Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

Teşrîn-i Sânî



Yerler buz, dağlar renksiz, umumî bir sarı renk ahengi ötede beride bir avuç su birikintisi etrafındaki ağaçlıklar kırçıl, cılız. Mehmet Çavuş ve ben hep rahvan yürüyen yerli küçük hayvanlar üzerinde tıkır tıkır gidiyoruz. Cehennem gibi sıcak var. Ateşten bir rüzgâr bu kırçıl, sarı tabiatın üstünden tozları önümüze katmış götürüyor. Gök açık bir mavi. Yerler hiç tükenmiyor, saatler geçiyor, biz hâlâ solunda dağlar yükselen bir nevi düzlük içinde çalkana çalkana gidiyoruz. Ne ıssız ve insansız, yeknesak ebedi bir arz. Ne rengi, ne hayatı, ne tenevvüü var.

Ne oldu, efsunlanmış gibi bu yavan, sarı topraklara güzel kızıl eflâtunlar, parlak morlar ve maviler indi. Mavi gökte akşamın gölgeleri arasından beyaz, yuvarlak ay bize bakıyor. Mehmet Çavuş bana yeşil söğütlerle örülü Sarılar Köyü'nü gösteriyor. O bize Kandıra'dan dağılan kuvvetlerden Geyve'de iltihak ettiği için bu köydeki geçen hayatımızı bilmiyor. Fakat burada Ahmed Rıfkı'nın kuvvetleri yaşamış olduğunu biliyor ve Ahmed Rıfkı'nın hayatı etrafında bütün bu havalide toplanan rivayetleri, o da öğrenmiş.

— Tosun delikanlı, diyor, intikamını mutlak alacağız.

Sonra İhsan'ın fazla asker tavrından biraz rencide olan ruhu açılıyor.

— Bizim Kumandan da çok sert olmasa, yavuz adam. Biraz terslik, serkeşlik oldu mu çekip vuruyor. İstanbul'un bu tüysüz delikanlılarına şaşıyorum. Hepsi Köroğlu'nun yanında yetişmiş gibi...

İhsan'ın eliyle çekip adam öldürdüğüne inanmak istemiyorum; fakat bu hikâyenin bunlar arasında intişârıitaat ve intizam noktainazarından fena bir şey değil.

— Bu akşam köyde kalmayalım, dedi. Ne olur ne olmaz, şurada boş bir ağıl var, ateş yakarız, geceyi orada geçiririz.

Ağıl küçük bir sırtın üstüne en iptidâî bir tarzda yapılan dört duvar taslağından ibaret. Biz de beyliklerimizi bir köşesine yaydık, uzandık. Kuru devedikenleri, sarı otlar ve taşlar üstünde ay pırıl pırıl yanıyor. Hayvanlar bir nevi hülya ile başları torbada yem yiyorlar. Mehmet Çavuş bana on altı marttan sonra İstanbul'dan kaçanların maceralarını, bilhassa kendisinin en [sıkı] İngiliz tarassudu altında kaçırdığı silâhları anlatıyor. Bunda kendi rolünü müthiş büyütüyor. Hiçbir taraftan ümit ve kuvvet gelmediği bu kara günlerde bu basit insanların ruhlarındaki derunî kudreti ve kabiliyeti düşünüyor, onun iftiharla göğsü kabarmasını mazur görüyordum.

— Tam kırk araba silâh vardı. His Köyü'ne getirdiler. Kodular gittiler. İngilizler İstanbul'u alınca köylüler korktu, hemen martini[mi] aldım, başlarına gittim. "Bana bakın," dedim, "sizin kitapta sayınız yoktur. Kafanıza kurşunu sıkar, leşinizi gübreye gömerim. Kimsenin haberi olmaz. Hadi bakalım, arabaları bir yola getirin!" Arabaları doldurdular, iki saat karanlıkta sürdük. Sonra İngiliz süvarilerinin geldiğini haber verdiler. O sefer hemen ben arabaları yıkıverdim. Yeri açtık, gömdük. Allahtan yaprak süprüntüsü vardı, yeri belli olmadı. Ertesi gün saklandım, üç gün köylülere gözükmedim. Sonra gene çıktım. Bu sefer köylüler kendi kendilerine yüklettiler, köyden köye taşıdık. Ah, Ağam bilsen, İstanbul'dan kaçan askerler nasıl yardım ediyor, biz de indirip bindiriyorduk. Ben onları hep nefer sanırdım, meğer çoğu zâbitmiş. Hep silâhları bizimle arkalarından uğardılar, durdular. Yeniköy'ün ne kadar Rum eşkıyasıyla çatıştık. Keratalardan şimdi bir tane kalmadı. Ağam, birçok çile çektik ama bu iş biterse bizlere tilki gibi tuzak kurar, derimizi yüzersiniz, değil mi?

Ayın altında güzel ve korkunç yüzünü seyrediyordum. Anadolu'da ender görünen çevik bir vücudu var, fakat gövde yine meşe ağaçları gibi sağlam ve kalın. Kafası yuvarlak ve tepesi tıraşlı. Alnında bir tutam uzun siyah perçem, ince kaşları üstüne dökülüyor. Gözleri kor gibi siyah, burnu mutaazzım, biraz uzun, biraz da bir tarafa çarpılıyor, bu burnun, gazab, istihza ve hassasiyetle dolu bir hususiyeti var. Dudakları kıpkırmızı, içinde dünyanın en beyaz dişleri parlıyor, uzun, siyah, genç Anadolu bıyığının uçları yanakları geçiyor, boşluğa uzanıyor. Laz başlığı sağ tarafta iki boynuz gibi düğümlenmiş, arkasını duvara vermiş, gözleri gökte, uzanıyor. Yanında çocuğu gibi yatan martini[sini] derunî bir düşünce ile okşuyor. Düşünüyorum ki Köroğlu, Çamlıbel'den bu akşam kalksa gelse kafası böyle olur, gözleri böyle parlar.

Toprağını, taşını müdafaa için dağdan kopan bu evlâtlarını Anadolu bizden çok seviyor. Bütün türküsü, bütün masalları onların etrafındadır.

Garbın kafamıza indirdiği küsküden bizim sersem ve mebhut kaldığımız an, bunlar, sayha ile bizi uyandırdılar. Şark dünyasında ilk yumruğunu zulme kaldıran, ilk yeni ruhla atılan bu günahkâr çocuklardı. Şimdi bunlar uzaktan, pek uzaktan gelen bir ordunun ayak seslerini dinliyorlar. Bunlar ilk ateş ve tehlikede çıplak vücutlarıyla ilk müdafaa hattını yaptılar. Şimdi arkadan rap rap ayak seslerini dinledikleri Türk Ordusu geliyor. O bunlarla karışıp bunlardan mı olacak, yoksa bunları çiğneyip geçecek mi?

Yanımda birdenbire susan Mehmet Çavuş'un kor gözleri, uzun bıyıkları beyaz ışıklar altında tehlike sezmiş gibi ayakta ve asi. Ne çocuk gibi açık ve basit kahramanlıkları ve günahları var.

— Mehmet Çavuş, şu ilk silâhları nasıl kaçırdınız, bir daha anlat, beni pek sardı.

Yüzünden çocuk gibi sevinç rüzgârı geçiyor, en koyu telaffuzu ile başlıyor:

— Gırk araba gadana vadı...

Bu uzun ve sıkıntılı ceb-hâne avından hatırımda bir gece sahnesi daha kaldı. Yollarda hep Yüzbaşı Saffet Bey'i bulmaya çalışıyorduk. Sakarya'yı geçerken Mehmet Çavuş'u bir muhacirin ot yüklü arabasının otları altına sakladık. Her yerde Rumeli köylüleri gördükleri faciaya aşina bir gözle millî kuvvetlere taraftar oldular. Onlar da cennet gibi yeşil tarlaları, bülbüllere yurt olan gül bahçelerini, beyaz sıvalı temiz ve mesut evleri, düşmana bırakmış kaçmışlardı. O beyaz yurtların içinde öldürülen duvaklı gelinlere kadar, sevgililerin kızıl hâtıraları vardı. Onları Anadolu'ya doğru iten kanlı kasırganın Garp'tan gelen eski siyah bulutlardan, kesif dumanlardan doğduğunu biliyorlardı. Zavallı toprağında henüz düşman görmemiş olan Anadolu bu felâkete aksülâmelyapmadan biraz durdu, fakat nihayet o da uyandı ve nasıl uyandı...

Rumeli'nin kanlı boğuşmasına şahit olan Mehmet Çavuş, kendini köylülere bu hakikati anlatmaya nazil olmuşeli sopalı ve silâhlı bir nevi resul addediyordu.

En son Sakarya'nın ötesinde bir Kandıra köyünde kaldık. Köyün âyanından Mürsel Ağa'nın evinde misafir olmuştuk. En iyi odasını bizi açmıştı ve iki oğlu ile bize hizmet ediyordu. O etraftaki ihtilâl gürültülerini, harb dedikodusunu hiç mütalaa etmeden, fakat metin ve muzlim bir çehre ile dinliyordu. Anadolu'nun hülyaya çabuk kapılmayan mütevâzın ruhuyla etrafındaki kargaşalığın galiba biraz vuzuh kesbetmesinibekliyordu. Kır sakallı, başı kocaman abanî sarıklı, içinden gelen, fakat pek ender görünen aydınlık bir tebessümle insana öyle bir bakışı vardı ki, içimden:

— Bu ihtiyar çok akıllı, bizim bilmediklerimizi biliyor, bize bir nevi çocuk bozuntusu gibi bakıyor, diyordum.

İki oğlu uzun, geniş ablak yüzlü, arslan başlı Anadolu delikanlılarıydı. Bunların potur yerine ayaklarında yamalı, fakat temiz pantolonları, kollarını sıvadıkları zaman mintanlarının öyle bir intizamı, üzeri yemenisiz feslerinin öyle askerî bir vaziyeti vardı ki, mutlak bunların İstanbul'da askerlik ettiklerini farz ettiriyordu. İhtiyara askerlik edip etmediklerini sorduğum zaman aydınlık tebessümü ile gülümsedi ve bir fotoğraf getirdi. Bu, maiyet efradı üniformasıyla dev gibi genç ve sağlam bir neferin resmi idi. Birdenbire bu güzel neferin büyük ve namuslu gözlerinde ihtiyarın oğullarından birini tanıdım. Ah, nasıl İstanbul içimden uçtu, geçti. Ortaköy'ün şahane beyaz yollarında kocaman beyaz kalpağı, kırmızı pantolonu, mavi ceketiyle arkasında bir çanta, at üstünde uçup giden hayalleri düşündüm. Sonra Mehmet Çavuş açık Anadolu hitabetine koyduğu biraz biberli, biraz ateşli Rumeli mizâcı ile bunlara ihtilâlden bahsederken, bilhassa Pâdişâh'ın Türk milletini aldatmış olduğunu söylerken gözlerine dikkatle baktım. Efendisi için ne düşünüyordu? Anladım ki, onun gözlerinin ka'rinde en mukaddes yerinden vurulmuş, en aziz itikadını kaybetmiş bir ruhun sessiz, isyansız ıstırabı var.

Bunlardan çok erken ayrılıp gittikten sonra bu çocuklardan birini yolun yanındaki yamaçta gördük. Bize mendil salladı. Bizi tevkif etti ve yanımıza geldi, geçeceğimiz muhtelit bir Çerkes köyü hakkında bize ma'lûmat verdi. İstanbul'dan birtakım şübheli adamların oraya geldiğini, kendimizi bunlardan sakınmamızı tavsiye etti. Nihayet en tabiî sesiyle:

— Saffet Bey, Kaymaz'da saklıdır, dedi. İkizce'yi sağ geçerseniz, onu orada bulursunuz. Haydi uğurlar olsun Ağam!

Bizi hayret ve merak içinde bıraktı, gitti. Bu da mutlak Kuvâ-yi Milliyye'dendi. Çünkü biz dün gece ihtiyarın ihtiyatlı yüzünden endişe ederek hiç Saffet Bey'den bahsetmemiştik.

İkizce'ye giden ormanlık, çalılık sırtı gece geçtik. Hava bulutlanmış, ayın ışığı kısılmıştı. Bize her biri bir bacak, bir kol gibi gelen sık dikenli gür çalıların arasından hayvanlarımız zorla geçiyor, yüzümüz, ellerimiz tırmık ve bere içinde kalıyordu. Biz ilerledikçe ayın ışığı kısılmakta devam ediyor, nihayet tepeye geldiğimiz zaman sönmek üzere bulunuyordu. Çalılardan kurtulunca karanlık uçlarıyla birbirine giren bu ağaçlığa yukarıdan durduk, baktık. Aşağıya doğru, yerden birbirine sarılarak siyah parmaklar fışkırmış gibi bir çalılık ovanın zulmetine uzanıyor ve ovayı ancak ortasında ağaran ve uzanan beyaz su ile geçiyorduk. Bu uzun, beyaz suyun kenarlarının bir noktasında muazzam bir alev, siyahlığının umkuna dalıyor ve etrafındaki karanlığı kızıllık içinde eritiyordu. Orada ateş yakıyorlardı. Hâl-bu-ki biz oradan geçerken kimseyi görmemiştik. İçimizde garip eza ve şübhe ile sırtın sağında beyaz minaresinin ucu ile gölgelerini gösteren köye doğru ihtiyatla ilerledik. Yanından sessizce gelip geçecektik. Fakat yaklaşırken ayın üstünden geçen bulutlardan biri inceldi. Esmer bir bulut perdesi altından ay ışığını kandil ziyâsı gibi köyün üstüne serpti. Ne cazip ve hulyalı bir köydü. Evleri birbirinden uzak, beyaz, hepsi teraslı ve dört köşeli yuvalardı. Solda kırmızı topraklı geniş bir yolda Çerkes kostümüyle ince belli, geniş omuzlu, bülend bir mahlûk etrafı kollayarak yavaş yavaş ilerliyordu. Ve yolun ağzında dört köşesi de balkonlu bir evden, bu esmer kısık ışıklar arasından bir efsane gibi görünen beyazlı bir kız balkonun yeşil parmaklıklarına dayanmış sükût içinde uzaklara bakıyordu. O şiir ve güzellik dakikasında kendi kendime yaptığım felsefeyi burada tekrar ediyorum:

"Niçin beş on Çerkes, Pâdişâh'la beraber millet yolundan başka bir yolda gidiyor, diye kızıyorduk. Onlardan Türk toprakları üzerinde vaat edilen hükûmetin bir efsane olduğunu bilenler bizimle beraber değil midirler? Bizimle el ele ihtilâlin en fedakâr uzuvlarından bazıları onlar değil miydi? Öbür tarafta vuruşanlar arasında [bir] kaç tane nankör Türk evlâdımız yok muydu? Bu güzellik, bu şiirle kanımızda akan kardeşlerimiz ne kadar zaman vefa ile kahramanlık ile omuz omuza kendilerinin olan bu memlekette ölmüşlerdi. Kaç nâm-dâr paşa, kaç isimsiz fedakâr, yüzlerce seneden beri bizimle ve bizden değil miydi?"

Bulutların açıp kıstığı muzlim bir deli ışığın altında yeşil balkondaki beyaz efsane kadın, kırmızı topraklı yolda giden zarif ve erkek hayal, kalbimi iyilik ve muhabbetle doldurdu. Her millet hakkını aldığı vakit ŞimalîKafkas'ın kartal tepeleri üstünde bu güzel kardeşlerimiz vatanlarını kurarken istedim ki benim de onlar için akıtacak kanım, dövüşecek bir tek sağlam kolum olsun.

Atımı köye doğru sürdüm ve köyün kırmızı topraklı yolundan, masal evlerine benzeyen evleri arasından geçmeye karar verdim. Mehmet Çavuş burnundan soluyor ve nefes alır gibi bana:

— Ne yapıyorsun Ağam, çıldırdın mı, diyordu.

Hayvanların nal seslerinden başka ses çıkmayan köye dalmış, ilerliyorduk. Köyü geçinceye kadar köpek havlamasından başka bir eseri hayat duymadık. Fakat en nihayette büyücek bir meydanda duran camii geçerken bazı evlerin kapılarının açıldığını duyar gibi olduk. Ay örtüldü ve biz atlarımızı karanlığa sürdük. Köyün öbür tarafında hayli arızalı bir araziden geçtiğimizi hissediyor, fakat etrafı göremiyorduk; bulutlar alçalmış, elimize, yüzümüze arada bir ılık damlalar düşüyordu. Ben ne görüyor ne de bir şey işitiyordum. Fakat Mehmet Çavuş birdenbire hayvandan atladı ve ben de sebebini anlamadan onu taklide mecbur oldum. Bu kalın, siyah hava tabakası içinde ölüm sükûnu varken o, ne duymuştu? Hayvanları bıraktık. Küçük bir höyük yavrusuna benzeyen bir toprak kümbeti arkasına yattık. Gözlerimi olanca kuvvetiyle küçültüyor, yukarıya doğru çıkan karanlık sırtında bir şey sezmeye çalışıyordum. Önümüzdeki kesif karanlık bir aralık kımıldadı gibi oldu.

— Kim var orada?

Kavi ve tanınan bir ses haykırdı. Bu hareket eden karanlıkta bana bir ordu var gibi geldi. Mehmet Çavuş'un kalbimin atmasını duymasından korkuyordum. Ben de hayli boğuk bulduğum bir sesle ve nümayişkâr bir cesaretle bağırdım:

— Siz kimsiniz? İlerlemeyiniz. Ateş ederiz. Müteharrik karanlıkla büyük bir zulmet parçası süratle ilerledi.

— Siz kimsiniz, çabuk cevap verin, ateş ediyorum. Benim telâşla yakaladığım tüfeği Mehmet Çavuş tuttu, çekti. Ona emniyet geldi, zannediyorum:

— Biz iki yolcu!

— Kalkın, buraya gelin!

Kalktık, ilerledik. Bu müteharrik karaltılar arasından en öndeki ve en büyük parça yanına yaklaştıkça kalpağıyla uzun bir insan oluyordu.

— Nereden geliyorsunuz, arkadaşlar?

— Geyve'den geliyoruz.

— Kuvâ-yi Milliyye'den mi?

Mehmet Çavuş atıldı:

— Evet Paşam!

— Vay, Mehmet Çavuş!

— Beyim!

Uzun gölge karanlıkta hemen elimi buldu sıktı:

— Sizi düşman zannettik. Affediniz. Kiminle müşerref oluyorum?

— Peyami!

— Yüzbaşı Saffet.

Bana asabi bir gülme geldi:

— Bizi hayli korkuttunuz Saffet Bey, sizi aramaya gelen iki adamı, az daha katledecektiniz.

— Zatıâliniz İstanbullu olacaksınız.

Hemen İhsan tarafından geldiğimizi ve sebebini anlattım:

— Mehmet Çavuş'tan, silâh işi olduğunu anladım, ben de bir haftadır bu iş için dolaşıyorum. Vasıta temini için uğraşıyorum. Yürüyelim, İkizce'de misafir oluruz, hem de konuşuruz.

Mehmet Çavuş atıldı:

— Bu köy tehlikeli diyorlar.

— Bizim adamlarımız da var; hem emniyetli.

Bu küçük Çerkes köyünde bizimle beraber çarpışanlar olmasına çocuk gibi sevindim. Köyün sırtında temiz bir eve girdik. Siyah sakallı, çetin yüzlü Çerkes üniformalı ev sahibi bizi karşıladı.

Saffet Bey'i odanın ışığında gördüm. Uzun siyah kalpağı, kahverengi av kostümü, aynı renkte gömleğinin üstündeki kırmızı boyun bağıyla hiç de dağ başında ihtilâl çetesi idare eden bir adama benzemiyordu. Biraz müstehzi sarı gözleri, mütemadiyen gülen beyaz dişleri vardı. Tabakasını uzattığı zaman tırnaklarının itina ile parlatılmış olduğuna dikkat ettim. Bu havalide Rum çetelerine dehşet veren ve hiç boşa kurşun atmayan müthiş şöhretli genç zâbit, ihtilâl oyunu oynamaya çıkmış bir prense benziyordu.

— Yarın akşam silâhlarla hareket edersiniz; yalnız gece yürürsünüz. Gündüz ihtiyaten silâhları saklarsınız.

— Kaç araba?

— Otuz araba kadar var.

Bu adam bana nasıl hayret ve takdir telkin etti. Altı gün devam eden meşakkat ve zahmetten sonra silâhları Geyve'ye yaklaştırırken İhsan'a bu hikâyeleri nasıl lâkayd bir sesle anlatacağımı ve Ayşe'ye kendimden bahseder görünmeden bu sergüzeşti nasıl yazacağımı düşünüyordum. Bunun ikisini de yapmadım. Bu Saffet Bey'i pek çok sevmiştim. Hariçte, dahilde düşmanla muhat, beş on kişi ile sessiz ve eli titremeden karanlıkta ölüme yürüyen bu cazip adamın ruhundan içime biraz bir şey aldım galiba.

Mehtapta birbirimizin gözlerine bakarak ayrılırken hangimizin daha evvel ötekinin öldüğünü haber alacağını düşündük, sonra kağnı gıcırtısı. Mütemadî, ebedî...

İlk ışıkta yığılan ve gömülen fişek sandıkları akşamın ilk esmer gölgesinde sırtımıza yüklettiğimiz aynı sandıklar. Her akşam ve her sabah. Mütemadî yol değiştirerek, bin ihtiyatla kağnılar yanında yürüyüş ve karanlık kesif olurken Mehmet Çavuş'un bütün bütün Anadolulaşan şivesiyle anlattığı ilk ceb-hânelerin İstanbul'dan kaçırılışı:

— Gırk araba gadan vadı...

  

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro