buna hakkımız yok."
Söyledikleriyle birlikte haklılık payı çoğalarak ağırlıkla çöktü yüreğime. Derin düşünen adam. Ben bu yönden düşünmemiştim hiç. Miraç haklı, hem de çok haklı. Akın'ı bir pislikten kurtarmaya çalışırken, başka bir bataklığa sokamazdık. Tutamadığım bir damla sağ gözümden intihar ettiğinde oturduğum yerde hızla kollarımı Miraç'ın boynuna doladım. Aynı boya erişmiştik nihayetinde.
"Seninle normal bir çift olmayı çok isterdim."derken boynuna doğru boğuk sesimin ılık rüzgarı çarpıyordu. Sarılışıma karşılık vererek tek elini ensemden saçlarımın arasına daldırdı ve derince soluklanırken başımın üzerine dudaklarını bastırdı.
"Bunu benden daha çok isteyemezsin. Ama Akın'ın iyi olması için elimden geleni yapacağım. Bundan emin olabilirsin." Gülümseyerek geri çekildiğimde koyu gözlerinin eşsiz ışıltısıyla mestleştim. Serçe parmağının tersiyle yanağımda ki ıslaklığı aldı.
"Yemeğe bakmalısın..."diye mırıldandığımda hafifçe başını salladı ve benden uzaklaşarak ocağın başına ilerledi.
Dakikalar sonra ise salonda ki masaya sofrayı kurmuştuk ve ben kıtlıktan çıkmışcasına Miraç'ın pişirdiği yemeği yiyiyordum. O kadar güzeldi ki... İçinde eriyip dağılan patlıcanlar olsun, biberler ve domatesler. Yanında içecek olarak açtığımız dondurulmuş Ayran. Ama şu an tam kıvamında erimişti. Yemeğin acısı ve tuzunun tam olması. Hepsi ayrı bir lezzetliydi. İlk defa yediğim bu yemeğin tadı bu kadar güzel olmasının iki anlamı vardı.
Birincisi yemek gerçekten güzeldi. İkincisi ise sadece Miraç yaptığı için güzeldi. Ve ben iki şık arasında gidip geliyordum.
"Hakkını yemiyelim, gerçekten çok güzel olmuş..."dedikten hemen sonra bardağımda kalan ayranın son yudumunu içtim. Boş bardağı masaya bırakarak doymuş bir midenin rahatlığıyla arkama yaslandığımda Miraç'ın, gözlerini dikmiş bana bakıyor olduğunu farkettim.
"Ne?"dedim garip bakışlarından rahatsız olarak.
"Üst dudağının üzerine ayran bulaşmış."derken gözlerini kaçırmıştı. Masanın kenarında duran peçetelikten peçete kopararak hemen dudaklarımı ve üzerini temizledikten sonra, "Geçti mi?"diye sordum.
Masaya indirdiği dalgın gözlerini kaldırarak gözlerime çevirdiğinde bir süre sessiz kaldı. Yanıltsız kalan sorum ise havada asılı kalmıştı. Miraç'ın bir an da durgunlaşan tavırları merak duygumu kabartırken uykusuzluktan ağrımaya başlayan gözlerimi ovuşturdum. Miraç hala dalgın dalgın bana bakıyordu ve ben bu durumdan gittikçe daha fazla rahatsız oluyordum. Sanki bedeni burada, ruhu farklı diyarlardaydı.
"Miraç?"diye seslendiğimde kaşlarını çatarak gözlerini kırpıştırdı.
"Ne oldu?"dedi kısık bir sesle kendine gelir gibi.
"Geçti mi diye sormuştum."
"Ne geçti mi?"dediğinde tuhaf tuhaf ona bakan bu kez ben oldum.
"İyi misin sen?"derken ne olduğunu çözer gibi bir şeyleri anlamaya çalışıyordum ve sanırım, çözmüştüm.
Miraç... Geçmişini hatırladığında böyle kapuk oluyordu.
"Sorun yok."dedi elleriyle yüzünü sıvazlarken. Yüzü solmuştu bir an da. Az öncesine kadar parlayan irisler şimdi karanlığına çekilmişti. Kaçıyor, benden uzaklaşıyordu bu durumlarda. Eskiyi hatırlamak demek, Çetiner'in oyunları demekti ve işin kirli okları bana da saplanıyordu. Oturduğu sandalyeden doğrularak ayaklandığında yüzünde ki elleri saçları arasına karıştı.
"Ne hatırladın?" Daha fazla dayanamayan çenem aklında ki soruyu dile getirdiğinde olan tüm uykum yerlebir oldu. Birkaç adım ilerlemekte olan Miraç sorduğum soruyla duraksadı ve ağır ağır bana doğru döndü.
"Nerden anladın?"diye sordu boş bir sesle. Duygularını saklamaya çalışıyordu her zaman ki gibi. Ancak ilk defa o kadar güçlü değildi.
"Duygularını eskisi kadar iyi saklayamıyorsundur belki de..."
"Umarım bu sadece sana özgüdür." derken kaşları huysuz bir ifadeyle çatılmıştı.
Gülümseten cümlesine karşın, "Anlatacak mısın?"diye mırıldandım ılımlı bir sesle.
Derin bir iç çekişinin ardından tekrar karşıma kuruldu ve beraberinde gergin halde yayıldı sandalyesine. Birkaç saniyelik bir sessizliğin ardından koyu irisleri yüzümün her bir karışında gezerken, anlatmaya başladı. Ben de dinlemeye.
"Henüz altı yaşındaydım o zamanlar. Bizim ve dayımların evi yanyanaydı ve bahçelerimiz birdi. Sürekli, ya onlar bizdeydi. Ya da biz onlarda..."
Miraç'ın dalgın bakışlarında ki karanlıkta kaybolurken, sessizlikle birlikte gelen onun hafif mırıltısı tıpkı bir annenin yavrusuna anlattığı masal gibiydi.
***
Uluhan malikanesinde hüzünlü günlerin yerini keyifli dakikalar alıyordu son günlerde. Ne huzursuzluk, ne de bir gerginlik. Tam aksine, öyle mutluydu ki herkes, yeni doğan bu bebek eve mutluluk, neşe getirmişti daha ilk günlerde.
Zeliha Uluhan, kocasıyla ve çocuklarıyla birlikte hemen yan tarafında ki eve, koca bahçeden giriş yaptı ve kardeşi Kenan'ın evine büyük cam kapıdan habersiz daldı. Her zaman deli dolu olan kadın, aynı yerde kardeşiyle ve kendi ailesiyle yaşamaktan mutluluk duyuyordu.
"Herkese merhabaa!"diye sevinçle bağırdığında, salona inen kardeşi Kenan ona kaşlarını çatarak baktı. Evet, mutluyken deli gibi coşuyordu. Buna kucağındaki ufak kızı bile engel değildi. Oğlu ise babasının hemen yanında dikiliyordu.
"Sessiz olsana deli kadın! Bebek var artık bu evde! Bebek!"diye azarlayan kardeşini pek taktığı söylenemezdi.
"Sence laf dinler mi bu kadın Kenan? Boşuna kendini yoruyorsun..."
Kocası da, kerdeşine ayak uydurduğunda gözlerini kısarak tehlikeli bir ifadeyle ona baktı. Zihninde canlanan hain planları şimdiden hazırlamaya başlayan Zeliha, kocasına resmen gözleriyle iletiyordu bunu. Ne demek istediğini anlayan Asaf Uluhan, çok sevdiği karısından yalancıl bir korkuyla dudaklarını mühürledi ve koltuğa kuruldu.
"Hadi kızım, bahçede oyna biraz sen. Ben de Ayperi teyzene bakayım."derken kucağından indirdiği küçük kızını bahçeye yolladı. Henüz iki yaşında olan uslu kızı, bahçeye doğru ufak adımlarla ilerlemeye başlamıştı bile.
"Miraç, oğlum kardeşine göz kulak ol sende." Asaf Uluhan aynı anda oğlunu küçük kızının ardından yolladığında güzel karısının sesini duydu.
"Hiç öyle kurulma koltuğa. Kalk çabuk, daha künyeyi takacaksın yeğnime."
"Halası olan sessin. Sen taksana. Ben neden yukarı çıkıyorum?"diye huysuzlanan kocasını umursamadan kolunu çekiştirdiği gibi yukarı çıkarmaya başladı.
Sürekli tartışan ancak birbirlerinden asla kopmayan ikiliyi gülümseyerek izleyen Kenan, onların ardından ilerlemeye başladı. Kendisi karısıyla asla tartışmazdı. Tuhaftı işte. Karısı ne derse desin, onu ikiletmez ve böylelikle tatlı da olsa bir tartışmaya geçmezlerdi. Çünkü şaka da olsa karısına asla kıyamazdı.
Diğer yandan bahçede dolanan Miraç, gözlerini kardeşine dikmiş nereye adımlasa kendi de peşinden oraya ilerliyordu. Altı yaşında olsa da zeki bir çocuktu ve kardeşine göz kulak olmanın yanısıra etraftaki korumaları süzüyordu. Biri bile kardeşine kötü baksa elinden ne gelirse yapar ve gidip adama saldırırdı. Yapmadığı şey değildi ne de olsa...
Arka bahçenin geniş çardağında çimenlere basa basa ilerleyen Miraç duyduğu sesle duraksadı ve başını kaldırarak sesin geldiği yöne baktı. Penceresi açık bir odadan bebek ağlama sesi geliyordu ve kaşlarını çatarak sesi dinleyen Miraç, gelen sesten rahatsız olmuştu. Ne yaptığını bilmeden hızla kardeşini bahçede bırakarak tekrar eve girdiğinde karşına çıkan Selim'i gördü.
"Nereye gidiyorsun?"diye soran ondan yaşça büyük çocuk, Miraç'ın meraklı ve heyecanlı halini yadırgadı.
"Meral bahçede, ona bak tamam mı?" Demesinin ardından merdivenlere doğru ilerlemesi saniyeler sürmüştü. Sanki gelen ses onu çağırıyor ve Miraç da ona ilerliyodu. Selim ise kuzeninin ardından omuz silkti ve bahçeye ilerledi.
Üst kata çıkan Miraç, sesin geldiği yere doğru ilerlerken meraklıydı. Selim'in bir kardeşi olmuştu ve onu ilk defa görecekti. Oysa ki kardeşi doğduğu zamanlar böyle hissetmemişti. Ağladığında susması için annesinin gelmesini bekler o dakikalarda kızardı ona. Ama şimdi, gidip kendi susturmak istiyordu bebeği.
Sesin geldiği odaya vardığında ailesini hepsini odada buldu. Annesi, babası, dayısı ve dayısının eşi. Ve ufacık pembe battanyeye sarılı bir bebek. Kapı eşiğinde duraksadı ve yengesinin kucağında ağlayan bebeği izledi bir süre. Sesi herkesi huzursuzlandırmış, telaşa sokmuştu ve kimse bebeğin neden ağladığını çözemiyordu. Henüz iki günlük bebek hiç bu kadar sesli ağlamamıştı. Yengesi ise yatakta, sırtını yatak başlığına yaslamış oturuyordu.
"Niye ağlıyor ki bu ya, aç değil. Bezi de temiz. Ne istiyor anlamıyorum?..." Söylenip duran yengesine yardım etmeye çalışan annesi başını çevirdiği an küçük oğlunu kapı eşiğinde gördü.
Gülümseyerek, "Gelsene oğlum."diye seslendiğinde, Miraç yavaş adımlarıyla onlara doğru ilerledi. Gözleri ise bebeğin üzerinden ayrılmıyordu.
"Ver bakalım biraz bana annesi." Ağlayıp duran bebeği annesinin kucağından alan Zeliha, oğluna döndü ve dizlerinin üzerine çökerek bebeği oğluna gösterdi. Bir yandan da çok hafif bir tempoyla sallıyordu, ancak yine de bebeğin ağlaması kesilmek nedir bilmiyordu.
Miraç bebeğin yüzüne bakıp öylece duraksadığında, güzelliğinin ne kadar çok olduğunu düşünüyordu.
"Kız mı, erkek mi?"diye sordu meraklı bir ifadeyle annesine.
"Kız,"diyen annesinin hemen ardından tekrar bir soru yöneltti.
"Adı ne?" Sorduğu sorunun cevabını dayısı Kenan verdi bu kez.
"Daha bulamadık. Var mı aklında bir isim delikanlı?"dediğinde düşüncelere daldı ufak beden.
Gözleri bebeği süzerken aklına bir şeyler getirmeye çalışıyordu. Dayısı ise bu konuda pek ciddi değildi. Küçücük çocuk daha sayı saymayı tam olarak bilmezken, nasıl bir isim bulabilirdi ki?
"Anne?"diye seslendi heyecanla Miraç. Siyaha yakın gözleri ışıl ışıl parlıyordu aklına gelenlerle.
"Hani sen bana diyordun ya, prensesler kahramanların ömürleridir diye?" Onu gülümseyerek onaylayan annesinin ardından usulca gülümsedi ve annesinin kucağında ağlayıp duran bebeğe baktı. Ağlamasa daha güzel olur diye düşünürken, dilinin ucuna geleni döktü.
"O da benim Ömrüm olsun mu?"
Sorduğu sorunun ardından odada ki herkes gülmeye başladığında yüzünü buruşturdu ve bebeğe yaklaştı. Yüz yüze geldikleri an ağlamayı kesen bebek öylece santimler uzağında ki koyu gözleri izledi. Odada gülen herkes ise bebeğin susmasıyla şaşkınlığa düşerek gülmeyi kestiler ve inanamayan tavırlarla ikiliye baktılar.
"Ömür'sün sen. Benim Ömrüm..." Mırıltısının ardından bebeğin alnına içinden gelen derin bir öpücük bıraktı.
Ve o anlara yüzlerinde ki tebessümle şahit olan çiftler, çoktan kararlarını vermişti...
***
"Benim anlamadığım konu, bana bakarken aklına bu ânının gelmesi tuhaf. Sadece dudağımın üzerine ayran bulaşmıştı. Ömür denen kız ne alaka?" Huysuzca mırıldanırken, kollarımı göğsümde bağladım.
Ölmüş bir kızın henüz bebekken Miraç'ı bu denli etkilemesi tüm enerjimi alıp götürmüştü benden. Ne diye anlat diye tutturdum ki?! Anlatmasa da olurmuş! 'Benim ömrüm' nedir ya! Burun kıvırarak başımı çevirdim.
"Ayran'ı çok severdi diye hatırlıyorum. Ve sûrekli dudaklarının üzerine bulaştırırdı. Ben temizlerdim..." daha fazla katlanamadan, "Tamam, yeterli bu kadar. Benim uykum geldi."dedim ters bir ifadeyle ve sandalyeden kalkarak masadakileri toplamaya başladım. Elimde ki tabaklarla mutfağa girdiğimde arkamdan mırıldanan çok kısık sesini duyar gibi oldum.
"Kıskançlık da vardı değil mi şu duygunun içinde? Hiç sevmem..."
Tekrar salona girdiğimde ortalıklarda filan yoktu. Yukarıdan tıkırtı sesleri ve gardolap kapıları kapanma sesi geldiğinde anladım yukarıda olduğunu. Masada duran fazlalıkları alarak mutfağa girdim ve birkaç dakikalık bir uğraş sonucu etrafı toparlayarak kendimi salonda ki koltuğa bıraktım.
Miraç belki de uyumuştur bilmiyorum fakat kendimde yukarı çıkacak gücü bulamadım ve koltuğa iyice kuruldum. Aklımda dönüp turan şey ise Ömür denen kızı kıskanıyor olmam. Böyle bir şey olamazdı. Hem o kız yaşamıyor bile. Ne diye kıskanabilirim ki? Farklı bir şey düşünmemek için kendimi zor tutuyordum ve bu çok zordu.
Geçen sürede ne ara koltukta uykuya daldığımı bile hatırlayamadım. Çok sürmedi diye tahmin ediyorum. Belki bir on dakika ya da yirmi dakika, hiçbiri değilse bile yarım saattir. Yorgunluktan ağır düşmüştüm uykuya.
Derin uykumda git geller yaşarken, Miraç'ın bana seslendiğini duyar gibi oldum ancak uyanmak yerine mırıltılarımla birlikte diğer tarafa döndüm.
Bölük pörcük hatırladığım şeyler; Miraç'ın söylene söylene beni kucağına alması, sonra merdivenlerden çıktığımızı ve beni bir yatağa yatırması. Sanırım duş almıştı, çünkü yoğun bir şekilde şanpuan kokusu alıyordum.
Başka da bir şey hatırlamıyordum.
.....
Sabah, güneşin gözlerime ilettiği alarm sinyali niteliğinde ışığıyla yüz buruşturarak diğer tarafa döndüm ve alışkanlık haline getirdiğim sert bedenin göğsüne doğru kıvrılarak uykuma kaldığım yerden devam ettim. Ya da devam etmek istedim.
Hissettiğim ağır bir duygunun beynime yolladığı basınçla gözlerimi araladığımda artık benimsediğim koyu irislerle karşılaştım. Beni izliyordu. Yine düşünceli.
"Günaydın,"diye mırıldandıktan sonra hafifçe esneyerek geri çekildim ve doğruldum. "Beni izlemeyi huy edindin." Gerçekten öyleydi. Ne zaman benden önce uyansa beni izlediğini farkediyordum.
"Karımsın. Seni izlemek en doğal hakkım."derken sırt üstü uzandı ve kollarını başının altında bağdaçladı. Derin bir nefes alarak yatak başlığına yaslanırken, üzerimde ki kül rengi tişörtü farkettim ve kaşlarımı çatarak Miraç'a baktım.
"Üzerimi değiştirmişsin?" Sadece bir tişört vardı üzerimde.
Kendi tişörtünü bana giydirmişti ve benim kıyafetlerim ise odada ki kanepenin üzerine bırakılmıştı. O an bir şeyler hatırlar gibi oldum. Hayal miydi yoksa gerçek mi bilmiyorum ama Miraç'ın dün gece benim üzerimi değiştirmesiyle ortaya serilen yanık izim yine onun odak noktası olmuştu. Sıcacık parmaklarını bacağımda ki yanık izin üzerinde hisseder gibi olup gözlerimi aralamış ve sonra tekrar kapatarak uyumaya devam etmiştim.
Cevap vermeden tavanı izlemeye devam etmişti. Gözlerimi devirerek, sesli bir soluk verdim usulca. Allah aşkına, sabah sabah yine neyi düşünüyor bu adam? Elimde olsa beynine sızar kitap okur gibi zihnini okurdum. Gerçekten merak ediyordum şu an ne düşündüğünü.
"Telefonunu alabilir miyim?" diye sorduğumda beni şaşırtarak bir tepki verdi ve çene ucuyla yanında ki komidini işaret etti.
Telefonunu onun üzerinden uzanarak aldım ve tekrar yatağa oturduğumda açılan bacaklarıma pikeyi örttüm. Göz ucuyla ona baktım ve sonra kafamı kaldırıp kısa bir an bomboş tavana baktım. Evet, cidden bomboştu. Başımı iki yana sallayarak telefona döndüm ve şifresiz telefonun arama sayfasından Emre'yi bularak aradım.
Kısa bir konuşmanın ardından Akın'ı ona ve Dila'ya emanet ederken, Dila konusunda kararsızdım. Anlaşamayan iki insanı nasıl aynı yerde tutabilirdim bilmiyorum ama en azından Emre'ye güveniyorum. Telefonu kapatarak Miraç'a döndüm. Göz damarları yorgunluktan mı bilinmez kızarmıştı.
"Uyumadın mı?"diye sordum emin olmak için.
"Uyudum." Bana bakmadan konuşması sinir damarımı canlandırıyordu.
"Ama uykusuz görünüyorsun."
"Sabaha karşı uyandım ve bir daha uyuyamadım."
"Neden?" Dediğimde sessiz kalan Miraç'a yaklaştım dizlerimin üzerinde. Elimde ki telefonu ise yatağa indirdim ve odağımı ona bağladım.
"Neden?"derken üzerine eğildim ve tavan yerine bana bakmasını sağladım. Başaradım da. Koyu gözleri bana çevrildiğinde durgun bir deniz gibiydi. Hani geceleri deniz, karanlıkta siyah gibi durur ya tıpkı onu anımsatıyordu şimdi ki gözleri.
"Kabus gördüm."dedi. "Orayı. O küçük karanlık odayı. Kendimi..."
"Tamam. Anlatma." Resmen çember misali dönmüştüm bir an da.
"Küçüktüm. Çok küçük. Yine aynı adamlar giriyordu odaya. Sonra... Sonra..." Gittikçe sesi kısıldığında susması için sağ elimin parmaklarını dudaklarının üzerine yerleştirdim.
"Şşhh... Tamam, geçti."diye şefkatle mırıldandığımda santimler ötemde ki yüzü kasıldı. Kaşları çatılırken sinirden dişlerini sıktığını farkettim. Dudaklarına yerleştirdiğim elimden bileğimi tuttu hızla ve dudaklarından uzaklaştırdı.
"Hiçbir şey geçmedi! Geçmeyecek."diye tıslarcasına konuştu.
"Geçti. Geçecek..."dedim inatla.
"O ânılar beynimin içinde. Geçmek bilmiyor! Unutamıyorum! S*ktiğimin ânıları her daim hatırlayacağım."
"Sen güçlüsün Miraç. Üstesinden gelebilirsin. O anılarla yaşayabilirsin." Dediğimde sinirle derin bir soluk verdi ve gözlerini sımsıkı kapattı.
"Ben güçlü filan değilim. Korkağın tekiyim. Sana bir şey itiraf edeyim mi? Kapalı alanda çok pis tırsıyorum."
"Biliyorum." Kapalı gözlerini açıp bana baktı. Bizi kaçırdıkları zaman tutulduğumuz odada farketmiştim Miraç'ın fobisini. Kasılıp duruyor ve zorla soluk alıp veriyordu. Sadece ben oradaydım diye kendini dinç tutmaya zorluyordu.
"Kaçırıldığımızda, tutulduğumuz odada farkettim. Ve beni korumak için dinç durma çabanı... Ama bak, demek ki isteyince üstesinden gelebiliyorsun. Sadece odak noktanı farklı şeylere yöneltmen gerek."diye söylenerek gülümsediğimde yüz kasları çoktan gevşemiş, normal haline dönmüştü. Koca adam, sinirlenince evrim geçiriyordu adeta.
"Ha şöyle..." Bileğimi gevşetmesiyle birlikte tekrar yüzüne yönelttim ve yanağına yerleştirerek avucumda sakallarını hissetmeye koyuldum.
"Şeytan tüyü var sende."diye homurdandığında kıkırdadım.
"Ya da melek..."dedikten hemen sonra elini başımın arkasına atarak kendine doğru çekti ve alnıma dudaklarını bastırdı.
İşte o an, içten gelen bir huzurla derince içlenerek, bir süre gözlerimi yumdum.
"Bugün bir işin var mı?" Geri çekilerek araladığım gözlerimi koyularına diktim.
"Niye soruyorsun?"
"Sen söyle."diye direttiğimde, "Ragip ilgileniyor."dedi.
"Güzel... O zaman ne yapalım biliyor musun? Bugünü kendimize ayıralım." Tek kaşını kaldırarak soru sorar niteliğinde bana baktığında omuz silkerek gülümsedim.
"Ne bileyim işte, bir yerlere gidelim. Tabii ilk önce kahvaltı yapalım çünkü ben çok acıktım. Sonrada dolaşalım biraz ama arabayla değil, yürüyerek. Bilmediğimiz sokaklara girip, çıkalım. Sonra..."
"Oldu. Sinemaya da gidelim istersen tam olsun?"diye yüz buruşturduğunda durgunlaşarak üzerinden geri çekildim ve yatağa tekrar oturdum. Dalga geçtiğimi sanıyordu. Tüm hevesim kaçtı birden. Onunla bir günlük bile olsa normal bir çift olmak için çabalıyordum. Neden anlamıyordu?
"Vazgeçtim. Tamam."derken ona bakmadan yataktan indim ve kanepede ki kıyafetlerime doğru ilerledim. "Sen de kalk artık üzerini giy istersen, eve gitmek istiyorum. Akın'ı öylece bıraktık. Yabancılık çekiyordur..."
Elime aldığım pantolonumu, tişörtümü ve hırkamı odada ki banyoya girerek üzerime geçirmeye koyuldum. Miraç'ın tişörtünü ise kirli sepete attım. Beyefendinin kıyafetleri burada vardı ve üzerine farklı şeyler giyebilirdi ancak benim burada üzerimdekilerden başka giyecek bir şeyim yoktu. Mecburen aynı şeyleri giymek zorunda kaldım. Hava sıcak olduğundan ise ince hırkamı elime almakla yetindim.
Banyoda işimi bitirip çıktığımda Miraç da üzerini değiştirmiş bir şekilde kapıya doğru ilerliyordu. Bu sıcakta siyah yakmaz mıydı? En azından bir değişiklik yaparak beyaz renk giyebilir? Kapıya yakın olduğumdan hızla önüne geçerek kulpu çevirdim ve önden ilerleyerek aşağı indim.
Bu eve veda ediyor oluşum ise içime şimdiden hasret tohumları ekiyordu. Umarım tekrar görürüm diye dua etmekten başka yapabileceğim bir şey yoktu. Her detayı özenle işlenmiş evden çıkarak arabaya yerleştim. Sessizliğimden ona kırıldığımı anlıyor muydu bilmiyorum. Yine de attığım duygu triplerine devam ettim. Ne vardı bu günü ikimize ayırsa?
Şifreli kapıyı açması ve arabaya yerleşerek çalıştırması, bahçeden çıkmamız ve sonra Miraç'ın tekrar arabayı durdurarak inmesiyle gizliden onu süzme işim çok iyi ilerliyordu. Şifreyi tekrar kurarak geri geldiğinde kollarımı göğsümde bağlamış sağımda ki kaldırıma bakıyordum.
Açken beynim nasıl çalışıyor bilmiyorum ama zihnimi rahatsız eden düşünceleri her defasında geri püskürtüyordum. En sonuncusuna ise gücüm yetmedi. Düşünmemeye çalışıyordum ama ne yapsam da söküp atamıyordum zihnimden. Bir defa o toprağa tohum ekilmişti. Ve büyüyüp, filizlenmişken kökünden söküp çıkaramazdın. Toprak izin vermezdi bir kere. Ve ağaç misali dilim, döktü içimde birikim sağlayan cümleyi.
"Benim alnımdan öptüğünde ne hissediyorsun?"diye mırıldandım dakikalar sonra. Kırılarak parçalara ayrılan sessizliğin sivri uçları kurduğum kelimenin harflerini kana buladı.
"Ne saçma bir soru bu?" Anlamadı beni. Hala sağ tarafımdan yolu izliyordum ona bakmadan ancak sesine kıyasla nasıl bir ifadeyle baktığını tahmin edebiliyordum. Muhtemelen gözleri kısılmıştı.
"Benim alnımdan öperken, ne hissediyorsun?"diye tekrarladıktan hemen sonra koltuğa yaslanmış başımı ona çevirdim. "Yani o kız doğduğunda... Ömür. Ona bu ismi sen vermiştin, hem de alnından öperek. O an ne hissettiğini anlatır mısın?"
"Hatırlamıyorum."dedi direkt kaşlarını çatarak.
Miraç Uluhan yalan söylüyordu. İlk defa bana yalan söylüyordu. Buruk bir tebessüm oluştu yüzümde. Hatırlıyordu biliyorum. O anları unutmayan adam, ne hissettiğini asla unutamazdı. Öyle ki dikreksiyonu gereksiz bir sinirle sıkması bunu kanıtlar nitelikteydi. Yine de buna üzülmedim. Çünkü Miraç, beni kırmamak için yalan söylüyordu. Sırf ona olan hislerimi itiraf ettim diye, başka birine olan hislerini anlatıp beni üzmek istemiyordu biliyorum işte.
Dakikalar sonra araba bir kahvaltı salonunun park alanında durduğunda şaşkınlıkla duraksadım. Miraç ise torpidoyu açtı ve iki güneş gözlüğü eline alarak birini bana uzattı. Elime aldığım güneş gözlüğüyle birlikte beraber arabadan inerken, hala şaşkınlığımı atamamıştım üzerimden.
"Eve gideceğimizi sanıyordum?"diye sorar bir ifadeyle konuşurken, arabanın açık kapısını örterek ona doğru ilerledim. Kafe'ye giriş kapısı onun tarafındaydı. Çay Bahçesi adında ufak bir tabelası vardı giriş kapısının hemen kenarında. Altına da Kahvaltı Salonu eklemeyi ihmal edilmeyen tabelanın bahsedildiği salon tamamen kafe tarzındaydı. Alt katta bahçesi varken, üst katta teras bölümü bulunuyordu. Dışarıdan gayet güzel bir görünüşü vardı.
"Hayır, eve gitmiyoruz."derken elindeki gözlüğünü gömleğinin kenarına yerleştirdi. "Bugün yapılacaklar listesine baktım da, beni saracak pek bir şey bulamadım."
"Ha ben seni sarıyorum?"derken istemsizce güldüm. İşte şimdi keyfim yerine gelmişti. Elimden gözlüğü aldı ve başımın üzerine, saçlarımın arasına yerleştirdi. Daha sonra sol elimi parmakları arasına sıkıştırarak kafe görünümlü şirin yere doğru ilerlemeye başlarken, sorumu cevapladı.
"Gün boyu seninim güzelim..."
***
Kim derdi ki; Miraç Uluhan hani şu karanlığın efendisi, yüzü sürekli öfkeli görünen, inanların ona yaklaşmaya çekinen koyu bakışlı adamım benimle el ele tutuşmuş sokak turlayacak?
Hadi ama, daha bu sabah dalga geçmişti bu düşüncemle.
Ne değiştirdi kararını bilmiyorum ama bundan oldukça memnunum. Arabayı park alanında bırakmış, kahvaltıdan hemen sonra elimden tutarak ara sokaklara daldırmıştı bedenimi. Ve ben yine ve yine şaşkınlıktan onun sürüklemesiyle hareket ediyordum.
Sonrasında ise nihayetinde bu hislerden kurtuldum ve anın tadını çıkarmaya başladım. Güneşten kaçmış gölge içinde saklanan sokaktan başka bir sokağa saptığımızda güneşin yakıcı sertliğiyle gözlüklerimizi gözlerimize takmıştık. Her ne kadar ben kör bir dilenci misali görünsem de, Miraç her zaman ki kusursuzluğuyla kendini gösteriyordu. El ele dakikalarca sokakları turlarken durmadan konuşuyor ve saçma sapan sorular soruyordum.
Amaç sadece sohbetti. Ve inanılmaz keyifli.
Küçük bir bakkaldan soğuk su alarak yolumuza devam ettik, nereye gittiğimizi bilmeden. Adımlarımız ise ne hızlı ne de yavaştı. Kırık dökük sokaklarda dolanırken, oyun oynayan çocukların arasına karışmıştım. İp atlayan küçük kızlarla bile çocuklaşmıştım kahkahalara boğularak ve olmazsa olmazlardan birkaç kare fotoğraflar çekildik. Çektim daha doğrusu. Miraç'ın düz bir ifadeyle telefonun kamerasına bakması işleri biraz zorlamıştı. Ancak ondan gizli onu çektiğim fotoğraflar çok daha iyidi bence.
Saatler sonrasında bir kapalı çarşıya girdik. Bir mağaza önünde duraksayan Miraç, kararsız birkaç saniyenin ardından sert dilli bir zorlamayla bir şeyler aldırmıştı bana. Bir iki alt üst denesem de gerisini denemediğime rağmen umursamadan fiyatını ödedi. Gece yatmalık eşofman takımı aldığında ise nedenini sormuştum ve yine cevapsız kalmıştı sorum.
Saat beş veya beş buçuk civarı kendimizi sahil kenarında bir banka bıraktık. Güneş ise yavaştan kendini gizlemeye başlamıştı. Ben gözlüğümü başımın üzerine itmişken, Miraç gömleğinin kenarına yerleştirdi.
"Ee, sırada ne var?"derken arkasına yaslanarak iyice yayıldı bankta.
"Bilmem,"dedim omuz silkerek. "İsteğim bu kadardı. Fazlasını bile yaptın." derken ayaklarımızın dibine bıraktığım karton poşetleri işaret ettim.
"Gün boyu seninim demiştim?" Sanki onu gün boyu süründürmemi bekler bir ifade vardı yüzünde.
"Ne yani, saat on ikiden sonra balkabağına dönüşecek değilsin ya." Alaylı bir ifadeyle gülerek, yerimde kıpırdadım ve bankta ona doğru çevirdim bedenimi.
"Kendin bilirsin. Bir daha böyle bir fırsat eline geçmez." Dirseklerini iki yandan bankın sırt tarafına yaslarken bir bacağının bileğini diğer dizinin üzerine attı.
Tasarladığı şu pozisyonla yanımızdan geçmekte olan iki kızın gidene kadar gözleri Miraç'a dikilmiş, yetmedi hayallerinde yiyip bitirmişlerdi. Kaşlarım çatılırken sinirle solumak bir yana kızlara tip tip bakmakla yetindim. Miraç'ın ise dünyadan habersiz gözleri rastgele etrafı turluyordu. İstemsizce Miraç'a doğru yaklaştım ve sağ dizimi kırıp bankın üzerine yaslarken sol ayağımı Miraç'ın bacaklarının altında ki boşluktan geçirdim. Evet gayette rahattım.
"Sana bir soru soracağım."diye mırıldandığımda etrafı turlayan siyahi mercekleri benim kahve gözlerime yerleşti.
"Kararını ne değiştirdi? Yani, sabah gününü bize ayırmaktan yana değildin..."
"Keyfim öyle istedi,"diyerek omuz silktiğinde inanamadım ve ısrarlı bakışlar iletmeye koyuldum.
İnat barındıran bakışlarımı farkeden Miraç vazgeçmeyeceğimi anladığında, sıkıntılı bir ifadeyle dizinin üzerinden ayağını indirdi ve dirseklerini de bankın sırt bölgesinden ayırarak doğrulduğunda ona olan mesafem gittikçe azaldı. Her ne kadar bacaklarımız birbirine değse de hala banka yaslı olduğundan mesafe vardı aramızda ama şimdi ki tüm yolu tek tek çıkmaza sokmuştu. Derin bir nefes aldı ve diliyle dudaklarını ıslattı.
"Sadece..."diye mırıldanırken eli havaya kaltı ve yüzüme doğru süzüldü. Saçlarımın birkaç tutamını kulağımın arkasına doğru iterken kalbimi coşturan sesini duydum.
"Hak etmediğim halde beni bu denli severken, senin için bir şeyler yapmak istedim." Gözleri gözlerimde, parmak uçları yanağımda.
"Bana, beni sevdiğini söyleyen çok kişi oldu. Ama ben tek bir kişiye inandım... Ve onu kaybetmemek için elimden geleni yapacağım..."
Söyledikleri beni bitirdi. Midemde bir şeyler vardı sanki ve fokurdayıp duruyordu. Karnıma ağrı saplanıyor, kalbim kulaklarımda atıyordu. Ne ara biz bu duruma geldik bilmiyorum ama iyi ki gelmiştik. Nefes alamamak tabii iyi miydi bilmiyorum. Yine de...
Birbirimizi sevmek varken, kırmak neden?
"Beni kaybetmek istemiyorsun ö-öyle mi?" Titriyordum. Gözlerim mutluluktan olsa gerek dolduğunda içten gülümsememi bahşettim ona.
Nefessiz kalıyordum adeta. Bu cümlesi bile bana yeterliydi. Varsın bana 'Seni seviyorum' demesin! Işıldayan koyu bakışları bana böyle baksın başka söze gerek yoktu. Sağ elim, yanağımda duran iri ve sımsıcak elinin üzerine yerleşti.
"Seni kaybetmek istemiyorum."dedi her kelimesine ayrı bir baskı uygulayarak.
"Gülümse o zaman." diye fısıldadım. Beni sevmesinden daha çok istediğim şeydi bu. Sadece gülümsesin. Kaşları çatıldı bir an. Elini geri çekeceği zaman, "Lütfen Miraç."diye devam ettim. "Sadece bir kez."
"Ben..."deyip sustuğunda, "Lütfen. Sadece bir kerecik olsun gülümse."diye tekrarladım.
"Baskı uygulama bana." İtiraz içeren sesinin ardından tutamadım eli avucumdan kaydı ve büyülü an toz olup dağıldı. Tekrar banka yaslandığında, şaşkın ancak bir o kadar çaresiz bakışları denize doğru çevrildi.
"Ha deyince gülecek değilim. Hem de ortada bir sebep yokken. Deli miyim ben." Sözlerinin kendine yönelik olduğunu adım kadar iyi biliyordum. Kendini kandırmaya çalışıyordu. Yabancı geliyordu bu hisler ona.
"Ortada bir şey olsa güleceksin sanki,"derken gözlerimi devirdim.
"Ne var yani biraz böyle gülsen?" Ellerimle iki yanağını tutarak, yay şeklinde yukarı doğru kaldırdığımda bileklerimden tutarak yüzünü ellerimden kurtardı.
"Saçma safan hareketler yapmasana."diye kızmasına rağmen pes etmedim. Gerçekten sinirlenmiştim ve baskı gelen sinir duyguma karşın ne yaptığımı bilmez haldeydim.
"Hayır yani, çocuk güldürür gibi şebeklik mi yapayım sana! Ce-E mi yapayım?"derken bile nanik yapıyor, kulaklarımı kaldırarak yüzüme şekiller veriyordum.
"Böyle mi yapayım?" Yanaklarımı iki yandan tutarak gerdim ve dişlerimi orataya çıkararak gözlerimi şaşı yaptım.
Şu an ne şekilde beni izliyordu bilmiyorum lakin kesinlikle bir deliye bakar gibi bakıyordur. Ama ne düşündüğü umurumda değildi. Hani beni kaybetmemek için ne istersem yapardı? Gülümsemek bu kadar zor değildi. Daha ilk dakikadan beni yanıltmıştı.
Sonunda oflayarak duraksadığımda saçıp başım dağılmıştı. Gözlerimin önüne gelen bir tutamı dudaklarımı büzerek üfleme çabam boş olduğunda Miraç'ın ne yaptığına baktım. Elini sallayarak birine veya birilerine bir şeyler mırıldanan adam tüm şüphemi kendine çekti ve anladıklarımla birlikte gözlerim irileşti.
Yoldan geçen insanların tuhaf bakışlarına yönelik, benim bir deli olduğumun işaretini yapıyordu!
"Miraç!" diye sinirle söylenerek hızla saçlarımı düzelttim ve başımın üzerinden kaymakta olan gözlüğümü tekrar yerleştirdim yerine.
"Çok kötüsün!"
"Bilmediğim bir şey söyle."
"Seni güldürmeye çalışanda kabahat!"
"Neden basit bir gülümsemeyi bu kadar kafana takıyorsun ki?"
"Gülümsemek basit bir duygu değil." Bankın üzerindeki bacağımı indirerek kendimi toparladım ve ayağa kalktım. Poşetleri elime alarak ona doğru döndüğümde çatık kaşının altından beni izliyordu.
"Kendini altı yaşında ki Miraç ile kıyasla. Kardeşin ile oyunlar oynarken ki gülümsemen, Ömür denilen kızı alnından öperken ki gülümsemen... İşte o gülümsemeyi o yıllarla birlikte kapalı bir kutuya kilitlemiş gibisin sen Miraç. Seni yargılamıyorum yanlış anlama ama neden bir an bile olsun her şeyi boş verip yeniden gülümsemiyorsun?"
Söylediklerimde ne kadar haklıydım bilmiyorum. Belki de dediği gibi bunu fazla abartıyor, takıntı haline getiriyordum. Amaç sadece bir gülümseme olabilirdi ama bedene kattığı duygu pahabiçilemezdi.
Hayata bir defa geliyorsun ve günlerini intikama, hırsa, öfkeye, ölüme, kavgaya vs. vermek yerine sadece mutlu olup gülümsemek çok mu? Galiba fazlaydı bu isteğim. Miraç sessiz kaldığına göre... Dudaklarımı aralayarak sessizliğine kılıf uyduracakken başka bir ses aramıza girdi.
"Yakışıklı oğlum, vereyim bir tutam gül. Neşeniz artsın." Çiçekçi teyzenin söylediği söze mi gülsem, yoksa Miraç'ın bana gül alacağına mı? İkisi de imkansız gibi duruyordu şimdilik. Ne neşe ama?! Çiçekçi teyzeye bakarak kaşlarımı kaldırdım hafiften.
"Neşeniz artsın derken teyzeciğim? Bizim mi neşemiz var?" diye söylendim sitemli bir ifadeyle.
Teyzenin üzerinde çiçek desenli bir etek ve dar beyaz bir buluz vardı. Saçının kenarına yerleştirdiği plastik bir çiçekle gerçekten tatlı duruyordu. En az kırkbeş, elli arasında vardı yaşı. Benden biraz kısa ve koluna astığı çiçek sebetinde çeşit çeşit çiçekler doluydu. Gözlerime çakışan farklı şey ise beni şaşkınlığa soktu.
Yeşil gül?
"Tabii siz ya, az önce pek de tatlıydınız. Allah'ım esirgesin çok yakışıyorsunuz zaten o ayrı. Hele evladım, yanında ki şu kız, az önce yüzüyle şekiller yaparken nasıl da gülümsedin ona bakarak. Aha o mesafeden gördüm ben, gözlerinin içi parlıyordu..."
İrice açılmış gözlerimi teyzeye dikmiş bakarken, söyledikleriyle donup kaldım adeta. Bu gerçek olamazdı değil mi? Miraç'dan bahsediyor olamazdı. Az önce saçma salak yaptığım şekillere gülmüş olamazdı. En kötüsü; bunu görmemiş olamazdım!
"Ne?"derken şok geçirmiş bir bedenin dağılmış haliyle Miraç'a döndüm. Banktan yavaşça doğrularak ayağa kalktı ve bir elini geriginlikle saçlarına daldırdı.
"Bu adam, az önce gülümsedi mi?" Kendi kendime konuşur gibi fısıldamıştım ancak beni duymaları mucize gibiydi.
"Gülümsedi tabii,-"diye devam edecekken Miraç kadının sözlerini yarıda kesti.
"Neyse teyze bizim işimiz var, sen ver bir tane gül biz de yolumuza bakalım." İfadesiz çıkarmaya çalıştığı sesi gayette suçluydu. Kendi bile gülümsediğinin farkındaydı ama bunu benden gizledi. Nasıl yapar bunu ya?!
Sinirle onu beklemeden ilerlemeye başladım. Güne ne güzel başlamıştık oysa. Ne umutlarla gelmiştim ben buraya. Ne hayaller biriktirdim zihnimde. Ama Miraç bey hepsini yıksın!
"Bekle."diye seslendiğinde nereye gittiğimi bile bilmeden yoluma devam ettim. Arabayı nereye park etmişti bu adam!
"Zeliş, bekle... Dursana." Kolumdan tutarak beni durdurduğunda başımı eğerek ona bakmadım. Önüme geçti.
"Bak, sana yemin ederim ben de farkında değildim. Bir an da oldu. Ben bile şaşkındım." Elini çenemin altına yerleştirerek başımı kaldırdı ve kendine bakmaya zorladı.
"Yıllar sonra gülümsedin. Ama ilk gören ben olmadım."
"Ne önemi var, önemli olan bunu başarman değil mi?"
"Ama..."diye devam edecekken beni susturdu.
"En azından gülümsediğimi biliyorsun. Kör birinin büyük aşkını düşün. Hiç umudu yok hayalden başka. Ama senin tekrar başarıp bunu görme ihtimalin var."
Söyledikleriyle içimde ki kırıklar bir bir kapanıp yerine yeşillikli bir ormana bıraktığında olumlu anlamda başımı salladım. Doğruyu söylüyordu. En azından tekrar başarıp onu gülümsetebilirdim değil mi? Yani umut hala var...
Diğer elinde duran yeşil gülü kaldırarak bana uzattığında inanamayarak güldüm.
"Gülme,"diye homurdandı huysuzum. "Kadın ısrar edince almak zorunda kaldım. Yeşil gülü kendi seçerek verdi. Plastik."
"Daha iyi ya, solmayacak hiç bir zaman."derken elinden aldım çiçeği ve incelemeye başladım.
Gerçekten de plastikti.
"Neyse," Çiçeği tutan elimin bileğinden yakalayarak beni de beraberinde ilerletmeye koyuldu.
"Sorun çözüldüğüne göre karnımızı doyuralım. İleride bir yerde, köfte ekmek satan büfe görmüştüm."
"Sence tekrar şebeklik yapsam gülümser misin?"diye mırıldandım hevesli bir sesle. Umursamadı. Beni duymazdan gelerek ilerlemesi ise sorumun cevabını yanıtlıyordu aslında.
"Dil çıkarabilirim?"
"Gözlerimi şaşı yapsam tekrar? O da mı olmaz?..."
***
"Yeşil gülün anlamını biliyor musun?"
Elimde ki dürümden bir ısırık daha alarak ağır ağır çiğneyip yuttuktan sonra derin bir nefes aldım. Açık alanda, deniz kenarında bir büfenin önündeydik ve ufak taburelerin üzerinde oturuyorken, ekmek arası köftelerimizi yiyiyorduk.
"Hayır," diye cevapladım onu. "Bilmiyorum."
İlk defa görmüştüm zaten. Gözlerim tahta masanın üzerinde ki çiçeğe kaydı bir an. Arabayı tahminen yarım saat kadar bir yürüyüşün ardından bulmuştuk ve henüz on dakika önce buraya gelmiştik. Miraç buraya kadar yürümeyi önerse de ben gün boyu yürümekten yorulmuştum. Geri dönüşte, buradan Çay Bahçesi önünde bıraktığımız arabaya kadar yürüyecek tâkat kalmazdı bende.
"Yeşil gül, dünya üzerinde kavuşamayan çiftleri temsil ediyor. Sadece Cennet'te yetişir."
"Sadece Cennet'te mi?"diye sordum şaşkın ve bir o kadar meraklı bir sesle. Başını sallayarak beni onaylarken son lokmasını ağzına attı ve oturduğu yerden arkasına dönerek büfe sahibine seslendi.
"Dayı, bana bir yarım ekmek daha hazırlasana sana zahmet."
"Hemen evlat." diye cevaplayan amca tekrar işinin başına döndüğünde Miraç da bana baktı yeniden. Nasıl bir iştah bu yahu? Ben daha yarım ekmeğin yarısındaydım.
"Yeşil gülün bir diğer anlamı ise güvendir. Gerçek duygularıyla birbirine bağlı çiftlerden biri öldüğünde, diğeri ona kavuşmayı bekler. Birbirlerine güvenle bağlılardır. Ve o an geldiğinde Cennet'te kavuşurlar. Her kavuşan çiftin ardından Cennet'te bir yeşil gül filizlenir..."
Her bir cümlesiyle gerilen bedenimin ardından ürperir gibi oldum. Yeşil gülün anlamının bu kadar derin olduğunu bilmiyordum. Bir o kadar da güzel bir anlam içerdiğini.
"Dünya da hiç mi yok?"
"Tek tük var tabii ama hepsi bilim adamlarının üzerinde oynadığı çakma güller."derken bundan rahatsız olur gibi yüz buruşturdu. "Farklı renk güllerin üzerinde çalışmalar yaparak, yeşile çeviriyorlar. Ama bu deneyle birlikte güllerin kokusu ölüyor. Önemli olan da bu zaten, yeşil gülün eşsiz kokusu. Onu bulmayı henüz kimse başaramadı."
"Çok garip."diye mırıldandım masa üzerine bırakmış olduğum yeşil güle kısa bir bakış atarken.
"Öyle..." demesinin ardından derin bir iç çekti ve daha sonra ayağa kalkarak tekrar sipariş ettiği ekmek arası köftesini almaya gitti.
Geri geldiğinde ise tek kelime etmemiş, dürümlerimizi bitirmeye koyulmuştuk. Miraç hesabı ödedikten sonra ise kararan gökyüzünün altında ağır ağır ilerleyerek arabaya yerleştik.
Miraç arabayı hareket ettirerek yola akıtırken kemerimi bağlamış, koltuğa yaslanarak dalgın dalgın yolu seyirediyordum. Sessizliğin sürdüğü dakikaları katleden Miraç ise en sonunda radyoyu açtı. Ve ilk çıkan şarkıyı duymamla birlikte gülümsedim. Ancak Miraç beğenmemiş olacak ki değiştirdiğinde hızla ona döndüm ve elini radyonun düğmesinden iterek az önce ki şarkıyı açtım.
"Bu kalsın." Deyip koltuğa kuruldum tekrardan. Pek üstelemedi doğrusu.
Kendi tarafında ki pencere açıkken dirseğini yasladı ve arabayı ışıklarla aydınlanmış yolda ilerletmeye devam etti. Ben de yüzümde ki tebessümle birlikte severek dinlediğim şarkıyı mırıldanmaya başladım. Sesim çok kötü denilmezdi ama iyi de denilmezdi. Ortalarda bir şey. Yine de bu benim şarkı mırıldanmama engel değildi. En azından çok kısık bir sesle.
Bir gün bir çılgınlık edip
Seni sevdiğimi söylesem
Alay edip güler misin
Yoksa sen de sever misin
Şarkıya kısık bir sesle eşlik ederken gözlerimi kapattım. Şarkının sözlerinden mi bilinmez, kapalı göz kapaklarımın ardında canlanan sahneyle dün gece yaşananları anımsadım ve sözleri şarkıyla birlikte tekrarladım.
Bir gün bir çılgınlık edip
Seni sevdiğimi söylesem
Alay edip güler misin
Yoksa sen de sever misin
Onu sevdiğimi söylediğim an parlayan gözlerini ölsem unutmam. Dünden beri sanki dünya tersine dönmüş ve biz normal bir çift gibi günümüzü gün etmiştik. Derin bir nefes aldım ve gözlerimi açarak ona baktığımda, hissetmişcesine kısa bir an dönüp bana baktı.
Cesaretin var mı aşka
Çarpıyor kalbim bir başka
Sen de böyle sevsen keşke
Desen bana yar
Gerçekten biz anormaldik sanırım. Bir gün kavga ederken ertesi gün iyidik. Bu bazen bir dakika bile sürmüyordu. Kavga etsekte, birbirimizi kırsak da aramızda görülmeyen bir ip varmış gibi yine birbirimize çekiliyorduk.
Cesaretin var mı aşka
Çarpıyor kalbim bir başka
Sen de böyle sevsen keşke
Desen bana yar
Söylemese de olur. Bunu hissettirmesi bile yeterli geliyor bana. Dilinden dökülmesi kanıt değil ki.
Ve aklımdakini dökercesine şarkı sözleri konuştu yerime.
Konuşmadan gözlerinle
Beni sevdiğini söylesen
Yüreğime gözlerini
Ölene dek mühürlesem
Konuşmadan gözlerinle
Beni sevdiğini söylesen
Yüreğime gözlerini
Ölene dek mühürlesem
Şarkı söylemeyi keserek Miraç'a doğru yöneldim ve sağ omuzuna başımı yaslayarak iki elimle koluna sarındım. Artık bu yakınlaşmalar garip gelmiyordu bana. Aksine, olması gereken buymuş gibi hissediyordum. İşte şarkı eşliğinde hissedilen bu duygu, tarifi imkansız betimlemelerle doluydu.
Cesaretin var mı aşka
Çarpıyor kalbim bir başka
Sen de böyle sevsen keşke
Desen bana yar
Cesaretin var mı aşka
Çarpıyor kalbim bir başka
Sen de böyle sevsen keşke
Desen bana yar
Nereye gittiğimizi bilmeden ilerlediğimiz yolda dakikalarca çalan şarkı sonlandı ve yerine farklı bir müzik çaldı. Ancak bir önce ki gibi bizi alıp farklı cephelere sürükleyecek kadar etkili olmadığından radyoyu kapattım ve eski konumuma tekrar döndüm.
Başım boyun girintisine yakın, kokusu dibimde, teni avuçlarımda.
Ve fısıldadım dilime kadar tüneyen cümleyi Miraç'ın kulağına doğru.
"Cesaretin var mı aşka adam?..."
***
BÖLÜM SONU...
*Yeşil Gül'ün anlamı efsanevi bir bilgidir...
*Bölüm nasıldı?
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro