Chào các bạn! Vì nhiều lý do từ nay Truyen2U chính thức đổi tên là Truyen247.Pro. Mong các bạn tiếp tục ủng hộ truy cập tên miền mới này nhé! Mãi yêu... ♥

Ayşe'nin Mektuplarından

18 Mart Gedikpaşa

Kardeşim Peyami,

Sana iki gündür ne oldu bilmiyorum. Evvelâ seni çok merak ettim. Fakat şimdi halamın evden çıkarmadığına inanıyorum. Sen de İstanbul çocuğu, tabiî annenin sözünden çıkmazsın, değil mi? Bununla beraber bu fevkalâde şeyler olduğu günlerde senin beni aramamanı biraz acayip ve gayri tabiî buluyorum.

İstanbul iki gündür zavallı İzmir gibi. On Altı Mart Salı sabahı İstanbul garip bir hisle uyandı. Sokaklarda mütemadî ayak sesleri, telâş, gidiş geliş var, fakat kimse konuşmuyor. İstanbul'un bu kadar sustuğunu bir de miting günü görmüştüm. Fakat o gün havada korku yoktu. Salı günü öyle tutulmaz, melun bir korku hissi vardı ki. Saat dokuzda Zeyneb geldi. Gece yarısı işgal başlamış olduğunu, sabahleyin İngilizlerin kafile kafile insanları muhafaza altında yürüterek zırhlılarına taşıdıklarını, Hilâl-i Ahmer'i basıp hayli tahribat yaptıklarını ve Nuruosmaniye'de göz tabibi Esat Paşa'yı tahkirle, hatta gecelik ile götürdüklerini, hafif de yaralı olduğunu söyledi. Sokaklarda alay alay İngiliz askeri dolaşıyordu. Başımı örttüm, Zeyneb'le beraber ne olduğunu anlamak için sokağa çıktım. Harbiyye Nezâreti'nin meydanında üniformalarıyla büyük küçük rütbeli bütün Nezâret zâbitanı ayakta duruyorlar. İstiklâlimizin bir nevi alemi olan Harbiyye Nezâreti kapısından İngiliz bahriyesi giriyordu. Ne hicap ne zilletle dolu gün. Mutlak ayakta bekleyen bu zâbitler bir gün bu zillet ve hakaretin hesabını sormalıdırlar. Çünkü şimdiye kadar daha küçük şeyler için kaç defa dövüştülerdi.

Bunların arasında tanıdığım var mı, diye bakındım. Uzaktan Haşmet Bey'i görür gibi oldum, fakat kalabalığa girmek kabil değildi. Arkadan, Darülfünun'un önünden geçtim. Direklerarası'na doğru sokaklarda küçük kan izleri vardı. Bir hamala sordum. Gözleri kan içinde, bıyıklarının telleri ayağa kalkmış, etrafına bakınıyordu. Onuncu Fırka'da nöbet bekleyen neferleri İngilizler süngülemişler, içeriye girmiş, yatakta uyuyan mızıkalı neferleri de birer birer yatakta vurmuşlar. Kapıda nöbetçi, İngilizlere "yasak" demiş. Sadece nöbet beklediği yerden sağ iken düşman geçirilmez olduğunu her Türk askeri gibi o da biliyormuş. Ben orada iken tahta tabutlar içinde İstanbul'un ilk istiklâl şehitlerini defnetmeye götürüyorlardı. Yere yatıp kan izlerini öpmek istedim. Öyle azımve güzel bir şeydi ki... O gün Yusuf Paşa'daki ders verdiğim eve kadar gittim. Sokaklar perişandı. Birçok evlerden İngiliz neferleri girip çıkıyorlardı. Benim ders verdiğim eve bitişik bir evin kapısının üstü delik deşik. Evde yalnız kadın olduğu için kapıyı açmaya korkmuşlar, muhârebe oluyor gibi hücumla, ateşle içeri girmişler. Evde beş altı yalnız genç kız varmış, feci şeyler olmuş. İstanbul da zavallı İzmir'in akıbetine benziyor. Minarelerde mitralyözler var. Sokak içlerinde tahliye ettirmek istedikleri eski İstanbul evlerinde kadın figanlarıduydum. Dinledim, korkudan ziyâde isyanla haykırıyorlardı.

O gece Zeyneb'le sabaha kadar oturduk. Bî-çâre kadın hep Anadolu'daki Paşa'nın gelip İstanbul'u kurtaracağını söylüyordu. Kim bilir, belki... Sabahleyin sokak İngiliz üniformalı askerlerle doldu. Karşıdaki eski türbenin içinde ve harap tekkede, sokakların kaldırımları altında bomba arıyorlardı. İngiliz azametinin haşmetli silâhlarının, donanmasının korktuğu bu silâhsız ve mağlûb Türk milleti ne korkunç ve büyük milletmiş!

Nihayet bizim eve de geldiler. Çarşaflandım, kapıyı açtım. Bir Ermeni tercüman, bir küme İngiliz askerine tercümanlık ediyor. Ağzı kulaklarına kadar açık, öyle muzaffer sırıtıyor ki, zavallı uşak Ermeni'yi, hatta bize isyan ederken severdim, fakat İngiliz'e uşaklık ederken küçük bir şey!

— İngiliz askeri evinizi istiyor, hemen çıkmalısınız, dedi. Benden korku ve isyan bekledi. Taş gibi idim. Kapıyı açtım, bir şey söylemeden yukarı çıktım, bir bohça yaptım, çıktım, yürüdüm. Kendilerinden daha kibirli olana tahammül edemeyen İngiliz zâbitleri bilmem utandı mı? Biri arkamdan yürüdü. Bozuk bir Fransızca ile daha bazı eşya almama müsaade edeceklerini söyledi, cevap vermedim. Tercüman haykırıyordu:

— Lisan bilmez, cahil karı gitsin, nezakete alışık değildir. Allahım! İngiliz kadınına hakaret etti diye [bir] Hintli'yi İngilizler dört ayak hayvan gibi yerde yürütmüşlerdi. Türk kadının azametini çekemeyenlere, yerde sürdürenlere karşı ordumuz aynı ihtirasla ceza etmeyi istemeyecek mi? Kadınına hakareti, bayrağına hakaret gibi düşünmüyor mu?

Evden çıkınca Gedikpaşa'nın küçük sokaklarına saparak tramvay caddesine çıktım. Küçük bir evin kapısında atılmış bir beşik, kapının yanında çarşafıyla çocuğu kucağında ayakta duran bir genç kadın vardı. Bilir misin? Bu küçük evden sana çok bahsetmiştim. Bu evde geç zaman ûd sesleri, bazan bir beşik gıcırtısı ile ninni duyardım. Burada genç bir çift oturuyordu. Kadının yanına gittim, konuştum. Yukarıda İngilizce şarkı söylüyorlardı. Bana kocasının genç bir zâbit olduğunu, çete yazılıp gittiğini, kendisinin yalnız olduğunu söyledi. Üsküdar'da bir amcası varmış. Kadına yardım ettim; bir araba buldum, çocuğunun ufak tefek eşyasını topladım; daima ağlıyordu. Çocuk şişman, kırmızı yanaklı bir oğlan, gözleri simsiyah. Böyle iki siyah çocuk gözünün alnında patlayan bir kurşunla nasıl donduğunu hatırladım. Kadını İhsaniye'ye kadar götürdüm. Vapurda el ele oturduk. Boğaziçi'nden İstanbul'a çevrilen toplara baktık. Geç vapurla dönecek, size gelecektim. Halamın hiddetine, istiskaline tahammül etmeye karar verdim. Çünkü tamamen sokakta kalmıştım. Doğancılar Meydanı'ndan inerken Mülâzım Seyfi'yi gördüm. Arkasında düşük sivil bir esvap vardı. Koştu, yanıma geldi, bohçayı elimden aldı. Gözleri ateş gibi bakıyordu.

— Biz İzmir'i almaya size yemin ettikti, bakın İstanbul'u bile kaybediyoruz, dedi.

— Borcunuzu birden ödersiniz, dedim. Sonra konuştum. Dün üniformasıyla bana gelirken sokaklarda Ermeni, Rum çocukları büyüklü küçüklü hücum etmişler, taşlamışlar. Bugün yine İstanbul'a geçecek, bana gelecekmiş. Evi de ücra bir yerde. Beni oraya götürmeyi ve orada karar vermemizi düşünmüş, birçok arkadaşlar geliyor ve Anadolu'ya geçilen yerlerden bir mebde de orası imiş. Ne kadar sevindim, bilsen, onunla beraber gittim. Ben de bizim zavallı millet gibiydim. Tutunacak bir yerim yoktu.

Halam, darılma ama, bizim Pâdişâh'a benziyor. İngiliz'e uşak olmayan herkesten vazgeçmiştir.

Mezarlıklara yakın bir yer. Siyah servilerin gölgesinde sarı tahta bir eve girdik. Kapının ipini yukarıdan makara ile bir el çekti. Toprak bir avlu, tıkır tıkır üzerinden yürünen uzanmış bir tahta. İki odalı, bir sofalı bir ev. Sahibinin, ağzı sakızlı, yüreği elmas gibi parlak, fedakâr bir genç karısı, başörtüsü temiz, iyi bir anası var. Dün geceyi nine ile beraber Seyfi'nin odasının karşısındaki odada geçirdim, nineye bütün İzmir'in derdini ve benim derdimi anlattım. Öyle derin derin ağladı ki karşıdaki evliyaların, ölülerin hepsinin gazabını İngilizlerin üzerine tahrik için sabaha kadar namaz kıldı. Elinde tespih:

— Allahım, sen küffarı hâk-sâr eyle, diye dua ediyordu.

20 Mart

Birinci mektubunu Zeyneb'le gönderdim. Sen hâlâ gelmemişsin. Acaba hasta mısın? Seyfi bugün karşıya geçip tahkik edecek. Fakat Şişli'ye gelmeye cesaret edemiyor.

25 Mart

Senin hasta olduğunu öğrendim. Zeyneb'i size Seyfi göndermiş, kapıdan koymamışlar, çok hastaymışsın. Ne fena günler... Fakat dedikleri gibi tamamen kendini bilmiyorsan, senin için iyi günler demek. Bu ev bana bir teselli yeri. Geceleri Seyfi'nin arkadaşları öteden beriden geliyorlar, haber getiriyorlar. Sokaklar General Wilson'un "ölüm" tehdidi ile doluymuş, karşımızda mezarlığa bitişik kocaman eski bir ev var. Yarısı mezarlık bahçesinde. Gündüz arkasında gecelik entarisi, üstünde kolsuz haydarî bir aba, saçı başı karışık bir adam sebze suluyor. Gece yarısı pencereden bakıyordum. Karşıki kapalı harap evin kapısında birkaç gölge gördüm. Hafif hafif kapıyı vuruyorlardı. Yukarıki cumbadan perişan başıyla gündüz çalışan adam baktı, seslendi. Aralarında bir parola geçti. Kapının ipi çekildi. Gölgeler karanlığa daldılar. Seyfi ile konuştum. Her gece hemen aynı şey oluyormuş. Buradan Anadolu'ya kaçıyorlarmış. Dün akşam Haşmet Bey'in gelip geçmesi mevzû-i bahsmiş. Pencerede oturdum, bekledim. Yine birkaç gölge geldi geçti. Fakat Haşmet Bey'e benzeyen yoktu. Seyfi'den haber aldım, henüz geçmemiş. Bu sokak artık tehlikeli olmaya başladı. Arada bir köşede ecnebi bir polis başı görünüyor. Seyfi de kaçmak istiyor. Yalnız sen de belki kaçmak istersin diye ben bekliyorum. Senin hastalığın ne kadar uzun sürdü!

1 Nisan

Seyfi ile ve diğer üç kaçacak genç zâbitle dün akşam müzakere ettik. Bursa vapuruyla gidiş serbest olduğunu söylediler. Ah, senden bir haber alsam. Yalnız son günlerde düşündüm; yavaş yavaş seni bu işe sürüklemenin ne derece doğru olduğunu kestiremiyorum. Seyfi beni Adapazarı civarında dolaşan İhsan'ın yanına bırakır. Cemal de İzmir'den Adapazarı'na gelmiş diyorlar. Herhalde ben Anadolu'ya atılınca bir şey yaparım.

Ayşe'nin mektuplarının bu son kısmı beni altüst etti. Ya Ayşe beni bırakır, Anadolu'da kaybolur giderse? Ona uzun bir mektup yazdım. Beni bırakmaması için köpek gibi yalvardım. Hayatta Cemal ve İhsan'ın yaptıkları şeyden, yaşadıkları hayattan ayrı bir şey istemiyordum. Ben de tamamen onlarla beraberdim. Yalnız şimdi hastaydım. Mahpus gibiydim. Bana yerini haber vermesini rica ettim. Evden çıktığım ilk gün kendisine iltihak edecek, gideceği yere gidecektim. Hem ne kadar genç olduğunu, mutlak yanında bir erkek kardeş olmadan kanlı bir sergüzeşte atılması doğru olmayacağını anlattım. Mektubum gitti. İki gün sabırsızlıkla bekledim. Cevap yoktu. Seyfi gelmiş, Zeyneb'den mektubu almış, fakat ondan sonra artık uğramamıştı. Kendimi sokak ortasında kalmış bir çocuk gibi bî-çâre hissetmeye başladım. Anadolu'dan hayli haberler geliyordu. Gazeteler çok fena şeyler yazıyorlar. Hepsi doğru mu? İhsan hakikat Adapazarı'nda mı? Nisanın haftasında İstanbul'a kadar araba ile gittim. Ahmed Ağa'yı buldum. Başını salladı. Üsküdar'dan Zeyneb'e gelen giden yoktu. Fakat azabın en büyüğünü bir hafta sonra duydum. Ahmed Ağa bana geldi. Yüzü mazlum ve telâşlı idi. Memleketlisi bir polis ona bazı şeyler söylemiş.

Üsküdar'da bir yerde İzmirli bir kadın İstanbul ile Anadolu arasındaki muhabereye vasıta oluyor, beyannameleri tevzi ediyormuş. Kendisi orada, burada muallimlik ettiği için teşhis edilmiş. Şiddetle aranıyormuş. Ah, bu Ayşe idi! Mustafa Paşa Divanı Harbi mutlak onu da idama, hiç olmazsa beş on seneye mahkûm edecekti. Zaten kadınlar mahkûm edilmişti. Belki Ayşe henüz benim iyileşmemi bekleyerek Anadolu'ya geçmedi. Belki bu işi yapıyor. Allahım onu nerede bulmalı? Mektubunda Seyfi'ye Doğancılar'da tesadüf etmiş olduğunu yazıyor. O hâlde oralardan uzak olmayacak. Fakat Seyfi de aranacağı için, belki sokağa çıkmıyor. Bu kadını ben nasıl bulacaktım?

Sırtımdaki alevden bir gömlek olduğunu en hakikî ma'nâsı ile o günler artık anladım. Her gün Üsküdar'ın o civardaki izbe sokaklarında dolaşıyorum. Loş, üstü çardaklı mahallelerde, mor salkım sarılı çeşme başlarında her siyah çarşaflı kadına beni azarlayıncaya kadar bakıyordum: "İlahi gözün çıksın! Gâvur hafiyyesi misin, nesin?"

Uzun bir ıztırâb haftasının sonunda, geç zaman, ben Üsküdar İskelesi'nden vapura binerken lâmbaların ziyâsı altında Seyfi'nin başında siyah bir kalpak, acele ile çıktığını gördüm. Fırtınada boğulan bir insanın tahlisiyesimidine sarılışı gibi Seyfi'nin yakasından yakaladım. Beraber tekrar Üsküdar'a döndüm:

— Öyle yakamı tutma, nazarı dikkati celb edeceksin, diyordu.

Fakat bence hiçbir ehemmiyeti haiz değildi. Ayşe'nin daima kaçan eteğinin ucu elimde idi; artık bırakamazdım. Meydanda ikimize de biraz sükûn geldi. Bir çekçek arabasına bindik. Bizim Seyfi'nin evine gittik. Seyfi takip edildiğinden ve Ayşe teşhis edildiğinden artık İstanbul'a Zeyneb'e gidemiyormuş.

Ayşe'yi yer minderi üstünde diz çökmüş, Seyfi'nin annesine kahve pişirir buldum. Elini, ötekiler gibi ben de yaşlar boşanarak öptüm. Ninenin de elini öptüğüm zaman ihtiyar kadınla karşılıklı ağlamıştık. Ayşe'nin yüzü incelmiş, gözleri büyümüştü. O hiç ağlamıyor, o muhitteki insanların en sâkin ve en kavîsi görünüyordu. Artık yegâne yapılacak şey, sürati mümküne ile oradan kaçıp gitmekti. Planımız da şu oldu: Köylülerden bir öküz arabası satın alınacak ve esvap tedarik edilecek; Seyfi ve ben iki köylü, Ayşe de arkasında siyah yeldirme, öküzleri sürecek, Adapazarı'na geçecektik. Samandıra'dan sonra arkadaşlara, teşkilâta dayanabilecektik. Bursa yolundan Ayşe'yi kaçırmak gayri kabildi. Çünkü bütün polislere tarif edilmiş, şiddetle aranıyordu.

Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro