46. BÖLÜM: "TUTKUDAN ALEVLER"
Bölüm şarkısı: LP | When We're High
SINIR: +115 Oy +200 Yorum
Bölüm, ekstra yoğun Arya ve Ilgaz sahneleri içerir. Uyarımı yaptım, keyifli okumalar.
46. BÖLÜM: "TUTKUDAN ALEVLER"
Benim kalbimdeki sevgilerin kolu kanadı hep kırıktı. Ya karşılığını bulamamış yahut yarım bırakılmıştı. Çocukken zannederdim ki insan çok severse bir o kadar da sevilirdi. Çok sevdim hep, çocuk halimle ifade edebileceğim şekliyle kocamandı.
Küçükken uyumak için yatağa yattığımda bir fotoğraf tutardım elimde. Annemin fotoğrafını. Önce saçlarını öperdim fotoğraftaki kızın, sonra yanaklarını ve sonra ona, onu sevdiğimi söylerdim. Acı nasıl bir şey o zamanlar anlamaya başladım sanırım. Sesini hiçbir zaman duyamayacağım, hiç tanımadığım bir anneden beni sevdiğini söylemesini beklerken. Belki de ruhum o zaman asileşmişti. Gözyaşlarımın eşliğinde dualarımın arasına sıkıştırdığım kırık, çocuk kalbimin sitemleriyle. Anladım ki bu sevgi kalbimi ağırlaştırıyor, kalbimi artık taşıyamıyorum. Ben de gelebilecek birini bekledim. Beni sevebilecek birini.
Bir fotoğrafının bile olmadığı, yüzünün neye benzediğini hiç bilmediğim bir adamı sevdim. Sadece uzaklarda olduğunu bildiğim bir yabancıyı. Öyle söylemişti anneannem. Öyle avutmuştum çocuk yüreğimi, babam çok uzaklardaydı. O yüzden gelmesi uzun sürmüş, bir türlü gelememişti. Odamın içindeki küçük kanepeyi bile pencereye dönük çevirmiştik anneannemle. Anneannem ısrarlarıma daha fazla dayanamamıştı. "Babam bir gün gelecek," demiştim anneanneme. "Bir gün gelecek ve ben onu ilk bu pencereden göreceğim. O da beni ilk kez pencerede görecek ve onu hep beklediğimi anlayacak."
Uykudan uyandığımda koştururdum kanepenin tepesine, bazen saatlerce beklerdim. Neyse ki dışarıda oynayan ve bana seslenen Doruk'un sesini duyardım da unuturdum kısa bir süre de olsa babamı. Bu yüzden anneannem akşamlara kadar dışarıda oyun oynamama pek ses etmezdi, eve geldiğimde o kanepeye oturup uyuyana kadar orada babamı bekleyeceğimi biliyordu. Çocukluk arkadaşlarımla avutmuştum çocukluğumu. O yüzden çok kıymetliydiler kalbimin derinliklerinde, bana o acıları kısa bir an bile olsa unutturmayı başardıkları için. Şimdi ne yaparlarsa yapsınlar, nasıl insanlar olurlarsa olsunlar kendi çocukluğum da dahil, kalbimdeki o beş çocuğu kirletmeye güçleri yetmezdi.
Bir babanın sevgisini beklerken mi tüketmiştim acaba sevgiye dair tüm sabırları? Belki de sandığım kadar tükenmemişti. Sokakta gördüğüm her yabancı adamın yüzünde, gözlerinde babam olabileceğine dair bir kanıt ararken mi tanımıştım hayal kırıklığını? Her defasında çalan zillere babam diye koşturduğum için mi bu kadar çok yorulmuştum? Bir ruhun böylesine acıyabileceğini fark ettiğimde kaç yaşındaydım sahi ben?
Bir gün vazgeçmeyi öğrendiğimde yine çocuktum. Odamdaki kanepemin artık pencereden dışarısına değil de odanın içine bakmasını istemiştim. Bu yüzden çevirmeye çalışmıştım o kanepeyi. Bir pencerenin ardında yıllar boyunca tüm umutlarım tek tek solup gittiği için. Belki de en başından beri sahip olamadığım sevgileri yitirdiğimi kabullendiğim için. O gün, anneannemin elime tutuşturduğu bir bardak kakaolu sütü içip bir yandan usul usul ağlarken kanepeyi eski haline getirmesini izlemiştim.
Ben çok sevgiler biriktirdim kalbimde, acıttığını bile bile. Ve de çok sabırlar tükettim karşılığını bulamadığım o sevgilere. Ne zaman kısacık bir an mutlu hissettiğimi anlasam hep korktum. Bu defa da kaybedecek miyim diye. Yanılmadım, her seferinde kaybettim de.
Şimdi, onun gözlerine bakarken büyük bir ateşin ortasına atılmış kalbimi nasıl dizginleyebilirdim? Var mıydı mümkünatı? Şiddetle titreyen bedenimi nasıl görmezden gelebilirdim? Soluğu, kendi soluklarıma karışırken nasıl ısınmasın ki ellerim? Kalbimin üzerine yerleştirdiğim eli hala oradayken nasıl susturabileyim kalbimin bu uslanmaz çığlıklarını? Peki ya gözlerinde hapsolduğum cehennemde kül olmadan nasıl nefes alacağım?
Dudaklarımdan o cümle döküldükten sonra ne kadar zaman geçti gerçekten bilmiyordum. Zaman algımı kaybetmiştim. Belki de tüm algılarım uçup gitmişti, bu da mümkündü. Nefeslerimin sıklaştığını hissettim, sırtımdan ve göğsümün ortasından bunaltıcı bir sıcak yükseliyordu. Alevler saç diplerimi bile sarmıştı. Yutkunmak istedim lakin dilim damağım öylesine kurumuştu ki şu an için bu bile imkansızdı. Onun gözlerine baktığımı zannediyordum, aslında bakıyordum ama o cümleyi söyledikten sonra vücudumu ele geçiren panikten onu gördüğüm bile yoktu.
Zamanı geri almak istedim. Beklentiyle atan kalbimin bile durmasını diledim. Şimdi, şu an burada ölsem niye öldüm diye sitem falan etmeyecektim. Bunu söylememin sırası değildi! Böylesine gergin bir geceyi mi seçmiştim yani? Belki de o kadar yüksek sesle söylememiştim? Evet, belki de duymamıştı.
Kuruyan dudaklarımı yavaşça ağzımın içine yuvarlayıp dilimle ıslatırken sağ elimi yavaşça alnımın üzerine yerleştirdim. "Ben... Mutfağa şey yapacağım. Gideceğim. Orda... Su vardır. Su... Susadım ben."
"Arya..."
Gözlerine kısa bir an odaklandığımda bakışlarının bu evi ateşe verebileceğini düşünmüştüm. Bu iyi miydi kötü müydü emin olamadım. Belki de kızmıştı. Kafam lunapark gibiydi, emin olamıyordum. Elim ayağım boşalmıştı. Su... İlk önce su içmem lazımdı. Hala kalbimin üzerinde olan elini bir çırpıda uzaklaştırıp kaçarcasına önünden çekildim, elbisemin imkân verdiği ölçüde hızlı adımlarla salondan çıkarken "Su içmem lazım," diye söylendim. Sanki su içsem her şey yoluna girecekmiş gibiydi.
Ayaklarımın yere bastığını bile hissetmiyordum. Ellerim iki yanımda sallanırken tutunacak bir şeyler aradım, mutfağın kirişine bir elimi yaslayıp saniyelik bir soluklanma kısmından sonra hızlıca lavabonun önüne geldim. Üst dolabı güçlükle açabildiğimde elime geçen ilk cam bardağı sımsıkı kavrayarak çeşmenin altına tuttum. Elim öyle şiddetli titriyordu ki düşürmeyeyim diye tüm parmak izlerimi bardağa mühürlemiştim. Hızlıca birkaç yudum aldığımda bu kez de suyun tadının kötü olması midemi bulandırdı. O an suyun koktuğunu fark etmem bile bir mucizeydi. Arıtıcı olan küçük musluğu açmak yerine normal olandan su doldurmuştum. Bardaktaki suyu boşaltırken bir elimi tezgâha yasladım. Derin derin nefes alırken bu kez kenardaki, küçük musluktan bardağa su doldurmaya koyuldum.
"İstersen dolapta soğuk su vardı, vereyim mi?" Ilgaz'ın arka tarafımdan gelen sesini işittiğimde boş bulunduğumdan mıdır nedir hafifçe sıçradım. Elimdeki bardağı dudaklarıma değdirirken dudaklarımda alaycı bir gülümseme belirdi. Soğuk su demek... Soğuk su. "Olabilir, bunun üzerine iyi gider."
Ilgaz, buzdolabının yanına gittiğinde elimdeki bardağı daha fazla tutamayacağımı anladım. İstemeden de olsa bardağı biraz sert bir biçimde tezgâha geri koyduğumda Ilgaz tedirgin bir ifadeyle omzunun üzerinden bana baktı. Elindeki cam şişeyle bana yürüdüğünü gördüğümde bakışlarımı amaçsızca lavaboya sabitledim. Onunla göz göze gelmeye şu an dayanabileceğimi zannetmiyordum. İçimde yükselen acı muhtemelen gözlerimden de anlaşılıyordu ve daha fazla bir zavallı gibi görünmek istemiyordum.
Söylerken karşılık beklememiştim, içimden gelmişti sadece. Kesinlikle, beklememiştim. Hayır, beklememiştim. Tamam, belki birazcık. Kısmen. Kimi kandırıyorum! Tabi ki beklemiştim!
Bardağı bana uzattığını anlamadığımdan biraz daha kaldırarak yüzüme tuttu. "İç, haydi." Siz seni seviyorum beklersiniz, karşılık olarak aldığınız bir bardak soğuk su olur. Ne diyebilirim ki? Hayatımda bundan daha güzel bir gece geçirmemiştim sahiden.
Bardağı elinden alırken ellerimizin birbirine kısa bir an temas etmesi bile olduğum durumdan daha kötü bir hale getirmişti beni. Bardağı düşürmemek için tekrar sımsıkı kavrarken başımı bu kez mutfak balkonuna doğru çevirdim. Soğuk suyu bir defada boğazımdan aşağı serbest bıraktığımda içimde yükselen ateşe veyahut hayal kırıklığına iyi gelir sanmıştım. Oysa gerçek daha çarpıcı hale gelmişti.
"Daha iyi misin?" diye sorduğunda bir anda içimde öfkenin de yüzeye çıktığını hissettim. Konuştuğumda onu terslememe engel olamamıştım. "Kötü olduğumu kim söyledi?"
Bardağı tezgâha koyduğumda çıkardığı ses yine yüksekti. Bardağı kavrayan elimin parmak boğumlarının kıpkırmızı olduğunu fark ettiğimde bir korkak olduğumu düşündüm. Sevdiğini söylemekten korkan, buna cesaret etse dahi istediği cevapları duyamadığında bununla yüzleşmeye cesaret edemeyen bir korkak! Başıma ne geliyorsa hak ediyordum artık, tekrar severek belamı aramıştım. Bulmuştum da. Bu vakitten sonra gıkımı çıkarmaya hakkım yoktu.
"Arya, bir yüzüme bak. Arya, duyuyor musun beni?"
"Benim uykum geldi. Beyza'ya gidip üzerimi falan değiştiririm, duş alırım, yatarım. Eğer Buğra ve Beyza uygunsuz bir durumdaysa da..." Duraksadıktan sonra konuşmaya ve aynı zamanda mutfağın kapısına doğru yürümeye başladım. "Sanmam, Beyza kötüydü bu akşam. Yatıp uyumuşlardır, yedek anahtar var bende ne de olsa."
"Arya, beni dinler misin?" Ilgaz peşimden mutfaktan çıktığında elimi çoktan dış kapının kulpuna atmıştım. Arkamı dönüp onun yüzüne bakmadım. "Yarın şey yapalım, konuşalım yani. İyi geceler, Ilgaz." Kapıyı açtığımda kapı sadece saniyeler sonra şiddetle örtüldü. Ilgaz'ın eli başımın üzerinden kapıyı sertçe geri kapatırken hızlı soluk alışverişlerini hemen kulağımın arkasında duyabiliyordum. "Bir şey unutmadın mı?" diye sorduğunda sesi biraz öfkeli sayılırdı.
Bir şey unutmuş muydum? Tabi ya! "Çantam salonda kaldı. İçeri nasıl gireceksem?" Arkamı döndüğümde amacım salona gidip çantamı almaktı elbette. Fakat kendi bedenim hemen dibimdeki Ilgaz'ın gövdesi ile çarpışınca başımı kaldırmıştım ve o da başını eğdiğinden neredeyse burun buruna gelmiştik. Gözlerinden kıvılcımlar çıkartabileceğini düşünürken aniden bağırır gibi konuşmasıyla afalladım. "Hayır, beni dinlemen gereken kısmı unuttun!" Kalın dudaklarından saldığı sıcak nefes dudaklarıma çarptığında aniden onu öpebilirim korkusuyla başımı yavaşça geriye çektim. Malum hiç olmayacak ortamlarda hiç olmayacak şeyler yapmak tam benlikti. "Zaten bunu hep yapıyorsun ya, neyse," diye söylenirken sırtımı ve başımı arkamdaki kapıyla buluşturdum tamamen.
Bakışlarımı tereddütle onun gözleriyle buluşturdum. Üzerindeki gömlek aldığı derin nefeslerle vücuduna iyice yapışırken yutkunmak tekrar işkence haline gelmişti. Tekrar su mu içseydim acaba? "Su..." Ilgaz'ın dudağımın üzerine bastırdığı işaret parmağı cümlemi ağzımın içine yuvarlarken şaşkınlıkla baktım tekrar ona. "Seninle hiçbir şey kolay değil, kedicik. Birimiz asi, birimiz serseriyken neyin kolay olmasını bekliyorum ki zaten? Bak, her zaman değil ama ara sıra da olsa sen cümleni bitirdiğinde beni de dinle, olur mu sevgilim?"
Parmağını dudağımdan yavaşça çekti. "Hep dinliyorum zaten," diye huysuzlanıp yüzümü astığımda kaşlarını kaldırdı, pes ederek bakışlarımı tavana kaldırdım ve gözlerimi devirdim. "Tamam, hep olmasa da çoğu zaman dinliyorum."
"Neyse Ilgaz, diyeceğini dedin. Anlaşılan çok konuşmamdan şikayetçisin, dikkat ederim bundan sonra. Başka bir şey yoksa gideyim ben, çok yorulduk malum yatalım artık." Ağzımı bir kez açtığımda kaç tane trip attım, ben de bilmiyordum. Arkamı dönmek üzereydim ki elini bileğime yerleştirdi. Yan dönmüş bedenim tekrar eski yerine, hızlıca kapıya yaslandırılırken bana biraz daha yaklaştı. Aralarından su sızmıyor lafının anlamının cidden ne demek olduğunu şu an kavradım sanırım, şayet denesek gerçekten de aramızdan su sızmazdı. Ayrıca sırtım da acımıştı biraz ama bozuntuya vermedim. "Hayır, başka bir şey daha var." Diye itiraz ederken parmaklarını çeneme yerleştirip ona bakmamı sağladı.
"Ne var, ha? Ne var?"
Bileğimdeki eli yavaşça avcumun içine kayarken dudaklarımı birbirine bastırdım. Narin ellerim, onun geniş, sıcak avcunun içine hapsolurken ellerimizi göğsünün ortasına yerleştirdi. Gergin kaslarını hissetmek tenimin karıncalanmasına neden olsa da kulaklarıma dolan kalbinin hızlı ritimlerini duymaktı asıl kalp krizi geçiriyormuşum gibi hissetmeme neden olan. Gözlerimin içine öyle derin baktı ki, bir uçurumdan yere çakılıyormuşum gibi hissettim. Daha önce kimse bana böyle bakmamıştı. Ellerimin altındaki gömleğini sıktığımı bile sonra fark ettim. Bakışlarım gömleğine inecek olduğunda parmağıyla nazikçe tekrar çeneme dokundu ve yüzüne bakmamı sağladı. "Göz temasını kesmek yok yavru kedi, sonra beni anlamıyorsun."
Tekrar göz göze geldiğimizde tüm bedenim titriyordu. Bana yavru kedi demesine şaşıramadım, çünkü şu anki ürkekliğimi dışarıdan görmesem de ben bile farkındaydım. Yine de başka ne diyeceğimi bilemediğimden "Yavru kedi?" diye mırıldandım.
"Evet, yavru kedi. Benim yavru kedim. Kediciğim." Eğilip göğsünün üzerindeki elimin parmaklarına yavaşça dudaklarını bastırdığında titrek bir nefes aldım, gözlerimi yumdum. "Bu güzel patiler, ilk karşılaşmamızda bana tokat atmıştı. Kızgındım, ta ki aynı gece bu eller saçlarımı kavrayana dek. Belki sonradan fark ettim ama bu eller saçlarımın arasına çok yakışmıştı. Hep avuçlarımın arasına yakışır mı diye düşünmeden edemedim."
Gözlerimi açtığımda kirpiklerim ıslanmıştı. Dudaklarını parmaklarımdan çekmiş, tekrar yüzüme bakıyordu. "Yakıştı mı, peki?"
Dudakları yavaşça yukarı doğru kıvrıldı. "Çok." Fısıltısı dudaklarıma çarptı, beni bir kez daha serseme çevirdi. "Tıpkı birbirini tamamlayan puzzle parçaları gibi."
Diğer elimi yavaşça yanağına yerleştirdiğimde başını hep yaptığı gibi avcumun içine yasladı ve kısa bir an gözlerini kapattı. Muazzam kirpiklerinin titrediğini fark ettiğimde uzanıp usulca göz kapağını öptüm. Geriye çekildiğimde gözlerini açmıştı. Gülümsediğinde hafifçe yanakları çukurlaştı. Göğsünün üzerindeki elime eliyle biraz daha bastırırken kalp atışlarının daha da hızlandığını fark ettim.
"Seni seviyorum." Dedi.
Seni seviyorum... Tek bir cümlesiyle canım daha önce hiç acımamış gibi hissettirdi. Sanki hiç eksilmemişim de en başından beri tammışım gibi. Sanki yirmi yıllık hayatımın her anında, her düştüğümde oradaymış gibi. Sevilmeye nasıl muhtaç olduğumu o an fark ettim. Bir pencerenin ardında, ters çevrilmiş bir kanepenin tepesinde yitirdiğim çocukluğumu bile geri verdi bana o an. Parmağını uzatıp yanağıma akan ıslaklığı yavaşça silerken kendi sevgim kendi bedenime fazla geldi. Ama yine de onu daha fazla sevmek istedim. Daha da fazla... Nefesimi kesse de parmaklarımı uyuştursa da beni aptallaştırsa da hatta bu sevgimden öleceğimi bilsem dahi... Onu kimseyi sevmediğim kadar, bir insanın bir insanı sevebileceği en üst sınırdan bile daha fazla sevmek istedim. Sanki biraz bile daha azı sevmek ikimize de haksızlıkmış gibi.
"Seni ilk ne zaman sevmeye başladım bilmiyorum. Ama bunu fark ettiğimde, kabullendiğimde sen gitmiştin. Ama hiç gitmemiş gibi de kaldın burada. Hep benimleydin; bu evde, Pikap'ta, mahallede, arabamda, bir ömür gibi süren gecelerde, senin aydınlığına muhtaç sabahlarda. En önemlisi de tam burada." Elimi göğsüne biraz daha bastırdığında bir damla yaşı daha düşürdüm gözlerimden. "Buradan... Buradan bir saniye bile ayrılmadın, o zamanlar senden nefret ettiğimi zannederken bile. Zıtlıkların mümkün olduğunu gösterdin bana. Giderken aynı zamanda kalınabildiğini, deli gibi nefret ederken aynı zamanda soluk soluğa, canı yana yana da sevebilmeyi öyle güzel öğrettin ki. İşte, seni öyle sevdim. Hiç kimseyi sevmediğim kadar çok. İnatlarımı, gururlarımı yerle bir edecek kadar sınır tanımaz." Eğildiğinde dudaklarını çıplak omzuma, köprücük kemiğimin üzerine bastırdı. Tekrar gözlerimi yumdum, yakıcı bir soluk doldurdum ciğerlerime.
"Seni seviyorum, kedicik." Dudaklarını omuzlarımdan çektikten sonra başını kaldırdı, bu kez yanağımdaki ıslaklığın üzerine dudaklarını bastırdı. "Beni sevdiğini söyledikten sonra kaçmasan ve benim de konuşmama izin versen güzel olurdu ama neyse ki kaçsan da seni yakalayabiliyorum." Kollarımı anında boynuna doladığımda o da ellerini bacaklarımın altında birleştirdi. Elbisemin etek kısımları yukarı sıyrılırken elbisenin darlığına kısa bir an küfür ettim. "Seni yakaladığımda kollarımın arasına sığınmanı da çok sevdiğimi söylemiş miydim?" Yüzümü, Ilgaz'ın boynuna gömerken beni tamamen kucağına almıştı. "Beni sarhoş ediyorsun," diye mırıldandım.
"Fark ettim," diye kısık bir sesle güldüğünde hareketlendiğimizi anladım, sanırım salona doğru yürüyorduk. "Titriyorsun hala. Sakin ol, aşırı aşktan soluğu hastanede almayalım sonra."
"Alırsak alalım, umurumda değil." Kucağında benle beraber kanepeye oturduğunda elbisemden dolayı bacaklarımı rahat hareket ettiremediğim için huysuzlandım. "Şu elbiseden kazasız belasız kurtulsam," diyerek söylendiğimde kucağında doğrulmuş dizlerimde katlanmış olan elbiseyi düzeltmeye uğraşıyordum. "Çıkarmana yardım edeyim istersen?" dediğinde yine muziplik peşinde olduğunu zannetmiştim fakat sesi içimin gıdıklanmasına neden olacak kadar yoğundu. "Olabilir aslında, tişörtlerinden birini giyerim." Diye hızlı hızlı konuştuğumda elbisemi düzeltmeye bir son verdim. Çünkü yaklaşık bir dakikadır Ilgaz'ın kucağında debelendiğimi yeni fark etmiştim! Şu mübarek kış gelse de rahatlasaydık artık, evin içinden ateş çıkıyordu sanki. Yaz gecesi olduğundan dışarısının da pek iç açıcı olduğunu sanmıyordum.
"Yüzün pembeleşti sanki senin?" diyerek bu defa muzip bir ses tonuyla konuştu, ardından da burnunu, burnuma sürttü. Belimdeki elleri daha sıkı beni sarıp sarmalarken tabi ki de söylediğine itiraz ettim. "Hayır aşkım, bu gece için makyaj yaptık ya allık sürmüştüm işte. Hatta dün Beyza ile alışverişe çıktığımızda almıştım, böyle pembe alt tonlu. Ama olmadı sanki bana, Beyza, güzel dedi diye aldım ama yok pembe pek benlik değil." Nasıl kaçacağımı bilemediğimden yine çenem düşmüştü. Dikkatle bana baktığını fark ettiğimde gözlerimi kaçırmak istedim ama bunu yaparsam utandığımı doğrulayacaktım, o yüzden direndim ve ben de ona bakmaya devam ettim.
"Kaşla göz arasında seni kucağımda buraya taşırken makyajını tazeledin herhalde. Bu akşam böyle değildi yüzün. Nasıl allıksa etkisini saatler sonra gösteriyor demek ki. Bu kozmetikçiler ne yapacaklarını şaşırıyor cidden." Kucağımdaki elimi avcunun içine alıp dudaklarına götürdüğünde başını kanepeye yasladı. "Ama senin gibi düşünmüyorum ben. Bilakis pembeyi yakıştırıyorum sana, hele ki yüzüne. Hatta biliyor musun kırmızı senin rengin."
"Geç dalganı," diyerek gözlerimi devirdiğimde ayağa kalkacak oldum. Avuçlarının arasındaki elimi daha sıkı kavrayıp tekrar kucağına düşmemi sağladı. Refleks olarak boşta olan elim göğsüne yaslanırken oldukça sert olan göğsü bir kez daha nefesimi kesti. Ona dokunmak istiyordum. "Ayrıca, bu gece değinmeye fırsat bulamadığım bir meseleye şimdi değinebiliriz. Milyon tane mağazada başka elbise mi yoktu, aşkım? Ya da o güzel gözlerin bu elbiseyi alırken geçici körlük falan mı yaşadı? Lütfen, aydınlat beni, kedicik."
Tatlı bir gülümsemeyle bakıyormuş gibi görünse de aslında içten içe elimden kurtulamayacaksın der gibi bakıyordu. Adamın gözlerindeki her bir yangının ne anlama geldiğini geçen bunca zaman diliminde ister istemez anlamıştım. Ayrıca az önce 'aşkım' kelimesini istemsizce söylemiştim, çok konuştuğumda ne dediğimi bilmiyordum. Eh tabi, bugünlerde Beyza ve Buğra ile fazla vakit geçirmemin etkisi de olabilirdi. Onlar hep olmasa da sıklıkla birbirlerine böyle de hitap ediyorlardı. Beynime işlediyse demek.
"Şimdi, şöyle oldu. Hemen anlatayım." Vakit kazanmak ister gibi başımı odaya doğru çevirdim. Hafifçe boğazımı temizlerken sol elini tekrar çeneme yerleştirdi ve ona bakmamı sağladı. "Gözlerin gözlerimdeyken anlat yavru kedi, haydi dinliyorum."
Başını kanepenin arkasına yaslamışken onun kucağında olduğumdan ona tepeden bakıyordum. Dikkatle bana bakan gözlerini çevreleyen kirpiklerini bir an saymaya girişecek olduğumda, "Evet?" diyerek üsteledi.
"Ya işte, tüm elbiseler çirkindi görsen. Yok pembe, yok uçuk bir yeşil. Ben zaten siyah seviyorum biliyorsun. Benim dolabımdaki kıyafetlerin yüzde seksen beşi siyahtır zaten, geri kalanı da yine başka koyu renklerdir. Feray hep der, senin dolabın Amerikan dizilerindeki cenaze sahnelerini aratmıyor diye."
"Bak sen Allah'ın işine ki onca mağazadaki tek siyah elbise de bu üstündekiydi sanırım?"
"Yok onca mağaza değil tabi. Sadece bir mağazadan elbise baktık ki. Ben öyle mağaza mağaza gezemem. Tahammülüm yok, bunalıyorum. Hele o kabinlere girip kıyafet denemek ölüm benim için. Baktım siyah, bedeni de var. Dedim bu olsun. Hayır, çok da güzel oldu bence. Niye takıldın ki buna?"
"Acaba?" diyerek gür kirpiklerinin altından bakışlarını yüzümden yavaş yavaş boynuma, oradan göğüslerime doğru indirdi. Elini çıplak sırtıma attığında kımıldayamadım, nefeslerim boğazıma takılırken elini çıldırtıcı bir yavaşlıkla sırtımdan boynuma doğru çıkardı. Eli, boynumu kavrarken ensemdeki saç diplerim saniyeler içinde terlemişti. Göğsünün üzerindeki elim gömleğinin üstünden yavaşça karın kaslarını takip ederek biraz daha aşağıya indi. Diğer elim omzuna tutunurken, onun diğer eli ise koltuğun yan tarafında kalan, elbisenin açıkta bıraktığı bacaklarımda gezindi. Ayak bileğimden sakin sakin biraz daha yukarılara çıkardı elini. Göz kapaklarım titrerken, boynumdaki elinin yardımıyla bu kez hızlıca başımı ona doğru yaklaştırdı. Sıcak nefesi dudaklarıma çarparken adımı bile unutmuştum. Dudaklarının odağı ilk olarak boynum oldu. Oraya bıraktığı birkaç ıslak öpücükten sonra dili ve dudaklarıyla aşağılara doğru bir hat çizerek elbisenin dekoltesinden dolayı görünen göğüslerimin üst kısımlarında durdu dudakları. Dudaklarını tam olarak bastırdığında başım yavaşça arkaya düştü. Omzunu sımsıkı kavradığım elimi saçlarına çıkardığımda bu kez saçlarını sertçe çekiştirdim. Dudakları göğsümün üzerinde oyalanırken arkaya yatırdığım başımdan dolayı saçlarım nazikçe sırtımda geziniyordu. Ve ben tam anlamıyla uçmuş gibi hissediyordum.
"Aklımı başımdan alıyorsun," diye fısıldadığında nefesleri tenime saplandı. Eli ensemdeki saçlarımda gezinirken tekrar boynumu kavradı, geriye yatırdığım başımı az önceki gibi kaldırarak derin soluklarım eşliğinde ona bakmamı sağladı. "Şimdi anladın mı neden bu elbise için kızdığımı? Herkesin içinde üzerine atlayamazdım, değil mi?"
Bence aklı başından alınan biri varsa o da bendim. Çünkü şu an kurduğu cümlenin aynısını bile kuramayacakmışım gibi geliyordu. Gerçi onun sesine yansımış olan tuhaf yoğunluk, kelimelerine bile bulaşan ateş onun da pek iyi olmadığının göstergesiydi. İçimdeki kedicik uykuya çekilirken, onun vahşi kaplan diye tabir ettiği diğer kısım ipleri tekrar eline almıştı. "Ama burada bizden başka kimse yok." Dediğimde sesimin biraz bile titrememesine öyle hayret ettim ki. Aramızdaki tutku etiğe kemiğe büründüğünde, her seferinde hiç olmadığım kadar cesur olabiliyordum. Ayrıca bunu fazlasıyla seviyordum da.
Yüzünü çapkın ve biraz da tehditkâr bir gülümseme kaplarken, "Öyle mi diyorsun?" diyerek dudaklarını çeneme dokundurdu, sonra yavaşça dudaklarıma. Elim gömleğinin üzerindeki düğmelerde gezinirken başımı aşağı yukarı salladım, bunu yapmamla dudaklarımız birbirine sürtündü. "Hmm, öyle diyorum."
Bacağımdaki eli belime doğru yol alıp beni sertçe kendine bastırırken üst dudağımı dudaklarının arasına aldı. Dili, dudaklarımın arasından ağzımın içine kayarken davetkar öpücüğüne soluksuz bir şekilde karşılık verdim. Üst dudağıma yaptığı aynı işkenceyi alt dudağıma da yaptıktan sonra soluklanmak adına kısa bir an geriye çekildi, kahvelerinde dolaşan pırıltılar benim gözlerimi hedef aldığında dilini hafifçe dudaklarının üstünde gezdirdi. "Şeftali, ha? Bu ruju sevdim. Beni biraz daha kontrolden çıkardı da."
Dudaklarıma geri kapandığında bu kez öpüşü daha sert, daha kontrolsüz ve kalbimin çığlıklarını zorlayacak kadar hızlıydı. Göğsündeki elim; boynunu, kollarını, göğsünün her santimetre karesini edepsiz bir şekilde turlarken öpüşmeye ara vermeden ellerimden çekilen güce rağmen gömleğinin kapalı olan ilk düğmesini açmaya uğraştım.
Tabi aynı anda iki işi yaptığımdan bunda bir türlü başarılı olamadığımı Ilgaz da fark etti. Dudaklarımızı ayırdığında başını geriye çekti, o an dudaklarımda rujun r'sinin bile kalmadığına oldukça emindim. "Tamam, çıkarabilirsin. Haydi," dediğinde onun bu sabırsız hali tekrar beynimin lav gibi erimesine neden oldu. Komik duruma düşmeyeceğimi bilsem klima falan açalım diyecektim ama şu anı bozmak istemiyordum. Keşke bu kadar sıcak olmasaydı ve keşke kalbim deprem oluyormuşçasına göğüs kafesimi yumruklamasaydı.
Titreyen parmaklarım düğmeyi kavrarken yüzüne bakmamaya çalıştım. O da bu sırada parmaklarını sırtımda beni çileden çıkartacak biçimde dolaştırıyordu. Ben ilk düğmeyi çözebildiğimde onun da parmakları sırtımdaki fermuarda durmuştu. İşte bu kısımdan sonra soluklarım tam manasıyla bana yetmemeye başladı. Aklımı başımdan alan bakışlarının yüzümde olduğunu hissettiğimden kafamı kaldırmaya korkuyordum. Ama kaldırdım. Evet, çünkü şu anda bile beynimdeki komutun tam tersine gözlerim yüzüne odaklanmıştı. Gözlerindeki koyulaşmış ifade dudaklarımın kurumasına neden olurken bir an kalkıp su içesim geldi. Daha önce yaşadığım hiçbir yakınlaşmada bu kadar heyecanlanmadığımı düşündüm o an. Ilgaz, beni aptallaştırıyordu.
Fermuarı önce yavaşça sonra tek hamlede indirdiğini fark ettiğimde ikinci düğmeyi çözmüş, üçüncüye geçmiştim. Sırtımdaki ellerini aklımdan uzaklaştırmak adına konuşmaya çalıştım. "B- benim elbiseme laf ediyorsun... Ama senin gömleklerin, tişörtlerin..." Kuruyan boğazımı ıslatmak adına yutkunmak zorunda kaldığımda yüzünü bana yaklaştırdı. Yüzünü çevreleyen kirli sakallarını yavaşça yanağıma sürttükten sonra dudaklarını boynuma bastırdı, konuştuğunda oldukça sıcak olan nefesi, şu anda kavrulmakta olan tenime çarptı. "Nesi varmış gömleğimin?"
"Dar. Tüm kıyafetlerin üzerine yapışmak zorunda mı?" Düğmelerin hepsini açmayı bitirdiğimde, Ilgaz, "Nihayet," diye mırıldanıp kısık bir sesle güldü. "Tüm sabrımı sen bu gömleği çıkarmaya uğraşırken yitirdim, biliyor musun?" Dudakları boynumun üzerinde kafayı yedirtecek öpücüklerine hız kesmeden devam ederken önü tamamen açılmış olan gömleğini omuzlarına doğru ittirdim. O sabrını, ben sakinliğimi yitirmiştim. Kalbim boğazımda atıyordu sanki. Elimde olsa kalbimi yerinden çıkarıp kenara koyar, "Kusura bakma, bundan sonrasına sen olmadan devam edeceğim." Derdim.
Gömleğini tamamen üzerinden çıkarmak için geri çekildiğinde omuzlarıma dökülen saçlarımı geriye attım. "Bu arada, seni kışkırtıyorsa bundan sonra özellikle dar tişörtler falan giyeceğim. Bu elbiseyi herkesin içinde giyerek beni zıvanadan çıkardın, kediciğim." Dudaklarında sinsi bir gülümseme meydana gelirken üzerindeki tişörtten kurtulup onu tam olarak yere fırlattığını gördüm. Tüm gerginliğimin arasında yere düşmüş, bir top halini almış gömleğe bakarak kıkırdadım. Fakat tekrar ona baktığımda gülümsemem yüzümde dondu.
Onu üstsüz gördüğüm her seferinde ilk kez görüyormuş gibi heyecanlanıyordum. Parmaklarım beynimin kontrolü dışında vücuduna dokunurken ateşe dokunmuşum gibi kavruldu ellerim. Fakat bu ateşi sevdim. Ellerimi biraz daha bastırıp, sert vücudunda gezdirirken dudaklarının arasından titrek bir nefes bıraktı. Üzerine eğildiğimde dudaklarımın hedefi, boynu oldu. Orayı masum denemeyecek öpücükler ile süslerken huylandığını belli edecek biçimde başını geriye yatırdı. Tabi ki de uslu durmayarak fermuarını tamamen açtığı elbisemi üzerimden sıyırmaya uğraştı. "Bence kanepede bu kadar oyalanmak yeter, ha?" diyerek beni kucakladığında başım omzuna yaslandı.
Ayağa kalktığımızda elbisem, içimdeki straplez sutyeni belli edecek biçimde sıyrılmıştı. Yere düşmemek adına bacaklarımı beline dolamak istedim fakat elbisemin dar oluşundan dolayı bu tam olarak bir işkence halini aldı. "İnsan hareket kabiliyetini bile kısıtlayan bir elbiseye niye para verir ki? Bazen siz kadınları gerçekten anlamıyorum." Diyerek söylendi Ilgaz. Fazlasıyla huysuzlanmıştı.
"Kapa çeneni." Diyerek dudaklarına yöneldiğimde koridorda geçen bu meşakkatli zamanların stresini almak istemiştim. Nihayetinde odasına geldiğimizde beni kucağından indirdi. Oldukça hızlı soluk alıp verirken alnıma yapışan ıslanmış saçlarımı geriye ittirmek için ellerimi saçlarıma götürdüm. Aynı zamanda ışığı kapalı olan odada bakışlarımı gezdirdim. Burası Ilgaz'ın odası olduğu kadar benim de odamdı. Neticede hayatımın ilk yarısı bu odada geçmişti. Aniden bu odaya niçin geldiğimizi idrak ederek bu odada geçen çocukluğumdan utanıverdim.
Fakat pek fazla düşünmeye fırsat bulamadan Ilgaz, bedenimi biraz sert sayılabilecek biçimde arkamızdaki kapıya yasladı. Vücudumdan yarısı sıyrılmış olan elbiseyi benimle göz temasını kesmeden oldukça becerikli bir biçimde yere kadar indirirken karşısında ilk defa bu kadar çıplak kaldığımı düşünerek biraz daha gerildim. Elbise ayaklarımın altına düşerken Ilgaz yakıcı bakışlarının odağını gözlerimden yavaşça bedenime çevirdi. Eğildiği yerden ellerini belime doğru uzattı, elleri belimi sertçe kavradı. Ardından dudaklarını da düz karnımın üzerinde gezdirirken başımı kapıya yasladım. Aklımı kaybetmekten korkuyordum.
Dudaklarının nerelerde oyalandığını takip etmeyi bıraktığımdan, ellerimi yavaşça saçlarına daldırdım ve başını kaldırmaya çalıştım. Bacaklarımdaki tüm güç çekilmiş gibiydi, daha fazla böyle durabileceğimi sanmıyordum. Beni ikiletmedi, hızlıca ayağa kalktıktan sonra aralık olan kalın dudaklarını benimkilerle buluşturdu ve elini bacaklarıma atarak beni kucağına aldı. Sırtım yatağın yüzeyiyle temas edene kadar, dudaklarını dudaklarımdan ayırmadı.
Saçlarım, başımın altındaki yastığın dört bir yanına dağılırken üzerime eğilmiş olan Ilgaz ile kısa bir an göz göze geldik. Konuştuğunda heyecanını gizlemek adına tane tane konuşmaya çalışmıştı. "Şimdi olmak zorunda değil, bunu biliyorsun değil mi?" Başımı salladığımda ellerimi yavaşça saçlarıma attı, nazikçe okşadı. "Sen ne istiyorsan, nasıl istiyorsan, ne zaman istiyorsan öyle olmasını istiyorum. Anladın mı, Arya?"
"Şimdi," diyerek gözlerinin içine baktığımda gözleri uzunca bir süre gözlerime takılı kaldı. Bir an bile şüphe etmeden, aynı kararlılıkla ona baktığımda dudakları yukarı kıvrıldı. "Pekâlâ," diye fısıldadığında gülümsemesini benim dudaklarımla boğdu. Ondan sonraki öpüşmelerimiz ve dokunuşlarımız daha kontrolünü kaybetmiş gibiydi. Tüm kontrolü içimdeki daha tutkulu, daha cesur, daha kural tanımaz olan tarafa bıraktığımda biraz daha rahatlamış hissetmiştim.
Hatta yerlerimizi değiştirip Ilgaz'ın bedenini yatakla birleştirdiğimde buna bir hayli şaşırmış görünse de bir yandan da artık ciddi manada alev almış gözleriyle bana baktı. Benim bu halimden hoşlandığını da biliyordum, hatta deli oluyordu. Tenlerimiz birbirine hiç olmadığı kadar temas etmişken, Ilgaz'ın parmakları sabırsızca üzerimdeki sutyeni çıkarıp atmıştı. Beni üzerinden hızlıca yatağa fırlattığında ufak bir çığlık attım, ardından da ellerimi yüzüme kapayarak güldüm. Üzerime tekrardan eğildiğinde arsız bakışlarını tüm vücudumda gezdirdiğini biliyordum, tabi vücudumda gezinen tek şey gözleri de değildi.
Perdenin aralık ucundan içeriye süzülen ay ışığı ve sokak lambasının yarattığı aydınlıkta bana bakan gözlerindeki parıltılar bir kez daha hiç olmadığım kadar heyecanlanmamı sağladı. Bana olan her bir dokunuşu daha önce hiç hissetmediğim yoğun duyguları yüzeye çıkardı. Bir mum alevi gibi titrekti soluklarım. Onun cehennem alevlerini izledim aynı zamanda gözlerinde. Yanacağımı bile bile de ateşe dokundum ellerimle. Bedenim yandı, ikiye bölünmüş ruhum yandı, sadece onunlayken bir bütün olan parçalara ayrılmış kalbim yandı. Bu tutkudan alevlerin ortasında, onun kollarının arasında küle dönmüş benliğim kaldı geriye.
Hem yok olurmuş gibi, hem de yeniden var olmak mümkünmüş gibi... Zıtlıkların uyumuydu sanki bu gece. Avcı, ava teslim oldu; av da avcıya. Gece ile gündüzün birbirine kavuşması, dalgaların kıyıya çarpması, siyahın beyaza karışması gibiydi bu teslimiyet.
Bildiğim bir şey varsa; o da kalbimi, ruhumu, tüm bedenimi ateşe veren bu alevlerin hiçbir zaman sönmeyeceğiydi. Aksi mümkün değildi.
***
(Bu kısım yazar anlatımıyla yazılmıştır.)
Art arda şiddetle vurulan kapıdan dolayı uyandığı uykusundan adeta sıçrarken panikle yatakta doğruldu. Birkaç saniye sersem gibi etrafa bakındıktan sonra hızlıca ayağa kalktı. Kapı hala vurulmaya devam ediyordu. Başucundaki saate baktığında gecenin biri olduğunu gördü. Ve elbette bu saatte evine bir misafir beklemiyordu. Üzerindeki pijamaları bir askılı ile şort olduğundan ayakucundaki sabahlığı aceleyle üzerine geçirdi. Sabahlığın altında kalan siyah saçlarını hızlıca omuzlarına doğru attırdıktan sonra yatak odasından dış kapıya doğru koşar gibi adımlarla ilerledi. Bu saatte kapısının çalınmasını tabi ki iyi bir şeye yormadı. Hatta bir an Ilgaz ve tayfasının tren suikastı için yeterince kanıt bulup onu polise ihbar ettiklerini bile düşündü. Olabilir miydi böyle bir şey? Kolay kolay paniğe kapılan biri olmasa da eğer kapısındaki polislerse şu an bu evden hiçbir kurtuluşu yoktu. Elini şiddetle atan kalbinin üzerine yerleştirip aynı zamanda bir gözünü kapının deliğine hizaladı.
Rahatlasın mı sinirlensin mi şaşırsın mı o an kestiremedi. Gerçekten, Murat'ın bu saatte burada ne işi vardı?
Kapıyı yavaşça açtığında karşısındaki manzara şuydu: Murat üzerindeki takım elbisesinin kravatını yarıya kadar çözmüş, bir elini kapının kirişine yaslamış, saçlarına epey işkence ettiği belli bir halde karşısındaydı. "Burada ne işin var?" deyip onu baştan aşağı tereddütle süzmesinin ardından ekledi. "Üstelik bu saatte?"
"Neden buradayım, biliyor musun?" Murat'ın sesinde öfke olduğunu sezdi. Ama yalnızca öfke değildi bu. Çaresizlikti, yoğun bir acıydı. O, gerçekten tuhaf görünüyordu. "Çünkü senden başka gidecek kimsem yok." Dediğinde, Ece bu kez gerçekten son derece şaşırmıştı. Ne yapacağını bilemez halde ona bakarken bir an gerçekten onu kovmayı düşündü. Neticede şirketle tüm bağlantısını koparmıştı. Murat Atahan'ın danışmanlığından da istifa etmişti. Bu da demek oluyordu ki Murat ile artık hiçbir bağı kalmamıştı. Fakat o kadar berbat görünüyordu ki, ona olan zaafı, nefretinden yine üstün geldi. "Neler oluyor Murat? Ne bu halin? Kötü bir şey mi oldu?"
Murat, göğsünün sarsılmasına neden olacak kadar derin bir nefes aldığında yorgun gözlerini evin içerisine çevirdi. Evin içine girmek istediğini anladı böylelikle. Ece pes edip geçmesi için ona yol verdi. Rüya gördüğünü düşünüyordu çünkü gecenin bu saatinde Murat'ın buraya gelmesi cidden mantıklı değildi. Aklına yine kötü senaryolar geliyordu. Başı belada mıydı? Yani başları mı beladaydı? Ayrıca bu gece başkanlık kutlaması için davet vereceğini biliyordu Murat'ın. Orada mı bir şeyler olmuştu?
Murat yüzündeki öfkenin aksine sakin adımlarıyla içeri girdiğinde Ece arkasından kapıyı kapattı. Sabahlığını bir eliyle tutarken yavaşça onun yanına ilerledi. "Murat, ne söyleyeceksen söyle. Cidden korkutuyorsun beni."
Murat Atahan, yarısına kadar gevşettiği kravatını hiddetle boynundan çekip yere atarken Ece gözlerini kırpıştırıp yere düşen kravata baktı. Sinirli bir Murat Atahan, işte bu hiç iyi değildi. "Anlaşılan bu gece gergin geçmiş? Sevgili nişanlınız ile bir ilgisi var mı diye sormayacağım çünkü bariz ortada zaten. Onunla olan derdini git onla çöz, her seferinde koşacağın psikoloğun değilim ben senin."
"Bu gece kale bile almayacağım bir avuç çocuk akılları sıra bana hesap sordu. Murat Atahan'a! Yolumdan çekilsinler diye tekrar tekrar fırsat sundum onlara. Onlar ne yaptı? Benimle uğraşmaya devam ettiler. Sanki beni yenebileceklermiş gibi. Arya Hanım da geçmiş karşıma benim bir zavallı olduğumdan bahsediyor. Cehennem'de yanacakmışım, layığımı bulacakmışım. Otuz yıldır o cehennemin ortasında değilmişim gibi! Sanki Cehennem'den korkacakmışım gibi. Dünkü çocuk... Bana babam hakkında, kardeşim hakkında, Stevan hakkında sorular sordu herkesin içinde. Ilgaz Efendi de hayatını mahvettiğimden bahsetti. Arkadaşları yanında, Arya yanında... Benim nişanlım bile hala ona aşık! Benim yanımda kim var, söylesene?"
Salonun ortasına doğru yürürken üzerindeki ceketini de bir çırpıda çıkarıp koltuklardan birinin üzerine fırlattı. Ece sesini çıkarmaya bile şüphe duyarken arkasından sessizce ilerledi. Tam olarak ne olduğunu anlamasa da başrolünde Ilgaz, Murat ve de Özge'nin olduğu sahnenin nasıl kaos yaratabileceğinin farkındaydı. "Hiçbiri benim çektiğim acıların, eziyetlerin, zulümlerin onda birini bile görmedi. O bahsettikleri Cehennem nasıl bir şey birazcık bile fikirleri yok! Bir de adam, benim yanımda benim nişanlıma geçmişin hesabını soruyor. Gocunmuyor, korkmuyor. Ona da çevresindekilere de yapabileceklerimi idrak edemiyor! Sert bir dille uyardım olmadı. Tatlı dille uyardım olmadı. İyi niyet gösterip zeytindalı uzattım, yine olmadı. Sen söyle, şimdi onlara ne yapayım?"
"Herkesin içinde babamın ölümünün intihar olmadığını ima eden Dikkaya'ya, babasının ölümünün arkasındaki gerçeği ispatlamak için sınırlarını bilmeyen Ateşoğlu'na, çoğunlukla iyi yüzümü gösterip onun kötülüğünü hiçbir zaman istemediğim, bana zavallı olduğumu söyleyen Arya'ya ve karşımda bir kez daha eski sevgilisinin gözlerinin içine bakıp geçmişin bahsini açan, beni defalarca rezil etmekten bir türlü uslanmayan nişanlıma ne yapayım?"
Oturduğu kanepenin arkasına iki kolunu yaslarken dipsiz bir karanlığı andıran ruhsuz gözlerini halının üzerine sabitledi. Sonra da Ece'ye uzun bir süre şokunu atlatamayacağı o cümleyi zikretti kurumuş dudaklarının arasından. "İçimdeki bu nefreti soğutmak için... Onlara da babama, Mehmet Atahan'a yaptığımı mı yapmalıyım? Onları da öldürmeli miyim?"
..
- Arya ve Ilgaz... Ne düşünüyorsunuz bölüm hakkında?
-Murat, öz babasının katili... Bunu bekliyor muydunuz?
Bu bölüm koyduğum yorum sınırını geçilse keşke. Sanmıyorum ama neyse. Açıkçası yüzde doksanınız sallamıyor zaten beni. Söylesem yine kendim işitiyorum sadece. En düşük motivasyonla yazdığım bölümlerden biriydi, içime sinmedi ama defalarca yazıp sildim, yazdıklarım arasında yine en iyisi buydu. Geçen bölüm tahminimden hızlı geçtiniz, oy sınırını. Teşekkür ederim bunun için. Sağlıcakla kalın.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro