ÖZGE CEVHER (ÖZEL BÖLÜM 2)
Damien Rice | Back To Her Man
Holly Henry - Another Love
Selamlar millet. Şükür kavuşturana. Öncelikle, Özge ve Murat'lı bir özel bölüm ile geri dönmek istemezdim lakin, bu özel bölüm zaten diğer özel bölümün ardından gelecekti fakat araya 51. bölümü koyarak, Ilgaz ve Arya'yı merak etmeyelim diye bölümlerin yerini değiştirmiştim. Şimdi yine merak ediyoruz biliyorum ama bu bölüm sıra olarak 52. bölümden sonra gelemezdi. Nedenini 52.bölümde anlarsınız. Biliyorum, sitem edenleriniz olacaktır. Fakat bu kurgunun içinde bu karakterler de varsa bir şeyleri çözüme kavuştururken, ortaya attığım her şeyi açıklığa kavuşturmalıyım. Sonra final bölümünde Özge ile Murat'ın olayı neydi ya şeklinde yorumlar olmasın. Beni anlamanızı umuyorum. Keyifli okumalar...
ÖZGE CEVHER (ÖZEL BÖLÜM 2)
Rasim Arslan'ın evindeki müstakbel damadıyla olan yemek faslı kendisine ve eşine göre gayet iyi geçiyordu aslında. Masadaki çatal bıçak seslerine eşlik eden başka sesler çoğu zaman Rasim Arslan ve Murat Atahan arasındaki diyaloglardı. Onları ilgiyle izleyen ve kadehindeki şarabı küçük yudumlarla içen Leman Arslan da iş konuşmalarında bazen araya giriyor ve gelecek haftaki düğün hakkında bir şeyler söylüyordu. Eh düğün hakkında epey söyleyecek şeyi oluyordu aslında. Nihayetinde gelinin annesi olarak özel tasarım bir elbise giyecekti. Şu an sorsalar Özge, Fransız tasarımcının ismini dahi hatırlamıyordu. Üstelik kendi gelinliğini de aynı kadın tasarlamıştı. Gelinliği... Bunu düşünmek düğüne bu kadar kısıtlı bir zaman kalmışken bile hala ürpertiyordu. Çocukken kendi düğününü bu şekilde düşünmemişti. Yani bir yandan böylesine şaşaalı bir düğün... Bir yandan da böylesine sahte bir düğün... Sanırım bu yüzden bir hafta sonraki başrolü olacağını düğünü hala idrak edemiyordu. Masada konuşulanları duymuyor ve kendine şunu soruyordu.
Ben böyle bir yalanı hak ettim mi?
Tabağındaki ana yemeğe sadece çatalını batırmaktan başka bir şey yapmaması tam karşısındaki nişanlısının da dikkatini çekmişti. "Hayatım, hiçbir şey yememişsin?"
Özge, tüm bakışların ona döndüğünü fark ettiğinde hafifçe silkelendi ve masada daha dik bir konuma geldi. "Pek aç değilim," Sonra bu dediği masadakiler tarafından olumsuz anlaşılmasın diye zoraki bir şekilde gülümsedi. "Sonuçta haftaya düğünüm var ve düğün öncesi fazladan birkaç kilo sinir bozucu olurdu." Sanki onca şeye rağmen tek umursayacağı buymuş gibi güldüğünde annesi memnuniyet dolu bir kahkaha attı.
"Sonuçta kimin kızı?" Bunu gururla söyledikten sonra karşısındaki eşine baktı. "Biz anne kız tatlıya düşkünüz. Sonra da fazladan birkaç kilo sinir bozucu oluyor tabi. Rasim, hatırlıyor musun? Evlenmeden önce o spora başlama maceramı ve tatlılara karşı uyguladığım diyeti. Ah, tam bir işkenceydi." Rasim Arslan, sandalyesine yaslanıp onu desteklercesine güldü. Leman Hanım, bu kez yan tarafındaki kızına doğru dönmüştü. Özge gibi beyaz ve dikkat çekici yüzü, koyu kahve, omuzlarına değen dalgalı saçları ve bembeyaz dişleriyle yaşından oldukça genç gösteriyordu. Güldüğünde alnında ve göz kenarlarında oluşan birkaç çizgi hariç kesinlikle kimse annesinin kırk altı yaşında olduğunu tahmin edemezdi. Leman Arslan, hafifçe kızının çenesine dokunduğunda Özge, bakışlarını kaçırıp karşısındakilere baktı. "Gelmiş geçmiş en güzel gelin olacaksın,"
Annesi elini çektiğinde alelacele bardaktaki suyu dudaklarına götürdü. O sırada hemen karşısındaki Murat karizmatik gülüşüyle onu inceliyordu. Bakışları kesiştiğinde Özge, suyun bile boğazına takıldığını hissediyordu. Beyni durmuyordu, düşünceler onu bırakmıyordu ve Murat Atahan onu bilinmez bir girdaba sürüklüyordu.
Murat şarap kadehini masanın ortasına doğru kaldırdığında, uzanıp diğer eliyle de müstakbel eşinin masanın üzerindeki elini tuttu. "O halde gelmiş geçmiş en güzel geline,"
***
Kimse, hayatının ne yöne gideceğini yıllar öncesinden kestiremezdi. Adımları kendinden emin veya ürkek, nasıl olduğu önemli değildi. Özge Cevher de zamanında bunu tam olarak hesaplayamamıştı. Şimdi, topuklu ayakkabıları ile bahçedeki çimlerin üzerinden yavaş ama kendinden emin adımlar atarken telefonunu henüz yeni kapatmış ve bedenini bahçedeki koltuğun birine yerleştirmiş Murat'a baktı.
Başını koltuğun gerisine yaslamış, yıldızlı, karanlık gökyüzüne bakıyordu. İçeriden duyulan 'Back To Her Man' parçasının melodisi ve sözleri tuhaf bir etki bırakmıştı üzerinde. Neye sahip olursan ol, sen kaybedensin bu oyunda. Bunu ancak annesine düşkün, Star Wars karakterlerine hayran, babasından korkan o küçük çocuk söyleyebilirdi ona. Ama o da diğerleri gibi ölmüştü. Sanki zihninde yarattığı bir hayaldi, hiç var olmamıştı.
O sırada hafifçe esen rüzgarda kendisine doğru yürüyen nişanlısını gördü. Rüzgarın etkisiyle yüzüne gelen saçları ile bu yıldızlı gecede ve içerideki müziğin de etkisiyle şiirsel bir klibin içinde gibi görünmüştü gözüne. Dikkati dağıldı, koltukta dik bir konum alırken yanına gelen genç kadın, elindeki küçük tatlı tabağından birini ona uzattı. "Tatlı kısmından kaçamazsın, üstelik kendi ellerimle yaptım," diye tebessüm ettikten sonra hemen koltuktaki boş alana oturdu.
"Sufle?" diyerek elindeki tabağa baktıktan sonra dudaklarında ufak bir gülümseme belirdi. "Sufleye olan aşkından kendin yapacağın aşamaya geçeceğini tahmin etmemiştim."
"Çabuk öğreniyorum," diyerek kendi tatlısına kaşığı daldırdı ve ardından oldukça dikkatli hareketlerle dudağına götürdü. Murat önündeki tatlıyla bakışırken, Özge dikkatle onu izliyordu. Murat'ın tatlılarla arası pek yoktu. Özellikle çikolatalı tatlıları pek sevmiyordu. Özge, bunu tanıştıkları ilk günden beri biliyordu. "En azından tadına bak," dediğinde Murat başını sallamıştı. Suflenin orta kısmından bir kaşık aldı, dudağına götürmeden önce yüzündeki ifade düşünceliydi. "At çiftliğinde karşılaştığımız ilk günü hatırladım," diye mırıldandı.
Bir anda boş bulunup "Ben de," diye katıldı Özge ona. Sonrasındaysa ikisinin bakışları da dalgınlaşmıştı.
-3 yıl önce-
"Sence nasıldı Özge? Bugün Golden ile daha iyi anlaşabildiniz mi?"
"Şey, sanırım. Yani diğer günlere nazaran bugün daha uslu gibiydi sanki. Arada bir beni yine üzerinden atacak gibi hızlandığı oluyor. Umarım sakatlanmadan at binmeyi tamamen öğrenirim."
Oldukça sıcak bahar günleriydi. Güneş tepeden ışıl ışıl fakat bir o kadar da bunaltıcı bir sıcaklıkla etkisini hissettiriyordu. Özge üzerindeki yarım kollu bluzuyla terlese de bunu karşısındaki eğitmene hissettirmemek adına yüzündeki tebessümü silmeden hemen yanındaki, güneşin altında tüyleri bir altın gibi parlayan atın başını sevdi. At başını eğip Özge'nin beyaz şapkasına başını değdirince eğitmen ufak bir kahkaha attı. "Bence seni gerçekten sevdi."
Özge de onu sevmişti aslında. Başlarda fazlasıyla huysuzdu ona karşı. Fakat şu birkaç gündür birbirlerine alışmış gibiydiler. Hatta Golden şu an gözünde dünyanın en sevimli atı olabilirdi. Onun yelesini okşarken, eğitmeninin sesini duydu tekrardan. "Aman Allah'ım! Murat Atahan burada!"
Öncelikle, yirmilerinin sonlarına yaklaşmış, dudağının üstündeki beniyle dikkat çekici gözüken, siyah saçlı genç kadına baktı. Enerjisi yüksek biri olduğu doğruydu. Fakat dudaklarının arasından o ismi dökerken hiç olmadığı kadar coşkulu çıkmıştı sesi. Resmen gözleri parlıyordu. Daha sonra onun baktığı yere baktı. Sadece üyelerin bir şeyler yiyip içebileceği oldukça büyük mekânın önünde, bir gölgeliğin altında oturan birkaç orta yaşlı erkek ve onlarla ayakta sohbet eden düzgün bir fiziği olan genç adam... Siyaha yakın koyu renk saçları, çıkıntılı çene yapısıyla daha dikkat çekici hale gelen karizmatik yüzü ve bir anda bu tarafa doğru dönen kahveleri...
Özge yakalanmanın verdiği telaşla gözlerini kaçırdı. "Ah, geliyor. Bu kadar yakışıklı olmayı nasıl başarıyor hiçbir zaman bilemeyeceğim." Eğitmeni keyifli bir ifadeyle gülümsemişti.
Hala başını çevirip adama bakmamıştı. Fakat kadının dediğine göre buraya geliyordu. Yanındaki Golden ile ilgileniyormuş gibi yaparak sordu. "Şu, neredeyse ülkeyi elde edecek kadar zengin olan Mehmet Atahan'ın oğlu mu? Onu tanıyor musun?"
"Ta kendisi ve tabi ki tanıyorum. 9-10 yaşlarındaki halini biliyorum. O zamanlar babası at binmesini öğretmek için buraya getirirdi. Babam en iyi eğitmendi ve bizzat o öğretmişti at binmesini. O zamanlar tanışmıştık." Cümlesini bitirdikten yalnızca dört beş saniye sonra, "Murat Atahan, iş yoğunluğundan burasını unuttun zannetmiştim." Diyerek kıkırdadı ve yanına gelen adamla kısaca sarıldılar. Özge, bahsedilen adamı, kadının yanında gördüğünde gerilmişti. Yabancılardan hoşlanmıyordu. Yani çoğu zaman yabancılarla iletişim kurmak konusunda zorlanırdı. Bu yüzden çoğu insana göre dışarıdan soğuk ve kibirli görünürdü.
"Her gelişimde laf sokmaktan vazgeçmiyorsun. Geçen onca yılın ardından değişmeyen özelliklerinden biri de bu." Özge, keyifle konuşan ikiliye bakarken orada üçüncü kişi olarak bulunmaktan sıkılmıştı. Şu an laflarını bölüp veda etse bakışlar ona dönecekti. Sessizce ayrılsa, bu da yaşına yakışmayacak kadar çocukça ve saygısız olurdu. O yüzden zoraki bir tebessümle dikilmeye devam etti. Zaten çok geçmeden genç adam, Özge'ye doğru bakmıştı. "Merhaba. Ben Murat. Siz de..."
Özge, kendisine doğru uzatılan ele sonra da genç adama baktı. Erkek arkadaşından, Mehmet Atahan hakkında küfürler duymaya alışkın olsa da oğluna sebepsizce kaba davranmak istemedi. Nezaketen ona uzatılan eli sıktı. "Özge," dedi. "Sedef'in öğrencisiyim."
Genç kız, ne ara üyelerin girebildiği büyük mekânda yanında eğitmeni Sedef ve çaprazındaki Murat Atahan ile aynı masaya oturduklarını idrak edememişti. Diğer at binme dersine yaklaşık kırk beş dakika daha olduğu için Özge beklerken genelde burada oturur bir şeyler içer ya da ara sıra tatlı yerdi. Fakat Sedef'in, Murat ile yanlarına oturması için ısrar etmesiyle bir yanda ikisiyle otururken bulmuştu kendini. Her yabancı insanın yanında rahat edemediği şekilde gergin hissediyordu o an.
Aslında buna alışması gerekiyordu, yaklaşık bir senedir annesi zengin bir iş adamıyla evliydi. Ilgaz'ın deyimiyle oldukça sosyetiğe maruz kalıyordu. O ortamlara hala tam olarak alışamamıştı. Büyüdüğü mahalleden ayrılmak onu bir hayli üzmüştü. Bu ayın son haftasında on dokuza basacak olmasına rağmen kendi başına bir yere taşınma fikrine annesi karşı çıkmıştı. Beyza'da kalma şansı da yoktu, bir ev arkadaşına sahipti. Beyza kadar ılımlı biri olmadığı için de asla o uyuz kıza katlanamazdı. Ayrıca bir evin kirasını ve tüm faturalarını karşılayacak kendine ait parası da yoktu.
Masaya içecekler ve Özge ile Sedef'in sipariş ettiği tatlılar gelince Sedef ve Murat ettikleri sohbeti kesebilmişlerdi bir anlığına. Murat, sade Türk kahvesini dudaklarına götürürken dakikalardır mimiksiz bir yüzle onları dinleyen kızın önündeki sufleyi gördüğünde yüzüne bir tebessüm yerleştiğine dikkat etmişti. Özge, ona bakıldığını fark ettiğinde rahatsız bir ifadeyle kımıldandı. Ne diyebileceğini bilemediğinden, "İsterseniz tadına bakabilirsiniz," dedi. Sonra bu dediğini kendisi saçma buldu ve yüzünü bir sıcak bastı.
"Ah, hayır teşekkür ederim. Ben pek tatlı yemem."
Sedef kaşığındaki tatlıyı elinde tutarken karşısındaki genç adama gözlerini devirdi. "Sufle bu Sufle. Diğer tatlılarla genelleme yapma lütfen."
"Çikolatalı olan her şeye karşı böyle değilmişsiniz gibi."
"Haklısın!" diye kıkırdadı Sedef. Özge, karşısındaki yabancı adamdan çekinerek yiyor olsa bile Sedef'in dünya yansa umurunda olmazdı. Şu an oldukça keyifli ve canlıydı.
Birkaç dakikanın ardından içeriye giren genç bir çocuk Sedef'e seslendi. Ders alacak yeni bir üyenin hocayla görüşmek istediğini söyleyince, Sedef masadan ayaklandı. "Gördün mü? Adımını attığın gibi uğur getirdin yine." Diyerek hemen karşısındaki Murat'a göz kırptı. Özge ayaklanan Sedef'ten dolayı gerginlikle sırtını dikleştirirken Sedef kibar bir tebessümle ona baktı. "Hemen dönerim tatlım."
Sedef yanlarından gittikten sonra Özge'ye ne kadar zaman geçti diye sorsalar muhtemelen yarım saattir can sıkıcı bir sessizlik olduğunu söylerdi fakat henüz daha bir dakika olmuştu. Geçen saniyelerde sadece kahvesine ve önündeki tatlıya yönelmişti. Yabancı bir adamla aynı masadaydı ve konuşabilecekleri hiçbir şey yoktu. Geriliyordu ve emin olmasa bile adamın koyu kahvelerinin ara sıra ona değdiğini hissediyordu. Ağzına attığı suflenin son parçasını yavaşça çiğnerken duyduğu tok ses irkilmesine neden oldu. "Sedef'ten ders almaya başlayalı ne kadar oldu?"
Adamın kendisine yönelttiği soruyla ağzındaki lokmayı yutmak için bardağındaki sudan bir yudum içti ve hafifçe boğazını temizledi. "Yaklaşık 3 hafta oldu."
Sırtını sandalyesine yaslarken Murat onun aksine onunla göz teması kurmaktan çekinmemişti. "Henüz yeni sayılır. Sedef biraz fazla konuşur ama kesinlikle çok iyi bir eğitmendir. Babası bu işin en iyilerindendi. Hatta tecrübeme dayanarak direkt onun en iyisi olduğunu söyleyebilirim."
Özge, Sedef'in söylediği şeyi hatırladı. Murat, Sedef'in babasından at binme eğitimi almıştı. "Sanırım siz at binme konusunda tecrübelisiniz."
Murat fincanındaki kahveden küçük bir yudum aldıktan sonra damarlarının belirgin olduğu ellerini fincanın etrafında birleştirdi. İnce dudakları küçük bir tebessüme ev sahipliği yaparak hafifçe genişledi. "Aşağı yukarı on sekiz yıl oldu sanırım, sizin şu anki yaşadığınız süreçleri yaşayalı."
Özge şaşırmıştı. Kendisi kısa bir zaman sonra on dokuz yaşında olacaktı. Karşısındaki adamın neredeyse kendinin yaşı kadar önce at binmeyi öğrendiğini duymayı beklemiyordu. Yaş tahminleri konusunda direkt nokta atışı yapacak kadar iyi değildi. Fakat yirmi yedi – otuz yaş aralığında olduğunu görünüşünden çıkarmak mümkündü. Eğer daha yaşlı değilse ve yaşından oldukça genç göstermiyorsa at binmeyi küçük yaşta öğrenmiş olmalıydı.
"Buraya ilk geldiğimde dokuz on yaşlarındaydım." Sanki Özge'nin zihninden geçirdiklerini anlamış gibi o sormadan konuşmuştu. "Babam, biraz mükemmelliyetçi bir adamdır da. Her şeyi küçük yaşta öğrenmemizi istiyordu." Yüzündeki gülüş silik bir ifadeye döndü. Fakat Özge'nin fark edebileceğinden bile kısa bir andı. Kahvelerinin derinliklerinde yatan acılı, kindar, öfkeli ruhu Özge'nin o zamanlar fark etmesi mümkün değildi.
İnsanı en iyi aynı yerlerden yarası olanlar anlardı. Başkası için çok da bir şey ifade etmeyecek "mükemmeliyetçilik" Özge'nin de durgunlaşmasını sağladı. Bu kelimeye aşinaydı ve aynı özelliğe sahip olan bir anneye sahip olmak içinde daima bir yara olarak kalacaktı. "Sanırım ebeveynlerden biri öyle oluyor. Bizde mükemmelliyetçi olan taraf annemdi. Babam... Babam biraz daha rahat bırakan, kısıtlamayan taraftı." Birden sanki kırk yıllık arkadaşına anlatır gibi henüz yeni tanıştığı bir yabancıya bunu söylediğine rahatsız olmuştu. Fakat birkaç saniye sonra zaten Murat Atahan ile bir daha bir yerde karşılaşmayacağını düşünerek kendi kendini rahatlatmıştı.
Oysa bilmiyordu. Murat Atahan'ın üzerinde bıraktığı etki düşünebileceğinden çok daha fazlasıydı. Genç adam memnun bir gülümseme sunmuştu ona. "Katılıyorum. Belki de bu birbirlerini dengeleme şekilleridir." Ve Murat Atahan ilk kez onu dengeleyebilecek birinin varlığına ihtiyaç duymuştu. Olgun, aklı başında, sakin, güçlü ve onu anlayabilen birini. Annesine benzeyen birini... Kaderin karşısına annesini andıran bu güzel genç kızı çıkarması ikisinin de hayatını değiştirecekti.
"Yıllar hızlı geçiyor," dedi Murat hatırladığı anıların etkisinden sıyrıldığında. Ağzına attığı sufleyi yuttuktan sonra Özge ona imalı bir ifadeyle gülümsedi. "Ve acımasız,"
Birkaç saniye birbirlerine baktıklarında bu kez Murat'ın dudaklarında bilmiş bir gülüş belirledi. "Hayat başlı başına acımasız, meleğim. Ne bekliyordun ki?" Tabağındaki tatlıdan başka bir kaşık daha aldıktan sonra elindeki tabağı yanına koydu. "Bu arada ellerine sağlık. İlk defa bu tarz bir tatlıdan ikinci bir yudumu yiyebiliyorum."
Murat'a baktığında aklında birçok şey dönüyordu. Onun gerçek yüzünü, o diğer yönünü bilmese ne kadar da kibar bir adamdı. Centilmendi, bulutları ayağınızın altına serebilir gibiydi. Hırslı, çalışkan, mücadeleci ve aslına bakılırsa sabırlıydı da. Onu yüzeysel tanıyan biri belirgin bir kötü özelliğini söyleyemezdi. Her genç kadının rüyalarını süsleyebilecek bir erkekti. Sosyete camiasında birçok kişi Özge'den 'o şanslı kadın' diye bahsediyor olmalıydılar. Ama aslını kimse bilmiyordu.
Tüm yaşadıklarına, kavgalarına, anlaşmalarına, nefret edişlerine rağmen yine buradaydılar. Aynı koltukta, yıldızların altında... Birbiriyle olan kavgaları, kendileriyle olan kavgalarıyla yorgun düşmüş paramparça iki ruhtular. Aynı yörüngenin etrafında dönerken birbirlerinden bir uzaklaşıyor bir yaklaşıyorlardı. Yazısız kuralları, yazılı bir antlaşmaya bile dönmüştü. Altı aylık evlilik oyunu oynayacak olan gürültülü bir maskeli balonun en büyük risklerini alıp belki de en büyük kayıplarını vermiş kuşkusuz en iyi oyuncularıydılar.
Bazen bile isteye, bazen farkında olmadan ve bazen de mecbur bırakılarak...
Murat'ı bilmiyordu ama Özge artık çok yorulmuştu.
"Koruluğa yürüyeceğim." Diyerek oturduğu yerden ayaklandı. "Bana eşlik eder misin?"
Murat onun bu isteğine şaşırırken Özge çoktan ayakkabılarıyla çimlerin üzerinde ilerlemeye başlamıştı. Saçlarını omuzlarının gerisine, sırtına doğru itti. Havanın serinliği akşam vakti ilerledikçe daha da artmıştı. Beyaz elleri çapraz bir şekilde çıplak omuzlarında yer edindiğinde başını gökyüzündeki parlak, minik yıldızlara çevirmişti.
Babası ile yaptığı telefon konuşmasından beridir kendini daha da kötü hissediyordu. Özellikle bir o kadar da yalnız... Hâlbuki ona anlatmak istediği ve dizlerinde hıçkıra hıçkıra ağlamak istediği o kadar şey vardı ki... Her gece başını koyduğunda döktüğü sessiz gözyaşlarından bahsedebilirdi mesela, kırgınlıklarından, pişmanlıklarından ve bilakis çaresizliğinden...
Ama babasının da bir yabancıdan farkı yoktu artık onun için. Onun başka bir ailesi, başka bir hayatı vardı ve görünen üzere o hayatın içerisinde Özge'ye bir yer yoktu. Annesi ise gözlerinin önünde ne halde olduğunu görmüyordu. Murat ile evlendiğinde dünyanın en şanslı ve en mutlu kadını olacağına inanıyordu. Hayır, konu Murat da değildi. Sorun kendisiydi. Yaptığı hatalar, bir hiç uğruna feda ettikleri, içinden çıkamadıkları, kendinden kaçamayışlarıydı.
Omuzlarına örtülen ceketle irkilerek sağ tarafındaki adama baktı. "Gerek yo-" Cümlesini tamamlamasına izin vermeyen şey Murat'ın şaşkınca sorduğu soruydu. "Ağlıyor musun sen?"
Bakışlarını kaçırdığında etrafını çevreleyen ağaçları fark etti. Koruluğa girdiğini de gözlerinin dolduğunu da anlamamıştı hâlbuki. Çünkü beyni sürekli başka yerlerdeydi. Gözlerini kırpıp geri açtığında derin bir nefes almıştı. Fakat bunu yapmasıyla üzerindeki Murat'a ait ceketten gelen keskin ve erkeksi koku ciğerlerine yoğun bir şekilde doldu. Kendini sersemlemiş hissetti. Bu kokuyu fazla yoğun duyumsadığı oldukça sayılı an olmuştu.
"Özge?" diye sordu Murat. Şaşkındı. Murat Atahan'ın gerçekten şaşırdığı sayılı anlar olmuştu. Elbette Özge'yi daha önce ağlarken defalarca görmüştü. Fakat titreyen kirpiklerin kafesinden özgür kalan o tek damla, genç kızın yanağında usulca süzüldüğünde bu kez farklı hissetmişti. Yıllar önce gördüğü o genç kız gibi ürkek, masumdu. Bir an parmaklarını onun yüzüne götürüp gözyaşlarını silmek geçti içinden. Sonra tereddüt etti. Merhamet duymak istemiyordu ona karşı. Bir kez duymuştu. Ona güvenmişti, kendini açmıştı. Ama Özge, Murat'a, Ilgaz'ın babasının ölümünün gerçeklerini ortaya çıkarmak için yaklaşmıştı. Onunla oynamıştı. Başarabilirse, Ilgaz'ı geri alabilirim umuduyla. Murat'a göre, onun ayağına geçirilen pranganın suçlusu kendisi değil, Özge'nin ta kendisiydi.
Kendi hayatını kendi elleriyle mahvetmişti. Oysaki her şey daha gerçek olabilirdi.
İkisi için de bir umut olabilirdi.
"Canım acıyor..." Özge, her defasında yaptığı gibi yüzüne ifadesiz bir maske takıp gözyaşlarını içine atamıyordu. Darmadağındı, bunu saklamanın ne lüzumu vardı ki? Onca acının, parçalanmışlıkların, kaybedişlerin, pişmanlıkların hiç yaşanmamış gibi görmezden gelinmesi neyi değiştirirdi? Yaşanmamış yapar mıydı? Üstelik sahte olduğunu birbirleri bile bilirken neden bu sessiz ama bir o kadar da gürültülü oyuna devam ediyorlardı?
"Öyle acıyor ki..." Bu defa ıslanmış kahveleri, Murat'ın şaşkın ve tereddütlü kahvelerinin içine baktı korkusuzca. Ürkek, çaresiz yaşlar daha hızlı döküldü gözlerinden bu kez. "Keşke sadece acıyan kalbim olsa... Ruhum da acıyor. Günden güne ağırlaşıyor sanki... Sonra beynim... Hep keşkeler ile dolu. Pişmanlıklarla dolu... Susmuyor. Sussun istiyorum, sussun ama susmuyor. 'Beni görmüyor musunuz?' diye avazım çıktığı kadar bağırmak istiyorum. 'Beni neden Bulut'u sevdiğin kadar sevmiyorsun baba?' demek istiyorum ona. Sonra annem... Gözünün önündeyim, ama düştüğümü görmüyor. Düştüğüm yerden kalkamıyorum. Yardım etsin istiyorum ama etmiyor. Beni kendi gibi yapmak yerine beni, ben olduğum için kabullensin istiyorum. Çalışkan olduğum, güzel olduğum, zengin bir adamla evlenip herkesin konuştuğu bir kadın olmam için değil, sadece kızı olduğum için sevsin istiyorum. Sonra sen..." Özge, rüzgârın çarptığı yanaklarındaki yaşları elinin tersiyle gelişigüzel sildikten sonra Murat'a biraz daha yaklaştı. Başını biraz daha kaldırıp diğer elinin parmağını Murat'ın gömleğinin üzerinden göğsüne bastırdı. "Sonra sen..." Sesi bu defa daha kısık çıkmış ve bakışlarını onun göğsüne indirmişti.
"Ben?" diye sordu Murat. Evet, Özge'den böyle açıkça, pat diye duygularını ortaya dökmesini beklemiyordu. Leman Hanım ile tartışmış olabilirlerdi, belki yine umutsuzca babasının onu aramasını beklemiş olabilirdi. Berbat ebeveynlere sahip olduğunu geçirdikleri iyi kötü bunca zaman boyunca gayet iyi biliyordu. Ama kendisi? Bu cümlelerden ona nasıl bir pay çıkaracağını açıkçası merak etmişti.
"Sen... Durduğun yerde sadece beni izledin. Ben aşağıdaydım, dipte... Düştüğüm yerde debeleniyordum. Sadece baktın ve izlemeye devam ettin. Güçsüz oluşumu görmek seni memnun bile etti. Hatta zaman zaman acı çektiğimi görmek hoşuna bile gitti. Çünkü... Acizdim, çaresizdim. Gidebilecek hiçbir yerim yoktu. Senden başka gidebileceğim kimsem yoktu. Bunu biliyordun. Ne gerçek manada bir ailem, ne bana sahip çıkabilecek dostlarım vardı. Tüm bunları hak ettiğimi düşündün belki de. Sana muhtaç olmam gururunu okşadı. Beni kendi ellerinle mahvettiğinde bile senden başka gidecek kimse yoktu. Bunun ne kadar çaresiz bir şey olduğunun farkında mısın? Bana tehditler savurduğun, bana dersler vermeye çalışıp beni yerle bir ettiğinde bile omzunda ağlayabileceğim kimsem yoktu benim. Senden nefret ettiğimi söyleye söyleye yine senin kollarında ağladım ben. O yüzden belki de diğer insanların yanında ağlayamazken senin yanında ağlayabiliyorum. Zaten mahvolmuş bir haldeyim, senden niye saklayayım ki? Bunun en yakın şahidisin. Ama bir kere bile o şeytana sattığın ruhunu geri almayı deneyip elini uzatmadın bana. Kinini, öfkeni bir kenara itip kendine bile bir şans vermedin! Hala ders vermek niyetindesin. Sözleşmeli bir evlilik... Her türlü benim karanlık bir çukurda debelendiğim bir son... Satın aldığın ya da kiraladığın malınmışım gibi davranıyorsun bana."
"Sen... Durduğun yerde sadece beni izledin. Ben aşağıdaydım, dipte... Düştüğüm yerde debeleniyordum. Sadece baktın ve izlemeye devam ettin."
"Sesimi duyabilecek, beni içinde bulunduğum cehennemden kurtarabilecek bir sen vardın. Sen kılını bile kıpırdatmadın."
Bazen benzer bir cümle size geçmişi hatırlatıyordu. Sanki o ana dönüyordunuz. O yere gidiyordunuz ve o kişiyi buluyordunuz karşınızda. Öyleydi. Onur'un son doğum günüydü. On dokuz yaşına basmıştı. Annesinden aldığı bal sarısı gözleri, çoğu Atahan'ın sahip olduğu koyu, siyaha çalan saçları... Ağabeyiyle neredeyse aynı yerde olan kaşının üstündeki küçük ben... Babası ve ağabeyiyle aynı yapıya sahip hafif çıkıntılı çenesi... Annesinin mahzunluğunu andıran yüz ifadesi... Huzur verici bir şarkıya eşlik edebilecek kadar hoş bir tınıya sahip olan bir sesi olmasına rağmen yoğun acı ve çaresizlik barındıran cümleleri... Hata etmişti. Onun suçu değildi hiçbir şey. Dünyaya gözlerini açar açmaz annesini kaybetmiş, ağabeyi tarafından annesinin katili ilan edilmiş henüz hiçbir şeyden haberi yokken onun kinini kazanmış, onu veliaht ederek hayatını cehenneme çeviren ruhu hastalıklı bir babaya sahip küçücük bir bebekti.
O gün ona sarılmalıydı, teselli etmeliydi, ben yanındayım diyebilmeliydi küçük kardeşine. Ağabeyler böyle yapardı. Kardeşlerinin canı yandığında kendilerinin canı daha çok yanardı, her şeyden korumak isterlerdi onları. Dinlerlerdi onları, hata yapıp düştüklerinde kaldırırlardı ellerinden. Hayat yollarını farklı çizmiş olsa dahi bir parçalarını daima onlarda bırakırlardı. Ne kadar zaman geçerse geçsin kardeşler ağabeyleri için hep küçük kalırdı.
Onur da Murat için hep küçüktü. Akciğerleri tam gelişmediği için nefes almakta zorluk çeken, bakıcıların kucağında büyümek zorunda kalan, Murat'ı gördüğünde sevimli gülücükler atan, etrafı görmek için beşiğin kenarına minicik elleriyle tutunup kalkmaya çalışan o bebekti hep onun için.
Fakat Murat onu kurtaramamıştı. Ona gerçek manada bir ağabey olamamıştı, hatta denememişti bile. İnançlı biri sayılmazdı. Şayet Cehennem varsa bu yüzden orada yanmayı hak ettiğini de biliyordu. Korkutmuyordu bu onu. Cehennem'de yanacak olması, kardeşinle kaybettiği zamanları ona geri verebilse, annesine ve kardeşine kavuşma imkânı verebilse şimdi isterdi gitmeyi oraya. Cezasını burada da çekiyordu gerçi. Kardeşini ölümünden sonra unuttuğu tek bir gün bile olmamıştı ki. O kocaman evde yalnızlığıyla her gün cezasını çekiyordu zaten.
Evet, bunu biliyordu. Hak ettiğini biliyordu. Hayatının baharında intihar etmiş küçük kardeşinin vebalini omuzlarında taşıyordu. Seyirci kalmamalıydı. Çoğu şey farklı olabilirdi. Kendi öz babasının katili olması bile kendi nedenleriyle açıklama bulabilirdi belki fakat kardeşi için yapacağı her türlü açıklama eksik kalırdı. Sebepleri ne olursa olsun onu yine haksız çıkarırdı.
Fakat Özge? Bunları nasıl ona söyleyebilirdi ki? Ona uzattığı ellerini geri çeviren daima o olmuştu. Ona sayısız fırsat sunmuştu, sayısız şanslar vermişti. Böyle bir ithamla nasıl yargılayabilirdi şimdi onu? Kendi yaptıklarını nasıl onun üzerine yıkabilirdi? Onur'u hatırladığındaki hüzün yerini öfkeli bir tahammülsüzlüğe bıraktı. "Benim gördüğüm bir kadeh şarap içmiştin. Onun öncesinde ben gelmeden ölçüyü kaçırmış olmalısın. Böyle saçma şeyleri söylediğine göre kafan bir hayli karışmış."
"Kafam gayet yerinde Murat." Dedikten sonra hala ıslak olan gözlerinde alaycı bir gülümseme belirdi ve ardından ekledi. "Henüz."
" Ya. O halde kendi yaptıklarının, kendi hatalarının ağırlığından sıyrılmak, kendini rahatlatabilmek için bir günah keçisi arıyorsun yine. Ah, bunu o kadar çok seviyorsun ki. Merak ediyorum, kaç yaşına geldiğinde bu berbat ve saçma huyundan vazgeçeceksin? Bir süreden sonra sinir bozucu oluyor da."
"Bilmem. 1 Temmuz'dan sonra 6 ayın kalıyor bu saçmalıklarıma katlanman için. Öyle anlaşmıştık ya."
"Özge, şirkette bir sürü gereksiz insanla muhattap olup beynimi yoruyorum zaten. Bulduğum danışmanların çoğu bir şeyi düzgün yaparsa ikinci işi mutlaka batırıyorlar. Yeterince geriyorlar beni lütfen şu çocuksu triplerine bir son ver."
"Çok yazık. Birisi sana kazık atıp öldü gitti. Diğeri de işi bıraktı. Ece'ciğinden daha iyisini bulamadığın için üzüldüğümü söylemek isterdim ama üzgün değilim. Umudunu kaybetme. Neticede hem tüm işlerini halleden hem de istediğin zaman altına yatabilecek güzel başka bir danışan daha bulabilirsin."
"Ne diyorsun sen?" diyerek duygusallığı git gide yerini öfkeye bırakan genç kadının kolunu kavradı Murat. "Düzgün konuş benimle ve millete iftira atmayı da kes."
"İftira?" Başını kaldırıp ona hiddetle bakan kahvelere kendi gözlerini dikti. Oynadıkları evcilik oyunu kısa sürmüş şimdi yine kedi köpek gibi birbirlerine saldırmaya başlamışlardı. "Şimdi sen şey de dersin. Ece sadece çalışanımdı falan. Karşımda komik duruma düşme diye söylüyorum. Aptal değilim ben. Ama hayal kırıklığına uğradım. En azından iş konusunda profesyonel ve hassas olduğunu sanıyordum. Metresinin çalışanlarından biri olması sana pek yakışır bir hareket değildi. Eh, bunu ilk Ece idrak etmiş olmalı ki işinde iyi olmasına rağmen işten ayrıldı."
Murat, Özge'nin kolunu daha sıkı kavrayıp kendine doğru çekti. Gözlerinden kıvılcımlar çıkıyordu. Yüzüne doğru eğilip dişlerinin arasından konuştu. "Bunları annen sokuyor değil mi kafana? Bu konuda konuşma hakkın olduğunu sanmıyorum. Bana her zaman sadakatini göstermiş bir insan hakkında böyle konuşamayacağını bilmelisin. Küçük bir çocuktan iş ahlakı ve profesyonellik öğrenecek değilim. Ne yapıp ne yapmayacağımı senden çok daha iyi biliyorum. Aramızda düşündüğün gibi bir ilişki yok. Sana, seninle nişanlı ve evli olduğum müddetçe kimsenin olmayacağını söylemiştim. En azından parmağımdaki yüzüğe saygım var. Hani keşke bazen senin de benim gibi parmağındaki yüzüğe saygı duyduğun anlar olsaydı."
Özge gözünü kırpmadan tokat attı Murat'a. Bir an bile tereddüt etmemişti. O kadını karşısında savunması gurur kırıcı ve sinir bozucu olabilirdi ama onu asıl öfkelendiren ve canını yakan kurduğu son cümle olmuştu. Altında yatan imalar oldukça iğrenç ve saygısızcaydı. Sanki kendisi onunla nişanlıyken başkalarıyla yatıp kalkıyormuş gibi.
Murat yüzüne inen tokatla afalladı. Özge'yi ilk öptüğü zamandan sonra bu ona tekrardan attığı ilk tokattı. Çok daha kötü kavgaları, kendilerini kaybettiği anlar olsa dahi Özge ona öpücük olayı dışında bir daha vurmamıştı.
"Pislik! Ağzından çıkanı kulağın duysun! Nişanlı adamlarla düşüp kalkan metreslerinle karıştırdın herhalde beni!" Özge, bu kez sertçe Murat'ı omuzlarından itti. "Parmağımdaki yüzüğe saygı duyduğum anlar olsaymış! Tehditlerle sesimi kestiğin yetmemiş, iftiralara da başlamışsın!"
Murat, Özge'nin onu ittirip durmasına müdahale etmek için genç kadının ellerini bileklerinden yakalayıp onu sabit tutmaya çalıştı. "Bağırma manyak gibi. Annenler duyacak. Ha duymalarını istiyorsan keyfin bilir. Rasim Bey de duyar; benimle beraberken, parmağında benim ismimin yazdığı bir yüzük taşırken her fırsatta eski sevgiline, biricik aşkına koştuğunu. Fiziksel bir şekilde aldatmış olmaman, seni sadık biri mi yapıyor? Bırakalım cici baban karar versin! Haydi, anlatalım ona! O küçücük beyninle bana oyunlar oynamaya çalıştığın zamanları çabuk unuttun sanırım sen! Benim sana olan ilgimi, beğenimi kullanıp bana Doğan Ateşoğlu'nun ölümü için yaklaştığını, o yüzden bana iyi davrandığını söyleyelim annenlere! Millete iftira atmadan önce kendi geçmişine bak!" Murat geçmişteki onu delirten o anıları hatırladığında tansiyonu daha da yükselmişti. Özge'yi kollarından tutmayı bıraktı ve yakınındaki ağaca doğru iki üç adım attı. Bir elini şakağına yerleştirip ovuştururken diğer elini ağaca yaslamıştı.
"Beni değil de Ilgaz'ı mı görmeyi bekliyordun?" diyerek Özge'nin karşısındaki sandalyeyi çekti ve oturdu Murat. Özge duyduğu sesle masanın üzerindeki telefonun saatine bakmayı kesti. Başını ağır ağır kaldırırken bedeni buzlu bir suya dalmış gibi anında ürpermişti. Bir anda titremeye başlayan ellerini Murat da fark etmişti, gülümsedi. "Çok şaşırdın." Genç kızın, sağ elinde tuttuğu mavi dosyayı işaret etti. "Bu elindekiler mi? Babamı, belki de beni hapse tıktıracağın belgeler mi bunlar? Bunları Ilgaz'a verdiğinde mi Ilgaz seni affedecek? Demek bana bu denli iyi davranmanın, etrafımda gezinmenin, Onur'un ölümü için sürekli destek vermenin nedeni buydu. Ah ama planında hesaplayamadığın şey buraya Ilgaz'dan önce gelmem ve gerçek yüzünü hapse girmeden önce fark etmiş olmamdı sanırım. Sürprizi bozdum desene." Yüzüne alaycı bir üzgün ifade yerleştirirken Özge girdiği şoku henüz atlatamamıştı. Başını anlamsızca sağa sola çevirdi. Bir şeyler söylemek, reddetmek istedi. Ayrıca elinde tuttuğu dosyaları daha kuvvetli bir şekilde hapsetmeye başlamıştı.
"Mu- Murat... Düşün- düşündüğün gibi değil."
"Hey, sakin ol. Sürprizin bozuldu diye üzülme, benim bir başka sürprizim var."
Özge bağırmaya devam etti. "Duyarlarsa duysunlar! Hangimizin hataları ağır basıyor, çağıralım onlar karar versinler. Benim kaybedecek hiçbir şeyim yok, bunu sana daha önce de söyledim. Sen kendini düşün." Umurunda değildi. Bir tek canı kalmıştı elinde. O da zerre umurunda değildi artık. Bu yüzden konuşmaya devam etti.
"Ben en azından sevdiğim insanlar için böyle bir saçmalık yaptım. Değerdi, değmezdi orası seni alakadar etmez. Gerçeği ortaya çıkarmayı, Ilgaz'ı geri kazanmayı istedim. Bunu inkâr etmiyorum. Senin dediğin gibi iğrenç planlarım olmadı ama. Seni incitmeyi düşünmedim. Seni dinlediğimde, Onur için acını paylaşmaya çalıştığımda sana olan üzüntüm de, destek olmaya çalışmam da rol değildi aptal! Onur için ben mahvolmadım mı?! Sen benim neler yaşadığımı biliyor musun? Hayır! Ben senin Doğan Ateşoğlu'nu öldürdüğüne inanmamıştım ki. Ben, babandan şüpheleniyordum. O herifin bir açığını bulmaya çalışıyordum. Bulmuştum da. Ama sen ne yapacağımı anlayıp bana cehennemi göstermeden önceydi bu. O zamana kadar senin baban gibi kötü biri olmadığına inanıyordum içten içe! Bana annesini, kardeşini ağlayarak anlatan o kişi, asla babası gibi bir canavar olamazdı benim gözümde. Ama ne var, biliyor musun? En az onun kadar canavarın tekiymişsin! Sadece bunu babandan bile daha iyi bir ustalıkla gizliyormuşsun! Ben hata yaptım evet ama sen... Senin söyleyeceğin hiçbir bahane tıpkı baban gibi ruhunu şeytana sattığın gerçeğini değiştirmez!"
Murat'ın vücudu duydukları şeylerle uyuşmaya başlamıştı. Mehmet Atahan'a benzetilmek, kuşkusuz bu hayatta duymayı bir türlü sindiremediği bir cümleydi. O it herife benzemiyordu asla. Kimse onun nasıl bir canavar olduğunu Murat kadar iyi bilemezdi. Dışarıdan gördükleri kadarıyla yorum yapıyorlar, Murat'ı da en az onun kadar canavarmış gibi ilan ediyorlardı.
Onların hepsi, Mehmet Atahan ile gerçek manada tanışmamışlardı.
"Sakın o cümleyi bir daha kurma. Sakın. Kendimi kaybedersem hiç iyi olmaz." Dedi burnundan derin soluklar alarak. Başını sağ tarafına çevirip gömleğinin birkaç düğmesini açtı. Damarlarındaki kanın akışı bile o adamın ismini duymasıyla hızlanmıştı. Ölmüştü ama ismi hep bir şekilde karşısına çıkıyordu.
"Ne olur? Benim de boğazıma mı yapışırsın Arya'ya yaptığın gibi? Nasıl olsa sen insanların seslerini kesmenin bir yolunu bulursun! Kimse koskoca Murat Atahan'a karşı gelmemeli yoksa Murat Atahan öyle bir ders verir ki sana, emdiğin sütü burnundan getirir. Yargı dağıtıyorsun ya aklın sıra! Biri canını sıkan bir şey yaptı mı, biri hoşuna gitmeyecek bir harekette bulundu mu kesiyorsun cezasını! Yalan mı? Dürüst ol, yalansa yalan de! Babana benzediğini kabullenmiyorsun ama hoşuna gitmeyen bir şeyler olduğunda insanların seslerini kesmiyor muydu baban?Beni ortadan kaldırmayı bile önerdi sana! Pazarlık bile yaptın o herifle sen! Tehditler etmiyor muydu? 'Ben yanarsam seni de yakarım Murat. Kulaklarımla duydum ben! Senin ne farkın var? Bana ders vermek için, Ilgaz'ı öldürmekle tehdit ettin beni! Neredeyse aynı şeyi Arya'ya da yapmışsın. Farkını söylesene bana!"
"Onu tanımıyorsun!" diye adeta kükredi Murat. Aralarındaki mesafeyi kapatıp, tekrardan genç kadının burnunun dibine geldi. Göğüsleri içine sığmakta zorlanan öfke yüzünden hızlıca inip kalkarken yüzündeki damarlar da sayılabilecek kadar belirginleşmişti. Ten rengi açık bir kırmızıya dönmek üzereydi, burnundan soluyordu. "Dediğin gibi ben babama benziyor olsaydım, karşımda bu cümleleri böylesine cesaret hapı yutmuşçasına söyleyemezdin! Onu tanımıyorsun, ben engel olmasaydım sana nasıl canavar olunduğunu bizzat kendisi gösterirdi emin ol! Sadece tehdit etmezdi o, bizzat uygulardı da onları."
"Merak etme Murat, ben o canavarı senin gözlerinde gördüm. Gözlerinin ta içinde gör-düm. Defalarca hem de. Doğan Ateşoğlu'nun ölümü için ipucu ararken diğer suçlarına ait belgeleri Ilgaz'a verip Mehmet Atahan'ı ve belki de seni içeriye tıktırabileceğim o gün... Senin Mehmet Atahan'dan hiçbir farkın yoktu! Duydun mu beni? Yoktu! Doğan Amca'nın ölümüyle ilgili bir kanıt bulamamış olabilirim ama adımın Özge olduğu kadar arkasında babanın olduğunu biliyorum. Senin yalan söylediğinin de gayet farkındayım ben. Tek merak ettiğim, babanla senin Onur'un çenesini nasıl kapatmasını sağladığınız? Şimdi o zamanlara dönebilsem, Onur'a hesap sormak yerine onu sizin ellerinizden kurtarmaya çalışırdım. Ilgaz ile seni kendi haline bırakırdım. Çünkü o da bir şekilde devam etti hayatına, sen de bir şekilde devam ettin. Ama Onur... O nerede? Yok. Yok... Hiç mi pişman olmadın kardeşin için? Doğan Amca değil, tarlalarını ellerinden aldığınız insanlar, laboratuvarınızdaki patlamada ve tren suikastında öldürülen o insanlar değil. Öz kardeşinden, annenin sana emanetinden bahsediyorum Murat. Hiç mi geceleri başını yastığa koyduğunda gelmiyor yüzü gözlerinin önüne? Hiç mi yerini bile unuttuğun kalbin sızlamıyor? " Sertçe Murat'ın göğsüne bastırdı elini. Gözyaşları bu kez daha şiddetli akmaya başlamıştı. "Bunun için de bahanelerin var değil mi? On yaşında annenin baban yüzünden erken doğum yapması ve annenin Onur doğarken ölmesi?"
"Sus! Sus! Yeter, sus!"
"Neden? Senin kendini inandırdığın şeylerden farklı şeyler söyleyeceğim ihtimali mi çıldırtıyor seni? Kendini kandırdığın gibi seni kandırmayacağım için mi korkuyorsun? Kork o zaman! Delir, istersen öldür beni! Arkasına sığınabileceğin kötü bir geçmişin var nasıl olsa!"
Özge ağlamaya devam ederken, Murat boğazına yerleşen yumrudan bir türlü kurtulamamıştı. İlk defa birisi, ona duymayı kaldıramayacağı şeyler söylüyordu. Ellerini iki yanında yumruk yaparken hala nişanlısının yaşlarla ıslanmış yüzüne bakıyordu. Bağırmak istiyordu. Benim kendimle verdiğim savaşları bilemezsin, demek istiyordu. Kendini nasıl deli gibi cezalandırmak istediğinden bahsetmek istiyordu. Sen ne bilirsin, diyerek sarsmak, kendine getirmek istiyordu onu. Ama hiçbirini yapamadı.
"On yaşında bir çocukken en sevdiğin insanı, anneni kaybetmenin sana nasıl acı verdiğini tahmin bile edemem. Ama yaşadığın acıyı, bana anlattığında gözlerinde gördüm ben. Tüylerim ürpermişti. Üstelik tüm bunlar gözlerinin önünde yaşanmıştı, babana öldükten sonra bile kin beslemen bile o kadar anlaşılırdı ki... Ona bunu ödetmek istemende de, ondan nefret etmende de o kadar haklıydın ki. Hepsini anlayabiliyorum. Sana ettiği işkencelerin birazını bile hayal edemem belki... Ama şu an olduğun kişiyi sen kendin seçtin Murat. Babanın karanlığının, kötülüklerinin, sana yaptıklarının arkasına sığınmayı sen seçtin. Sen kendin dedin bana. 'Her zaman bir başka seçeneğin daha vardı. Onu seçenekten saymaman olmadığını anlamına gelmez.' Diye. Senin de her zaman bir başka seçeneğin daha vardı."
"Yoktu." diye itiraz etti Murat. Bağırdığını sanıyordu fakat sesi çatlamış ve güçsüz duyulmuştu dışarıdan. Özge anlattıkça araba kazasını tekrar tekrar yaşamış, annesini tekrar kaybetmişti sanki. O küçük bebeğin ağlamalarına karışan kendi hıçkırıklarının sesini yine duymuştu. Ve yine, babasının onu kitleyip, aç susuz bıraktığı, canı çıkana kadar dövdüğü o karanlık bodrumdaydı. Yapayalnızdı ve onu oradan çıkaracak kimse yoktu.
"Vardı. Sen görmezden geldin sadece. İçinde bulunduğun o karanlık geçmişinden çıkmayı denedin mi? Murat Atahan değil de gerçekten Murat olmayı denedin mi? Hayır, yapmadın. Murat Atahan olmak, babanın zaten sana miras bıraktığı karanlıkta kalmak çok daha kolaydı, değil mi? Çünkü korktun. Tekrar Murat olursan o katlanılmaz acıları çekeceğinden korktun. Tekrar o çocuk gibi olursan baban gibi insanlarla karşılaşıp yine karşılarında güçsüz kalacağından korktun. Murat Atahan olmak daha kolaydı o yüzden. Gücün, üstünlüğün farkına vardın o soyadı senin de işine yaramaya başlayınca. O olduğu müddetçe kimse sana zarar veremezdi. Ezilen değil de ezen olduğunu fark edince kendini babana karşı da kazanmış zannettin. Söylesene, neyi kazandın? Kardeşini mi? Seni koşulsuzca, sadece sen olduğun için sevecek insanları mı? Gerçek mutluluğu mu? Peki ya neyi başardın? Annene söz verdiğin o adam olmayı mı, kendin olabilmeyi mi?"
Özge, elini Murat'ın yanağına yasladığında biraz daha ağladı. Ağladığı Murat Atahan değildi. Onur'du, kendisiydi ve o katledilen küçük Murat'tı. Murat'ın kirpikleri ıslanmıştı ve çenesini sıkmaktan dişlerinin kırılabilme olasılığı bile vardı. "Hiçbir şey kazanamadın. Bu isim ve muhtemelen yedinci kuşaktaki torununa yetebilecek kadar mal varlığın, zenginliğin dışında. Ama bunların neredeyse çoğu zaten babandan geriye kalan şeylerdi. Sen kazanmadın ki. Mutlu etti mi bunlar seni?"
Murat geriye doğru bir adım atıp arkasını döndüğünde elinin tersini dudaklarına kapadı ve gözlerini yumdu. Sadece duyduklarının ve gerçeklerin ağırlığı altında ezilmemişti, aynı zaman kalbinin ağırlığı altında da paramparça olmuştu.
"Anneni öldürdü diye suçladığın kardeşin kadar babanın karanlığıyla mücadele edebilseydin, sen hem kendini hem de kardeşini kurtarabilirdin. Bilmiyorum, belki elinde bu kadar malın mülkün olmazdı. Ama yalnız olmazdın Murat. Kardeşin intihar etmemiş olabilirdi. Abim deyip sarılabilirdi şu an sana. Ve içinde uyuttuğun o çocuğa biraz izin verseydin ben seni gerçekten severdim. Yemin ederim, severdim. Kimsenin seni sevmediği kadar çok severdim hem de. Çünkü sevilmemenin insanı nasıl öldürdüğünü çok iyi biliyorum. Seni anlamamakla suçluyordun beni. Ben, bana anlattığın o çocuğu anladım, o çocuğu sevdim de ben. Ama bir şeyi anlamadım. Bana ve bize defalarca şans verdiğini söylüyorsun. Ama sen en başta kendine ve kardeşine bile bir şans vermedin. Anlamıyorum, o çocuğu öldürüp neden babanın kazanmasına izin verdin? Neden kendi hikayeni sonsuz bir mutsuzluğa hapsettin?"
..
- Özge ve Murat geçmişini artık neredeyse tamamıyla öğrendik. Ne diyorsunuz?
Bu bölümün de bittiğini gördüm ya, çektiğim baş ağrılarını ve neredeyse bir aydır şu bölümü yazmaya çalışırken kıvrandığım zamanları boş verebilirim. Flashback yazamıyorum bir türlü. Eskiden yazmayı severdim fakat görünen üzere durum değişmiş. O yüzden diğer flashback sahnelerini yazmaktan vazgeçtim ve böyle bir bölüm çıktı ortaya. Yine de umarım kafanızı kurcalayan soruların cevaplarını alabilmişsinizdir. Yorumlarınızı çook merak ediyorum.
Bu arada söylemeden geçemeyeceğim, gerçekten bana her şekilde desteğini hissettiren okuyucularımı çok seviyorum. Siz olmasaydınız, bunca saçma insanın olduğu bu platformda insanın ne hevesi kalırdı ne bir şey. Bu bölümü yazmakta zorlandığım anlarda hep sizi getirdim aklıma. İyi ki varsınız.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro