CENAZE
İçim acıyordu...
Yaşadığım duyguyu anlatmam mümkün değildi, çünkü ben ilk defa ölümün soğuk yüzüyle karşı karşıya kalmıştım. Hayatımda ilk defa ailemden birini kaybediyordum. Her ölüm acı her ölüm erkendi. İlk aşkımı babamı kaybetmiştim ben. Öyle zamansız ve öyle apansızdı ki. Aslında hayatın ne kadar anlamsız ve ne kadar boş olduğunun en açıklayıcı resmiydi bu. Sizi hiç beklemediğiniz bir anda gelip can evinizden vuruyor ve sürekli harlanan bir ateşle yakıyordu. Babam bir daha olamayacaktı yanımda, ben bir daha ona sarılamayacak onu öpüp koklayamayacaktım. Onu son zamanlarda o kadar çok ihmal etmiştim ki. Eğer bugün onun ölüm haberini alacağımı bilseydim bir an olsun onun yanından ayrılmazdım. Neyin, nasıl olduğundan hiçbir fikrim yokken Efe'nin söyledikleri öylece kulaklarımda tepiniyordu. Kaza bir trafik kazası, trafik canavarı denen şey ayırmıştı bizi. Efe'ye ve ağabeyime sarılmış ağlarken gözümden süzülen her damla yaş bedenimi dağlayarak kapanmayacak izler bırakıyordu.
***
Hayatın acımasız bir oyunu olan ölüm iki babasını birden almıştı Arda'dan. Babası ve Hasan amcası iki dost, iki yakın arkadaş ölüme beraberce gidip onları yalnız bırakırken birbirlerini bırakmamışlardı. Fatma teyzesinin ağlayan sesi kulaklarında çınlarken kolu kanadı kırılmış, şoka girmişti. Artık babası olmayacaktı... Kim bilir annesi ne haldeydi acaba haberi var mıydı tüm bu olanlardan. Annesi babasına deliler gibi âşıktı. Yıllar onların aşklarından da birbirlerine olan saygılarından da hiç bir şey eksiltememişti. Ailelerinde en dara düştükleri zamanlarda babası olaya el koyar ve saniyeler içinde o sorunu çözerdi. Şimdi onsuz sudan çıkmış balık gibiydiler. Babaları ailelerinin direği onları bir arada tutan yegane şeydi. Arda tüm bu hislerle kendisiyle kavga ederken Efe acı gerçeği Nisa'ya söylemiş, Nisa duyduklarını farkında olmadan inkar edercesine haykırınca Azra da, Nazra abisi de her şeyi duymuş ve yıkılmışlardı. Hatta meleği önünde bayılmış ve kafasını yere çarpmıştı. Çaresizliklerin en büyüğünü yaşıyordu Arda. Abisi bir tarafta, kardeşi bir tarafta karısı kollarında parçalara ayrılmışlardı. Bundan sonra hiçbir şey kolay olmayacaktı.
***
Beyza'nın iyi olduğu haberini aldığımda derin bir nefes almıştım. Odasına girdiğimde bir melek gibi uyuyordu. Bakmaya kıyılamayacak kadar güzel ve duru bir yüzü vardı. Eğilip alnına dudaklarımı bastırdığımda bütün vücudum baştan aşağı karıncalanmış, yaşadığım hissiyatın şaşkınlığı içinde kendi kendime konuşmaya başlamıştım.
"Yok canım, sadece onu çok merak ettiğim için böyle hissediyorum..."
Aslında ne hissettiğimi bilmiyordum. Ben ailenin duyguları olmayan erkeğiydim. Sadece neler olduğunu anlamaya çalışıyordum. Yanağımdan süzülen sıcaklığı hissettiğimde tekrar kendime hayret ettim. Ben ağlamazdım ki. Yani ağlamanın ne demek olduğunu bilmiyordum. İlkokulun bahçesinde düştüğümde çenemde izi kalan o yara kanamaya başladığında ağlamıştım. O günden sonra da ağlamamaya yemin etmiştim. Hoşlandığım kız okulun bahçesinde, herkesin ortasında canım yandığı için ağlayışımla dalga geçmişti. İşte ben o gün duygusuz bir odun oluvermiştim. Şimdi sadece adını bildiğim bir kız için ağlıyor muydum yani? İmkânsız bir şeydi bu... Yanındaki sandalyeye oturup, elimi yüzünde gezdiriyor ve o masum suratını izliyordum ki, koridordan Nisa'nın çığlıklarla yankılanan sesini duydum.
"Hayır, yalan söylüyorsun hayır! Babam ölemez o ölmez beni bizi bırakıp gitmez! Babam! Şaka yapıyorlar bize bunu kabul etmemi bekleme, sakın, sakın! Ağabey bir şey söyle lütfen, bir cevap ver? Hasan amcamla oyun yapıyorlar bize, yalan bunların hepsi! Onlar ölemez, Ölemezler onlar..."
Duyduklarım dünyanın başıma yıkılmasına sebep olmuştu. Okşadığım yüzünden zorlukla çekebildiğim elimle sandalyenin kolundan güç alarak ayağa kalktım. Dizlerimin bağı çözülmüş hareket etmemek konusunda direniyorlardı. Zorlanarak bedenimi odadan dışarı atmayı başardığımda sadece, "Hayır!" der gibi başımı sallayabiliyordum. Yere çökmüş ağlayan Efe ve Nisa'nın yanına ulaşmayı başardığımda içimde bastırdığım bütün duygular gün yüzüne çıkmış, hıçkırıklara boğularak ağlıyordum.
"Ölüm", ruhun bedene olan bağlılığının, sona ermesi olup, vuku bulur ansızın.
"Ölüm", kulun bir hâlden bir hâle dönmesidir. Bir evden, başka eve "Göç etmesi" demektir.
Zira buyuruyor ki Rabbimiz bir ayette:
"Her bir canlı, ölümü tadacaktır elbette."
Bir şeyi tatmak ise, "Hayat"la mümkün olur.
Öyleyse kul ölmekle, yok olmaz, hayat bulur.
"Ölüm" ile bu hayat sona eriyorsa da,
Başka "Hayat" başlıyor bu sefer de mezarda.
"Âhiret" e nazaran, bu dünya bir "Hayal"dir.
Ahiret asıl olup, dünya, gölge gibidir.
"Kabir", âhiret ile dünya arasındadır.
Âhirete, dünyadan hem daha da yakındır.
İşte bu yüzdendir ki "Kabir"deki o hayat,
Daha aşikar olup, asıldır ve hakikat.
Herkesin bir "Ecel"i, ölüm zamanı vardır.
O vakit, ne ileri, ne de geri alınır.
Bir insanın, dünyada rızkı biterse eğer,
Eceli gelmiştir ki, ruhunu teslim eder.
Ve ansızın terk edip evlâdını, malını,
"Hazret-i Azrâil" e teslim eder canını.
Kaynak: İmam Gazali
Ölüm kor bir ateş gibi düşer olduğu yere, yakar kavurur etrafında ne ve de her kim varsa...
Yaşı, sırası, zamanı ve mekânı yoktur.
Randevu vermez ölüm!
Acıdır mesela, yüzler de tebessüm bırakmaz.
Gelir ve alacağını tahsil eder hayattan, yakıp yıkarak,
Sessiz sedasız gelir, arkasında acı dolu çığlıklar bırakarak gider.
İşte öyle bir şeydir ölüm...
***
Bir hastane koridoru hiç bu kadar soğuk olmamıştı. Zaman bir leş kargası gibi çökmüştü ölümün üstüne. Şimdi Arda, hastane morgunun kapısının önünde cenazeleri teşhis etmek ve teslim almak için çağırılmayı bekliyordu. Son üç saat içerisinde on yıl yaşlanmıştı hepsi. Azra, hemen karşısındaki koltukta gözleri bütün duygulardan yoksun bomboş bakıyor, abisiyle Nisa annelerine sarılmış hıçkıra hıçkıra ağlıyor, Efe çaresizliğini kafasını ellerinin arasına alarak bir deve kuşu misali saklamaya çalışıyordu. Yine en acı sorumluluk en ağır görev üzerine yapışıp kalmıştı Arda'nın. Son hatırladığı ölüm bebeğininkiydi ama henüz dünyaya gelemeden kaybetmiş olduğundan belki onu bu kadar tahrip etmemişti. Peki, bu öyle miydi? Hayatının rol modeli olan iki insan, iki can, iki babası onu bırakıp gitmişlerdi. Baktığı her yer onların güzel hatıralarıyla doluydu. Onların sıcaklığını bir daha hissedememek en acı şeylerden biriydi. Canı yanıyor kalbi acıyordu. Bir daha canı sıkıldığında, üzüldüğünde seslerini duyamayacak olmak! Koyuyordu hem de çok fena koyuyordu... Gözlerinden usul usul yaşlar süzülüyordu acı dolu genç adamın. Aslında son üç saattir o yaşlar gözünden sürekli olarak akıp gidiyordu. Gözyaşlarının arasında ki sessizliği morgun açılan kapısı bozmuştu...
"Arda Deman içeri gelin!"
Korkularıyla yüzleşme vaktiydi. Hayatında ilk defa bir ölü, hatta iki ölü bedenle karşı karşıya gelecekti. Kimsenin karşı karşıya kalmasını temenni etmeyeceği bir deneyimi yaşayacaktı az sonra. Tabi bacakları ve beyni yürümesine izin verselerdi eğer...
Zorlanarak, neredeyse sürünerek içeri girmeyi başardı Arda. Karşısındaki duvar bir şifonyeri andırıyordu. Üst üste dizilmiş çekmeceler... Görevli, "Hazır mısınız?" diye sorduğunda, çaresizce başını "Evet" anlamında salladı. Kim böyle bir şeye hazır hissederdi ki kendisini?
Görevli, elindeki kâğıda baktıktan sonra çekmeceleri kontrol etti ve bulduğundan emin olarak çekmeceyi çekerken Arda nefesini göğüs kafesinin içine adeta hapsetti. Aldığı nefesi geri bırakmaya gücü yoktu. Ceset torbasının fermuarını görevli yavaşça açarken Arda'nın gözleri de fal taşı gibi açılmış gördüğü manzara karşısında içini parçalayarak çıkan haykırış bütün duvarları ve hastaneyi sallamıştı...
"Baba!"
***
Yaşadığımız ızdırabın aksine kuşlar caminin bahçesindeki ağaçların üzerinde cıvıl cıvıl ötüyorlardı. Musalla taşlarının üzerine yan yana koyulmuş iki arkadaş, iki babam yeşil örtüye sarılı tabutlarında öylece yatıyorlardı. Tabutların önüne koyulmuş çerçevelerindeki fotoğraflarda sanki ölümlerine inat eder gibi gülümsüyorlardı. Üzerimize giydiğimiz siyah takım elbiselerimiz, ağlamaktan şişmiş ve morarmış gözlerimizi sakladığımız siyah renkli güneş gözlüklerimizle cami avlusunda kara kalemle çizilmiş karakterler gibiydik. Yanımıza gelip de, "Allah sabır versin. Mekânları cennet olsun," diyerek baş sağlığı dileyenlere
"Âmin! Dostlar sağ olsun." Demekten dilim damağım kurumuştu. Bedenim ayakta kalabilmek için son gücüyle direnirken artık beynim ve zaman durmuştu. Zaman geçtikçe alışmam gerekirken ölümün acı yüzüne isyanım daha çok büyüyor, yokluklarının verdiği acı katlanarak yüreğimi dağlıyordu. Öğlen ezanı okunduğunda hepimiz saflarda yerimizi almış imamın namazını kıldırması için hazır bekliyorduk. Secdeye kafamı her koyuşumda tekrar kalkabilmek ve ağlamamak için resmen kendimle savaş veriyordum. Namaz bittiğinde imam dışarıda bizi bekleyen babamın ve Hasan amcamın cenaze namazı için cemaati davet ediyordu. Caminin avlusuna çıkmayı başardığımda cemaat musalla taşlarının önünde cenaze namazı için saf tutuyorlardı. Arda ile en ön sırada yerimizi aldığımızda soğuk terler döküyordum. İmamın mikrofondan yankılanan sesi ile derin bir nefes aldım. İmam duaya başladığında bacaklarım tir tir titriyordu. İmam konuşuyor, söyledikleri kulaklarımda bir çığ gibi büyüyordu.
"Ey cemaati Müslimin!
Gördüğünüz gibi her şey yalan, ölüm gerçek!
Her şeyin bir sonu, her sonun bir başlangıcı vardır.
Her nefis bir gün ölümü tadacaktır! Haktan geldik hakka gideriz, topraktan geldik toprağa gideriz. Tek gerçek bu! İşte bu tek gerçek için peygamber efendimiz (s.a.v) dedi ki, 'Hiç ölmeyecekmiş gibi bu dünya için, her an ölecekmiş gibi âhiret için çalışın...'"
Gerçekten şöyle bir etrafıma bakındığımda Ankara'nın en büyük camisi olan Kocatepe camisine sığmamıştı kalabalık. Bu son günlerinde, son görevlerini yapmak için toplanmış ne çok insan vardı. Tamam, bizimkiler tanınmış iş adamlarıydı ama gerçekten bizim bu kadar tanıdığımız ve muhabbetimiz olan insan mı vardı? Verdiğimiz hiç bir davet, hiç bir balo ve hiç bir resepsiyon bu günkü kadar kalabalık olmamıştı. İmamın sesine tekrar kulak verdiğimde;
"Ey canlar! Ey cemaati Müslimin... Merhum Reşad Deman üzerindeki dünyevi ve uhrevi haklarınızı helal ediyor musunuz?" diyordu.
Kulaklarımda ise hep bir ağızdan verilen o son cevap yankılanıyordu.
"Helal olsun!"
"Helal ediyor musunuz?"
"Helal olsun!"
"Helal ediyor musunuz?"
"Helal olsun!"
"Ey canlar! Ey cemaati Müslimin!
Merhum Hasan Koca üzerindeki dünyevi ve uhrevi haklarınızı helal ediyor musunuz?"
"Helal olsun!"
Helal olsun sesi sadece benim kulaklarımda değil Ankara semalarında yankılanıyor neredeyse tüm Kızılay'ı sallıyordu.
"Kul kuldan razı ise Cenabı Allah da cümle kullarından razı olsun. Hak ve haklarınızı cümle dualarınızı kabul eylesin"
"Âmin!"
Cenaze namazı başlamış ve bitmişti. Son yolculuk, bu son görev birazdan mezarlıkta gerçekleşecek defin işlemiyle sona erecek ve biz onları toprağa teslim edecektik. Vücudum yaşadıklarımın acısı ve okunan duaların verdiği huzurla uyuşmuşken babam ve Hasan amcam omuzların üzerindeki yerini almıştı...
***
Babam ve Hasan amcam omuzlar üzerinde cenaze arabalarına taşınırken ben, Azra ve annem kol kola girmiş, ayaklarımızı sürüye sürüye adeta sarhoş olmuş gibi yalpalayarak bizi mezarlığa götürecek arabalara doğru usul usul ilerliyorduk. Filmlerde izlerken çaldığında beni başka bir boyuta taşıyan Vivaldi'nin cenaze marşı şimdi bizimkiler için çalıyordu. Abilerim ve Efe omuzlarının üzerinde onları taşırken ne kadar güçlü görünmeye çalışsalar da onlarda en az benim gibi yedikleri iğneler sayesinde kalan güçlerinin son damlalarını kullanıyorlardı. Ölüm böyle bir şey miydi yani? Daha geçen gün boynuna sarılıp sıcaklığında kendimi bulduğum babam buz gibi yatıyordu. Arda ve Nazra abim cenaze töreni için babamı yıkayacakları zaman içeri girmeme izin vermemişlerdi. Ben onları dinlemeyip içeriden çıkan görevlinin kapıyı aralık bırakması sonucu gasilhaneye girmeyi başarmıştım. Babam o kromdan soğuk sedyeye benzer şeyin üzerinde yatıyordu. Arda abim kollarımdan tutup beni çıkarmaya çalıştığında, "Hayır Nisa babamızı bu şekilde hatırlamanı istemiyorum," demişti. Ben her şeye rağmen onu olanca gücümle ittirerek son kez babama sarılmak istediğimi söylemiştim. Yıkandığı suyun sıcaklığı sayesinde bedeni çözülmüş sanki derin bir uykuda uyuyormuş gibi gözüküyordu. Yüzünde her zamanki gülümsemesi vardı. Doktorlar açık yaralarını dikerek kapamışlardı. O, o kadar yara bere ve morluğa rağmen hâlâ çok güzel gözüküyordu. En azından benim için öyleydi. Onu sarmaladığımda sıcacıktı... Uyuyordu işte anlamamışlardı. Bir taraftan babamı uyanması için sarsarken bir taraftan da avazım çıktığı kadar bağırıyordum.
"Abi nasıl fark etmiyorsunuz, o sadece uyuyor. Ölen insan soğuk olur ama bak o sıcacık, yumuşacık. Hemen doktor çağırın. Ölmedi babamız bak gülüyor. Hem ölen insan gülemez ki!" Suratımda patlayan Efe'nin tokadıyla kendime gelmiştim.
"Nisa Aşkım çok zor biliyorum! Ama babamız öldü hayatım. Çık şimdi buradan!" Beni kolumdan tutup gasilhanenin dışarısına çıkarıp kapıyı kapattığında hâlâ, "Ölmedi babam," diyerek sayıklıyordum. Küçücük çocukken babam eve gelmeden uyumaz yatağa girmeyi ret eder, eğer es kaza il dışı veya yurt dışında bir yere gittiyse onun yatağına gider pijamalarına sarılır yatardım. Şimdi babam bir daha uyanmamak üzere uyumuştu. Gidip mezarının üzerine yatsam da kokusunu alamayacaktım. Her kaprisime boyun eğen beni nazlı bir prenses gibi büyüten babam, canım babam yoktu. Abilerim için babam ne ifade ediyordu bilmiyordum ama babam benim kahramanımdı. Her şeyin iyisini o bilir, her şeyin en doğrusunu o yapardı. Evlenip koca kadın olmama rağmen en canımın sıkıldığı anlarda bile hâlâ gidip onun kucağına oturur, ben onun kokusunu içime çekerken o, söylediği iki kelime ile beni dünyanın en şımarık ve en mutlu kız çocuğu haline getirirdi. Onun sesinden o kelimeleri duyamayacak olmam çok fena koyuyordu. Yüreğimi parçalara bölüp delik deşik ediyordu. Arabaya binmeyi başardığımda annemden farklı arabada olmanın verdiği rahatlıkla camiden beri içimde tuttuğum gözyaşlarımı serbest bırakmıştım.
Mezarlığa geldiğimizde aslında büyük sona da gelmiştik. Birazdan her şey bitecekti. Yine en acı sorumluluklar ağabeylerime ve Efe'ye kalmıştı. İmam duasını yaptıktan sonra daha önceden açılmış olan mezara tabutu açarak babamı yerleştirmişler ve orada neden bulunduğunu bilmediğim beton blokları kapatmışlardı. Cenaze kortejindekinin aksine herkes hızlandırılmış çekimde gibi hareket ediyordu. Arda ve Nazra abim ellerine aldıkları kürekle hızlı hızlı, neredeyse nefes almadan toprak atıyorlardı babamın üzerine. O kadar hızlıydı ki, saniyeler içerisinde babamın üzerindeki toprak yığını dağ gibi olmuştu. Ben izlerken bunu kaldıramazken ağabeylerim uygulamalı sınav veriyorlardı. Üstelik de iki defa... Babamı toprak anaya emanet ettikten sonra sıra Hasan amcama gelmiş, hiç çocuğu olmadığı için onu da toprak anaya teslim etme görevi ağabeylerime kalmıştı. Aynı işlemleri o kadar hızlı tamamlamışlardı ki, Hasan amcam da ortalama beş dakika içerisinde toprağın koynundaki yerini almıştı. İmam son kez duasını yaptıktan sonra taziyeleri almak için bize ayrılan yerde ip gibi dizilmiştik. Artık duygularım kaybolmuş her şey boş gelmeye başlamıştı. Ne elimi, ne ayağımı, ne de kalbimi hissediyordum. Sürekli olarak birilerinin elini sıkıyor, "Dostlar Sağ olsun!" diyordum. Çaresizce gözlerimi mezarlara doğru çevirdiğimde gözümden süzülen bir damla yaş dudaklarıma tuzlu tadını bıraktı. Titreyen sesimle son kez babama, "Elveda baba!" diyebilmiştim.
bence bu bölüm de gereksiz ve romanla alakasız ama size bırakıyorum
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro