Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

AŞKIN İKİ YÖNÜ

Hoş geldiniz,
Nasılsınız?

Çok özlemişim buraları! 🤍

Yeni bir kurgu ile sizleri baş başa bırakıyorum, iyi okumalar!

Ellerim ceplerimde yapabildiğim tek şeyi, yapmayı en çok sevdiğim şeyi yapmaya O'nun kapısına, yine O'nda teselli bulmaya gidiyordum.

Aynaya baktığımda gördüğüm kişiden ben memnun değildim fakat o karşısında gördüğü yüzden o kadar memnundu ki dünyanın en güzel yüzü bana ait gibi hissediyordum, sadece onun yanında, sadece belirli zamanlarda, sadece kısa konuşmalarımızda.

Beni bu hayatta en çok o sevsin istiyordum, kısa konuşmalarımızda, iyi geçindiğimiz anlarda zaten en çok o seviyordu.

Ayağımdaki bez spor ayakkabı sanki metalden yapılmış gibi yük oluyordu üzerime, sürüye sürüye yürümekten başka çarem kalmamıştı. Zaten, yürümekten başka çarem mi vardı benim?

Abartma huyumu kesinlikle birinden almıştım ama kimden aldığımı kestiremiyordum.
Aslında bir noktada içten içe biliyordum kimden aldığımı da çoğu zaman çözemiyordum.

Annem miydi bu huyun asıl sahibi ve önderi yoksa ablam mı?
Birbirleriyle yarışırlardı en nihayetinde. Ben yarışı o kadar arkadan takip ediyordum ki, biraz benzemiştim sadece.

O ihtişamlı evinin önüne geldiğimde gülümsedim ve yanda duran eve baktım. Kocaman evleri dolduramayacak kadar küçüktük, ne gerek vardı sahi bu abartıya?

Benim evim o kadar da büyük değildi, yanında duran boş evde kalmama izin yoktu sonuçta.

Zile basmak yerine elimi yumruk haline getirerek yavaşça kapıya vurdum, 3 kez. "Tık, tık, tık" ilk ikisi güçlü sonuncusu ise belirli belirsiz, çokça sakin bir vuruş. Geldiğimi anlasın istemiştim. Bilirdi çünkü, beni en iyi o tanırdı ve kapıyı çalışımdan, ayağımı yere sürüye sürüye yürüyüşümden beni görmeden ve asla bana bakma gereği duymadan tanırdı.

Kapı heyecanla açıldı.
Ya da ben öyle açılsın istedim.
Sonuçta, beni görmek dahi istemiyor olabilirdi.

"Yavru?" dedi, şaşkınlığını asla gizleme gereği duymadan.

Hiç sevmediğim ve sevmediğimi bildiği o kelimeyle hitap etmişti. O da sevmiyordu ki, nefret ediyordu. Babasının ağzından düşürmediği kelimeden benden çok kendisi nefret ederdi. Demek ki hala sinirliydi bana. Yoksa, asla böyle hitap etmezdi. Kendince sınır çekme hareketi bu oluyordu, bana sessiz sedasız yerini bil diyordu. İsmimle hitap etse, bu kadar net bir anlam çıkartamayacağımı çok iyi biliyordu.

Dikkatle beni inceliyordu, gözlerimin tam altında yer alan mosmor halkaya mı bakıyordu bu kadar şaşkınlıkla diye düşünmeden duramadım. Beni bir daha hiç görmeyeceğine emindi belki de geçirdiği günlerde. Kabul etmem gerekirse benim de onu bir daha hiç görmeyeceğime emin olduğum bir zaman dilimi olmuştu geçmişimde. Tekrar gördüğüm ilk an, anlamıştım. Ben onu hep görecektim, ömrümün sonuna kadar. Her acımızda her sevincimizde, yaşanacak bütün özel günlerde bir arada olacaktık, yüz yüze gelecektik. O da bu fikre alışmalıydı artık.

Hatta, düşünmek dahi istemesem de ikimizden biri diğerinin cenazesine katılmak zorunda kalacaktı. Biz, iki değişik ruhlu kabul etse de etmese de tüm bağlarımızı hiçbir zaman diliminde tam anlamıyla kopartamayacaktık.

Tamam, evlense düğününe katılmak zorunda olmazdım belki ama kesin çocuğu olacağı haberini ilk ben duyardım. Bazı ilişkiler, sonunu düşünmeden yaşanmaya başlanırdı. Biz de düşünmemiştik, ne geçmişi ne geleceği tam anlamıyla kopartamayacaksak mesela hiç başlamamalıydık.

Bizimkine ilişki denilebilir miydi?

"Gelebilir miyim?" diye sordum ve cevabını beklemeden kapıyı elimle iterek içeri girdim. "Benden kurtulamayacağını öğrenmiş olman gerekiyordu." dedim, sahte gülücüklerimle.

"Öyle bir şey hiç düşünmedim." Kapıyı sakince kapattı. "Aksine, çok emindim sakinleşip döneceğine."

Gitmek istedim. Bir daha dönmemek üzere gitmek istedim. Beni kaybetmekten bir saniye bile şüphe duymamasını ben sağlamıştım, şimdi ise bu algıyı tamamen yıkmak istiyordum. Artık çok geçti, belli ki benim anladığım kadar o da anlamıştı, biz asla birbirimizden tam anlamıyla kopamayacaktık.

"Evet," mutfağa yöneldim. "Döndüm işte. Şarap var mı?"

Arkamda hızlanan adımları elleri omuzlarıma dokunduğunda durmuştu. "Çiçeğim," dedi, o en sakin tonuyla. Siniri hemen geçmiş miydi? Yoksa artık tam anlamıyla delirdiğimi mi düşünüyordu?

"Bana şöyle hitap etme!" Derin bir nefes aldım ve omuzlarımı ellerinden kurtardım. "Lütfen." dedim sakince, "Söyleme."

Arkamdan çekildi ve başını kınarcasına iki yana sallayarak mutfak tezgahına yaslandı. Hareketlerimin ne anlama geldiğini çözmeye çabalıyor olmalıydı. "Bu hitabı sevdiğini sanıyordum." dedi, alay edercesine. Normal haline dönmüştü. Sen benimle dalga mı geçiyorsun? diye bağıracaktı birazdan, çok emindim. Haklıydı. Dengesizliğimle onun dengesizliği buluştuğunda harika bir çift oluyorduk!

"Şarap?" dedim sorar tonda. "Yok mu?"

Mutfak tezgahından vücudunu ayırdı, kolu kolumu sıyırarak yanımdan geçti. "Yerini biliyorsun, hangisini içmek istiyorsan aç iç. Benim uykum var."

Ses tonu sertti. Eskiden bu kadar sert olmadığına emindim. Mesela ona ilk aşık olduğum günü hatırlıyordum, çok net. O gün yumuşacık sesi tüm boynumda gezmişti de o benim vücuduma yüz metre yakında bile değildi. Gözleri gözlerime işte o kadar uzaktan değmişti, tüm ışıklar üstündeydi. Işıkların onu parlatmadığı anlarda dahi doğal bir ışığı vardı. Yüzünde, gözlerinde, dudaklarında, boynunda ve vücudunun geri kalan her milimetresinde. Bana baktığının bile farkında değildi de, gözleri hep beni bulmuştu.

Olmaktan en çok keyif aldığı yerde, sahnede, en sahici oyunculuğunu gerçekleştiriyordu. Kendi yazdığı tiyatro oyununun baş karakteri hayatından o kadar iz taşıyordu ki bana değen gözlerinde hep bir anlam aramıştım. Gözlerindeki o bakışın, benim anlam zannettiğim hareketin baktığı her kadında canlandığını çözmem kısa sürmüştü. O anlamı, gerçekten bana ait olduğuna yürekten inandığım o anlamı bulmam ise çok uzun zaman almıştı.

Ne kadar amatördü oysa, kendi hayatını onca insanın gözü önüne serip alkış alma isteği sonradan çok mantıksız gelmişti. İsteseydi eğer, ben tüm gördüklerimle onu alkışlardım. Tüm yaşadıkları için her saniye, avuçlarım yanana kadar alkışlardım. Biraz dinlenir, onu takdir etmeye devam ederdim.

Hayattaydı sonuçta, her şeye rağmen o kadar derinden batırmıştı ki tırnaklarını hayatın bir köşesine, bunu ben her saniye takdir ederdim.

Bana değdiğinden çok emin olduğum o bakışların bilinçli olmadığını ise çok sonra fark etmiştim. Hızlı hızlı atan, O'nun tarafından deliler gibi sevilmek istenen yüreğim ona karşı ilk o gün kırılmış, o hiç hissetmemişti. Gözyaşlarımın ıslaklığı sanki hep yanağımdaydı, gerçeklerle yüzleştiğimde yanağımda oldukları gibi şimdi de varlardı. Islak, kırgın, küçük bir kız çocuğu gibi hissetmekten bir adım öteye gidemiyordum.

Sanki giden ben değilmişim gibi.
Sanki böyle davranması hakkını eline tekrar, tekrar ve hiç yılmadan tekrar veren ben değilmişim gibi.
Hiç sevmemişim gibi, bir kez olsun isteyerek o dudakları öpmemişim gibi konuşup giden ben değilmişim gibi.

Her şey onun suçuymuş gibi hiç utanmadan gözlerimi kızartıyordum.

Bir elimde tıpasını özenle açtığım en sevdiği beyaz şarap diğer elimde iki kadeh ile birlikte salona geçtiğimde onu en sevdiği oyununun başında bulmuştum, oyun kolunu elinde çevirip durmasından tüm keyfini kaçırdığım çok açıktı.

Hala bana alışmamış mıydı? Ben, tam olarak buydum. Ona özel değildi huzursuzluğum, tatminsizliğim ve kalan tüm kötü özelliklerim. Ben böyleydim, bu çok kolay bir sıyrılma yöntemiydi.

Çok kolay ve adice.

"Beyaz senin tarzın değildir." dedi, oyun kolunu koltuğun ucuna fırlatırken. "Ben içmeyeceğim." yerinden kalktı, bahçeye yöneldi.  "Sen ne zıkkımlanmak istersen onu zıkkımlan."

İşte bu ilkti. Bana asla böyle konuşmazdı, sınırı mı aşmıştım?

Aşmıştım tabii.

Git-gellerim meşhurdu da o artık bunu -haklı olarak- kaldıramıyordu. Aynı benim içinde bulunduğumuz bu durumu kaldıramadığım gibi. Şu an ne söylese hak ediyordum ama o söylememek için ısrarla dilini ısırıyordu sanki. Bağırsın, çağırsın, içini döksün istiyordum.

Kadehimi doldurdum, her seferinde rahatlığı sayesinde anında gözlerimin kapanmasına sebep olan koltuğuna iyice gömüldüm. O, gözlerim kapansın istemiyordu. Bu koltukta sevişelim ve bu koltuk aşkımıza şahit olsun istiyordu. Oysa bu koltuk sadece uyumak için tasarlanmış ve özenle üretilmişti. Kabul etmiyordu.

Şarabımdan ilk yudumu aldıktan sonra açtığım şarkıya karşılık bahçe kapısından bana yönelen bakışlar gördüm.

Nerde kendini bilmez çocuklar?
Bir sabah öylece çekip gittiler
Çınladı alkışlar kör sokaklarda
Yankısı kime kaldı?

"Kapat şunu." dedi, sakince.

Kapatmadım, sesini biraz daha açtım. Sinirlenebildiğini biliyordum. Belki, sinirlenirse devamı gelirdi.

Deniz koydum adını
Kederi bende kaldı
Uzak köyler kurdum birbirine
Denizine aldandım.

"Kapatmayacak mısın?" dedi, yine sakindi.

Kadehimden büyük bir yudum aldım. Melodi sakince devam ediyordu, biz de sakindik, bir dönem.

Oysa sakinliğimiz neden, nasıl ve hangi sırada bozulmuştu hatırlayamıyordum.

Masanın üzerinde duran, özenle vazosuna yerleştirdiğim beyaz lalelere baktım. "Bunları atsak mı?" diye sordum, bana aldığı fakat onun evinde duran çiçekleri göstererek.

İlk kadehi bitirdim.

"Kapat şunu." dedi, sessizce. "İyi gelmiyor bu şarkı bana." dedi. Cümlesini usul usul kurarken yanıma kadar gelmişti. "Sevmiyorum, nefret ediyorum." dedi, yine çok sakindi. Gözlerine bakmakla yetindim. "Bilerek mi yapıyorsun Sevda?" diye sordu, hala çok sakindi. Bunu nasıl başarabiliyordu? O, hep çok gergin biriydi. Tanıyordum.

Bir kadeh daha doldurdum.

"İçme," dedi, yavaşça yanıma oturduğunda. Ürkütmek mi istemiyordu? Hep böyle düşünceliydi zaten. O, harikaydı.

"Neden içmeyecekmişim?" diye sordum, hafif bir tebessümle. Burun burunaydık.

"İçmişsin gelmeden." dedi.
Haklıydı.
"N'olmuş içmişsem?"

"Sarhoş olmanı istemiyorum." Önce şarkıyı kapattı, kapatırken parmakları dakikalardır beklediğim o siniri dışa vuruyordu. Boynuma kadar yaklaştı. "Kadehi bana verir misin?" O kadar sakindi ki ses tonu, bir de hiç utanmadan hafifçe gülümsemişti. Çok iyi biliyordu o gülüşünün bende yol açacağı hisleri.

"Biliyor musun?" dedim, işaret parmağımı gülüşünün tam kenarına yerleştirdiğimde. "Senin gülüşün benim tenimde bir yaz esintisi gezdiriyor." Gülümseyişi biraz daha arttı.

Bu da soru mu? dercesine gülmeye başlamıştı.

Gözlerimi kapattım.

"Bir sahildeyim, güneş batmak üzere. Her yerim kum olmuş, saçlarım yeni yeni kuruyor. Tam o sırada denizden ılık bir rüzgar esiyor ve ben yaşadığımı hissediyorum."

Gözlerimi gülümseyerek açtım.

"İşte senin gülüşün o ılık rüzgar." dedim. "O hissi kaybetmemek için her gün yaz akşamı olsun, aynı saatte takılı kalayım istiyorum."

Gülümsemesinde bir hüzün yakalar gibi oldum.
Ya da ben o hüznü yakalamak istedim, umutsuzca.
Dudakları yavaşça dudaklarıma kapandı. Ne kadardır değmemişti tenime?

3 hafta. Tam 3 hafta.

Dudaklarım sakin bir tutkuyla dudaklarını kavradığında geri çekildi.

"Kırma beni Sevda." dedi, çaresizce. "Kendine de bana da yapma bunu, dayanamıyorum."

Biliyordum, kırılgandı.

"Aşık mısın bana?" diye sordum, gözlerimdeki hüzün yerini yaşlara bırakmıştı.

İnce, uzun parmakları sakince başıma gitti ve omzuna yasladı. "Hayal bile edemezsin."

Tanıdık sulardaydım, kollarında huzuru ilk bulduğumda buna ben bile şaşırmıştım. O bana hangi noktada aşık olmuştu, ilk ne zaman huzuru sadece gözlerime bakarak yakalamıştı çok merak ediyordum.

Sahiden yakalamış mıydı? Kendimi mi kandırıyordum?
İşte benim en büyük problemim bu şüpheciliğimdi. Haklı sebeplerden yakama yapışan şüpheciliğimi hangi noktada aşacağıma dair bir fikrim ise yoktu.

Gözlerim kapalı, elim elinde, ona sürekli yaşattığım problemlerin her biri biz çaba harcamadan çözülmüş taklidi yapıyordum.

O da her seferinde bunu yapıyordu, emindim.
Gerçekten beni sevmese buna ne kadar katlanabilirdi ki?

Telefonunun zil sesi içinde bulunduğumuz sessizlikten bizi çıkarttığında yerinde toparlanmaya çalıştığını fark ettim ve hafifçe doğruldum.

"Efendim?"

Dümdüz bir sesle açmıştı telefonunu. Biraz önceki gergin ve öfkeli halinden eser yoktu.

"Hayır hiç konuşmadım, ben ararım onu." dedi, dizlerini titretirken. "Yok baba, görmüyorum bayadır."

Benden bahsettiğini anlamıştım. Zaman dilimini de ekleseydi ya, bayadır çok genelleme olmuştu. 3 haftadır hiç aramadım onu, sesini duyma ihtiyacı hissetmedim o tekrar kapıma dayanana kadar, diyebilirdi. Çünkü gerçekler bunlardı.

"Telaşlanmayın." dedi, sert bakışları beni buldu, bana mı kızgındı yoksa babasıyla her konuştuğunda yaşadığı gerginlik miydi bu bakışların sebebi emin olamıyordum. İkisi de çok mümkündü çünkü. "Tamam dedim." dedi, "Açar benim telefonumu ya da açtırmanın yolunu bulurum."

Eli elimin üstünde gezindi. "Rüya teyze panik yapmana gerek olmadığına çok eminim." dedi.

Telefon, Utku amcadan anneme geçmişti.

"Sevda'yı tanımıyor gibi konuşmayın ya tamam. Kalkıp gelmeyin."

Derin bir nefes aldı. "Tamam, halledeceğim."

Telefonu kapattıktan sonra başını -yine- kınarcasına iki yana salladı.

"10 dakika tut, sonra anneni ara."

"Koray," dedim, bana sinirlendiğinin farkındaydım ve keskin cümleler yerine neden annemin ya da babamın telefonunu açmadığımı sorsun istiyordum.

Sormadı.

"Yanımda deseydin." dedim, kısık sesle.

Bakışları bir an beni bulsa da hemen başını çevirdi ve yerinden kalktı. "Aynen." dedi, gülerek. "Kızınla yatıyorum Azad amca diye de ekleyeyim mi?"

Saate baktım.
21.34, tutacağım 10 dakika başlamıştı.

Bu cümlenin bende yaratacağı hasarın farkında bile değildi ama o geçmişten bir konuşmaya kendi aklınca gönderme yapıyordu.

O akşam geçti hızla aklımdan, nereden bilebilirdim ki o gün ile içinde bulunduğum günün bir noktada kesişebileceğini.

..

Bizim için bir klasik olan Cuma akşamı yemeklerine çok uzun zaman sonra teşrif eden Koray, asık suratını hiç düzeltme gereği duymadan tam karşımdaki sandalyede oturuyordu. Bilmiyordu neden burada olduğunu, bir gece ansızın aranmış ve mutlaka Ankara'ya gelmesi söylenerek zorla sofraya oturtulmuştu.

Burada olmaktan keyif almadığını hepimiz biliyorduk fakat babası bunu asla kabul etmek istemiyordu. Utku amca, kırk yıl geçse de oğluyla bir bağ kurabileceğine inanıyordu demek ki.

Havadan sudan konuşmaların asla sonlanmayacağını fark ettiği o noktada, çatalıyla yemeğini deşmeyi bırakarak Utku amcaya baktı. "Neden çağrıldım?"

Ben biliyordum neden çağrıldığını, İstanbul'a okumaya gidecek olan benim oradaki hayatımın sınırları çizilecek ve başıma sanki o buna bayılacakmışcasına Koray Ayazoğlu dikilecekti.

"Sevda üniversiteyi kazandı." dedi annem, büyük bir heyecanla.

"İyi, Allah tamamına erdirsin."

Koray'ın bana bakmadan kurduğu cümle komiğime gitmiş olsa dahi bu kadar coşkusuz ve alaycı karşılaması sinirimi bozuyordu. Üstelik zaten yıllardır doğru düzgün görüşmüyorduk, hiç mi çocukluğumuzun hatrı yoktu?

Çocukluğumuzda da bizi sevmediği, özellikle ablamı hiç sevmediği geldi aklıma o an. Yine benim ufacık bir ihtimalim vardı Deniz'in yanında. Sevinmesi için herhangi bir sebep zaten yoktu.

"İstanbul'da kazandı." dedi, Utku amca. Asıl konuya girmeyi hiç istemediğinin farkındaydım.

"E, tamam," dedi Koray, "Diplomayı aldığın gün de toplanır bir yemek yeriz Sevda."

Birazdan kavga çıkacaktı, hem de en dalgalısından. Biliyordum.

"Sağ ol Koray," dedim, aynı iticilikle. Hemen evime gitmek istiyordum. "Abi," dedi, babam. "Koray abi Sevda'cığım."

Annemin rahatsız olduğunu belli eden mimiklerini gördüğümde burada olmasa da evde onların da tartışacağını fark etmiştim. Çünkü Koray benim abim değildi ve aramızdaki 3 yaş farkı ne anneme göre ne de Utku amcaya göre asla ve asla abi dememi gerektirmiyordu. Babam için ise Koray benim abim, Deniz ise Koray'ın ablasıydı.

Tabii bu hitapları kullanmaya uygun değil üç, bir kişi bile henüz bulamamıştı.

Koray elindeki çatalı bırakıp yerinde hareketlendiğinde "Oğlum," dedi Utku amca, uyarıcı bir ses tonuyla. "Bir şey konuşuyoruz."

"Konuş o zaman." Sinirliydi. Ne olmuştu acaba? Keşke, annemle babasının yakın olduğu kadar biz de onunla yakın olabilseydik. Olamamıştık.

Merak ediyordum hayatını, neye sinirliydi şu an? Babasına mı? Arkadaşlarına mı? Okuluna mı yoksa İstanbul'da var olduğuna şüphe etmediğim sevgilisine mi?

"Vaktim yok, İstanbul'a döneceğim."

Kalmayacaktı bile, o kadar nefret ediyordu buradan. Haklı haksız muhakemesini kuracak olan kişi olmamama rağmen, asla haddim olmadığını bilmeme rağmen her seferinde hangisinin haklı olduğunu düşünüp duruyordum.

"Sevda'ya İstanbul'da göz kulak olmanı rica edeceğim." dedi babam, konuyu hiç uzatmadan. Biliyordum neden toplandığımızı aslında ama Koray'ın tepkileri için ilk kez duyuyormuşcasına davranıyordum. Bu fikre şiddetle karşı çıkmam bir şey değiştirmemişti sonuçta. Koray kimdi ki bana göz kulak olacaktı? Tabii, bu cümleyi kuruşum babamın gözünde olmasa bile annemin gözünde hiç hoş karşılanmamıştı.

"Olur," dedi Koray. "Nasıl göz kulak olayım Azad amca, üzerine izleme-dinleme cihazı yerleştirmemi ister misin?"

Biliyordum böyle çıkışları olacağını, benim dışımda ortamdaki herkes de biliyordu bence. Şaşıran, taklit yapıyor olurdu.

"Koray!"

"Ne var baba? Senin uzmanlık alanın değil miydi bu konu? Miras gibi babadan oğula mı devrediyoruz Rüya-Azad çiftinin çocuklarına göz kulak olma işini?"

Biliyordum, benzer cümleler geleceğini çok iyi biliyordum.
Beni dahil etmeseydi keşke. Deniz, Utku babasının biriciği, dokunulmazıydı. Deniz, annesinin ve babasının en değerlisi, eksik kalmış yanlarıydı. Babamın haberi dahi olmadan doğan Deniz, Utku amca ve annem tarafından büyütülmüş ve üzerine titrenmişti. Senelerce Utku amcaya Utku baba diye hitap etmiş, bu alışkanlığını birkaç sene önce bırakmıştı. Deniz'in iki babası, bir annesi vardı. O, eksik kalmış çocuktu, tamamlamak tabii ki annemin en yakın arkadaşı, Koray'ın nefret ettiği babası Utku amcaya düşmüştü.

Yine de beni dahil etmemeliydi bu genellemeye. Ben hiçbir zaman Utku amcadan da annemden de aynı ilgiyi ve hassasiyeti görmemiştim. Ben, babasının biriciği Sevda idim, konuda yerim yoktu.

"Koray, lütfen." Ablamın sesi çıkmıştı masada sonunda. Konunun kendisi ile alakalı olduğunu ve senelerdir süregelen bu çatışmanın fitilini ateşleyenin ne olduğunu gayet iyi biliyordu.

Aslında Koray haksız sayılmazdı fakat annemin kendisi üzerindeki emeklerini hiçe sayması beni bile kırıyordu. Deniz ile, ablam ile ne kadar ilgilenildiyse kendisiyle de o kadar ilgilenilmişti.

Ablam babasız büyürken, Utku babası ona nasıl destek olduysa Koray annesiz büyürken annem o kadar destek olmuş-tu. En azından anlatılanlar kadarıyla ben öyle biliyordum. Nasıl ki Deniz'in yanında babamın senelerce olmayışı ya da olamayışı Utku amcanın suçu değilse, Koray'ın annesiz büyümesi de annemin ya da ablamın suçu değildi.

"Deniz, karışma." dedi, Koray. Suratına bile bakmadan.

"Karışırım," dedi ablam. "Yıllardır haddini aşıyorsun ve ben her seferinde sırf seni kırmamak için susuyorum."

"Susma o zaman!"

Bakışlarımı bir saniye dahi Koray'ın üzerinden çekmiyordum. Bakışları masada oturan herkese tek tek meydan okurcasına değiyordu, beni hep pas geçiyordu. Unutmadıysa eğer, seneler önce küçücükken hıçkıra hıçkıra ağlamıştım dizlerinde, dizlerim kan içinde kalmışken. Katlanamıyordum. Deniz hassassa, biz de çocuktuk ve biz de hassastık. En çok onu seviyorlar, diye ağladığımda Saçmalama, demişti. İnanmayarak sadece o kelimeyi söyleyip susmuştu. Kendisinin de dertlerinden biri buydu zaten. Benim derdim de buydu bir dönem belki ama ben çocuktum. Büyüyünce, geçiyordu bir şekilde. Onun kini hiç geçmeyecekti.

Suçlayacak birilerine bulmak hep en kolayıydı.

"Sadece sen mi yaralısın?" diye araya girdim, sakin bir ses tonuyla. Hangisine sorduğum belirsizdi çünkü ikisine de bakmıyordum. Koray, yarım bir tebessümle yüzüme baktı. Kendince teşekkür ediyordu. Ablam ise şaşkınlıkla bana dönmüştü. O da biliyordu ya sorunun muhatabının kendisi olduğunu, karışma abla, demeye çalıştığımı. Karışmamalıydı. Hiçbirimiz karışmamalıydık ve baba-oğul çatışmasının yalnız yaşanmasına izin vermeliydik.

"Neyse," dedi Koray, masadan kalkarken. Uzatmak istemiyordu. O, söyleyeceğini söyleyip zehrini saçtıktan hemen sonra, her zaman ortamı terk ederdi. "Yan eve gelsin yerleşsin, gözüm de üzerinde olur."

Hepimiz Koray'ın kaldığı evin neresi olduğunu biliyorduk. Utku amcanın eski evindeydi, annemin eski evinin yanında. Ortak bahçe, kocaman evler. Deniz'in koşturduğu, annem ile babamın evlendiği o ev.

"Hayır." İtiraz babamdan geldiğinde hayretle ona baktım. Hani göz kulak olmasını istiyordu?

"Niye?" Soruma karşılık babam gözlerini kaçırdı. "Gerek yok orada kalmana kızım. Daha küçük bir ev tutarız, korkarsın orada."

Korkmazdım.

"Niye?" Aynı soru Koray'dan gelmişti. "Küçük evde korkmuyor mu kimse?"

Utku amca da cevap bekleyen gözlerle babama bakıyordu.

"Olmaz dedim işte. Daha küçük bir ev tutulur." Koray'a döndü. "Sen de alışma sürecinde arada arkadaşlık edersin."

Koray gülmeye başladı. "Arada mı arkadaşlık ederim?"

Ensesini kaşıdı ve gülen ifadesi birden yok oldu. "Şimdi anlıyorum ben senin derdini Azad amca." Salonun girişine bıraktığı sırt çantasına doğru yürürken devam etti konuşmasına. "Sen kızının benimle gerçek anlamda bir muhabbet kurmasını hiç istemiyorsun ki." Çantayı sırtına taktı. "Korkma, kızını baştan çıkartıp yatağıma sokmam."

"Koray!" Utku amca, sinirle yerinden fırlamıştı. Babam, elinde tuttuğu çatalı sertçe masaya fırlattı.

Tam o noktada, Koray ile birlikte olsam neler olacağının fragmanını izliyormuş gibi hissettim. Babamı kolundan tutup engel olmaya çalışan annemin gücü, tabii ki yetmiyordu. Utku amca, oğluna ne kadar sinirlense de başkasından gelebilecek bir tehdidi engellemeyi kendine borç bilmiş bir baba olarak, babamın tam önünde duruyordu.

"Hadi size afiyet olsun." dedi, yüzsüzce. Tüm kaosla bizi yalnız bırakarak. Bizi değil, beni.

..

Olayın üzerine Utku amca defalarca bizden özür dilemiş ve Koray'ın tek derdinin kendisi olduğunu açıklamış, babama tabii ki böyle bir şey yaşanmasının ihtimalinin olmadığına dair güvence vermiş ve babam, içten içe Koray'a beslediği kini dışarıya karşı gizlemeyi başarmıştı.

Ama...
Koray benim canımı yakıyordu.

Yerimden yavaşça kalktım, girdiğim kapıya yöneldim. İlişkimizi tam olarak bu boyuta indirgemiş olması kalbimi kırmıştı. Onun gözünde biz sevişen iki insandık. Bulduğu her fırsatta öyle ya da böyle bunu dillendirmekten kaçınmıyordu.

Ya da ben hep böyle hissetmek istiyordum ve bir şekilde bu hislerimi onaylayacak bir hareket yapıyordu.

Aşığım, diyordu.
Değildi.
Seviyorum, diyordu.
Sevmiyordu.

Bizim ilişkimiz zaten bu evin duvarları arasında bir gece aşırı dozda alkol sayesinde başlamamış mıydı?

"Sevda," diye seslendi, sinirle arkamdan. "Yine aynı şeye takılıp ortadan kaybolacaksan, beni dinlemeyeceksen ve asla kendimi açıklamama fırsat tanımayacaksan en azından anneni ara."

En çok kalbimi bu kırıyordu, takıldığım şeyin ne olduğunu biliyordu. Biliyordu da belli ki kalp yerine bir boşluk taşıyordu. Kim umurundaydı ki onun bu hayatta?

Anneni ara, diyordu şu noktada dahi, inadıma.

"Niye?" diye sordum, elim kapının kolundayken. "Yoksa yattığımızı mı söylersin?"

Kapıyı açtığımda tek bir isteğim vardı, itiraz etmesi.

"Sevda!" dedi, sinirle. İşte, tüm akşam beklediğim o sinir şimdi çıkıyordu ortaya. "Ben senin fikrini değiştirmeye çalışmaktan, sevdiğimi kanıtlamaya çalışmaktan, seni yalnızca seviştiğim bir kadın olarak görmediğimi anlatmaya çalışmaktan çok yoruldum!"

"Nasıl biliyorsan öyle yap." dedi. "Neye inanmak istersen inan, ne düşünmek istersen onu düşün. Sadece şunu bil." Derin bir nefes aldı. "Sen neye inanmak istersen inanabilirsin ama senin inandıkların benim sana olan düşüncelerimin bu olduğu anlamına hiçbir zaman gelmeyecek."

"Ama öyle düşünüyorsun." dedim, gülümsemeye çalışarak. "Aklına gelen ilk kelimeler hep bunlar oluyor, hep!" Kırgındım, sinirli değil.

"Sevda!" dedi, "Ben sana ne dersem diyeyim, bunu asla kabul etmeyeceksin değil mi?" Kafamı sağa sola salladım, hızla. Beni sevmiyordu işte. Yalan söylüyordu. Onun tek düşündüğü, yatıyor olduğumuzdu.

"Sana aşık olduğumu kanıtlamaya çalışmaktan çok yoruldum!"

Kapıyı sertçe çekip çıktığımda kalbime atışlarını biraz yavaşlatması için yalvarıyordum. Sessizce kapısına sırtımı yaslayıp aşağı doğru eğildim, kalçalarım soğuk betonla buluştuğunda gözyaşlarım usul usul akmaya başlamıştı.

Sırılsıklamdı yüzüm, yine.

Ben ne zaman bu kadar mutsuz ve çaresiz bir insan olmuştum? Babama sevgili olduğumuzu söyleme ihtimalini dillendirmek varken onun aklına hep yatmamız geliyordu.

Yatıyorduk, haklıydı. Aşık olduğuna tüm bu tavırları arasında nasıl inanmamı bekliyordu?

Saate baktım, 21.40

Cebimden telefonumu çıkarttım, tüm Ankara'nın cevapsız çağrı bıraktığı bildirimlere çaresizce gülümseyerek baktım. Babamı arayarak telefonu kulağıma yerleştirdim. "Baba," dedim, hıçkırıklarımın arasında. "İyiyim," değildim.

Acaba ağladığımı duyuyor muydu? Kapısının önünde hıçkıra hıçkıra babamla konuştuğumu duyuyor muydu?

"Eve dönüyorum."

Herkese merhaba!

Hissiz Aşık döneminden itibaren burada olanlar, Hissiz Aşık'ı okuduktan sonra gelenler anlamıştır karakterlerimizin kimler olduğunu, tabii ki! Bir süredir, Hissiz Aşık'a özel bölüm yazmayı düşündüğüm anlarda sürekli zihnimde canlanan Sevda ve Koray'ı susturamadım.

Uzun bir süredir, neredeyse 2.5 yıldır buralarda değildim. Hayatımda çok şey değişti ve gelişti, bir gün döneceğimden emindim. O gün geldi çattı:)

Sevda ve Koray'ın hikayesinde birlikte yürürsek çok sevinirim. Gelecek bölümlerde görüşmek dileğiyle!

Hayır hayır, biz yaşlanmadık, onlar büyüdü.
Rüya-Azad ve Utku'yu nasıl sahiplendiyseniz Sevda ve Koray'a da öyle sahip çıkacağınıza eminim.

Çok! 🩷

Yakında görüşmek dileğiyle,

Adettendir:)
Instagram: sonsuzlukicindea
Twitter: sonszlukicinde

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro