52. BÖLÜM (PART 1): "GECE DAHA MI YALNIZ GÜNDÜZDEN?"
Bölüm şarkıları: Travis ft. Josephine Oniyama | Idlewild
Melanie Martinez | Dead To Me
Billie Eilish ft. Khalid | Lovely
//Hepsi yazarken dinlediğim, sözleriyle de müziğiyle de beni duyguya sokmayı başarabilen şarkılar. //
52. BÖLÜM (PART 1): "GECE DAHA MI YALNIZ GÜNDÜZDEN?"
"Merak etme, Ilgaz. Bundan sonra hep siyah giyeceğim."
...
-4 gün sonra-
25 Haziran, saat 4.16
"Merhaba Arya," diyen ince ve diksiyonu oldukça güzel ses tonuna karşılık vermek bir an dudaklarımda ufak bir titremenin meydana gelmesine neden oldu. Sanki benim bir tür yansımamdı; daha solgun, daha çaresiz ama her şeye rağmen yine de dünyadaki herkesten daha güzel gülümseyen bir yansımaydı.
"Merhaba a- anne," Ah, gerçekten... Gerçekten bunu söylemek çok tuhaftı. Nasıl hissettiğimi ifade edecek kelimeyi bulamıyordum. Hâlbuki milyonlarca insan hayatının neredeyse her gününde bu kelimeyi annesinin yüzüne bakarak milyon kez söylemiş olmalıydılar. Onlar için nefes almak kadar basit bir şeydi. Anne... Bir çocuğun hayatının temel taşıydı. Bir bebeğin ilk aşkıydı. İlk sığınağıydı, ilk elini tutandı ve soluduğu ilk kokuydu.
Belki de bu yüzden ona sığınmak istemiştim. Eğer onu karşımda görürsem çektiğim acılar birazcık bile olsa hafifler zannetmiştim. Fakat öyle hissetmedim. Belki de kendimi fotoğraflarla avutacak yaşı çoktan geçtiğim içindi, belki de ihtiyacım olanın bir hayaletten daha fazlası olması gerçeğiydi. Ekranda gördüğüm çaresiz ama gülümsemeye çalışan yüz yeterli gelmiyordu bana. Çünkü elimi ne zaman uzatırsam uzatayım ona hiçbir zaman dokunamayacağımı biliyordum.
Bilmek, acıtırdı. 20 yıl öncesine ait bir görüntüden daha fazlasına ihtiyacım olduğunu bilmek de buna hiçbir zaman sahip olamayacağımın farkında olmak da canımı acıtmıştı. Mümkünmüş gibi daha da acıtmıştı.
"Hiçbir anımda yoktun," diye mırıldandım. Ekrandaki yüzden ziyade kendi kendime söylenmiştim. Kanepenin diğer tarafındaki sigara paketinden bir dal çıkarıp dudaklarıma yerleştirdiğimde bir yandan da sehpanın üzerine saçmış olduğum fotoğrafların arasındaki çakmağı elime aldım. Ve sigarayı tutuşturdum. "Ama yine de seni seviyorum,"
Kanepede biraz daha doğrulup dizlerimi kendime doğru çektim. Dudaklarımın arasından yayılan küçük gri halkalar ekrana doğru bir bir yok olurken annemi izledim. Mimiklerini, sesini, dolan gözlerini, meleksi gülümsemesini... Dakikalar boyunca oturdum ve çok sevdiğim bir yabancının sesinde avunabilmeyi umdum. Onunla ilgili hiçbir anımı hatırlamıyor olsam dahi çok sevdiğim bir yabancı... Ne tuhaf değil mi? Onunla paylaştığım, benim hatırladığım hiçbir anı yokken onu tanıdığım, sevdiğim herkesten daha da üstün bir sevgiyle seviyor olmam... Tarif edilemezdi. Hem de hiçbir kelime ile.
Sevgi sözcüklerle ifade edilebileceğinden çok daha yüce bir şeydi ve ben tek bir sarılmanın bile bin tane cümleden daha güzel bir şey olduğunu biliyordum.
Bazen kelimeler yoruyordu insanı. Anlaşılabilmek için kurduğumuz o yığınla cümleler... Anlamak için sorduğumuz bizde yük olmuş cevapsız sorular... Sevebilmek kolaymış gibi herkese söylenebilen "Seni seviyorumlar"... En kötüsü de yine aynı kelimelerle söylenen yalanlar... Yoruyordu. Ama insanın kolları karşısındaki bedene dolandığında o sarılmalar yalan söylemezdi değil mi? Birbirine karışan nefesler, birbirinin gözlerinde yok olan bakışmalar, dokunduğunda bir ateşe dokunuyormuş gibi yanan parmaklar... Onlar da yalan söyler miydi?
Denedim. Anlayabilmeyi de affedebilmeyi de. Yeniden inanabilmeyi şiddetle istedim. Siyahın yeniden beyaz olabileceğine, o aşka tekrar tutunabileceğime ve bir hayalden çok gerçek oluşuna... Kendimi ikna edebilmeyi çok istedim.
Ama insan bazen fena dağılıyor. Kırıklarını, parçalarını hiç bulamayacakmış, bulsa dahi asla yapıştıramayacakmış gibi... Anlatamıyorsun. Onlarca dilin, yüz binlerce kelimesini kullansan dahi anlatamıyorsun. Düğümleniyor bir şey boğazında. Atılan düğümün üstüne hangi sözü söyleyebilirsin ki?
Yine de sana anlatmak isterdim anne. Senin dizine yattığımda sessizce saçlarımı okşasan gerçekten denerdim konuşabilmeyi. Ve biliyor musun, hiç kimseye sarılmadığım kadar daha sıkı sarılırdım sana. Kaburgalarımızı kırabilmek pahasına. İşte o zaman anlardın, bana sarıldığın vakit... Canım acıyor diyebilmenin ne kadar da yetersiz kaldığını...
"Fakat bazen hiç ummadığın birisi hayatını değiştirebiliyor Arya. Baban beni terk ettiğinde hayatımdaki mucizenin sen olduğunu asla bilemezdim. Ama sen benim mucizemdin. Bir gün sen de kendi mucizenle tanışacaksın. Bir gün o kişi gelecek ve sen isminin anlamına yakışır bir şekilde operanda kendi başına şarkını söylerken elinden tutacak Arya ve operandaki bu yalnızlığa son verecek."
İşte bu esnada bitmekte olan sigaradan derin bir nefes çektim ve ardından izmariti küllüğün içine bastırdım. "Yanıldın," diye fısıldadım. "Mucizeler de kâbuslara dönüşebiliyor."
27 Haziran, saat 5.53
Yeni bir gün daha... Gecenin en karanlık tonlarında, belki de uykunun en tatlı olması gereken zamanlarında beni dehşete düşüren bir kâbusla uyanmış ve bir daha geri uyumamıştım. Yastığı çenemin altına yaslayıp sıkı sıkı sarmıştım kollarımı. Yeniden uyuyabilmek için gözkapaklarımın arasından süzülen yaşları umursamadan dakikalarca yatağımda dönüp durmuştum. Ama nafile bir çabaydı. Bir kere o özlemin koru içime düşmüştü ve benim inatçı kalbimden çekip çıkarmak o kadar kolay değildi işte.
Saat sabahın beşine geldiğinde özlemin ne kadar korkutucu bir duygu olduğunu net bir biçimde anlamıştım. Sanki beni ben yapan vücudumdaki her bir hücre, her bir sistem, her bir organ onu aramamı ve ona içimi dökmemi söylüyordu. Kalbimi ne kadar kırdığını, onu ne kadar çok özlediğimi ve onsuzluğun kalbimi nasıl ziyan ettiğini yine ona anlatmak istedim. Onu nasıl unutabileceğimi bana söylemesine, bana yol göstermesine ihtiyacım vardı. Arayamadım ve sonra oturdum onu bu kadar özleyen kalbimin acizliğine ağladım.
Onu telefondan engellemiş, 5 gün önce evime geldiği zaman da kapıyı kimseye açtırmamıştım. Ilgaz gitmemekte ısrarcı olunca Deniz Abla en sonunda, Ilgaz'a kapıyı açmış, "Ne yaşadığınızı bilmiyorum ama Arya çok incinmiş bir durumda. Şu an seni görmek istemiyor. Lütfen ona biraz zaman ver, kafasını topladığında her şeyi daha sakin konuşabilirsiniz." Demişti. Belki o da birkaç günün ardından onu dinleyeceğime ve beni ikna edebileceği gerçeğine inanmak istemişti. Ertesi ve ondan sonraki her gün beni araması, bana yılmadan mesajlar atması, onu engelleyince şansını Doruk, Beyza, Buğra ve Mete ile deneyerek kullanması beni çileden çıkarmıştı.
Dördüncü gün yani 2 gün önce daha fazla dayanamamıştım. Mete beni aramış ve artık Ilgaz ile konuşmam gerektiğini söylemişti. Telefonu hoparlöre almasını söylemiştim. Ilgaz'ın ismimi mırıldanan darmadağın ve çatlamış sesine karşılık benim de sesim titremiş ve direncim büyük ölçüde kırılmıştı. Ama yine de ona, onu artık istemediğimi ve beni birazcık bile gerçekten sevdiyse peşimi bırakmasını söylemiştim. Söylerken bir kez daha öldürmüştüm kendimi, üstelik kendimi tutamamış ağlamıştım da. Ne diyeceğini dinlemeden de kapatmıştım.
Dün hiç aramadı. Ilgaz Ateşoğlu o günden beri tamamen sessizliğe gömüldü. Sanki dakikalar yıl gibi uzadı, ağırlaştırdı bedenimi de ruhumu da. Sürekli telefona kayan gözlerimde ağlayacak yaş dahi kalmadı. Tamamen bitmişti işte. Zaten istediğim bu değil miydi? Onu hayatımdan çıkarmak, kendimi toparlayıp hayatıma yeni bir yön vermek... Ah, işin aslı kendime karşı bile berbat bir yalancıydım. Oysa Ilgaz, ne güzel yalanlar söylüyordu, değil mi?
Yalancı bir herifin, benim onu sevdiğim kadar sevmediği gerçeği şaşırtıcı olmamalıydı belki de. Ama acıtma kısmı... Ama o nokta... O noktanın kalbime mühürlenişi... İşte ben o kısımda saplanıp kalmıştım. O sigaraları o kalp ağrısına yaktım, o gözyaşlarını onun beni kandırışına ve belki de beni hiçbir zaman sevmediği gerçeğine akıttım. Kalbimin yükünü ağırlaştırdığı zamanlarda nefes almak ne kadar zor bir şey diye düşündüm ve onun tekrar nefesim olabilmesini umdum. Kendime kızdım, kendime söyledim o küfürleri ve onu hala sevmeye devam eden kalbimin ihanetiyle parçalara ayrıldım.
Dün daha bir acıdı sanki canım. Artık o da vazgeçmişti benden. Oysa... Benim kadar olmasa bile, o da aşkımıza ağlamıştır diye avutuyormuşum kendimi. Çünkü ben, artık hiçbir zaman birleşemeyecek olan ellerimize ağlamıştım. Gülüşmelerimize ağlamıştım, kimi zaman kızgın, kimi zaman çekingen, kimi zaman da âşık bakışmalarımıza ıslandırmıştım kirpiklerimi. İçimi titreten öpüşlerine, geceyi yakan o dokunuşlarına da içlenmiş ve onsuz geçen o karanlık gecelere dumanı ruhumu boğan ateşler yakmıştım.
O ise yaktığı kadar yanmamıştı.
Olsun. Ben ikimizin yerine de gözyaşlarımla yakmıştım, sabaha kavuşmak üzere olan geceleri. Sorun değildi. Bugün de karanlığın usulca dağıldığı ve aydınlanmaya başlayan o gökyüzüne yakmıştım. Yalnız bu sefer gözyaşı yoktu, sadece elimdeki kaçıncı olduğunu unutmadığım sigarayla karşılamıştım sabahı.
Çatı katındaki odamla aynı katta bulunan terasa bu yüzden çıkmıştım. Sabahın yüzüme vuran serinliği özlemle kavrulan kalbimi avutsun diye. Git gide uzaklaşan gece ile birlikte gündüzün gelmesini bekledik. Sanki o geldiğinde gitmeyecekmiş gibi gece de benimle beraber sabırla bekledi. Balkon salıncağında, oldukça yavaş bir şekilde sallandım durdum. Gökyüzüne karışan dumanları izlerken gözkapaklarım titredi. Gözkapaklarımı yumduğumda Ilgaz'ın hayali geldi gözlerimin önüne.
"Ilgaz..." Başını bana çevirdiğinde kısa bir an için durakladım. Sonra yaşadığım tereddüte zıt bir şekilde parmaklarım tişörtünün üzerinden karnındaki yaraya hafifçe dokundu. "Bu... Bu beni kurtarmaya geldiğin için oldu. Şöyle bir düşününce, ilk günden beri başına belalar açtım. Ama hiçbiri de isteyerek değil yani. Paratoner gibi çektikçe çekiyorum üstüme." Beni ciddiyetle dinleyen yüzü anında gevşedi ve dudakları kıvrıldı. "Eh, bela çektiğin kısım biraz doğru."
"Ilgaz, ciddiyim. Vuruldun, yani çok daha kötüsü... Çok daha kötüsü olabilirdi. Bir daha bunu yapma, olur mu? Sadece benim için değil, kimse için kendini tehlikeye..." Dudaklarıma değen işaret parmağıyla afalladım, kelimeler dudaklarımın arasına hapsedilirken de şaşkın bakışlarımla sadece ufak bir tebessümün ev sahipliği yaptığı kusursuz yüzüne bakabilmiştim.
"Milyarlarca yıldır, gece, gündüzüne kavuşabilmek için sadece şafak vaktini bekliyor. 24 saati düşündüğünde, birbirleriyle oldukları an o kadar kısa bir süre ki... Ama güneş doğduğunda yok olacağını bile bile ayazda bekliyor o anı. Üstelik gece daha yalnız gündüzden... Daha sessiz, daha hüzünlü ama çok daha âşık." Ilgaz dudağımdaki parmağını usulca çektiğinde başını gökyüzüne çevirdi ve ardından "Bak," diye fısıldadı. Dediğini yapıp gökyüzüne diktim gözlerimi. Karanlık ile aydınlığın yer değiştirmekte olduğu, birbirlerine kavuştukları loş, huzur verici, sessiz ve kusursuz andı. "Çok güzel," diyerek derin bir iç çektim.
Ilgaz bu kez bana döndü, sandalyenin üzerinden hafifçe uzanıp elini yanağımın üzerine yerleştirdi. Gözleri, benim yeşillerime kilitlendiğine yoğun bakışlarının kalbimde gerçek şafak vaktini yaşattığını söyleyebilirdim. Daha önce kimse böyle bakmamıştı bana. Yani o şafak vaktindeki serinlik gibi insanı tatlı tatlı üşüten ama bir yandan da en sıcak yaz günlerinin insanın tenini kavurduğu o anlardaki gibi. Böylesine uçlarda hissettiren ve bir yandan da böylesine eşsiz...
"Evet, çok güzel." Diyerek onayladı beni alnını alnıma yasladığında. "Söylesene kedicik, kısa sürse bile insana şiirler yazdırabilecek kadar büyülü bu kavuşma için gece her gün yeniden sevdiği için kendini yakmaz mı?"
"Arya?"
Babamın sesini duymamla hatırladığım anının kollarından sıyrıldım. Gözlerim hızlıca aralandı. İlk olarak elimde neredeyse bitmek üzere olan sigaraya, ardından da biraz ileride dikilmiş, beni izleyen babama baktım.
Çatılmış kaşları yavaşça eski haline dönerken, geniş ellerini pantolonunun cebine attı. Salıncağın üzerindeki sigara paketini yavaşça battaniyenin altına itelerken yanıma doğru ilerlediğini gördüm. Beni sabahın köründe sigara içerken yakalaması hiç iyi olmamıştı. Korktuğumdan değil, sadece onunla tartışacak enerji ve ruh haline sahip olmadığımdandı. Üstelik daha 2 gün önce askeriyeye gitmişti ve bu kadar kısa sürede döneceğini, hele ki sabah vakti beni terasta basacağını tabi ki de aklımdan geçirmemiştim.
Babam yanıma oturduğunda salıncak babamın ağırlığıyla geriye gitti, ardından da hafifçe sallanmaya başladı. Sabahın bu sessizliğinde o da bir şey söylemeyince başımı sağıma çevirip babama baktım. Battaniyenin altından çıkardığı sigara paketini ellerinde evirip çevirdiğinde ne yapmaya çalıştığını anlamadığım için ilgim biraz daha babama yöneldi. O ise bakışlarımdan rahatsız olmuşa benzemiyordu. Parmaklarının arasına bir dal sigara yerleştirdiğinde ardından başını bana doğru kaldırdı. Kucağımdaki çakmağı işaret etti. "Şunu versene,"
Öylece kaldım. Sadece gözlerim hareket etti ve onu tepeden tırnağa süzdü. Eğer gerçekten rüya görmüyorsam karşımdaki kişi Albay'dı, yani öz babamdı ve yanlış da anlamadıysam benden elindeki sigarayı yakmak için çakmağı istiyordu.
"Baba?"
"Niye bu kadar şaşırdın?" diyerek elini uzattı ve kucağımdaki çakmağı aldı. "Genç bir kızın sigara içmesi normal de babasının içmesi mi acayip?" Sigarayı gayet de becerikli bir şekilde bir seferde tutuşturduğunda bekletmeden bir nefes çekti. Yüzü memnuniyetsizleşti. Dumanı geriye üflediğinde sırtını salıncağa yaslamıştı, bu daha da sallanmamıza neden oldu. Ona bir cevap vermeyip artık tamamen aydınlığın hüküm sürdüğü gökyüzünü ve binaların arasından görünen güneşi izlemeye koyuldum. Bir dakikalık sessizliği dolduran sadece salıncağın sallanırken çıkardığı gıcırtıydı. Huzurluydu. Sadece birkaç saniyeliğine ama... 2-3 saniyeden daha fazla bir süre geçtiğinde kalbimdeki acı kendini hatırlatmaya başlamıştı.
"Hiç mi uyumadın?" Babamın sorusu salıncak demirinin sesine eklendiğinde başımı yavaşça iki yana salladım. "Uyudum, su içmeye kalkınca bir daha uyuyamadım sadece."
"Peki ya bu sigara?" diyerek elindeki yarısı bitmiş sigarayı bana doğru tuttu. "Uykuyu getiriyor mu bari?" Sesi alaycı sayılmazdı. Hatta şu son aylarda olduğu gibi daha sakin ve daha anlayışlıydı. "Biliyorum baba," diye söylendim bıkkın bir ifadeyle. "Sigara içtiğimde buna hep karşıydın, hala kızıyorsun ve hoşuna gitmiyor ama en azından artık yetişkinim. Benim için endişelenme."
"Söylemesi kolay değil mi?" Babam, aramızda duran küllükte sigarasını söndürdüğünde başını karşıdaki binalara çevirdi. Alnına dökülen birkaç kumral saç tutamını geriye yatırdı, alnındaki iki uzun çizgi daha belirgin hale gelmişti. Kırlaşmış zülüflerine baktığımda hep olduğu gibi içim sızladı.
"Büyüdün ve endişelenmeyi bırakmalıyım? Keşke büyüdüğünüzde Feray için de senin için de daha az endişeleniyor olabilseydim. Siz çocukken de... Babalık yapmakta zorlandığım zamanlar oldu." Duraksadığında elini dizine yasladı, ayaklarını yerde hareket ettirince salıncağın hızlanmasına neden oldu. Eğdiği yüzünde hafif bir gülümseme oluştu. "Feray küçükken sorularıyla zorlardı beni. Görsen hiç susmaz konuşurdu. Bazen ne ara bu kadar büyüdü de kocaman bir genç kız oldu diye düşünüyorum. Ama sen... Sen..." Bir kez daha derin bir nefes aldı babam. Ben ise kıpırdamaktan bile korkar vaziyette sadece konuşmasını bekledim.
"Sen hep benim için 10 yaşında kaldın be kızım. Seni bulduğum yaşta. Üzerindeki açık mavi montunla, sırtına kadar uzanan dalgalı, sapsarı saçlarınla... Kızgın ve kırgın bakan yeşil gözlerinle, o gün bile elimi tutmak istemeyen o küçük ellerinle. Yıllar geçse ne, benim için hep kahvaltı sofrasında kahvaltısını etmeyen, benimle inatlaşan o küçük çocuksun. Yaşım kaç olursa olsun, ardımda hep... Hep 10 yaşındaki o çocuğu tekrar tek başına bırakırım korkusu olacak." Babamın gür sesi çatallaşmıştı, o boğazını temizleyip devam ederken dolmuş olan gözlerimle ona bakmaya devam ettim.
"Senin yaşın kadardım, askeri üniformamı sırtıma geçirdiğimde. Şimdi say desen bana kaç asker gördün, kaç asker yetiştirdin, kaç hayat gördün diye. Hatırlamadığım kadar bile çoklar. Ömrümün yarısından fazlasını adadım. Ama baba olmak hiçbirine benzemiyor. Yapma diyorsun yapıyor, bağırsan da dinlemiyor, konuşsan da. Ceza versen üzülüyorsun, sana baş kaldırsa delleniyorsun. O ağlıyor, senin içinde bir yer yanıyor. Hele başkasının onu üzdüğünü, ağlattığını görüyorsun ya kanın çekiliyor. Asker adamsın, nerede kaldı soğukkanlılığın, mantığın diyorum kendime. Ama işte öyle olmuyor. Gel de bunu şurama anlat." Diyerek göğsünün üzerini işaret etti.
"B-baba..."
Babam bu kez bana doğru döndü. Muhtemelen gözlerimdeki yaşları gördüğü için gözlerini kırpıştırdı ve yüzü daha da üzgün bir hal aldı. O an çocukluğumun en güzel hayaline baktım. Şöyle söyleyebilirim ki hayallerimden kat be kat daha güzeldi. Üstelik hemen yanı başımdaydı da. Buradaydı, benimleydi. Onun için her zaman küçük kalacak kızıyla birlikte.
Hani böyle her şey üst üste gelir de dolup taşarsınız ya bende de öyle oldu. Sanki o an 10 yaşındaki çocuktum da başladım babamın yanında ağlamaya. İçgüdüsel oldu her şey. Başımı da ona sığınmak istercesine göğsüne yasladım, ellerim geniş gövdesini sarmaladığında salıncağımız daha da sallandı. "Kalbim çok acıyor, baba." Diyebildiğimde daha da çok ağlamaya başladım. Çocukken düştüğümde dizim, kollarım acırdı da beni kaldırmaya gelen bir babam olmazdı. Şimdi acıyan kalbimdi ama sanırım babam yokken acıyan her yerim için ağlıyor gibiydim.
Babamın kolları beni gövdesine daha da bastırıp bedenimi sardığında kendimi güvende hissettim. Kocaman gövdesinde daha da bir çocuk oldum sanki. İnsan babasının veremediği güveni başka erkeklerde arardı ya bazen. Yalan söyleyemeyeceğim, Onur'a sarıldığımda da güvende hissederdim. Tamam işte, derdim böyle iğrenç bir dünyada bu sakin limanda bana hiçbir şey olmaz. Ama bir gün çok güçlü bir fırtına esti ve limanım darmaduman oldu. Çok büyük hasarlar aldım ve en kötüsü de kalbimin içindeki fırtınalar hiç dinmedi. Sonra Ilgaz... Buna şu an ağlamalı mıydım, gülmeli miydim bilmiyorum ama onun güvenilmeyecek bir adam olduğunu en başından beri hissetmiştim. O yüzdendi ondan kaçmak isteyişlerim. Güvenli bir liman değildi o. Aradığım sakinliği bulacağım dingin bir deniz değildi. Ama bir şey vardı onda işte. Halbuki elimi uzattığımda yanacağımı bildiğim biriydi.
Gecemdi Ilgaz benim. En kırgın, en hüzünlü yanımı göstermekten çekinmediğim. O geceye yazılabilecek en anlamlı şiirdi. Birçok şeyi gizleyen bir gölgeydi bazen ama her daim size umut olacak o parlak, minik yıldızları bırakırdı ardında. Ona olan özlemler de her daim karanlık bir gece gibi upuzundu. Umutsuzca, çaresizce, en mühimi de büyük bir özlemle beklediğim şafak vakti gibiydi Ilgaz. Onunla kavuşmalarımızın sonuna kadar sürmeyeceğini bilirdim tuhaf bir şekilde. Onun karanlığında kendi aydınlığımı yitireceğimi bile bile yine uslanmaz, yine severdim onu. Yok olmayacağından emin olarak değil, yok olacağını bilerek tekrar tekrar düşerdim ona. Oynadığım en büyük kumardı her daim, büyük bir riskti evet. Ama ne bileyim, ellerimi hep tutacak diye hissederdim.
Ve babam... O ne bir liman ne de bir geceydi. Daha küçücük bir çocukken hayalini ekip yeşerttiğim ağacımdı benim. Onu bulduğumda yaprakları sararmıştı ve ikimiz için de mevsim her zaman sonbahardı. Ama tuhaftır ki, sadece onun gölgesinde dinlenebilirdim. Başkalarınınkinden korkar ve sırtımı sadece babamınkine yaslayabilirdim. Onur öldüğünde, limanım alt üst olduğunda da öyleydi, Ilgaz kalbimi kırdığı zamanlarda ve tüm gözyaşlarımı geceye akıttığım vakitlerde de... Beni tüm fırtınalardan koruyacağına emin olduğum bir ağacım kalmıştı günün sonunda.
"Biliyorum," diye mırıldandı babam geniş ellerini saçlarımın arasına daldırdığında. "Ama hafifleyecek. İlk günkü kadar acısaydı, şu anda ben de burada böylece oturamazdım. Kimse de yaşayamazdı, Arya. Sen de biliyorsun..." Parmaklarıyla usul usul saçlarımı okşadı. "Tamamen geçmese bile zamanla daha da iyileşeceğini..."
"Ama çok yoruldum," diyerek hıçkırıklarımın arasından itiraz ettim. Üzerime çekilen battaniyeyle babamın üzerimi örttüğünü anladım. "İyileşeceğimi ummaktan... Bir şeylerin düzelmesini beklemekten... Yoruldum. Nasıl unutacağım ki? Rüyalarımda bile o var. Gözümü kapatıyorum o var, açıyorum o var. Böyle de nasıl unutulsun ki? Söylesene, sen annemi unutabildin mi?"
Babamdan bir cevap beklediğim saniyeler boyunca burnumu çekmekten başka bir şey yapamadım. Sessizlik uzadıkça sorumun yanıtsız kalması içimdeki acıyı daha da körükledi. "Buna bile cevap veremiyorsun..."
Daha güçlü, daha derin nefesler aldığını fark ettim, göğsünün üzerine yaslı başım daha sık hareket etmeye başlamıştı. "Niye daha şimdiden unutmak için çabalayacaksın ki?" Babam biraz kıpırdandığında tamamen aydınlanan gökyüzünün altında biraz daha sallandık. Birkaç saniye sonra göğsüne kapadığım başımı biraz oynattım ve babamın bir sigara yaktığını gördüm. "Daha kaç gün oldu? Biliyorum... Bu adam beni ne kadar iyi tanıyacak diye geçiriyorsundur içinden, acılarım hakkında ne bilecek diye düşünüyorsundur. Eminim ki bunları konuşmak istediğin kişi de ben değilimdir. Ama senin bilmediğin bir şey var, kızım. Senden çok daha yaşlıyım ve bu ne demek biliyor musun? Senin yaptığın hataların kat be kat fazlalarını ve kötülerini yaptım. Yapmasaydım dediğim kadar, keşke yapsaydım dediğim şeyler de oldu. Çocuk oldum, genç oldum, asker oldum, âşık oldum. Acılar tüm insanlar için uğrak yeri. Her insan gibi fazlasıyla, eksiğiyle ben de payıma düşeni yaşadım. Sana diyeceğim şey şu ki, acıyı erteleme. Ertelersem, görmezden gelirsem beni es geçer diye avutma kendini. Acı yerleşmek istediği kalbi unutmaz. Hissizleşmeyi isteme. Çünkü insan dayanamayacağını zannettiğinde ister hislerini dondurabilmeyi. Ama kalbi tekrardan ne iyileştirebilir, biliyor musun? Yeniden hissedebilme ihtimali."
"Böyle şiddetli hissettiğin için de suçlama kendini. İçe atarak yahut dışarı vurarak, her halükarda bizi insan yapan güç budur. Sen o kadar güçlüsün ki... Öyle cesursun ki... Bununla gurur duymalısın çünkü ben seninle gurur duyuyorum. Bunu unutma, Arya. Anneni her hatırladığımda da beni güçlü kılanın, senin varlığın olduğunu da aklından hiçbir zaman çıkarma."
Başımı babamın göğsünden usulca kaldırdığımda ıslanmış yüzümdeki yaşları elimin tersiyle sildim. Yüzüne baktığımda o da başını bana doğru çevirdi. Kızarmış gözlerini saklama gereği duymak istediğinden tekrar başını eğecekti ki uzanıp yüzünü tuttum. "Baba," diyerek tebessüm ettiğimde engel olmak istemedim gözümden akmakta olan yaşa veyahut içimde yaşadığım şiddetli sevgilerden de şiddetli acılardan da bu kez korkmadım. "Kaç yaşında olursam olayım, mutlu ya da mutsuz olmam fark etmez..." Elimi hafif pütürlü yüzünden çekip kalbinin üzerine yerleştirdim. "Her zaman buraya sığınıp senin gölgende dinlenebilir miyim?"
O da benim tebessümüme daha önce hiç görmediğim bir gülümseme ile karşılık verdi. Dişlerini bile göstermesiyle ince dudaklarının kenarında küçük çizgiler belirmişti. Sonra da kızarmış yüzünde birkaç damla gözyaşını misafir etti. "Tabi," diye fısıldadı. Ardından beni kendine doğru çekip saçlarımın arasına öpücükler kondurdu. "Çok mutlu olurum."
Onun kucağında, onun verdiği güvenin gölgesinde, güneşin parıl parıl parladığı gökyüzünün altında ve salıncağımız da yavaş yavaş sallanırken uykuya daldım. Bu kez kalbimdeki acıyı kabullenip rüyamda Ilgaz'ı göreceğimden korkmayarak... Zihnimi uykuya emanet etmeden hemen önce aklımdan geçen şey, geceydi. Sahiden, gece daha mı yalnızdı gündüzden? Ve hala benim gibi umutsuzca şafak vaktini bekliyor muydu?
...
- Nedir bölüm hakkındaki düşünceleriniz? Arya, Albay ve Arya kadar özlediğimiz Ilgaz...
1500 tane şarkı dinledim yazabileyeyim diye, özellikle gece. Haydi siz de karanlık gecede parlayan o bir sürü minik yıldızlar gibi süsleyin yorumlarınızla, oylarınızla hikayeyi. Hepsini merakla ve büyük bir özlemle okuyacağım. Ayrıca Part 2'de Ilgaz'ı da göreceğiz. Bakalım, gece daha mı yalnız gündüzden?
Görüşmek üzere, kendinize iyi bakın.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro