57. BÖLÜM: "SEVMEK YETERLİ DEĞİLDİ"
BTS | Louder Than Bombs
Madilyn Bailey | Titanium (Sia) / cover
LP | Lost On You (evet, bu şarkıyı paylaşmaktan bıkmayacağım.)
Gripin | Durma Yağmur Durma
(Yukarıdaki şarkıları dinleyip de bölümü okursanız şayet olayları yaşayanlar sizmişsiniz gibi tribe giriyorsunuz jsdfjd)
57. BÖLÜM: " SEVMEK YETERLİ DEĞİLDİ"
(İlahi bakış açısıyla yazılmıştır)
"Alexander Owen, öyle mi?" Ilgaz, Furkan'ın ona uzattığı birkaç kağıdı hızlıca incelerken sandalyede oturtulmuş, arkasından elleri bağlanmış, hırpalandığı için dudağı ve kaşı patlamış adama baktı. Başı önüne eğikti, bu yüzden son zamanlarda biraz daha uzamış olan kirli sarı saçları neredeyse elmacık kemiklerine kadar yüzünü örtmüştü.
"Evet," dedi cevap olarak. Her şeyin bir gün ortaya çıkacağını biliyordu, bu anı hep düşünmüştü. Kabuslarında ya da normal düşüncelerinin arasında... Bir şekilde hep canlandırmıştı kafasında. En korkunç tepkilerin Doruk, Ilgaz ve Beyza tarafından geleceğini de biliyordu. Ama bakın, hiçbir hayal gerçeğiyle yarışamıyordu. Onları gerçekten kaybedeceğini düşünmek ile onları gerçekten kaybetmek arasında dağlar kadar fark vardı.
Beyza, ona Ece ve Stevan ile birlikte yıllar önce yetimhane günlerinde çekilmiş fotoğrafı gösterdiğinde, "Tamam işte," demişti.
"Buraya kadar. Yolun sonuna geldin. Daha ötesi yok. Daha fazlası yok. Yedi yaşındayken Buğra Yılmazer'i nasıl gömmek zorunda kaldıysan bugün bir kez daha gömeceksin. Bu kez asla dirilmemek üzere."
Çünkü biliyordu. Onu asla affetmeyeceklerdi.
Elbette, yıllar önce çekilmiş bir fotoğraf için yüzlerce bahane bulabilir, Ece ve Stevan ile yollarını yaklaşık 20 yıl önce ayırdığına dair bir iki yalan söyleyip daha fazla şey ortaya dökülmeden bundan sıyrılabilirdi. Tabi, Beyza bu işin peşini bırakırsa dediği gibi olabilirdi.
Ama bu yalanların hiçbirini söylemedi. Birincisi, artık yalan söylemek istemiyordu. İkincisi, Ece'yi tanıyordu, Beyza'yı sırf üçünün yetimhanede beraber büyüdüğünü anlatmak için çağırmış olamazdı. Eğer bunu anlatmışsa... O bütün bombaları patlatmış olmalıydı. Stevan'ın ölümünden sonra kendisine daha fazla diş bilediğini biliyordu. İntikam istediğini de biliyordu. Ama yine de Ece'nin onu ispiyonlayacağını düşünmemişti. Çünkü Ece her ne kadar ara sıra başına buyrukluk yapsa da emirlerini Murat'tan alıyordu ve Murat'ın şu an için kendisini Ilgazlar'a ispiyonlaması ona bir şey kazandırmaz, aksine kaybettirirdi. Murat bunu çok iyi biliyordu. O yüzden Ece'nin böyle bir hamlesinde Murat'ın onu engelleyeceğine emindi.
Ama Buğra bir şeyi hesaba katmamıştı. Ece artık Murat'tan emir falan almıyordu. O sadece kendi bildiğini okumuştu.
-Stevan'ın ölümünden birkaç gün sonra-
Buğra, motosikletini duvarın kenarında park ettikten hemen sonra sarı saçlarını gizleyen kapüşonunu yüzüne biraz daha siper ederek etrafına baktı. Görünürde kimsenin olmadığına emin olduktan sonra elleri ceplerinde dört beş metre ilerisindeki siyah otomobilin yanına yürüdü, ön koltuğun kapısını açtı ve yavaşça koltuğa oturdu. Kapıyı kapatırken onun yüzüne bakmamıştı. "Seni dinliyorum. Neden çağırdın beni?"
"Sana da selam Alex," Genç kadının sesi alaycı olduğu kadar bitkindi de.
"Dinliyorum dedim."
"Ne o, acelen mi var? Sevgilin mi bekliyor? Ah, tabi ya nasıl unuttum? Bir tanecik dostlarının sana ihtiyacı var. Doruk'cuğumuz depresyonda, Ilgaz'ımız ölümden döndü. Gece kulübü sana kaldı, dağılan, yıkılan herkesin sorumluluğu senin üstünde. Kahraman olduğunu unutmuşum, bağışla."
"Ece, derdin zırvalamaksa gidiyorum."
"Biliyor musun, Alex?" Ece şimdi bir sigara yakmış ve dudaklarının arasına yerleştirmişti. Dumanı dudaklarından dışarı üflerken göz ucuyla Alexander'a baktı. Onu kısa da olsa aşağılayıcı bir biçimde süzmüştü. "Stevan en başında Alex geri dönmez, onun yaptığı hainliği ona ödetmeliyiz, demişti. Ona kalsa defalarca kez senin fişini çekmişti. Ama ben hep onu sakinleştirirdim, yaptığı hatayı fark edecek ve bize geri dönecek derdim. Ait olduğu yere geri dönecek. O kız onun için bir heves, bu heves de geçecek derdim. Dönmedin. Sana kinim çok büyüktü. Elimde olsa diyordum, Murat bana engel olmasa Alex'i bir kaşık suda boğarım. Beni bilirsin, ben herkesten nefret etmem. Nefretimi bile birinin hak etmesi lazım. Senden büyük nefret ettim Alex. Tıpkı annem gibi sen kendin benim nefretimi hak ettin."
Buğra, aynı şeyleri duymaktan sıkıldıysa da aynı şekilde cevap vermekten gocunmadı.
"Ben hiçbir zaman Atahanlar'ın kuklası olduğum o yere kendimi ait hissetmedim. Bunu hep biliyordun. Oraya ait hisseden ve onları ailesi gibi gören yalnızca sen ve Stevan'dınız. Sizinle aynı hisleri paylaşmıyorum diye benden nefret ediyorsan sen bilirsin, bunu değiştirmek için yapacağım bir şey yok."
"Yanılıyorsun, Alexander. Senden artık nefret etmiyorum. Stevan öldüğü gün..." Bunu söylerken Ece'nin sesi titremişti. Midesi ağzına gelir gibi oldu. Stevan'ın patlayan silahlar ardından yere düşen bedenini, kanla kaplanan göğsünü, baygın bakan kahverengi gözlerini hatırladı. Son nefesini verene dek onun elini sıkmıştı. Ölmeden önce sadece bir cümle kurmuştu. "Hayatımı benden alanların hiçbirinin mutlu olmasına izin verme."
Ece de öyle yapıyordu ve yapacaktı. İlk Stev'i vuran polis memurundan başlamıştı intikamına. Birkaç gün önce iş çıkışı adamı kendi elleriyle öldürmüştü. En ufak bir şey hissetmemişti. Ne bir suçluluk, ne de bir rahatlama... Ona tecavüz eden annesinin sevgilisini, öldürdüğünden bu yana başka kimseyi kendi elleriyle öldürmemişti. Demek ki insan elini bir kez kana bulayınca gerisi geliyordu. Halbuki kimse en başında bu dünyaya bir katil olarak gelmiyordu, değil mi?
Hangi noktada işlerin değiştiğini tam olarak kestiremiyordu. Belki de para için farklı farklı adamların altına yatan annesi kadar zayıf olmayacağına söz verdiği gün, kendi yolunu çizmişti. Sadece küçük bir çocukken uğradığı tecavüzün ruhundaki izlerini silmeye çalışırken belki de her şey kontrol edilemez bir hale gelmişti. Müstakbel üvey babasına durması için yalvarırken dünyanın ne denli acımasız olduğunu belki de o gün fark etmişti.
"O sana acımamıştı. Kaç yaşındaydın, Ece? Sekiz? Sen şimdi ona acıyacak mısın?" Mehmet Atahan'ın bu cümlesiyle başlamıştı belki de. O an o depodan çıkıp gidebilir, ona bu pisliği yapan herifi öldürmek yerine, "Kendi pisliğinde boğulsun," diyebilirdi. Ama tam da çıkıp gideceği o an vücudunu ele geçiren titremeye karşı koymamış, geri dönüp elindeki bıçağı herifin boğazına ve karnına sayısını hatırlamadığı kadar çok saplamıştı. Adamın atardamarından fışkıran kanlar kendi yüzüne sıçrayana dek durmamıştı. Sonra bıçak elinden düşüp önündeki tanınmayacak hale gelen cesetle göz göze geldiğindeyse bir çığlık koparmıştı.
"Affetmek, erdemlilerin işidir diyenlerin hepsi aslında acizdi. Güçlüler affetmez ve de intikamını alır." Ece, Mehmet Atahan'ın onlara yıllar önce söyledikleri sözü zikrederken Buğra'ya bakmıştı. "Hatırlıyor musun?"
"Unutur muyum? Bir Mehmet Atahan klasiği."
Buğra ilk defa başını çevirip ona baktı. Gözleri kanlanmıştı, makyajsızdı fakat yüzünün solgunluğu ve bitkinliğinin makyajsız olmasından kaynaklanmadığını biliyordu. Onun en son ne zaman bu kadar yıkılmış göründüğünü hatırlayamadı. Muhtemelen çocukkendi. O zamanlar Stevan bile ne kadar duygusal bir çocuktu. Sonra... Mehmet Atahan girmişti hayatlarına. Kimsesiz olmalarından, zayıflıklarından, onların acizliklerinden beslenmiş, onları birer oyun hamurundan ibaretmiş gibi istediği şekillere sokmuştu. Onları, kendilerinin kurtarıcısı olduğuna inandırmış halbuki kendine hiç ihanet etmeyecek kuklalarını yavaş yavaş işlemiş, o çocuklardan kendi istediği canavarları yaratmıştı.
"Önümde 2 seçeneğim var, Alex. İlki, kendi yalanlarının ortasında boğulmanı dileyip hayatından sessiz sedasız çekip gitmek..." Küçük siyah çantasına uzandı o sırada. İçinden en sevdiği, koyu kırmızı rujunu çıkardı. Uzun siyah saçlarını belinin gerisine doğru havalı bir şekilde ittirdi. Otomobilin aynasını kendi yüzüne hizaladığında Buğra ona garip garip bakmaya başladı. "Ama biliyor musun Alex, ikinci seçenekler benim için her zaman daha cazip olmuştur."
Kırmızının en koyu tonundaki rujunu önce üst dudaklarında, ardından da alt dudağında büyük bir ustalıkla gezdirdi. Parmağının ucuyla dudağının kenarına taşmış, nokta şeklindeki kırmızılığı sildikten sonra Buğra'ya döndü ve ona son kez gülümsedi. "Gürültülü bir bomba gibiyim. Sanırım kendimle beraber herkesi ve her şeyi infilak edeceğim."
***
Beyza'yı hastaneye getirdiği yoldaki o kısım beyninden silinmişti. Sanırım Nesrin Teyzelere o bağırmış ve Orhan Amca'nın arabasının anahtarlarını istemişti. Doruk evde yoktu, o sırada gece kulübünde olduğundan o esnadaki paniğe şahit olmamıştı. Beyza'yı hastanenin sedyelerine kadar kucağında taşırken Açelya ve Nesrin Teyze de telaşla otomobilin arka koltuğundan inmiştiler.
Nesrin Teyze hastanenin oda kapısının önündeki koltuklara oturup beklediğinde iyi görünmüyordu. Henüz eşinin kaybını atlatamamıştı ve burada sadece bir bayılma için oturup beklemek bile iyi hissettirmiyordu. "Yenge, sen evde kalmalıydın." dedi Açelya yüzü sarıya dönen kadını fark ettiğinde.
"İyiyim ben."
Açelya, Doruk'a tereddütlü bir şekilde haber vermişti. Daha doğrusu ilk Mete'ye haber vermişti, Doruk'a telaşlanmayacak biçimde o söyleyecekti. Doruk'un, Beyza'ya ne denli düşkün olduğunu biliyordu. Sadece bir bayılma olsa bile nasıl telaşa kapılacağını az buçuk kestirebiliyordu. Ilgaz da akşamüstü ani bir kararla İstanbul'a gitmişti. Mete henüz hiçbir şeyi bilmiyorken, Ilgaz'a, haber vermenin gereksiz olduğunu söylemişti.
Yani doktor içeriden çıktığında henüz Doruklar gelmemişti, koridorda yalnızca Buğra, Açelya ve Nesrin Teyze vardı.
Buğra, volta atmayı kesip telaşla doktorun önünde durdu. Sanki doktor bile alnında hain yazıyormuşçasına onun ne yaptığını görecek ve "Bu kızı bu hale getiren sen misin?" diye soracak sanmıştı. "Beyza Hanım'da bir süredir bayılma, halsizlik gibi benzer şikayetler fark ediyor muydunuz?" İşte bu beklemediği bir soruydu. Buğra yanındaki Açelya'ya bakmıştı. Açelya, amcasının mevlüdü için birkaç gündür buradaydı. Bir şey bilmediği için o da koltuklardan ayaklanmış olan yengesine baktı.
"Bayılma değil ama... Son birkaç zamandır iştahsız ve halsizdi. Yaklaşık 1,5 ay önce bir yakınını kaybetti. Onun vefatından beridir tam olarak toparlanamadı." Konuşan Buğra olmuştu. Fakat kendi söylediklerini kendisi duyamıyordu. Kulaklarında müthiş bir basınç oluşmuştu. Panik tüm vücudunu ele geçirmişti, daha önce hiç bu denli vücudunun titrediğini hatırlamıyordu.
Birazdan diğerleri gelecek ve Beyza onlara her şeyi anlatacaktı. Bitmişti.
"Eşiniz, değil mi?" Doktor ellerini cebine attı. Herhangi bir onay beklemeden konuşmaya devam etti. "Muhtemelen dediğiniz süreçten kaynaklı bünye olarak oldukça zayıf düşmüş. Bazı tahlil sonuçlarını da alınca kesin bir şekilde konuşuruz. Fakat eşiniz 3 haftalık gebe, anne ve bebeğin sağlığı için stres ve üzüntüden uzak durması gerekiyor. Henüz erken olsa bile bu eşinizin gebelik sürecini riske sokabilir. Beyza Hanım'ı, kadın doğum doktorumuz muayene ettiğinde daha detaylı bilgi verecek size. Şimdilik geçmiş olsun, anne ve bebeğin durumu şu an iyi."
İlk konuşan Nesrin Teyze olmuştu. "Başka bir Beyza ile karıştırdı herhalde. Bizim kız gebe falan değil, tövbe..." Sonra da gözlerini kocaman açarak donmuş kalmış vaziyette olan Buğra'ya baktı. "Yok daha neler..."
Açelya öksürerek boğazını temizledi. "Teşekkür ederiz, doktor bey." Adam yanlarından uzaklaştığında, Nesrin Teyze, elini dudaklarına kapatmış duyduğu şeyi sindirmeye çalışıyordu. "Böyle bir şeyin doğru olmadığını söyle."
Buğra'nın da tam olarak düşündüğü şey buydu. Beyza ona böyle bir şeyden bahsetmemişti. Bebek? Cidden böyle bir ihtimal mümkün müydü? Tüm olan biten her şeyin üstüne bir de bu... Bir an başı döner gibi oldu, arkasındaki duvara geniş elini yasladı ve birkaç derin soluk aldı. "Buğra, iyi misin?" Açelya da şu an şok geçiriyordu.
"Siz... Siz aklınızı mı kaybettiniz? Daha yaşı kaç onun? Küçük yerde, öyle bir mahallede... Aman, Allah'ım sen koru... Babasına ne diyeceğiz, çocuğum biz?" Nesrin Teyze daha fazla ayakta dikilemedi. Muhtemelen tansiyonu çıkmıştı. Tekrar sert, hastane sandalyelerine geri oturdu. "Bu vakitten sonra Doruk'u da zapt edemem ben, yiyin birbirinizi. Diyecek sözüm yok size, yazıklar olsun!"
O sırada koridorun girişinde Doruk, arkasında da Mete belirdi. Doruk son derece gergin ve telaşlıydı. "Anne! Beyza nerede? Ne olmuş?" Yanlarına geldiğinde onların tahmin ettiğinden daha da kötü görünmesi vücudunu uyuşturdu. "Nesi var lan? Korkutmayın adamı!"
"Tansiyonu düşmüş," diyerek araya girdi Açelya. "Bir şey yiyip içmemekten bünyesi zayıf düşmüş. Hepsi bu."
"Madem hepsi bu, bu suratlarınızın hali ne? Buğra, oğlum bu tipin ne? Kireç gibi olmuş çocuğun yüzü." Doruk, duvar dibindeki genç adamın yanına gelip dostane bir şekilde omzunu sıvazladı. "Şşt, yokmuş işte bir şeyi. Toparla kendini. Beyza görmesin böyle seni."
Doruk, ondan hiç kimseden etmediği kadar çok nefret edecekti.
Bebek... Bir de bebek vardı... Ona ne olacaktı?
Sarı saçlarını iki eliyle geriye yatırırken, başını yasladığı duvardan kaldırdı. "Doruk," diye fısıldadı. "Ilgaz'a haber ver. Gelsin. Hepinize söylemem gereken şeyler var."
Mete geldiğinden beridir bir terslik olduğunun farkındaydı. Kimsenin tepkisi basit bir tansiyon düşmesine verilecek tepkiler değildi. Nesrin Teyze'nin yüzünün rengi solmuştu, onlar geldiğinden beri tek kelime etmemişti, bir şeyler düşünüyordu. Doruk'un kuzeni desen, belli ki gergindi. Ama hayır, bir şeyler döndüğünü bu ikisinden değil, Buğra'dan anlamıştı. Hadi ama bu herifi iki yıldan fazla bir süredir tanıyordu. En kötü olaylara bile verdiği tepki belli bir skalanın üzerini geçmezdi. Çok kötü olaylarda bile soğukkanlılığını korumayı başarırdı. Poker face dedikleri bir surat ifadesine sahipti.
Şimdiyse, kız arkadaşı sırf bayıldı diye böyle telaşlı görünüyor olamazdı, değil mi? Bir şeyler vardı, hatta çok daha kötü bir şeyler... "Ilgaz, gelemez. İstanbul'a neredeyse varmak üzeredir. Çözemeyeceğimiz bir şeyse, ona haber veririz." Araya girme ihtiyacı hissetmişti. Hatta bu denli olgun konuşmayı kendisi de beklememişti. Kendisini daha sonra tebrik edecekti.
"O neden apar topar İstanbul'a gittiyse? Hoşuma gitmeyen bir şeyler var," dedi Doruk. "Murat'ın Ece aradı, ne alakaysa. Bir saat sonra da yoldayım, Arya ile konuşmam gerekiyor yazmış. O sürtük boşuna aramamıştır, bir boklar dönüyor."
"Ece, Ilgaz'ı mı aradı?" Buğra cidden kafayı yiyecekti! Yemesine ramak kalmıştı. Ece, kendisiyle ne gibi bir oyun oynuyordu bilmiyordu. Ilgaz'a her şeyi anlattıysa, Ilgaz neden kendisine hesap sormaya gelmek yerine Arya'ya gitmişti? Bir dakika... Belki de tek kozu kendisi değildi. Siktir... Ilgaz'la , Onur Atahan ile ilgili konuşmuş olabilir miydi? Ne konuşmuş olabilirdi ki?
"Gürültülü bir bomba gibiyim. Sanırım kendimle beraber herkesi ve her şeyi infilak edeceğim."
"Buğra... Neler oluyor anlatsana? Ne biliyorsun? Öyle bakmasana, konuş!"
"Ece... Bugün yalnızca Ilgaz ile konuşmamış, Beyza ile de konuşmuş. Sanırım, Stevan'ın ölümünde kendince suçlu gördüğü herkesi cezalandırıyor."
"Bak sen!" Doruk güçlü bir sesle bağırdığında koridorun ilerisindeki birkaç hasta yakını kendisine bakmıştı. "Babamın pezevenk katilinin ölümüyle Ilgaz ile Beyza'nın ne ilgisi varmış? Bak," Tişörtünün yakasını yırtabilecek biçimde çekiştirdi. "Kız, erkek dinlemem artık, anladınız mı? Bu kez o orospuyu da elimden artık ne Murat ne de siz alabilirsiniz!" Anında koridorun çıkışına doğru döndü. O yılanın nerede oturduğunu biliyordu. Esas verilecek bir hesap varsa Ece, Doruk'a vermeliydi. Belki de babasının öldürülmesinde Stevan ile beraber o yılanın da parmağı vardı. Ilgaz da şahitti işte, Doruk bir şey yapmamış, onların canı kaşınmak istemişti. O da bu kez onlara istediğini verecekti. O kızı ya hapse ya de mezara sokacaktı. Hangisi olacağı umrunda değildi. Ilgaz gibi artık ahlak yargılarını umursamıyor ve asla elimi kana bulamam mantığıyla kendini frenlemiyordu. Murat, Stevan ve Ece, bunun olması için ona yeterince sebep vermiştiler.
"Doruk, saçmalama. Şimdi sırası değil. Meselemiz şu an için Ece değil!" Buğra, Doruk'un kolundan tutup durdurdu.
"Yoo, aksine o kız uzun süredir benim listemin zirvesinde bayrak taşıyor. Madem bugün Beyza ve Ilgaz'a sataşarak savaş ilan etti, artık beni sikseler geri adım atmam. Aksine Stevan'ın yaptıklarının bedelini de bizzat ona ödeteceğim."
"Bak, onun Ilgaz ile olan derdini bilmiyorum. Muhtemelen Ilgaz oraya geldiği için, Stevan'ın gitmesine engel oldu diye... Stevan'ın ölmesine neden olduğunu düşünüyor. İkisi de vuruldu ama ölen sadece Stevan'dı. Sırf Ilgaz ölmedi yaşıyor diye bile ona karşı kinlenmiş olabilir. Ama Ece'nin, Beyza ile herhangi bir şahsi meselesi yok. O Beyza'dan değil, benden intikam almak istedi."
Doruk, sakinleşmek adına güçlü bir nefes aldı. Duyduğu şeyler daha da sinirini bozmuştu. "Bunları sakinlemem için mi söyledin bilmiyorum ama emin ol bunları duymak daha da kinlenmeme neden oluyor. O ruh hastasının Ilgaz'ı hangi şizofren düşüncesi için suçladığıyla ilgilenmiyorum. Stevan yalnız öldü diye bu denli gocunuyorsa, hiç merak etmesin yakında onun yanına bizzat onu ben göndereceğim. Ayrıca, Beyza kim sen kimsin Buğra? İkiniz de benim için aynısınız. Hanginizle uğraştığı önemli değil, sevdiklerimle uğraştığı takdirde susup oturacağımı mı zannetti?"
Doruk hala duygusal düşünüyordu. O yüzden Buğra'nın söylediği detayları fark edemiyordu. Öfkesi, doğru düzgün düşünmesine izin vermiyordu. Fakat Mete yavaş yavaş bir şeylere uyanmak üzereydi. "Peki, Ece'nin seninle ne gibi bir şahsi meselesi var? Hadi Ilgaz'a tamam. Seni Stevan için neden suçluyor olsun? Ya da herhangi başka bir şey için? Sonuçta, onun için Ilgaz'ın arkasında duran birkaç avcıdan birisin. Ne bileyim, neden ben, Furkan ya da başka bir Avcı değil de sen?"
"Çünkü..." diye söze başladığında derin bir nefes aldı Buğra. Evet, bu saatten sonra gerçekten geri dönüşü yoktu. "İki yıl önceye dek... Onlardandım. Avcılar'ın arasına kısa bir süreliğine girmemi isteyen Mehmet, Murat ve Ece'ydi."
***
"Hepsi bu mu?" dedi Ilgaz, elindeki birkaç kağıdı avucunun içinde sıkarken. Kağıtlar avucunun içinde tamamen küçülene dek sıkmaya devam etti. Birkaç metre ötesinde dikilen Furkan'dan bir cevap bekliyordu. Furkan onun öfkesini fark ederek hemen anlatmaya başladı. "Hakkında pek bir şey yok. Ece gibi şirketle bir bağı yok. Stevan gibi de dışarıda Atahanlar'ın yanında pek görülmemiş. Muhtemelen bir değil, birçok sahte kimlikle takıldığından hakkında pek bir şey bulunmuyor."
Ilgaz güldü. Soğuk bir gülüş... Gergin ortamın daha da gerilmesine neden olan bir gülüş... "Atahanlar'ın hayalet piyonuydun yani?" dedi doğrudan muhattabına Alexander'ı alarak. "Birden çok hayat ama aslında tamamen hayatsız olmak... Merak ediyorum, ismini, kendini, hayatını kaç paraya satıyorsun Atahanlar'a? Bu yaptığın erkek orospuluğunun arkasında bir servet yatıyor olmalı, değil mi?"
Buğra herkesin arkasında bağlı sandığı ellerini sandalyenin arkasından önüne aldı. İp bileklerini acıttığından yaklaşık beş dakika önce ellerini onlara belli etmeden çözebilmişti. Açıkçası Mehmet Atahan'ın onlara küçük yaştan beri aldırdığı zorlu eğitimlerin yanında Doruk gibi güçlü birinin attığı düğüm bile devede kulak kalıyordu.
Mete, onun önüne aldığı ellerini gördüğünde ileriye atıldı. "Tek bir yanlış hareket dahi yapma!"
Buğra, istemeden de olsa gülmüştü. Komikti. Mete gibi birinin onu tehdit etmesi son derece komikti. İstese Mete gibi on tanesini bile aynı anda yere serebilirdi. Niyeti onlarla dövüşmek, onlara zarar vermek olsa Doruk'un ona attığı yumruklara karşılık verirdi, öyle değil mi? Görmelerini isterdi, derdi bu değildi. Derdi hiçbir zaman onlarla karşı karşıya gelmek olmamıştı. Gerçeklerin ortaya çıkması bir şeyi değiştirmezdi, onlar hiçbir zaman düşman değillerdi. Bundan sonra da olamazlardı. En azından Buğra için durum böyleydi.
"Ben kimseye kendimi satmadım, Ilgaz." Mete'yi muhattabına almadan direkt Ilgaz'a baktı. "Henüz daha çocukken satın alındım. İkisi aynı şey değil. Beni hayatsız olmakla suçlamadan önce beni, dinleyecek misin? O sikik kağıtlarda hakkımda ne yazıyor diye okuyacağına, bana soracak mısın?!"
"Ne o Bay Owen?" Ilgaz tükürürcesine konuşmuştu. Buraya gelene dek, Buğra ile karşı karşıya gelene dek, delirmemek için kendiyle büyük bir mücadele vermişti. Hayatında kendini bu denli zapt etmek için uğraştığı sayılı anlardan birindeydi. Yumruklarını sıkmaktan parmak boğumları koyu kırmızı rengine bürünmüştü, damarları kırmızının üzerinde uğursuz yeşil çizgileri andırıyorlardı. "Şimdi köşeye sıkıştığınızda her şeyi ötesiniz mi geldi? İki yıldır neredeydin, orospu çocuğu? O pis ellerini Beyza'ya sürmeden önce..." Ilgaz, bir sinir krizinin eşiğindeydi. "Neredeydi siktiğimin gerçekleri?!"
"Defalarca anlatmak istedim, defalarca dilimin ucuna kadar geldi her şey. Yapamadım. Öyle kolay değildi. Beyza'yı kaybetmeyi, sizi kaybetmeyi göze alamadım. Ben-"
"Sakın!" Ilgaz'ın kahve gözleri olabildiğine açılmıştı, parmağını havaya kaldırıp ona doğru salladı. "Sakın bu duygusal zırvalıklara girme. Artık her şey ortada, Alexander. Artık, Murat'ın ajanı olarak, tüm çıplaklığıyla karşımızdasın. Yeter, Buğra rolünden çık artık. Bitti. Anlıyor musun, büyük şovun artık sona erdi."
Buğra, hızlıca oturduğu sandalyeden ayağa kalktığında, Doruk da Ilgaz'ın yanından Buğra'nın tarafına geçmek için yeltendi. Ilgaz, sertçe Doruk'u bileğinden kavradı ve durdurdu. "Bırak, müdahale etme." Doruk çenesini sıktı, dişlerini parçalayabilecek kadar çok sıktı ama yine de Ilgaz'ın dediğini ikiletmedi. Olduğu yerde durdu, kımıldamadı.
"Ben Murat'ın ajanı değilim, artık değilim. Bu işe bulaştığımdan kısa bir süre bıraktım her şeyi, vazgeçtim. Daha Mehmet Atahan sağdı, ona gittim. Yapmayacağımı söyledim, istemediğimi söyledim! Beni rahat bırakmasını söyledim! Ben istemedim, hiçbir şeyi ben istemedim!"
"Neden?" diye sordu Ilgaz. Omuzlarını düşürdü bunu sorarken. Oysa her şeye karşın sarsılmaz durabilir zannediyordu. Annesini gömmüştü, babasını gömmüştü. Yetmemiş baba saydığı Orhan Amca'sını gömmüş, Doruk'u kaybetmekle burun buruna gelmişti. Hiçbiri yıkamamıştı Ilgaz'ı. Hiçbiri devirememişti. Sonra Ece ona Onur Atahan'ın mektubunu vermişti ve Ilgaz o mektubu kendi elleriyle Arya'ya verdiğinden beridir... Hayır, o artık ayakta değildi. Dizlerinin üzerinde yere düşmüştü. Buğra'nın ihaneti de dizlerinin üzerindeyken sırtından yediği şiddetli bir tekme gibiydi. Artık tamamen yere yığılmıştı.
Murat kazanmıştı, sonunda Ilgaz'ı devirebilmişti. Ilgaz artık yere çakılmıştı. Bu saatten sonra ayağa kalkabileceğini sanmıyordu.
Sırtından bıçaklanmıştı, hem de gözü kapalı sırtını dayayabileceği biri tarafından. Şimdiyse neden diye soruyordu. Biri size ihanet ediyordu ve siz bir zavallı gibi ona "Neden?" diye soruyordunuz. Halbuki hangi neden ihanetin acısını hafifletebilirdi ki?
"Niye Atahanlar aramıza karışmanı istedi senden? Neden?"
Doruk, bu soruyla beraber bir anda hızlıca arkasını dönmüştü. Sadece bir an kaldıramayacağını düşündü. Kaburgaları birbirine geçmiş gibi hissetti. Deli gibi öfkelenmek ile deli gibi ağlamak arasında gidip geliyordu. Buğra ya Buğra... Abi kardeş gibiydiler onlar... Aileydiler. Gerçek bir aileydiler. Kaç yıllık tanışıklıkları olduğu hiç önemli olmamıştı, çünkü Doruk için her zaman 20 yıllık eski bir dosttan farkı olmamıştı Buğra'nın. Şimdiyse... Kendi elleriyle ağzını burnunu dağıtmıştı onun. Niçin yapmıştı?
Meğerse dost değil de bir hainmiş.
Böyle basit miydi? Bu kadar kolay mıydı her şey? Dost bildiğin, omzunu omzuna ev yapabildiğin, gerekirse onun için dünyayı yakmaya gidebileceğiniz birinin ertesi gün çıkıp hayır aslında her şey yalandı demesi...
Meğerse her şey yalanmış...
Doruk nerede hata yapmıştı? Yediği tüm kazıkları hak etmek için ne yapmış olabilirdi? Zamanında Serkan'a kardeş demiş, Allah şahit öz kardeşinden ayırmamıştı. Doruk dostları için ölmeye giderdi, saniye tereddüt etmezdi ki. Serkan ne yapmıştı ona? Ablasını o saldırganların, tecavüzcülerin eline bırakmıştı. O neden diye sorsa ne değişirdi ki? Ablasına, kendisine yapılanın izlerini silecek miydi cevaplar? Peki ya Buğra şimdi ne yapmıştı? Ah, onun kimliği bile yalandı. O baştan aşağı bir yalandı. Ona da kız kardeşi gibi gördüğü Beyza'sını gözü kapalı emanet etmişti. O ise... Ne olacaktı Beyza'ya? Nasıl yaşayacaktı? Doruk için bile bu denli zorken o nasıl nefes almaya devam edecekti?
Doruk'un kusuru insanlara gereğinden fazla güvenmesiydi belki de. Gereğinden fazla insanlara kendini açması, gereğinden fazla kendinden vermesiydi. O böyle görmüştü babasından, başka türlüsünü bilmemişti. Babasının sonu da bu yüzden böyle hazin bitmemiş miydi zaten?
"Mehmet Atahan senin yapabileceklerinden korkuyordu. Daha doğrusu senin sınırlarını bilemediği için endişeleniyordu. Babanın vefatından sonra mahkemede ona karşı bir kozun var mı bilmek istiyordu. Bu yüzden senin gece kulübüne barmen aradığını duyunca benden bu işi almamı istedi. Birkaç haftalık bir şeydi. Mahkeme bitene kadar..."
Doruk araya girerek Buğra'nın sözünü kesti. Buğra'yı mimiksiz bir yüzle pür dikkat dinleyen Ilgaz'a döndü.
"Sorma, bırak... Sorma, bırakalım gitsin işte. Bırakalım, siktirsin gitsin hayatımızdan! Nasıl kandırıldığımızı, nasıl aptal yerine konulduğumuzu duymak istemiyorum! Cevaplar neyi değiştirecek, Ilgaz? Cevaplar bugüne dek neyi değiştirdi?" Doruk, öfkeye bulanmış ağlamaklı bir ifadeyle Ilgaz'ın karşısına dikildi. " Yıllardır Murat'a da sorular sordun! Babam nasıl öldü diye sormadın mı defalarca? Onca soruya karşılık tek bir cevap alabildin mi? Ben söyleyeyim. Hayır. Hayır! Biz hepimiz durduğumuz yerde saymayı bırak, biz her defasında daha fazla kayıp verdik. Bana engel olmayacaktın, Ilgaz. Bana engel olmayacaktın! Babamın katili olup olmaması önemli değil, Murat'ı öldürmeme engel olmayacaktın! Bir şekilde her şeyin sorumlusu onlar! Atahanlar! Bak, gözlerinle gör! Aramıza bir hain kattı! Beyza'nın duygularıyla oynayacak kadar alçaldı! Burada Murat'ın piyonuyla vakit harcasak ne olur? Bu herifin bizimle şahsi bir meselesi yok ki. O sadece ona verilen görevi layığıyla yerine getirdi. Suçlunun kim olduğunu sen çok iyi biliyorsun Ilgaz!"
"Biliyorum..." diye mırıldandı Ilgaz. Avuçlarını, ellerini kıracak kadar tehlikeli bir biçimde sıkmıştı.
"O halde bundan sonra bana engel olma. Bırak geberteyim onu. Hapse girmekten gocunmuyorum. Sen yeter ki benden sonra anneme sahip çık, onun yanında dur Ilgaz. Başka hiçbir şey umrumda, değil. Babamı gömdüğüm gün, ben geleceğe dair her şeyden vazgeçtim. Ömrümün kalanını hapiste geçirmekten gram gocunmam, yeter ki o herifi kendi ellerimle geberteyim. Yemin ederim, buna değer Ilgaz. Fazlasıyla değer."
"Saçmalamayı kes!" Ilgaz yüksek sesle bağırmıştı. Tüm bunlar yetmezmiş gibi bir de her fırsatta frenlemesi gereken bir Doruk vardı. Peki ya Ilgaz'ı kim frenleyecekti?
"Kendi ağzınla diyorsun, senin geride bırakacağın bir annen var! Kocası öldü, oğlu da müebbet hapis yatsın, öyle mi? Ondan sonra geriye bir annen kalır mı sanıyorsun? Senin yüzünden ona bir şey olursa bunun vicdanıyla yaşayabilecek misin, peki? Asıl o zaman dayanabilecek misin?" Kollarını hafifçe yukarı uzatarak Doruk'un omuzlarına yerleştirdi. "Sen hiçbir şey yapmayacaksın. Kimse hiçbir şey yapmayacak. Bundan böyle Avcılar yok, anladınız mı? Avcılar'ın, Atahanlar'a karşı alacağı bir intikam da yok. Duydunuz mu? Artık yok."
"Ilgaz, sen ne diyorsun?" Mete araya girdi. Dehşete düşmüş gibiydi. "Biz bunca yıldır boşuna mı çabalıyoruz? Tüm bunlar boşuna mı oldu? Bunca kaybı boş yere mi verdik? Doğan Amca, Orhan Amca boş yere mi öldü? Bunca insanı bir hiç uğruna mı arkamıza topladık? Tüm Avcılar'ın Atahanlar ile en az bir tane bile olsa şahsi meselesi var! Ne demek vazgeçmek?"
Ilgaz sırayla Doruk, Furkan ve Mete'nin yüzüne baktı. Buğra ise ayakta büyük bir kal durumu yaşıyordu. Ilgaz'ın her şeyden vazgeçmesine kendisinin ihaneti mi sebep olmuştu, yani? Aklı almıyordu. Cidden bugün olan biten hiçbir şeyi artık aklı almıyordu. Tüm bunlara sebep olanın kendisi olduğunu bilmek ise kendisinden tekrar tekrar nefret etmesine neden oluyordu. Yemin edebilirdi, hiçbir şeyin böyle olmasını istememişti.
"Avcılar'ın başı ben değil miyim? Ben artık Avcılar yok diyorsam, bu artık Avcılar yok demektir. Furkan, diğer herkese haber ver. Bu işte artık Avcılar olarak birlikte değiliz."
"Senin ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu? Bu senin tek başına karar verebileceğin bir şey değil!" Mete ile Ilgaz hayatları boyunca ilk kez şu an böylesine ters düşmüşlerdi. Hatta Mete böylesine öfkelendiği ve kızdığı tek anın içinde bile olabilirdi.
"Verdim! Böyle bir karar verdim, Mete! Uyup uymaman sikimde bile değil! Ok yaydan çıktı. Kabul edelim ki biz Avcılar kaybettik. Murat kazandı. Doruk haklıydı. Bu dövüş başından beri adil değildi. Biz adil oynamak istedikçe Atahanlar kirli oynamayı seçti. Biz onlar gibi kirli oynayamadığımız için bunca kaybı verdik. Yani bu savaşta şartlar hiçbir zaman adil olmadı! Ve ben artık Murat'ın kurallarıyla oynayacağım. Ama bunu sadece ben yapacağım. Hiçbiriniz benle değilsiniz artık. Bu işte tek başımayım. Hepinizin intikamını bizzat ben alacağım. Bu noktadan itibaren artık bu sadece benim ve Murat'ın savaşı. Bu savaşınsa tek bir kazananı, tek bir hayatta kalanı olacak."
"Ne?"
"Ne diyorsun oğlum sen?"
"Yok artık ebesinin..."
Hayır, Ilgaz intikamından vazgeçmemişti. O sadece işin ciddileştiğinin ve bu noktadan itibaren geri dönüşü olmadığının farkındaydı. Diğerlerini de kendiyle beraber yakamazdı, artık değil.
"Yok öyle dava!" Doruk anında itiraz etti. "Öyle bir şey olmayacak. Ilgaz, sen asla kirli oynayamazsın. Senlik değil bak bu iş. Bırak bana, bak ben niyeti bozdum diyorum sana! Her şeyi, her boku gözden çıkardım. O herifin beynini dağıtırken saniye tereddüt etmem artık. Ben bir katil olarak da hapishanelerde yaşarım diyorum, sen bunu göze alabilecek misin? Alamazsın! Almamalısın! Asıl siz benim yolumdan çekilin ve bu işi bana bırakın!"
"Abi, bunlar kafayı yemişler," diyerek söylendi Furkan. "Resmen kimin Murat'ı öldürüp hapis yatacağının pazarlığını yapıyorlar. Delirmiş bunlar!"
"Lan biz de bir şey anlatıyorsun diye dinliyoruz seni." Bu kez konuşan Mete'ydi. Ilgaz'ı kendine gelmesi için hafifçe geriye ittirdi. "Anladık zekiydin, iyiydin, hoştun. Her zaman sözlerine itimatımız vardı. Ama görüyorum ki sen de devreleri yakmışsın, Doruk'tan sonra. Tamam bu sikimsonik herifi seviyordunuz, tamam onun ihaneti Beyza, sen ve Doruk için benim tahmin edebileceğimden çok daha ağır sizin için. Ama böyle bir günde daha çok birbirimize tutunup birlik olacağımız yerde, ne demek bundan sonra bu işte tek başımayım demek?" Mete hala girdiği dehşet durumundan sıyrılamıyordu. Sertçe kumral saç tutamlarını çekiştirdi. Aklını oynatma sırası ona gelmişti.
"Oğlum, siz ölmeyi, öldürmeyi bayılmak zannettiniz herhalde! Kaç tane insan öldürdün hayatında? Kaç tane leşin var? Murat ölecek, ikinizden biri de kasten adam öldürme suçundan müebbet hapis yatacak, öyle mi? Bu mudur yani? Bu mu kazanmak? Bağışla, ama ben anlattığın senaryoda bir kazanan göremiyorum. Aksine Murat geberip gitmiş olsa bile sırf seni böyle bir adama dönüştürmeyi başardığı için kazanıp da ölmüş olacak! Doruk'a arkanda annen var, vazgeç demeyi biliyorsun! Lan pezevenk, senin ardında bırakacağın kimsen yok mu? Yok mu kimse?"
"Yok!"
Ilgaz, üzerine yürüyen Mete'ye, meydan okurcasına bağırdı. "Yok!"
"Ha bizi gözden çıkardın ona da tamam, ya Arya? Ölüyordun ya aşkından, ya ona ne olacak sana bir şey olduğunda? Onu da mı gözden çıkarıyorsun Ilgaz?"
"Siktir..." diye sesli bir küfür savundu Furkan. Ki Furkan diğerlerine nazaran pek ağzını bozan bir çocuk değildi. Büyük salonun merdivenlerinin bitimindeki girişte dikilen genç kadına bakıyordu. Onun ardından Buğra, sırayla da Doruk ve Mete girişe doğru çevirdi başlarını.
Gelen kişiye arkasını dönerek bakan en son kişi Ilgaz olmuştu. Ve evet, kesinlikle Arya'yı görmeyi beklemiyordu.
***
(Arya'nın bakış açısıyla yazılmıştır)
Bana şu ana dek seni en çok şaşırtan film ne diye sorsalar, adına hayat derdim.
Daima ters köşe yapacak bir şey saklardı kurgusunda, muhakkak uzun süre etkisinden çıkamayacağınız, hiç ummadığınız sürpriz bir sahne hazırlardı sizin için. Bir bakmışsınız seni asla bırakmam diyenler, sizden en önce gitmiş, el oluvermişlerdir size. Olur ya hep karşı karşıya durduğunuz bir insanla, gün olmuş yan yana dururken buluvermişsinizdir kendinizi. Göz göze geldiğinizde gülümsemenizi durduramadığınız biri, gün gelmiş gördüğünüzde kafanızı çevirdiklerinizden biri olmuştur. Geç fark edersiniz ama öğrenirsiniz eninde sonunda; meğer bıçağı sırtınıza saplayanlar bir zamanlar en çok güvendiklerinizmiş.
Anneannem küçükken bazen söylerdi de pek anlamazdım. "İnsanoğlunda en büyük yarayı hep en çok güvendikleri açar. Haliyle, insan kendisinde büyük yaraları açanları asla unutmaz." Aklım daha da ermeye başladıkça anladım. Kırgın gitmişti anneannem bu dünyadan. Kızının arkasından atıp tutan akrabalarına, annemin hamile kalmasından sonra kapısını bile açmayan eşine dostuna; tüm olup bitenleri anneannemin kafasına kakan oğluna... Öğrencilerini sınıfından almaya çalışan, itibarını yerle bir eden o vasıfsız velilere... Belki de ben hariç bu dünyadaki her şeye ve herkese kırgın gitmişti. O yüzden onun affedemediği kim varsa ben de affedemedim hiçbir zaman.
Ben çok küçüktüm, benim güvenimi yerle bir ettiklerinde. Gülümseyen gözler görmek isterdim, aşağılayıcı bakışlar görürdüm onun yerine. Kötü söz söylerlerdi, hiç tanımadığım annem, babam için. Onları hiç tanımaz, bilmez ama yine gücenir ve onlar için saatlerce gözyaşı dökerdim. Oysa ben hiçbir suçu olmayan küçük bir çocuktum. Sadece bir çocuk... Niye görmediler bunu? Neden gülüşlerimi soldurmak için bu denli çabaladılar?
Sahi, insanlar neden bu denli kötüler ki?
Bir cevabı var mı bu sorunun? Yoksa bu da mı sayısız cevapsız sorulardan birisi?
Bunun cevabını bulduğum gün, belki ben de kendi hayatımın tüm kötülerini affederim. Oysa şimdi geriye baktığımda... En zor gelen şey de çocukluğumun katillerini affedebilmek. Çünkü ben ağladığım zamanlarda, en çok da o çocuk için ağlıyorum hala. Ne bileyim, hak etmemişti işte yaşadıklarını. Zaten hangi çocuk hak eder ki?
Hiç unutmam, bir Ramazan Bayramı dayım tüm çocuklarını öpüp onlara sarılırken çok beklemiştim bana da sarılır diye. Erkek figürü yoktu benim hayatımda, baba figürü yoktu. En yakın akraba olarak bir dayım vardı, zannederdim ki bir gün sevecek beni. Ama bırakın aşağılayıcı bakmayı, o bana hiç bakmadı bile. Gözleri benim gözlerime değecek diye ödü kopardı. O yüzden bayramları hiç sevmedim.
En acısı da, anneannemin gömüldüğü gün... Dayım, sadece o gün baktı suratıma. Sanmıştım ki, bana sarılacak, kimsesiz kalan bana sahip çıkacak, beni bağrına basacak, artık sevecek beni.
Allah'ım ne aptalmışım.
Bir çocuk onu kimin yüzüstü bıraktığını ve yüzüstü bırakılışını asla unutmaz. Ben de hiçbir zaman bıçağı sırtıma saplayanları unutmadım. Beni kimlerin yüzüstü bıraktığını unutmadım. Aksine ağladığımda sesimi duymazdan gelenlerin yüzlerini öyle bir kazıdım ki hafızama. Bana ettikleri ihaneti de, yüzlerini de ezbere biliyorum.
O gün büyüdüm sanırım, anneannemi kaybettiğimde. Babam beni almaya geldiğinde çocuk değildim ki ben. O yüzden ben hiç babamın küçük kızı olmadım... Sonra gördüm ki babasının küçük kızı olamamış her kadın ihtiyacı olan sevgiyi başka erkeklerde bulabileceğini ummuş. Yeri gelmiş hayatlarını adamışlar bu erkeklere. Yeri gelmiş, o erkekler hayatlarının merkezi bile değil ta kendisi olmuşlar. Söylemek isterdim, onlara da, kendime de:
Hâlbuki her şeyden ve herkesten önce, sevmemiz gereken kendimizmişiz.
Çünkü bir gün o erkekler de onları paramparça ettiğinde...
Yalnızca kadın ölmezmiş, küçük bir kız çocuğu bir kez daha öldürülürmüş içinde.
İşte, Ilgaz'ın diğerleri için kendini feda etmek istediğini ve kendi ardında bırakacağı kimsenin olmadığını söylediğinde ben böyle hissettim. Öldürülüyormuş gibi... Ilgaz tarafından öldürülüyormuş gibi...
Ondan önce, kendimi sevmeliydim. Şayet ki öyle yapsaydım, şimdi sözleriyle bu denli büyük bir ihanete uğramış olmazdım. Beni bu denli kolay gözden çıkarabileceğini işitmek böyle koymazdı en azından.
Onur bana karşılık ölümü seçmişti. Çünkü en azından ölürken başkalarını değil de kendini düşünmek istemişti. Kendi sözleriydi bunlar. Ilgaz ise intikamı kendi sonu olsa dahi, kendine karşılık, bana karşılık intikamını seçiyordu.
Niye üzülüyordum ki? Günü geldiğinde böyle olacağını bilmiyor muydum? Ilgaz'ın bir gün Murat'a karşı sabrının taşacağını ve ikisinden birinin ölmek pahasına bile olsa savaşacaklarını tahmin etmiyor muydum? O gün geldiğinde Ilgaz'ı engelleyebilecek kişi olduğuma inanmış mıydım gerçekten?
Lanet olsun, biliyordum. Bilmemek değildi bu. Ama bu kalbimin yerinden sökülüyormuşçasına acımasına engel değildi işte. Aşk böyle değil midir zaten? Ucunda öleceğini bilseniz dahi sevmez misiniz?
Biliyorum, beni gerçekten seviyordu. Onur da beni gerçekten sevmişti. Ama sevmek her şeye yetmiyordu. Yetmemiştim işte. Sevmek yeterli değildi. Hayattan kaç defa daha aynı dersi almam gerekiyordu?
"Aşağıdalar, değil mi?"
Salonun olduğu geçitten tekrar yukarıya, Pikap'ın olduğu kısma çıktığımda Beyza teyit etmek istercesine konuşmuştu. "Ne oldu? Çok mu kötü?" Az önce duyduğum şeyleri sindirmek için bir an soluklanmak istedim. Buraya Beyza ile birlikte Buğra için geldiğimi bile unutmuştum. Beyza'yı daha fazla evde zapt edememiştim. Buğra ile yüzleşmek istediğini söylemişti, dağılmış bir vaziyetteydi. Girdiği ağlama krizlerinden birinde mutfağa koşturmuş, Açelya ile ben ne olduğunu anlamadan ekmek bıçağını eline almış ve karnına saplamak gibi bir hamlede bulunmuştu.
Onun bebeğinden kurtulmak istediğini söylemişti. Onu öyle, o halde, çıldırmış bir vaziyette görünce olduğum yerde kıpırdayamadım bile. Beynim olduğu yerden uçup gitti. Açelya olmasaydı, onun kendini öldürmesini canlı canlı izleyecektim muhtemelen. Çünkü şoka girmiştim. Allah'tan Açelya ben ne olduğunu anlamadan hızlıca onun bıçağı tutan elini bükmüştü. Maalesef bu esnada Beyza da bıçağı bırakmaya hemen yanaşmayınca o ufak itişme kakışma esnasında bıçak Açelya'nın elinin yanını kesmişti. Çok ciddi bir şey görünmüyordu ama yine de dikiş için Açelya, Nesrin Teyze ile beraber hastaneye gitmişti. Beyza ne yaptığının farkına varmış olacak ki suçluluk duygusunun ve pişmanlığının etkisiyle biraz daha durulmuş, az da olsa daha mantıklı düşünmeye başlamıştı.
Diğerlerinin Buğra'yı, Pikap'ın altındaki büyük salonda tutabileceğini söyleyen oydu. Çünkü Avcılar genelde burada toplanıyordu. Hatta daha önceden Ilgaz, burayı kendisi de bana göstermiş ve bu durumdan bahsetmişti. Beyza'yı buraya getirmiştim çünkü Buğra ile –adının Alexander olduğunu söyleseler de- yüzleşmeyi hak eden ilk kişi Beyza'ydı. Diğerleri kendi hesaplarını kendi görecek diye onu eve kapayıp onun delirmesini izlemeye seyirci kalamazdım. Ama hayır, aşağı inerken asla Ilgaz'dan böyle bir şey duymayı beklemiyordum.
"...Senin ardında bırakacağın kimsen yok mu? Yok mu kimse?"
"Yok!"
"Arya! Bekle!" Ilgaz'ın peşimden geleceğini düşünmemiştim. Ah, cidden böyle bir durumda lütfetmişti. Hiçbir şeyi olmayan ben için zahmet ediyordu.
Beyza ile beni merdivenlerde gördüğünde duraksadı, eli tırabzana yaslı bir şekilde kaldı. "Buraya gelmemeliydin." Bunu Beyza'ya söylemişti. Beyza, merdivenlerden inerken ilk önce benim yanımdan ardından da Ilgaz'ın yanından geçti. Öyle güç bir şekilde yürüyordu ki... Ama bir yandan da hala yıkılmamak için direniyordu. "Bu sadece senin meselen değil, Ilgaz. Hatta bu hepinizden daha çok benim meselem." O salona girdiğindeyse Ilgaz ile ben yalnız kalmıştık.
İlk önce bir şey söyleyecekmiş gibi dudakları kıpırdandı. Sonrasındaysa vazgeçti ve dudaklarını birbirine bastırdı. O birkaç saniye boyunca, merdivenlerin yukarısında duran ben, bana aşağıdan bakan ama hiçbir şey söyleyemeyen ona baktım. İyi ki de bir şey söylemedi aslında, söyleseydi inanırdım. Yine. Bir aptal gibi.
Niye küçük bir çocuk gibi ağlamak istedim bilmiyorum. Gözlerim dolmuştu. Trabzanı tutan elim terlemişti. Biz orada öylece dikilirken merdivenlerin yukarısındaki küçük pencereden aramıza gün ışığı sızıyordu. Gün ışığı... Her şey mahvolmadan, birlikte uyandığımız bir sabah bana böyle seslenmişti.
"Küçükken daha çok gülümsüyordun demek ki... Çünkü herkese böyle gülümseseydin, onların da aklına ilk gelen şey bu olurdu. Aralık perdelerden odaya bir anda vuran gün ışığı gibi gülümsemen. Aydınlık, parlak ve insanı sebepsizce mutlu eden. İzlerken vaktin nasıl geçtiğini anlayamayacağın kadar da büyüleyici."
Şimdiyse benim gülüşlerimi sonsuza dek elimden aldığını bilmiyormuş gibi bakıyordu. Bilmiyor muydu, sahiden?
Ona daha fazla bakmadan arkamı döndüm ve merdivenlerin geri kalanını çıkmaya koyuldum. "Arya, dur." Durmadım.
Merdivenleri çıkmayı bitirdiğimde Pikap'ın giriş katına geldim ve kısaca yukarıya baktım. Bunu neden yaptım bilmiyorum. Sanki o an yaptığım şey, sessiz bir vedalaşmaydı. Burada aylarım geçmişti neticede. Burada Ilgaz ile kavgalar etmiştim, birbirimize burada kafa tutmuştuk. Onu ilk kez burada, Esra'dan kıskanmıştım. İlk kez burada bilinçli olarak öpüşmüştük. Büyük bir heyecanla yaptığım kurabiyeleri, ona burada vermiştim. Onunla olan defterimi bile kapatmak için son kez düşüncesiyle buraya gelmiştim. Şu merdivenlerden yukarı çıkarken sevgilisi olarak elimi tutmuştu. En üst kattaki odasında bazı geceler birbirimize sarılıp hiç konuşmadan öylece uzanmıştık. Şimdiyse yine aynı yerde öğrenmiştim ki, Ilgaz beni çoktan gözden çıkarmıştı.
"Arya, yanlış anlıyorsun." Hep dediği şeyi söyledi.
Elim, Pikap'ın dışarıya açılan demir kapısını açmak için havada kaldı. Bir an tereddüt ettim. Sonra elimi aşağıya indirdim. Ciğerlerim acıdı ama ben yine de güçlü bir nefes aldım. "Aksine, Ilgaz..." diyerek ona doğru döndüm. "Asıl şimdi her şeyi hiç olmadığı kadar daha iyi anlıyorum."
"Mete üzerime geldi. Bak... Bak kafam yerinde değil. Arya, iyi değilim. Hiç iyi değilim. "
"Bu, şu anlık bir şey değil. Sen zaten İstanbul'a benimle konuşmaya geldiğinde... Bana veda etmeye gelmiştin, Ilgaz. Asıl şimdi her şey, o kadar net ki..."
O an göz göze geldik. Tekrar konuşacak gibi dudakları kıpırdandı. Gözlerini kaçırdı.
"Sen zaten o mektubu eline aldığın an benden vazgeçtin. Tüm o kendime zarar vermemem için benden söz istemeler, beni o sokağa götürüp o şarkıyı dinletmeler..."
"Eğer bir gün beni hatırlayacak olursan, en azından bazı şeylerin içinde şüphe bırakmasını istemiyorum."
"Keşke ne yapmam gerektiğini de bilebilsem. Seni nasıl iyileştirebileceğimi, kendimi nasıl iyileştirebileceğimi... Ne yapmam gerektiğini söyleyecek kimsem yok."
"Bana her zaman yaşamak için bir yol bulacağına söz ver."
"Tüm her şey bitsin mi istiyorsun? Pekâlâ, o halde. Sanırım artık ne yapmam gerektiğini biliyorum."
"Ben o yaslı evim, unutulmuş bir harabeyim ve sen yaslı bir evden çok daha iyisine layık bir güneşsin. Çok güzel parlıyorsun, o kadar güzelsin ki..."
"Bana bir söz ver. O güzel gülümsemeni ne benim için, ne başka bir erkek için, ne de Onur Atahan için soldurmayacaksın. Ne olursa olsun hep ayağa kalkmak için sebepler bulacak ve hep olduğu gibi güçlü kalacaksın."
Onun bana söylediği tüm o sözler kafamın içine yıldırım misali düşerken direnmeye çalıştığım gözyaşları da eş zamanlı olarak yüzüme döküldü. "Ilgaz, sen bana o gün veda ettin. Sen bana geldiğinde, zaten intikamını seçmiş, beni ardında bırakmıştın."
"Arya... Sen zaten beni hayatında istemiyordun. Zaten artık hayatında yoktum. Beni terk etmiştin. Hangi yüzle seni geri kazanmak için geri gelebilirdim ki? Ne için söz verebilirdim artık? İstediğin adam olamayacağımı, hak ettiğin geleceği sana veremeyeceğimi biliyordum. Bu bir seçim falan değil. Neden Murat'ın yaptıklarını ödetmek istememi bir seçim olarak görüyorsun? Daha neyi, ne kadar sineye çekmem gerekiyor Arya? Sen de gördün, sen de duydun! Bak, aşağıdaki adam bizim bunca zaman tanıdığımız bildiğimiz herif değil! O adamın kuklası! Bunca zaman Murat'ın sürekli bizden bir adım önde olmasının nedeni o... Şimdi bunun bir seçim olduğunu mu söylüyorsun? Ben mi meraklıyım Murat ile savaşmaya? Ben mi istedim tüm bunları?" Onun da benim gibi gözlerinden bir iki damla yaş döküldü.
"Gözünü seveyim, Arya. Gözlerime bak da söyle, böyle olmasını seçen ben miydim? Böyle sikik bir hayatım olmasını ben mi seçtim?!"
"Ama ikimize ne olacağını seçmek senin elindeydi! Hala elinde! Bu bizim elimizde, Ilgaz! Bu Murat Atahan'ın seçip seçemeyeceği bir şey değil! Eğer öyle olsaydı, beni tehditlerle İstanbul'a gönderip ikimizi ayırdığından sonra biz tekrar bir araya gelmezdik, değil mi? Ben senin için savaştım. O herife rağmen savaşmayı seçtim. Ben de pes edip vazgeçebilirdim! Yapamaz mıydım sanıyorsun? Şimdiyse bize ne olacağını sen seçeceksin. Sen karar vereceksin ikimizin sonuna."
"Arya, bu öyle bir şey değil. Neden anlamamak için direniyorsun?!"
"Nasıl bir şey? Sen Murat'ı hapse tıkmak istiyordun, buraya kadar tamamdım ben. Arkandaydım. Ama bugün öğreniyorum ki, onu öldürmek istiyorsun. Ya ben ya da o ölecek diyorsun. Her iki seçenekte de ben seni kaybedeceğim. Ve sen diyorsun ki benim arkamda benim için mahvolacak kimse yok, Doruk'un annesi var. Ama ben tek tabancayım, ben mezara da hapse de girsem bu kimseyi mahvetmeyecek. Yanlış mı anlamışım, Ilgaz? Böyle söylemiyor muydun aşağıda?"
Sustu. Cevap veremedi.
"Ya ben Ilgaz? Ya ben ne olacağım? Sırf sen bana kendi önüne bak, ne olursa olsun yaşamak için çabala dedin diye yaşamak için çırpınacağım, öyle mi? Sırf sen, seni mutlu edecek başka bir adamı sev dedin diye ben seni değil, başka bir adamı seveceğim, öyle mi? Onur benden bunu istedi, sen benden bunu istiyorsun! Peki, ben ne istiyorum? Birinizin aklına geliyor mu sen ne istiyorsun diye sormak?!"
"Arya..." Koluma dokunmak istediğinde hızlıca ellerini ittirdim. "Dokunma bana! Tesellini istemiyorum senin! Acımanı istemiyorum! Benim hakkımda karar vermeni istemiyorum! Senden artık hiçbir şey istemiyorum!"
"Özür dilerim..."
"Niçin? Birlikte ayağa kalkarız deyip tekrar verdiğin sözü tutamadığın için mi?" Başımı yana yatırdım. Islanmış yüzümden artık onu bulanık görüyordum. Başım oldukça şiddetli ağrıyordu. Göğsümün üstünde müthiş bir acı vardı. Mümkünü yok, artık dünyanın tüm yağmurlarını sadece benim üzerime yağdırsalar bile artık iyileşemezdim.
Artık sırtıma saplanan bıçağı çıkarmaya güçsüz ellerim yetişemezdi. Düştüğüm yerde can çekiştim durdum ve Ilgaz bozuk bir plak gibi "Özür dilerim, özür dilerim, özür dilerim..." diye tekrarladı. Küçük, parçalanmış bir çocuk gibi de ağladı. Daha önce hiç böyle karşılıklı ve böyle çaresizce ağladık mı bilmiyorum. O an hiçbir şeyi bilmiyordum.
Titreyen ellerimle demir kapıyı açabildiğimde çekip gitmeden önce son kez çaresizce ağlayan ve omuzları titreyen ona baktım.
"Benim etrafımda yüzlerce domino taşı varmış, Ilgaz. En son devrilen taşın Onur'a ait olduğunu sanmıştım ama meğerse son taşı sen elinde tutuyormuşsun. Ve o domino taşları... "
Kendi ellerimle çaresiz kendi gözyaşlarımı kuruladım.
"Domino taşları... Son taş devrildiğinde ne fark ettim, biliyor musun? En dipte olduğumu sanırdım ama değilmişim. Çünkü bu bir dipsizlik... Daima daha aşağıya çekiliyorsun. Sonu olmayan bir girdap gibi. Ama sonu olan bir şey var, bir insanın acı eşiği. Sence de onda artık sona gelmedik mi?"
Gitme demesini bekledim. Demedi, sadece ağlamaya devam etti. Başka bir seçeneğim kalmadı, yapabileceğim tek şeyi yaptım. Ben de gittim.
• •
Finale çok az kaldı. Size iki üç bölüm kaldı, ya da bir iki bölüm kaldı diye haber vermeyeceğim muhtemelen. Çünkü bölüm uzunluklarını ve bölümleri bölüp bölmeme durumlarımı kestiremiyorum. Yani muhtemelen size finalden önceki bölüm, gelecek bölüm final bölümü diye haber vereceğim. Zaten bu bölümün bile bir final öncülü olduğunu anlamışsınızdır diye düşünüyorum. Alexander ile ilgili daha fazla şey anlatmayı planlıyordum mesela bu bölüm ama dediğim gibi yazma aşamasında bazı şeyleri değiştirip başka bölüme erteleyebiliyorum. O yüzden net konuşamıyorum.
Neyse, daha fazla finalden bahsedip moral bozmak istemiyorum. Gelecek bölüm final olmadığına göre, şimdilik bunu boş verebiliriz. Ben klasik olarak, bölüm hakkındaki düşüncelerinizi soracağım. Ben bile ne yazdım şu an hakim değilim ama siz yorum yapmayı ihmal etmeyin. Son birkaç bölümcüğün hatrına belki uzun uzun yorumlar da yaparsınız ha? Şimdi uyumaya gideceğim, çünkü sabahtan beri ekrana bakıyorum. Yorumlarda görüşürüz, öpücükler...
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro