İzmir Kızı -Teşrîn-i Sânî 337
İzmir'in işgalini evvelâ Cemal haber aldı. Şayanı hayret bir metanet gösteriyordu. İki gün namütenahi propaganda cemiyetlerine devam etti, fakat Ayşe'den haber almak için yanıyor, her gün telgrafhaneye gidip geliyordu.
Beş gün sonra bir sabah ben kalkmadan yatak odama İhsan geldi. Hizmetçi gelip haber bile vermemişti, yüzü perişandı.
— Peyami, dedi, Mukbil Bey'i Yunanlılar parçalamış, oğlu Hasan'a bir kurşun isabet etmiş, ölmüş. Ayşe Hanım yaralı imiş, çiftlikten, İzmir'de bir İtalyan aileye iltica etmiş. Dün, İzmir'den kaçıp gelen bir genç zâbit haber verdi. Bunu Cemal'e nasıl söylemeli?
Yataktan fırladım, indim. Cemal'in kalkıp gelmesinden korkmuş gibi kapıyı kilitledim. Bir sigara yaktım, oturdum. Ne yapmalı? Ya Rabbim ne yapmalı?
— İhsan, dedim, Cemal kalkmadan buradan çıkıp gidelim. Onun bunu yabancılardan haber alması daha iyi olur.
O akşam Cemal'in yatağını benim yatağımın karşısına taşıdım. Kapıyı kapadım, yanında oturdum. Kimseyi, hatta annemi, hatta hizmetçiyi odaya sokmadım. Kimse o kadar muztarib ve zayıf bir Cemal görmesin istiyorum. Istırabının ne derecesini ne de derinliğini anlıyorum.
Dudakları sarkmış, gözleri sönmüş, burnunun etrafında ihtiyar çizgiler, uzun kolları dizlerinin yanına düşük, ölü sükûnetiyle oturuyordu. Bir iki defa ayağımın ucuna basarak aşağıya indim, çıktım. Annemin gözleri kırmızı, karşısında İhsan, ölü bekler gibi oturuyorlardı. İhsan'ın gözleri, ben her girdikçe:
— Ben buradayım kardeşim, diyordu.
Ve gece on ikiye kadar Cemal kloroform almış gibi yüzünde acayip bir maske ile uyumuş gibi kımıldamadı. Sonra birbenbire konuşmaya başladı. Ne Mukbil Bey'den ne de zavallı küçük şehitten bahsetti. Çirkin, mahûfbir düşüncenin zulmü altındaydı. Şimdi hâlâ tekrara mütehammil değilim, kulağıma fısıldıyordu. Ben de aynı fısıltı ile:
— Yok Cemal, bunu düşünme. Ayşe ölür de bu olmaz, yemin ederim, yemin ederim, görmüş gibi bunu bilirim, diyordum.
Bereket versin gece İzmir'den telgraf geldi. Ayşe üç gün sonra geliyordu.
Perşembe günü Ayşe gelecek, cuma günü meşhur Sultanahmed Mitingi olacaktı. Mizahî bir oyun gibi başlayan propaganda birdenbire kanla, ateşle takdis edilmiş, Avrupa nazarında kendisini terbiye etmek isteyen insanlar gibi değil, zalimlere haykıran mazlumlara benzemeye başlamıştık. Fatih Mitingi gelmiş, geçmişti. Frenk mahafili İstanbul galeyanını henüz ciddiyetle telâkki edip etmemekle müteredditgörünüyordu. Öyle ya, silâhsız, ordusuz bir milletin ye'sinden ne çıkar?
Perşembe sabahı Cemal ile beraber Ayşe'yi vapurdan almaya gittik. Rıhtım kıyamet gibi kalabalık, hâlâ sokakların vecd ile karışık somurtkan ve isyankâr havası var. Kalabalığın arasında İhsan uzaktan gözüme ilişti. Bizi görmemiş gibi uzakta duruyordu. Fakat biliyordum ki bizimle beraber olmak için oradadır.
Ben vapura çıkmadım. Rıhtıma dayandım; şapkalı palikaryaların kahkahalarını, alaylarını içimde katılaşan bir şeyle seyrederek bekledim. Araba bulmak belki kabil olmayacaktı.
Zavallı Ayşe'yi İstanbul Türk kadınlarının Ermeni, Rum kondüktörler, Ermeni, Rum, İngiliz polisleri ve hafiyyeleri ile işkence edildiği bu tramvaya nasıl bindirecektik?
— İşte Ayşe, Peyami, nerelere daldın yine?
Cemal'in yanında kolu bir bağ içinde simsiyah örtülü bir kadın. İçimden:
— İzmir geliyor, dedim.
Sonra uzattığı büyük uzunca bir beyaz eli sıktım. Yüzünü kaldırdı. Sükûn içinde aramızda yürüdü. Koyulaşmış yeşil, esmer gözleri etrafındaki siyah kirpikleri yaslı İzmir'in zeytinliklerini örten yas örtüsü gibiydi. Muztarib derin yüzünde ne yaş ne de telâş vardı. Öyle karanlık ve derin bir şeydi ki... Yanından ince kaşları altında o siyah kirpik çerçevesine ve biraz uzunca burnuna bakıyordum. Kendini getiren vapura başını çevirip bakarken yüzünün gözlerinden de şayanı dikkat olan parçasını, Oscar Wilde'ın dediği gibi "Fildişi saplı bir bıçakla açılmış bir kızıl nar" gibi dudaklarını gördüm. Büyük, biçimli, kırmızı dudaklarının ve arasındaki sedef gibi sağlam beyaz dişlerinin nihayetsiz bir kudreti, zenginliği vardı. Köprü'nün başında arkamdan bir el, kalabalığın arasına nasıl çekilmiş olduğuna hayret ettiğim bir araba önünde beni durdurdu. İhsan arabacının kapısını açtığı bir kupayıgösterdi. Çekilmek istedi; fakat Cemal onu görmüştü. Sesi biraz titreyerek:
— İhsan, ne kaçıyorsun, kardeşim? Ayşe, arkadaşım İhsan, diye birbirlerine takdim etti.
Yemin edebilirim ki İhsan'a, Ayşe'nin gölgeli gözleri görmeden baktı ve görmeden beyaz elini uzattı. Fakat o, eski pâdişâhların türbelerindeki saçak uçlarını öpen eski bir Osmanlı gibi, beyaz elin üstüne dindar ve müteheyyiceğildi.
Annem, Ayşe'nin boynuna sarıldı. Yanaklarından öptü, sonra onu odasına çıkardık ve Cemal ile yalnız bıraktık.
Akşam aşağıya el ele iki çocuk gibi indiler. İkisinin de gözleri şiş ve kırmızıydı. Fakat Cemal tamamen Ayşe'nin hükmüne girmiş, Ayşe de çölde kaybolan bir gurbet yolcusunun yegâne tesadüf ettiği bir insan gibi Cemal'e sarılmış görünüyordu. Ayşe'nin ıstırabı Cemal'in gözlerine baktığı vakit feveran edecek bir fırtına gibi gözlerini karartıyor, fakat İhsan'ın mavi gözlerindeki erkek kuvvetinin kardeşliği ile dağılıyordu.
Ertesi gün mitinge bizimle beraber Ayşe de geldi. Sokaklarda manidar bir sükûn vardı. Müslümanlar harikulâde sessiz, fakat muzlim görünüyorlar. Hıristiyanların hepsi endişeli; mütecaviz olup olmamakta, Müslümanların bu hâliyle istihza edip etmemekte mütereddit görünüyordu. Bütün deşilen çıbanlar arasında en koyu cerahat yerli Hıristiyanların velveleli zaferlerinden, arkalarını İngiltere ve Fransa'ya vererek, Türk'e yağdırdıkları gayzdan akıyordu. Bunun için Osmanbey önünde tramvaya binerken kalabalık şayanı dikkatti. Fakat biz teferruatı göremiyorduk. Önümüzde sessiz yürüyen sakat kollu Ayşe'yi ve onun alâmeti olduğu bütün buradan bir millet faciasını düşünüyorduk. O gün neler, neler gördüm?
Ayasofya'da tramvaydan inince Ayşe'nin iki tarafından kalabalığı yarmaya, insan kesafetini delmeye çok çalıştık. Bahçenin önünde parmaklığa bir aralık sıkıştık. Karşıya baktım. Sultanahmed Rüştiyesi ve sıra binaların üstü salkım salkım insan dolu ve tramvay caddesinden koyu bir halk cereyanı ayak seslerini mübalâğa edenbir sessizlik içinde aşağıya akıyordu.
O gün asıl Türkiye'yi ben ilk defa gördüm. Karanlık bir sır olan İstanbul'un arkası, asıl mahalleleri ağzını açmış, sükkânını dökmüştü. Birçok ihtiyar kadın, birçok ihtiyar erkek gördüm. İstanbul'un abus, sâmit ve görünmez ihtiyarları. Arkalarında hangi zamana ait olduğu bilinmeyen garip setreler, redingotlar içinden hafif, buruşuk boyunları yükseliyor, gözlükleri altından yaşlar beyaz sakallarına alenen akarak ağlıyorlar. İpekli bol çarşafları içinde buruşuk yanaklarına yaşlar akarak nineler geliyor. Sarılı kırmızılı basma entarisinin yeni çarşafından fırlamış, yemenilerinin oyaları görünen küme küme, gözleri kırmızı, yüzleri Fransız İhtilâli'nde Versailles'a hücum eden kadınlar alayının tablosu gibi o kadar çok kadın var ki... Hiçbiri ne önünü ne arkasını görüyordu. Hamal ile genç münevverin, Karagümrüklü işçi, İstanbullu kadınla yüksek ökçeli süslü kadının, omuz omuza, yüz yüze geldiği bir gündü. Derinliği görülemeyen meydanda müthiş bir insan denizi derin ve sadasız uğultusuyla akıyor, akıyor, yalnız çok kesif olan ortası kımıldamıyordu. Bütün bu canlı deniz üstünde Sultanahmed'in beyaz minareleri, hapishane binası yüzüyor gibi yükseliyordu. Binaların üstünden, camiin avlusundaki ağaçlardan salkım salkım insan kütleleri sarkıyor, bunun üstünden beyaz minarelerden uzanan siyah bayraklar bazan halkın başına, bazan beyaz güvercin bulutlu mavi göğe uçuyordu. Sultanahmed bahçesinin parmaklıklarına dayanmış [bir ihtiyar] dişsiz ağzı açık, fersiz gözlerinden, sürülmüş tarla gibi buruşan yanaklarına akan gözyaşlarıyla beraber bağıra bağıra ağlıyordu. Ayasofya menfezinden giren herkes uçan Osmanlı bayraklarını siyah görünce dudaklarından bir feryat, kısılmış bir hıçkırık fırlıyordu. Gözleri sürmeli olduğunu en boyalı genç kadınlar bile unutmuş, bütün boyaları yanaklarından yaşlarla akıyordu.
Biz büyük bir gayretle kalabalığı yardık. Almanya İmparatoru'nun Çeşmesi'nin basamaklarına çıkmak, oradan nutukları dinlemek istiyorduk. Bu kapalı sert ve sıkı kalabalık ileriye akan zâbit ve askerler alayına yol açıyordu. Bunların hep malûl asker olduklarını, kiminin tek bacaklı, koltuk değnekli, kiminin bir kolu kesik, kiminin iki gözü kapanmış topal bir arkadaşa tutunarak yürüdüklerini gördüm. Kendimin henüz ma'nâsını anlamadığım bu büyük sarsıntıyı, bu kalp ve dimağ zelzelesini en çok onlar anlamıştı. Hepsi itina ile giyinmiş, tıraş olmuş, hepsi dinî bir âyine gider gibi sessiz ve başları önünde idi. Biz nihayet Çeşme'nin basamaklarına eriştiğimiz zamandı. Derin bir tekbir sadası bütün insan denizinin sathını titretti. Aşağıdan, yerin altından gibi pes bir ses dalgası, emsalsiz, mütehakkim bir güzellikle uzarken yükseklerden siyah bayrakların beyaz minare direklerinden daha tiz, daha yanık ve daha taze sesler ihtirasla, isyanla, fakat tatlı ve öldürücü bir güzellikte ta Marmara'ya yayılıyordu.
Herkes seslerin geldiği yere doğru dalgalandı, döndü. İki beyaz minarenin ortasını mavi havadan bir dekor ayırıyor, önünde asırlık çınarların arasında siyah bayraklar altında siyah ve küçük bir kürsü var. Bütün bu sesler onun etrafından geliyor. Havadaki genç sesler ve yerdeki dedeler heyetinin derin ve muazzam bir gulgulesigeliyordu. Kürsünün önünde, malûl askerler bir hilâl gibi çevrilmişler, bu topraklar üstünde ne zaman yas, ne zaman bayram olsa onun mihrabında bu topraklar için parçalanan vücutlarının toplanmasının en tabiî bir şey olduğunu bütün İstanbulla beraber onlar da anlamışlardı.
Kendim daha bunun ma'nâsını anlamıyordum. Bu müşterek bir sevgilinin cenaze merasimi mi? Yoksa muhalled ve kanlı bir düğünün ilânı mıydı? Bilmiyorum, yüz bin insan mucize gibi vücutlarından, vücutlarının bin bir alâkasından çözülmüş, bir oluvermişlerdi. Kalabalığın içinde harb borusu çalınınca iplerini kırıp koşan asil harb atları gibi ihtilâl havasını koklayan bir iki Fransız, siyah millet bayrağının altına dün karşı karşıya dövüştükleri sakat Türk askerlerinin arasına koşmuşlardı.
Ne kürsünün üstündekileri seçebiliyor ne de ne söylediklerini duyuyorduk. Bazan bir kadının tiz sesi sahrayıyırtıyor; bazan bir erkeğin gür kelimeleri dağılıyor. Yalnız Mehmet Emin Bey'in beyaz başını, millî bir aziz gibi, bir evliya gibi seçtim. Askerlere doğru eğilmişti. Âlil askerlerin topun karşısında sükûnla duran geniş, alîl göğüsleri sarsılıyor, başları eğilmiş yüksek sesle ağlıyorlardı.
Ayşe'nin de Cemal ile yanımda yüksek sesle ağladığını duydum ve döndüm. Yüzü bir azap maskesine benziyor, koyu yeşil gözlerinden yaşlar damla damla başlayarak ince billûr bir göz yaşı sicimi uzun siyah kirpiklerinin uçlarından yanaklarına akıyordu.
Ah, beyaz ve güzel memleketim! [Bu] meydanda birçok imparatorlar ve imparatoriçeler en mutantan alaylar, yarışlar, resmigeçitlerle geçtiler. Fakat bu beyaz ve ezelî meydanı bütün bir milletin gözyaşıyla hiçbir mutantan alay, hiçbir Bizans ve Osmanlı ihtişamı takdis etmedi. Yeni Türkiye'yi doğuran esrarlı ve ilâhi ruh mu bu merasimi bu millete öğretti? Yoksa İzmir'in zümrüt yamaçları, altın meyveleri, bal akan bağları üzerinden geçen kan ve ıztırâb kasırgası mı burada tekerrür ediyor?
Bir aralık kürsünün kenarında denizin dibinden gelir gibi sesler hâsıl oldu; havada öyle derin bir sükûn vardı ki bu gulguleyi canımız kulaklarımıza toplanmış gibi dinledik ve ak gökte bir vızıltı duyduk. Minarelerin üstünde iki siyah tayyare dolaşıyordu. Fakat halkın duyduğu şey ölümden kuvvetli idi. Kimse ne başını kaldırdı, ne alâkadar oldu.
Cemal:
— Ah, dedi, keşke bombalarını atsalar ve bu günü, bu kelimesiz ahdimizi kanımızla mühürlesek.
Ayşe'nin yaşları arasından gözlerinde şimşekler çaktı. Belki elli bin siyah çarşaflının gözlerinde aynı şimşekler çakıyordu. Oradan ne kuvvetli, ne teselli bulmuş bir millet gibi dağıldık.
Parka giden geniş caddeden o mehîb insan akıntısı ile biz de akarken Meserret Kırâathânesi'nde tanıdığım genç, toparlak yüzlü üç yüzbaşı, Hayri, Salim ve Ahmed Selim bize iltihak ettiler. Hepsinin yüzleri ahalinin yüzündeki lem'a ile aydınlanmıştı. Vâzıh bir ümit ve itimat hâsıl olması için sebep yoktu. Fakat bütün millet mazlum milletlerin tacıyla tetvîc edilmiş ve bunun için her insanı kendine manen zâhir hisseden manevî bir teselli duymuşlardı. "Milletler dostumuz, hükûmetler düşmanımız" olmuştu.
Üç zâbit, Ayşe'nin elini öptüler. Onun hayatındaki faciayı mutlak duymuşlardı. O da minarelerdeki siyah bayrakların uyandırdığı huşû'u, vecdi uyandırıyordu. Milletin başına gelen kanlı zilletin, acı matemin canlı ve müşahhas alem bu sakat Ayşe oluvermişti. Hep beraber yürüyerek Köprü'yü geçtik. Zi-kudret ve müsellâh Beyoğlu'nun "Türkler geliyor!" diye geçirdiği "panik"in aksülameli ile o gün sokakları tahliye etmişlerdi. Kendi memleketimizde imişiz hulyasını bir an için rüya gibi hissederek Şişli'ye geldik.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro