Ayşe'nin Mektupları
Eskişehir'den yazılanlar
İkinci İnönü geldi, geçti. Çok zamandır senden haber alamıyorum. Seyahatte olduğunu söylediler. Ben de Birinci İnönü'nden sonra biraz maddî, biraz manevî yorulmuştum. İkinci İnönü şifa verdi.
Sen Birinci'den biraz evvel aramızda idin. Bu Anadolu'nun İzmir yolunda ilk asker cengi oldu. Bana delikanlı olmaya başlayan bir pehlivan yavrusunun ilk muvaffakıyetli güreşi gibi geldi. Fakat bizim hastahane bu devirde cerrahî değildi.
İkinci İnönü'nde mükemmel bir cerrahî hastahanemiz oldu ve ağır yaralılar hep bize geldi. İkinci İnönü beni çok askerlere yaklaştırdı. Bir daha Yunan kavgası olursa bir seyyar hastahaneye gitmeye çalışacağım. Hakikaten askerlerin sıtmasız, nümayişsiz, sessiz bir kuvvetleri var. Bizim sevgili ihtilâlin tabanca sesleri ve fazla rakı kokusu yok. Ah, şimdi zavallı Ahmed Rıfkı'yı nasıl hatırladım. Bunlar ihtilâlciler kadar sövmüyorlar da... Tamamen sessiz adamlar.
Ben en çok ameliyathanede çalışıyorum. Fakat bir nefer koğuşunun nezâretini bana bırakıyorlar. Boş beyaz yataklar hazırlandıkça, "Acaba kimler gelecek?" diye yüreğim çarpıyor. Hastahane azıcık düğün evine benzedi. Doktorlar benim kadar heyecanlı... Öyle bir hazırlık ki...
İlk mecruhlar geleceği zaman Eskişehir'in heyecanını görmeliydin. İstasyon kıyamet gibi kalabalık, sedyeler üstünde gelen hâkî insanlar bize başka dünyanın adamları gibi geliyor. Fakat bizim Mehmetçik, etrafındaki heyecandan bîhaber ve tamamen lakayt.
Hepsi kendini düşünmeyen çocuklara benziyorlar. İlk gelenler geri hizmetinde yaralananlar. Çayhaneye sedyeleri dizdik. Çay verip gönderiyoruz. Onların aklı çaya pek ermiyor, hepsi elindeki somunu sıkı sıkı tutuyor, nereye koyacağını bilmiyor.
Kocaman kafalı esmer bir nefer sargıda olan bacağından şikâyet etti, "Zıkın, zıkın şu bacağımı bir onar!" diyordu. Sıhhiye neferi hakikaten müşfik bir mahlûk. Harp, yara onun şefkati ile beraber biraz da gıbtasını tahrik ediyor. Türk neferi bu. Kollarını kadın gibi uzattı, neferi kucakladı. Çekti, düzeltti:
— Nerede yaralandın kardeşim?
— Ayağımı gatır depti, gırıldı.
Hastahanede ayağından ve karnından yaralı bir esmer çavuş daha var. Başı arslana benziyor. Ameliyathanenin yanında koğuşta yatıyor, girip çıkarken gidip bakıyorum. Daima su istiyor. Kendini bilmiyor: "Ah ölmesem, ah ölmesem!" diyor. Herhalde hayatını bu kadar sevmesinin bir sebebi var. Su vermek için kaç defa başını kaldırdım, her defasında "Haticem, Haticem!" diyor. İlk akşam yaralılar birbirleriyle meşgul olmadılar, fakat sabahleyin keyifli idiler.
İkinci gün harb yaralıları, ağır yaralılar geldi. Hastahanenin kapısından ameliyat ve pansuman salonuna kadar sedyeden geçilmiyor. Bahçe bile sedye ile dolu. Birçoğu ayakta, kolları, bacakları sarılı topallayarak geliyorlar. Bu zâbitlerin hiçbiri şikâyet etmiyor. Cesur ve vakur yüzleri çamur, kan ve barut içinde; hepsi sigara içiyor.
Nefer iki sınıf, bir kısmı çocuk gibi nazlanıyor, herkesin kendisiyle meşgul olmasını istiyor. Şehit olmuş bir arkadaşın veyahut zâbitin matemini yüksek sesle ağlayarak tutuyor. Öteki kısmı ziyâ gibi, göğsü açık, çok zaman kan içinde başının ay yıldızlı başlığı altında yanık ve kavî yüzü bir tablo gibi duruyor. Bu yüzde hiçbir şey değişmiyor, sabit ve sinirsiz gözleriyle öylece bakıyor.
Gece ameliyat yoktu. Büyük koğuşa gittim, neferlerle dost olmaya çalıştım. Ekserisi çavuş. Çavuş, ordumuzun en mehîb ve kavî unsuru. Şikâyet etmez, temiz ve terbiyelidir, son derece mağrurdur. Ne neferle, ne de hastabakıcı ile konuşmaya tenezzül eder. Yanında yarasından şikâyet eden nefer olursa tebessümsüz ve ağır sesle:
— Ulan sus, ne zırlıyorsun, askere ayıp değil mi, der.
Koğuşa ben girince çavuşlar doğrulmaya çalışıyorlar, endişe ile:
— Harpten ne haber, Hemşire Hanım, diyorlar. Hastahanenin önünden taburlar geçerken kımıldanabilen her asker pencereye koşuyor. Sabahleyin iki asker, kalbimi tamamen aldı. Taburların ilk sıralarında idiler. Esasen ilk dizi en boylu, en güzel, en sağlamlarından seçiliyor. Bir tane sarışın, uzun, haşin yüzlü bir Rumelili vardı. Şarkıya o başlıyor, ötekiler aldırıyor: "Yürüyelim ileriye, girelim Rumeli'ye," Kim bilir Rumeli'de kalbinin neresini gömdü? Öteki gibi; Anadolu uşağı ve tablo gibi bir sıra neferin arasında. Başı bütün taburdan bir karış uzun ay yıldızlı kahverengi kalpağı var, gözleri bu ay yıldızdan daha büyük ve daha ateşîn kestane renginde. Öyle güzel, öyle güzel ki, ancak insan bunu bir romanda, belki de bir dramda temsil eder. Azası kavî, kolları kırmızı bayrağın direğine sarılmış ve su içinde yürüyen bir sancaktar: "Senin için ey sancağımız, ölürüz de vermeyiz..."
Arkamdan bütün koğuş gürleyerek devam etti: "Senin için ey sancağımız güle güle kurban oluruz."
İnatla, ısrarla, heyecanla içeriden dışarıdan etrafımı saran bu sancak aşkı gözlerimden çocuk gibi sıcak sıcak yaşlar boşandırdı.
Yanıbaşımdaki çavuşun bu seslere neden iştirâk etmediğini anlamak için döndüm. Hüseyin Çavuş yatağının içinde çocuk gibi büzülmüş ağlıyordu.
— Ne var, Hüseyin Çavuş!
— Bursalı, çam ağacı gibi, delikanlı bir sancaktarımız vardı. Metris Tepe'de bizim taburla beraberdi; yanı başımda sancağı kucağında çam gibi devrildi, şehit oldu, onu düşündüm de.
İhsan'ın yaralandığını ve benim kendisine baktığımı tabii biliyorsun. Şimdi Madam Tadia'da yatıyor, hayli iyidir. Cemal'den mektup aldım. Haşmet Bey harbi şükür yarasız geçirdi. Yalnız İstanbul'dan beraber geldiğimiz Seyfi şehit oldu. Genç karısı yazıp bana soruyor. Nasıl cevap vereceğim? Bana mektup yaz.
Ayşe
Ayşe'nin İhsan'dan bu kadar az bahsetmesine taaccüp ettim. O kadar alelâde bir şey mi? Hele daha sonra yarasına baktığı Haşmet Bey'den hiç bahsetmedi. Mektupları nefer ve çavuşla dolu, demek bu iki adam Ayşe'nin hayatında mühim değiller. Ayşe'nin Kütahya Harbi'nde yazdığı son mektup bu hissimi kuvvetlendirdi. Artık Ayşe'nin kafasında ve gönlünde İzmir'den başka bir şey olmadığına inanmak istiyordum; kısa bir mektubunda da diyordu ki:
Ben Ankara'ya geldim, gittim. İki gece kaldım, Cemal orada idi. Sen seyahatte imişsin. Dönerken İhsan'a tesadüf ettim. Ankara kendisine yaramış. Orada bize hiç bahsetmediği akrabaları varmış, herhalde çok neşeli şeyler. Sumut ve sakin İhsan'ı neşe ile sıhhatle doldurmuşlar. Doğruca kolordusuna gitti.
Ben Ankara'da galiba sıtma aldım. Hararetim ve düşüklüğüm var. Haşmet Bey iyi oluncaya kadar ayakta sebat ettim. Onu şimendifere bindirip gönderdikten sonra ben de birkaç gün yattım. Cemal cenûbda süvari alaylarında... Ben bazan yatıp bazan kalkıyorum. Bana Madam Tadia bakıyor. Ufukta yine harb sesleri var. Harp olursa hücum borusunu duymuş kumandan atı gibi içim kabaracak, ben de iş başına koşacağım. Her asker geçtikçe Madam Tadia pencereden bakıyor, önlüğü ile gözünü siliyor, hep ağlıyor: "Ne kadar ana daha ağlayacak, hepsi ne güzel, neden bu kadar güzel, nasıl bu kadar güzel?" diyor.
Ayşe
Kütahya Harbi çok ıztırâb ve meşakkat çektirdi. Fakat merak etme, meyus değilim.
Sana son mektubu yazdıktan sonra harb hemen başladı. Ben yine sıtmadan yatıyordum. Hava ağır, tehditkârbir intizarla dolu idi. Ben kalkamamaktan içimi yiyordum. Fakat öyle yüksek bir hararetim vardı ki... Kafamda hastabakıcılık hayatım devam ediyor. Hastahanenin merdivenlerinden aşağı yukarı inip çıkıyordum. Ameliyathanede kol bacak kesiyorlar, kafatası açıyorlar, göğüsten, karından kurşun çıkarıyorlardı. "Hemşire Ayşe pamuk, Hemşire Ayşe gaz, Hemşire Ayşe kloroform ver; Hemşire Ayşe hastanın başını biraz aşağıya indir." Kafamda hep böyle doktor kumandaları ötüyordu. Güya hastahanede imişim gibi bütün yaralı ordu elimden geldi, geçti. Çıplak göğüsleri kırmızı yaralar içinde, genç yüzleri ıztırâbla mütekallis gözleri sevgililerin acı hayalâtıyla dolu, ince uzun vücutlarıyla birçok zâbit doğradık durduk. Sonra ne kadar nefer vardı. Esmer, dört köşe, hiçbir kasırganın koparamayacağı meşe kütüklerine benzeyen kavî vücutlarıyla mütemadiyen bıçak altında inlediler.
Bilir misin Peyami, İstanbul'da Anadolulu hizmetçilere, bilhassa askerlere hiddet edince "meşe odunu" dersiniz. Bu istihfa için söylenen lâkırdının onların rasanetini yalnız vücutlarının değil, ruhlarının ve sinirlerinin rasanetini en iyi ifade ettiğini sıtma arasında hastabakıcılık hayatımı yaşayan muhayyilem buldu. Bana Anadolu Ordusu muazzam ve muzlim, eğilmez bir meşe ormanı gibi geliyor.
Bizim İzmirliler bambaşkadır. Bunlar Orta ve Şarkî Anadolu. Nasıl bizimkiler esmer yüzleriyle ekserî mavi gözleriyle çevik, çâlâk vücutlarıyla rüzgârla sallanan ince çamlara, uzun servilere benzerler. İstanbullu daha beyaz, daha başka bir ruh meşesi, daha zarif ve mütekâmil bir insan örneği. Bütün bu ezelî meşelerin rasanetini, çamların, servilerin zarafetini ve salıntısını birleştirdikten sonra hepsinden müteşekkil, hepsinden daha mütekâmil bir ağaç ismi bulsam onu İstanbullu'ya vereceğim. Anadolu kadar rasin, İzmir kadar çâlâk; fakat bunların ortasında bir de kendi güzel İstanbul'undan, bin bir türlü Türk ruhunun rüyası olan beyaz İstanbul'undan, güzelliği ve çirkinliği ile gelen harikulâde bir mahlûk.
Bu hulyadan sonra kafamda, ordumuzu ötesinde berisinde ince serviler ve çamlar görünen engin bir meşe ormanı hâlinde görüyordum. Gölgeleri ezelî, gövdeleri nâmağlûb, dalları hulya ile çok ciddî ve derunî bir ıztırâbla dolu bir ormanı. Koca dünya bunu mütemadiyen biçiyor, büyük ağaçlarını yere seriyor. Fakat yere dökülen tohumlardan daha zengin genç bir orman fışkırıyor. "Bu orman İzmir'e girecek," diye sayıklamış ve haykırmışım.
Bir akşamüstü şakaklarına kirli siyah saçları yapışmış, sarhoş gözleri kan içinde, nara atarak lâterna çalarak Yunan askerlerinin Madam Tadia'nın oteline hücum ettiklerini rüyamda gördüm. Gözümü açtım, top ve bomba sesleriyle otel, sarsılıyordu. Yataktan fırladım, merdiven başına gittim. Zavallı ihtiyar kadın topallaya topallaya yukarıya geliyordu. Tayyare hücumu olduğunu söyledi. Sonra yavaşça hastaları naklettiklerini ve tahliyeye kadar verildiğini fısıldadı, bana yardımını rica ettim, giyindim, hastahaneye gittim. İstasyonun elektrikleri yanmış, katırların, öküz arabalarının başında başları önlerinde nakliye neferleri mütereddit ve telâşsız gidiyorlar. Müşa'şa bir mehtap var. Bazan da bir tabur tozları kaldırarak geçiyor. Zâhiren tahliyeye benzer bir şey yok. Bununla beraber içimde İzmir yolundan bir adım gerilediğimiz hissi var. Bunu onlar da belki hissediyorlar. Hep o meşenin eğilmeyen rasaneti, ona bu sükûtu veriyor, onu kesersiniz, yakarsınız, fakat eğemezsiniz. Bu yolun ortasında dövüşe dövüşe ileri geri mutlak bir gün İzmir'e yetişeceğiz.
Hastahanenin kapısından girince taş avluyu sedye ile dolu buldum. Elektrikler yanmıştı. Sedyelerde hâkî esvapları, yıldızlı, aylı başlıkları ile aziz meşeler yatıyorlar, bazısının ceketinin kolları boş, bazısı yüzükoyun yatıyor, kaba etleri topla parça parça olmuş, üzerine bir battaniye çekilmiş. Bahçe kapısından iki sedye getiriyorlar. Beyaz çamaşır parçaları, hâkî kumaş parçaları, et parçaları didik didik birbirine kırmızı bir yaşlıkla karışmış. İnsan sesine benzemeyen boğuk bir ıztırâb figanı bu et parçaları arasından haykırıyor. Taşlıkta mutlak bir sükûn var. Bu esmer, muzlim başların, yaralarından daha derin ve derunî bir ıztırâbları var; gözleri, dalgın ve uzak.
Merdiven başında doktoru gördüm. Beyaz gömleği, hatta beyaz takkesi kan içinde, alnından ter taneleri akıp duruyor, beni görünce haykırdı:
— Hemşire Ayşe, ne iyi zamanda geldiniz, hemen yukarıya çıkınız, size o kadar ihtiyacım var ki.
Merdivenlere dayana dayana çıktım. Bayılmamaya, içimdeki zaafa mağlûb olmamaya karar verdim. Ben de bir meşe ormanı ortasında değil miyim? Onlar gibi, eğilmemeye, mağlûb olmamaya mecburum.
Yukarıda iki yaralı kloroform alır almaz ameliyatın birinci kısmında dünyadan geçtiler. İkisi de arslan gibi iki nefer. Gözlerini elimle kapadım. Kocaman soğuk esmer ellerini tuttum, okşadım, "Allahaısmarladık hemşehrim," dedim. "İzmir yolunda görüşeceğiz." Bundan sonra gelen bir topçu neferi idi. Yüzünün yukarı kısmı tamamen morarmış, çürümüş, başında beyaz bir sargı var, ayakları ihtilâç içinde, çocuk gibi bağırıyor:
— Allah aşkına diyin gardaşım; beni günün altına ne bırakıvidiniz. Gafam yanıya, ne va? Desenize bana, Allah aşkına beni günün altına ne gakıvidiniz?
Ameliyat masasında bir meşe pâdişâhı gibi devrilmiş düşmüş olan bu asker son neferdi. Bundan sonra zâbit ameliyatları vardı. Doktor, dal keser gibi iki kol budadı. Onların daha şuurlu ve daha içinden bir hüzünleri vardı. Bir tanesini yatağına koyduktan sonra beni gözleriyle çağırdı. Eğilmemi işaret etti. Dudakları kımıldıyor, gözleri acı bir inhimâkle bana bir şeyler anlatmaya çalışıyor; fakat bir kelime söyleyemiyordu. Gözlerinde anlamayan bir neferin verdiği ye'sle daha acı, daha münhemik anlatmaya çalışıyor, fakat dudaklarında yalnız bir makine hareketi görülüyordu. Istırabını derhal anladım. Yüzüme anlayan bir ma'nâ verdim. Mütebessim ve müşfik esasen durduramadığım yaşlarla kulağımı dudaklarına yaklaştırarak dinler gibi yaptım. Muztarib gözlerine biraz sükûnet geldi.
— Peki kardeşim, dediklerinin hepsini yapacağım, dedim.
O hâlâ dudakları sessiz kımıldanarak gözlerini kapadı, öldü.
Başımı çevirdim, arkamda doktorun gözleri yaşlı idi. Kocaman çocuk yüzlü bir nefer birdenbire hıçkırarak ağlamaya başladı:
— Anasının bir tanesiydi. İstanbul'da bana emanet etti. Ben şimdi ona ne diyeceğim, diyordu. Odadan çıktım, merdivenleri yavaş yavaş iniyordum. İçimdeki zaaf bayılmaktan fazla bir şeydi. Avluda sıhhiye neferleri beyaz gömlekleriyle sâkin ve kavî, yaralılara yemek yediriyorlardı. Öyle kadına benzer, kadından fazla bir rikkatleri var ki...
Ben de hemen onlara iltihak ettim. Sedyelerin yanına diz çöktüm, çocuğumu besler gibi kaşıkla ağızlarına lâpa vermeye başladım. Yüzükoyun yatanı biraz kımıldatmak istedim, yüzüme kuvvetini hiçbir vakit ölçemeyeceğim elâ gözleriyle baktı: "Hemşirem, sol omuzum gırık, gımıldanamıyom," dedi. Sonra yavaş yavaş konuştuk:
— Yeni asker mi oldun? Nerelisin?
— Sekiz senedir askerim. Çanakkale'de harbettik biz, dedi.
Sivaslı olduğunu ve sekiz yaşında Kevser isminde kızını üç çocuğu arasında en çok sevdiğini söyledi. Bir harabe olan vücudu, konuşurken bazan fazla acıyor, susuyor, fakat yine başlıyordu. Kevser Hanım bir İstanbul kızı gibi içli imiş, güzelmiş, memleketine dönerse onu okutacakmış. Baktım, bütün bu mihnet ve işkence arasında hayat kabiliyeti hiç sönmemişti. Yavaşça:
— Guzum Hemşire Hanım, dedi. Bizi hemşire olan bir hastahaneye göndert, insana bacılar bakarsa yaralar daha çabık geçiyor.
Dizlerimizin üstünde memleketini ve adresini cebimdeki küçük deftere yazdım. Gözlerinde bir çocuk sevinci hâsıl oldu. Yanından kalkınca karşısındaki de seslendi, eğildim. "Beni de yazıve!" diyordu. Ne yazdığımı bilmiyordu. Arkadaşına imtiyazlı bir şey olmuş zannediyor ve o şeyi kendisi için de istiyordu. Hepsi birer birer yanlarına çağırıyorlar, alçak sesle konuşuyorlardı. O ıztırâb ve kan yerinde birdenbire bir sükûn ve teselli hâsıl olmuştu ve bu teselli ile derin kuvvet benim de içime yerleşiyordu.
Birdenbire feci bir şey oldu. Yan taraftaki koğuştan başı sarılı, beyaz donlu ve gömlekli, gözleri humma ile çıldırmış bir zavallı hasta fırladı, zavallının beyni artık kendinin değildi bu Ankaralı bir neferdi:
— Beni Ankara'ya iletin, tabanını öpem, tohtora di, beni Ankara'ya iletin!
Sıhhiye neferleri etrafını aldılar. Zorla götürdüler. Beynindeki humma ile daima Ankara'ya gitmek istiyor ve sekiz adamla güreşebiliyordu. Bu cinnet ve ıstırabın tek çığlığı zannettim ki yerde yatanların içinde hasret ve ıztırâb akisleri uyandırdı. İnliyorlar mıydı, inlemiyorlar mıydı? Kulağımla işittim, fakat içim onların iniltisini duydu ve bu sumut ıztırâb arasında zavallı deli neferin çığlığı umumî ıstırabın tek ve tiz bir nakaratı gibiydi.
Hastahaneden acele çıktım. Zavallı genç kadın hizmetçiler bu şeylerle asapları tamamen gevşemiş, başlarını duvara dayamış, ağlaşıyorlardı. Hastahanenin kapısından biraz öteye sürünerek yürüdüm. Hep evlerin duvarlarına dayanarak gidiyordum. Sonra bir köşede durdum, çömeldim. Tıpkı bir Anadolu anası gibi başımı ellerimin içine aldım:
— Rabbim, daha ne vakte kadar bu mihnet ve bu acı? Yer yüzünde bize çektirdiğini çeken başka kulların var mı? Bizi sevdiğin için mi bu nihayeti gelmeyen meşakkat ve gözyaşıyla deniyorsun?
İlk defa İzmir yolunda çektiğim mihnet, bu an ruhumdan taştı, dudaklarımdan fırladı. Bir ses duydum. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Bu seste ıstırabın yenemediği bir hayat cesaretini hissettim. Bana doğru geliyordu. Arkasına döndü, birisine seslendi:
— Belki Madam Tadia'ya kadar gitmiştir. Ben gider kendisini bulurum, teşekkür ederim doktor, zahmet etmeyin.
Bu Haşmet Bey'di. Hemen ayağa kalktım, ona doğru yürüdüm. İki ellerimi birden tuttu, sıktı.
— Nasılsınız Hemşire Ayşe? Deminden beri sizi arıyorum.
Cevap vermedim. Arkamı duvara dayadım durdum. Bu sefer teessürle söyledi. .
— Nasıl, cesaretinizi kayıp mı ediyorsunuz, Hemşire Ayşe? Size kılıçla yemin edenler henüz ölmediler. İzmir'e yine girecekler ve siz de geleceksiniz. Fakat bu sefer Hilâl-i Ahmer filân yok, doğrudan doğruya cepheye, dedi.
Bu kan ve acılık ortasında kalbim öyle bir kuvvetle atıyordu ki...
— Hemen beni beraber götürünüz, dedim, ben silâh atan muharip bir insan olamam. Fakat İzmir yolundakilerin yarasını sarar, ıstırabını hafifleştiririm ve Allah isterse onlarla beraber ölürüm.
— Polatlı'ya gider gitmez sizi bizim Kolordu Seyyarına veririz. Ben de Fırkamla ......'inci Kolordu'ya iltihak ettim. Cemal de gelecek.
Bilsen nasıl hayat karşısında yenilmeyen cesaretlerin sarhoşluğunu duydum. Çocuk gibi ağlıyordum. Fakat bu biraz içimde kırılmaya yakın eğilen zembereğin bu kadar canlı olduğunu görmekten, biraz da Ahmed Rıfkı'yı hatırlamaktan ileri geldi, göğsünde lâle gibi kırmızı yarasıyla onu yanı başımda çocuk gözleri kahkaha ile dolu gibi görüyordum.
— Haydi bakalım Hemşire Ayşe, bu Yunan keratalarını beraber atmayacak mıyız?
Gece yarısından sonra açık bir vagonda yaralılarla Polatlı'ya geldim. Vagonda askerlerimle, avluda bıraktığımız dost hasbıhaline devam ettik, alçak sesle konuştuk, konuştuk.
İhsan'ı ilk günlerde çok merak ediyordum, sıhhatte ve Seyit Gazi'de olduğunu Haşmet Bey söyledi. Ne kadar merak etmiş olduğumu bu haberi alınca hissettim. Fakat düşünüyorum ki o Haşmet Bey'in yerinde olsa beni cepheye değil, cephe gerisine bırakırdı. Beni iki yaşında bir çocuk gibi ihtimam altına alırdı. Anlıyorum ki beni Geyve'de tehlikeden uzaklaştırmasını henüz içim affetmemiş.
Sen Peyami, İzmir yolunda hâlâ sararmış kâğıtlara bakarak mı yürüyeceksin?
Ayşe
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro