Kâbus - Kânûn-ı Evvel
Hikâyemde bir kopuk halka, yanık sayfa var. Kezban'ı Mehmet Çavuş belinden yakalayıp ıssız ovalara kaçtığı karanlık geceden sonra onları bir daha gördüm mü? Kafamdaki müşa'şa alevler, silâh sesleri, zincir şakırtıları ve ihtilâlin korkunç sesleri arasından onları bir daha gördüm, zannediyorum. Bu kısa, fakat hayatımın en korkunç kâbusu. Bunu düşünürken alnımdan soğuk terler, arkamda alevler, dudaklarım kupkuru, gözlerim humma içinde titriyorum. Bu muhayyilenin bir icadı mı? Böyle bir şeye inanmak istemem, sonra ötekilerden, hatta kendimden şübhe ederim. Bu kâbus, fakat hakikî bir kâbus ve onu nasıl gördümse, hâlâ nasıl görüyorsam, öyle anlatacağım.
Konya ihtilâlini bastıranlar arasındayız. İhsan kuvvetleriyle ismini hatırlayamadığım bir nahiye merkezine yakınız. Merkezin henüz ihtilâle bulaşmadığını söylüyorlar. Nahiyeden bir küçük heyet İhsan'a gelmiş, arzı sadakat etmiş ve nahiyeye asileri sokmayacaklarını temin eylemiş, fakat buna mukabil bizim kuvvetlerin de girmemesini, nahiyeyi heyecana sokmamasını yalvarmış, İhsan'ı yalnız nahiyeye davet etmişler, kuzu kesecekler, şerefine köy şenlik yapacakmış, gelen iki sarıklı ihtiyarla üç köylü ağa İhsan'a muhabbet ve emniyet telkin etmiş.
İhsan ihtiyaten bir müfrezeyi nahiyeye yaklaştırdıktan sonra beş süvari ve bir de benimle beraber davete gidiyor. Şübhe ederse süvarilerden birini gönderecek ve kuvvetler Tahsin Bey'in kumandasında köye girecek. Muhsin Bey buna şiddetle aleyhtar: "Bugün kuzu gibi olan köylüleri yarın bir kasırga gibi Konya'dan geçen ihtilâl sıtması tutabilir," diyor.
Ovada, üç yüz hanelik bir köy; sarı, çorak topraklar arasında, sarı topraktan yapılmış küçük bir sırtın üzerinde, önü yeşil bir Anadolu nahiyesi. Akşam güneşi sarı toprakları eflâtuna boyamış, köyün önünde yeşil meydandan davul zurna sesi geliyor. İhsan'la atlarımız yan yana koşarak gidiyoruz. Mehmet Çavuş'la Kezban'ı konuşuyoruz. Ne oldular? Nereye gittiler? Kezban bir daha köye dönmemiş. Mehmet Çavuş'un da Türk-Çerkes karışık, hilâfet ordusu namına icra-yı şekavet eden Hamza Bey çetesine iltihak ettiği söyleniyor. Onun ihtilâlci ve bilhassa pâdişâh düşmanı ruhunu düşünüyor, Kezban'ın yeşil gözlerini kıskanarak bütün hayatını inkâr edişine hayret ediyorum. İhsan dalgın:
— Zavallı küçük Kezban, zavallı çocuk, diyor.
Yeşil meydana yaklaşırken büyük siyah bir kalabalık görüyoruz. Bizi istikbale bekliyorlar belki. Fakat ne kadar kalabalık; nasıl öyle toplu ve sessiz duruyorlar.
Yeşil meydanı geçmek için önündeki oldukça derin ve uzun hendekten İhsan'ın atı kanatlı gibi uçtu, geçti. Sonra ben ve süvariler... Yeşillikte on adım ilerlemedik, solda harap ve boş duran ve bir değirmen binasından bir küme insan fırlıyor ve arkamızdan koşuyor, İhsan zemberekli gibi atını çeviriyor, fakat o kadar anî bir kâbus başlangıcı ki... İşte beş süvari, elli kişi arasından taşlar, küfürler, sopalar ve tırpanlar fırlıyor ve bu cehennemî gürültü arasında iki süvarinin hendeğe atıldığını görüyorum ve arkamızda korkunç ayak sesleri var; ne derin ve yeraltından gelen bir gürültü, evet, köyün önündeki siyah küme, bir insan kasırgası gibi geliyor, buradakiler süvarilerin işini bitirmişler, koşuyorlar ve biz kudurmuş bir insan kütlesi arasındayız. Evet, korku nedir, korkunun rengi, ihtilâcı, gözleri, bütün bünyesi nedir, biliyorum. Fakat o ince ve yavuz çocuk henüz dumanı çıkan, kurşunu bitmiş tabancası elinde, kırmızı kalpağı bir tarafa eğilmiş, ayakta duruyor, kafasını hiç kaybetmiyor. Kurşunları kimseye atmıyor, bililtizam kimseyi belki öldürmüyor, fakat bütün bu halkı, gittikçe daralarak daha sıkı bir halka hâlinde onu ihata eden halkı birkaç dakika durdurdu. Hepsi o ayakta duran, gözleri soğuk, ma'denî bir parıltı ile onlara bakan kudretli mahlûkla meşguller; ben, ne garip, bu söven, bağıran, baltasını sallayan, ter kokan halktan imişim gibi kimse benimle meşgul değil.
— Bıyıklarını görüyon mu?
— Alın aşağı!
— Gebertin!
— Boğazlayın!
Bum bum iki tarrâka, sonra kudurmuş bir halk ve mütemadiyen havada vızlayıp giden taşlar, insan dalgası ve bunun üstünde, ufukta kandan bir tepsi gibi kayıp ovanın altına giden güneş.
Artık İhsan'dan ayrıyım. O müthiş ve kudurmuş kütle ne yapıyor, bilmiyorum; kollarını sallayanlar, birbirlerine bağıranlar yine taş, koşuş ve mütemadî çirkin bir tepinme.
Hep bu insan kasırgası kızıl karanlıkta köye doğru gidiyor. Önde ellerinde meş'aleler, isli bir alevle bu korkunç yüzleri tenvir ediyorlar ortada zincirlerini sallayarak iki neferle beraber İhsan'ı sürükleyip götürüyorlar. Ölü değiller, diyorum. Ölselerdi onları da hendeğe atarlardı, benim yanımda iki köylü konuşuyor, yavaş yavaş:
— Arslan delikanlı be! Bizim Çanakkale'de zâbitimizdi. Bir hücuma koşardı, hepimizin içi deprenirdi. Bu Hamza Bey keratası da kim oluyor?
— O Mehmet Çavuş yok mu, hep yaptıran o.
— Bizim köylü de eşek gibi be!
Köye giriyoruz; yine duyuyorum:
— Kumandanı nidecekler?
— Mahpusa götürecekler.
Ben de bu meş'aleli, kanlı halkla sürüklenip gidiyorum. Köyün muhtelif köşelerinden kadın çığlıkları geliyor ve bir davul, cehennemî bir gümbürtü ile mütemadiyen çalıyor, kısık, vahşi naralar duyuyorum ve her yerde havaya silâh sıkıyorlar.
Nihayet tozlu, yamru yumru bir köy sokağındayız. Köşede hayvansız boş bir araba duruyor ve karşı köşeden kapısı açık büyücek bir toprak eve küfür, gürültü arasında İhsan'ı ve neferleri getiriyorlar. Ben arabanın yanında sıkıştım, kaldım; yine yanımda konuşuyorlar:
— Herifi niçin öldürmüyorlar?
— Ne bileyim ben.
— Ankara'dan bir paşa geliyormuş diyorlar, acaba onun için bunları rehin mi tutuyorlar?
— Ne bileyim ben ulan!
Sokak yine karışıyor, kaçışanlar, meş'ale tutanlar, davul gümbürtüsü, sonra:
— Boğazlıyorlar, boğazlıyorlar.
Şakaklarımdaki soğuk ter, ellerimdeki titreme, boşta gibi sallanan yüreğimle kendimden geçmiştim.
Yine ayak sesleri ve tanıdığım bir şive ile bir köylü nutku. Arabanın kenarına tutunarak ayağa kalkıyorum. Karşıda açık kapının içinde isler ve dumanlar arasında mütemadî alevler ve daima söyleyen, bağıran korkunç ağızlar görüyorum. Orada ne yapıyorlar? Yürüyorum. Sokaktan geçen beş on köylü ile beraber ben de kapıda durup içeriye bakıyorum.
Karşıda açık, müstekrih helâ kapısı, ona bitişik bir merdiven yukarı çıkıyor; toprak, pis bir avlu, bir köşesinde zincirler, lâleler yığılmış, sağında demir parmaklıklı bir kapı daha ve iki meş'ale bu demir kafesin arkasını gösteriyor. Anlıyorum, burası nahiyenin hükümet konağı ve bu kapı mahbesdir. Demir parmaklığın arkasında başından sızan kanlarla İhsan ayakta duruyor. İki ellerindeki uzun kalın zincir, ayaklarına kadar düşüyor ve boynunda kalın bir lâle var. Parmaklığın bu tarafında ihtirasla, nefretle, müstekrih bir takallüsle Mehmet Çavuş, beş on kişiye mahbesin kapısını kırıp İhsan'ın işini tamamlamaya teşvik ediyor. Nahiye müdürünü, jandarmaları boğazlamışlar da bu pis, bıyıksız oğlanı ne bırakıyorlar? Bu da Halife düşmanı, din düşmanı, hemen gebertmeli.
Her nasılsa bu on kişilik köylü zümresi akşamki galeyan ve cinayetten sonra düşünüyorlar. Mehmet Çavuş istediğini yaptıramıyor. Ben ışığa konan kelebek gibi, gözlerim ve gözlerimle beraber kalbim İhsan'a yapışmış bakıyorum. Ne kadar güzel, ne kadar kavî, ne kadar ilâhî bir yüzü var. Kumral başından sızan kanların altında ayrık, açık gözlerinde şimdi yalnız yılmaz bir ceberut değil, acı ve derin bir merhamet, istikrahla karışık bir merhamet var. Gözlerini kırpmadan, cellâtlarına öyle derin ve kavî bakıyor ki. O zaman, Kezban'ın neden onun çizmelerine vecd ile huşû ile sarıldığını anlıyorum ve hayatımda yegâne bir dakika Ayşe'nin de ona ve gözlerine bakan herhangi [bir] kadının da onu şifasız, ezelî bir düşkünlükle seveceğine inanıyorum. Ayşe'nin gözleri bir an bu levhayı görse. Fakat o zümrüt ziyâlar, bu boynunda lâlesi, elinde zinciri demir parmaklıklar arasından cellatlarına kudretle, imanla bakan ruhu daha evvel sezmemiş midir?
Ellerim daha titriyor, yanaklarım alnımdan akan buz terleri daha kudretle duyuyor. Mehmet Çavuş şimdi bu küçük halkın zayıf yerine dokunuyor. Eğer ellerinden kurtulursa İhsan'ın, köylerini nasıl yakacağını, karı, kızan bütün ahaliyi nasıl ipe çekeceğini anlatıyor. Bir homurtu ve tereddüt var, demin Mehmet Çavuş'u karanlık ve anutyüzlerle dinleyenlerin gözleri parlıyor, artık İhsan'ın yaşayacağı dakikalar sayılıdır.
At nalları topraklarda akisler yaparak yaklaşıyor, Mehmet Çavuş'un kulakları kabardı; bütün küçük halk birbirlerine bakıyor ve kapıya geliyorlar. Sokakta yine kaçışan, tepişen bir halk ve dörtnal yaklaşan bir süvari heyeti.
Muhsin Bey'in süvarileri arasında İhsan'ı başından sızan kanıyla ayakta gördüğüm an kâbusun zulmeti ve ağırlığı dağılıyor ve sonra yine bir kadın gibi bayılmış olacağım.
Çadırda İhsan, başında sargısı ile bir şey olmamış gibi zâbitleriyle konuşuyor ve Muhsin Bey anlatıyor:
— Hepimiz yatmış uyumuştuk. İnce bir kadın sesi, bir çocuk sesi gibi bir feryat nöbetçiyi uyandırmış. On beş, on altı yaşında kadar Çerkes kostümlü ince, güzel bir çocuk "Zâbit, zâbit!" diye bağırıyormuş. Bana getirdiler. Yarı ölü gibi idi. Dişleri çarpıyor, çeneleri kısılıyordu. Hamza Bey çetesindenmiş, "İhsan Bey'i tuttular, öldürüyorlar, yetişin!" diye bağırıyordu. Hemen ata atladık, gittik. Geldiğimiz vakit tahkik edemedim. Fakat nöbetçi daha çok bilecek. İsterseniz sorunuz.
Nöbetçi de bir mahkeme huzurunda gibi geldi, anlattı. Sesi mühtez, gözleri gamlı idi. Muhsin Bey gittikten sonra nöbetçinin yanında biraz oturmuş, konuşmuş, kendisine İhsan Bey Sarılar Köyü'nde yardım etmiş. Sonraları Mehmet Çavuş'un eline düşmüş, nasılsa Hamza Bey çetesine girmiş. Mehmet Çavuş, İhsan Bey'i öldürmeye andetmişmiş. Köylülerin ekserisi hakikat hilafet ordusuna aleyhtarmışlar, fakat Mehmet Çavuş onları kandırmış. Bu çocuk İhsan Bey'e [karşı] onun bu hırsını bilmiyormuş. Köyün önünde İhsan Bey'i pusuya düşürdükleri zaman anlamış, koşarak yola çıkmış. Yaya olarak altı saat ötede beride koşmuş, heyecandan, yorgunluktan, korkudan ölü gibi imiş.
İhsan bunları dinlerken sarardı sarardı:
— Bu çocuk nerede, dedi.
— Irmağın yanında yattı, uyudu.
Sonra arıyorlar, arıyorlar. Çocuk yok.
Irmağın kenarında bir Çerkes paltosu, bir çift de çizme var.
Nahiye merkezini İhsan te'dîbe gittiği zaman ben yatağımda kaldım. Başımda muzlim ve ağır bir şey var, ellerim hâlâ titriyor. Te'dîb üç gün sürdü galiba.
Bir gece İhsan, yüzü toz içinde mahmuzlarını şakırdatarak yanıma geldi. Alnında hâlâ küçük bir sargı var, yatağımın üstüne oturdu. Alnını sildi, gözlerinde namütenahi bir yorgunluk ve ıztırâb vardı.
— Köyü temizledik, dedi. Bizim üç neferin cesedinin gömüldüğü yerde Mehmet Çavuş'u astık.
— Kezban, Kezban!..
— Bilmiyorum Peyami. Bütün yeşil gözlü kadınlar gibi o da bir sır, bir peri. Karanlıktan geldi, karanlığa gitti. Bana bak Peyami, senin asabın iyice bozuldu. Kolunda hâlâ yara geçmedi. Seni Eskişehir'e göndereceğim. Fakat bana namusun üzerine bir yemin vereceksin.
— Nedir İhsan?
— Bu hâdiseden Ayşe Hanım'a bahsetmeyeceksin.
— Senin yaptığını yapan bir erkek bunu her kadının duymasını ister, İhsan!
— Yemin edecek misin?
— Ederim İhsan.
Kendi ölümüne telâşsız gözlerle bakan İhsan, hainleri gözünü kırpmadan öldüren İhsan, yatağımın üstünden başını ellerinin içine aldı, birdenbire bir çocuk gibi ağladı.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro