32. BÖLÜM: "KADEHİNİ KALDIR, TÜM KAYBETTİKLERİNE"
Bölüm şarkısı: Ceylan Ertem | Kovdum (Bölümün içinde geçiyor, bence dinlemelisiniz.)
Multi: Yüzbaşı Ömer. Gözleri dışında aklımdaki Ömer aşağı yukarı böyle. Gözlerini mavi düşünerek, bakalım resme. Murat'ta da söylediğim gibi eğer aklınızdaki çok başkaysa görmezden geliniz. Bu arada benim gibi, siz de özlemiş miydiniz kendisini?
32. BÖLÜM: "KADEHİNİ KALDIR, TÜM KAYBETTİKLERİNE"
Geriye hiçbir şey kalmadı.
Her gün aynı vedayı yaşayan kırık, yara almış bir ruhun duyması gereken bir cümleydi belki de. Her gün aynı acıyı yaşayıp usul usul kanamaktansa, tek bir cümleyle tüm acıları zihnindeki o dar kuytularda en yüksek eşiğe kadar hissetmeliydi. Acıdan kaçınmamalı, onun ruhunu yakalayacağı anın korkusuyla yaşamamalı ve acıya tek seferde teslim olmalıydı. Öyle de yaptım. Kafamın içindeki kapısı kilitli karanlık mahzenlerimin kapılarındaki tüm kilitlerini kırdım, her birini. Yalnızlığa mahkûm bırakılmış sarı kâkülleri olan küçük Arya... Sevdiği adam tarafından terk edilen kundaktaki bebeğine doyamamış 21 yaşındaki ölmüş bir anne... Tüm herkesin türlü hakaretlerine rağmen dimdik duran, öz oğluna karşı bile minicik bir çocuğun elini tutabilen bir anneanne... Yalnızca kendi şakağına saplanan kurşun değil, onu seven bir kalbi de kızıla boyayıp öldüren bir ilk aşkın intiharı ve yaşaması adına ruhumu, kalbimi, yaşanılamayan tüm anları feda ettiğim bir adam.
İşte şimdi kafamda dört bir yana saçtığım geçmişimle yüzleşirken gözlerimi önümdeki koliden bir saniye bile ayırmadım. Sırtım yatağın ucuna yaslanırken parkenin üzerine uzattığım ayaklarımın hemen yanındaki çocukluğumun, beni Arya yapan o kız çocuğunun hayaletinin saklı olduğu kutuya baktım.
"Senin hangisi olduğunu biliyorum kedicik. Senin kim olduğunu biliyorum." Biliyor musun sahiden? Bile bile mi bu kadar acıttın canımı?
Başımı yatağın ayak ucuna bastırdığımda gözlerimi tavana diktim. Elimde rastgele çevirdiğim müzik kutusunu sıkarken masamın üzerindeki radyodan duyulan Cem Adrian'ın sesine, kapıya bir kez daha vurup seslenen babamın sesi karıştı. "Arya? Merak ediyorum, aç şu kapıyı."
Başımı omzuma eğip elimdeki müzik kutusuna baktım. Dışı krem ve üstünde renkli güllerle çevrelenmiş kutunun kapağını kaldırdığımda çocukluğumdan aşina olduğum melodi kulaklarıma doldu. Bir aynanın önünde dans eden mavi elbiseli bir kız belirdi. Tanıdık anılar zihnimi istila ederken buna direnç göstermek için çırpınmadım, bir gözyaşı burnumun kenarına doğru süzüldü.
"Annemi özlediğimde hep bu kutuyu açıyorum anneanne, aynanın önünde dans eden kız sence de anneme çok benzemiyor mu?"
Koliyi kendime düşünme izni bile vermeden açtığımda elime ilk gelen şey bu müzik kutusu olmuştu. Dakikalardır elime aldığım kutuyu evirip çevirirken, tüm acıları tek seferde göğüslemek istedim, geriye hiçbir şey kalmayana dek acıdan uyuşacak ve aynı Ilgaz gibi yoluma devam edebilecektim. Biliyorum bu ilk ölüşüm olmayacaktı ama geriye hiçbir şey kalmasın istiyordum. Benden hiçbir şey kalmasın hatta geriye bir ben bile kalmayayım.
"Arya, kapıyı aç! Endişeleniyorum."
Odamın kapısı bir kez daha tıklatıldığında melodinin arasına karışan babamın sesinden hoşnut olmadım. "Rahat bırak beni! Bir kez olsun rahat bırak!" Gözlerim dans eden mavi balerin figürüne iliştiğinde çok da uzak bir zaman dilimine ait olmayan o cümle düştü zihnime. "Çünkü o kıza hayranlığımın artmasından korktum," Dudaklarımda beliren acı gülüşün ardından gözlerimi karşımdaki tahta duvara diktim. Duvara yapıştırılmış birkaç resim, yazı, poster... Ardından başımı eğdim ve tekrar elimdeki müzik kutusuna baktım. Sağ elime alıp hiddetle sıkarken "Yalancı!" diye bağırdım ve hiç düşünmeden karşımdaki duvara fırlattım kutuyu. Sadece bir iki saniye sonra tahta duvara çarpma sesi duyuldu. Yere düştüğünde içindeki balerin, ayna, kutunun kapağı ve kutunun geri kalanı dört parça halinde yere saçılmıştı.
Parkenin üzerinde bomboş bakışlarımla kırılmış müzik kutusuna kaç dakika baktım bilmiyorum. Radyodaki yabancı şarkıya karışan sesler bu sefer Aysel Abla ve Feray'ınki oldu. "Arya'cım, kuzum aç kapıyı. Yemek getirdim sana." Aysel Abla'nın hemen ardından Feray konuştu. "Arya, korkutuyorsun beni."
Dizlerimi kendime çekerken bir avcumun içini yere yasladım, bıkkın bir nefesin ardından yere tutunup ayağa kalktım. Sağ elim Serkan'ın arabasının kaputuna vurduğum için sızlarken alnıma yerleştirdim ve ağır adımlarımla kapıya doğru yürüdüm. Dibine kadar boğulmuş olsanız bile, insanlar beni rahat bırakının ne demek olduğunu idrak edemiyorlardı.
Kapıyı açtığımda elinde tepsi ile dikilen Aysel Abla ve kapının kirişine yaslanmış endişeli bir ifadeyle bekleyen Feray'ı gördüm. Babam ise kapının biraz ilerisindeki merdivenlerin orada başını uzatmış bakıyordu. Hatta Deniz Abla da merdivenlerin orta kısmında tırabzana tutunmuş bekliyordu. "Teşekkür ederim Aysel Abla," diyerek tepsiyi elinden aldım ve gülümsemeye çalıştım. "Gördüğünüz gibi tek parçayım. İntihar etmedim, yani yarın kimse cenaze derdiyle uğraşmayacak. O yüzden lütfen, rica ederek söylüyorum kapımın önünden çekilin ve beni rahat bırakın. Boğuyorsunuz beni." Elimle alnımı işaret ettim. Yüzüm tekrar eski hissizliğine büründü. "Burama kadar birikti. Boğuldum, yeter. Üstüme gelmeyin. Yeter, anladınız mı? Yeter!"
"Arya... Kapıyı kilitleme en azından." Merdivenlerin başından babamın sesini duyduğumda kahkaha atmak istedim. Fakat buna mecalim yoktu. "Tek canım kaldı zaten, onun kontratını da sizin üstünüze imzaladım. Daha ne istiyorsunuz benden?"
"O ne idüğü belirsiz herif ne yollamış sana? Eğer seni üzmek için çaba harcıyorsa, bu gece kasabaya gidip bunu onun burnundan fitil fitil getiririm." Babam merdivenlerin başından birkaç adım atıp kapımın önüne geldiğinde Feray'ın bakışları gerginlikle ikimizin arasında gidip geldi.
"Üzmek konusunda kimse eline su dökemez Albay, rahat ol bu yüzden." Diğerlerinin bize olan bakışlarını umursamadan kapıyı yüzlerine kapattım, bu kez kilitlemeden ilerleyip tepsiyi yatağın üzerine koydum. Tam o sırada radyodaki şarkı bitmiş, sunucu konuşmaya başlamıştı. Gözüm tekrar yerdeki kırılan müzik kutusuna iliştiğinde bir an göğsümde tüm hıçkırıklar birikti ama yine aynı yerde kalmaya devam ettiler.
"Evvet, iki gün sonra yapılacak yerel seçimler için heyecan dorukta. Bunun en önemli nedeni de ünlü iş adamı Murat Atahan'ın da belediye başkanlık seçimlerine adaylığını koymuş olması..."
Radyoda işittiğim sesin söylediği cümleler kulaklarımdan içeri süzülüp beynimin içinde çınladı, defalarca. Aynı isim saniyeler içinde tekrar tekrar kafamda dönerken sunucu da aynı ismi tekrar zikredip ondan bahsetmekte sakınca görmedi. "Bir ay önce Orhan Dikkaya'nın hakkında çıkan iddiaların asılsız olduğu kendisi, kampanyasını yöneten Mete Yakut ve yazılı açıklamada ismi kullanılan Ilgaz Ateşoğlu tarafından reddedilmişti. Murat Atahan'ın düzenbazlığına dikkat çekilirken halk da neredeyse ikiye bölündü. Peki ya sizin fikriniz ne sevgili dinleyenler, sizce bu gelmiş geçmiş en skandallarla dolu yarışın galibi kim olacak? Murat Atahan sanıldığı gibi seçimi kazanacak mı? Yorum atmayı unutmayın! Halkın nabzını tutmaya devam ederken Murat Atahan'dan..." Yatağın yanından hızlıca masamın üzerine doğru yürüdüğümde radyoyu bir hışım elime alıp kablosunu çekiştirdim. Kablodan kurtaramadığım radyoyu kaldırıp tüm hiddetimle masanın üzerine vurdum. "Her şeyi mahvettin! Her şeyi mahvettin!" Radyoyu defalarca kez masaya vurdururken parçalara ayrılan radyonun sesi kesildi ama ben bağırmaya devam ettim. "Hepsi senin yüzünden!" Masada ne var ne yoksa hepsini elimle dört bir yana savururken bağırışlarımın arasına hıçkırıklar karıştı. "Allah kahretsin seni! Hepsi senin yüzünden!"
"Senin yüzünden! Senin yüzünden!" Masanın üzerinden yere düşen cam bardak ve sürahi çıkardığı gürültülü seslerle yerde bin parça olurken ellerimle masaya güçlükle tutundum, dermanı kalmayan ayaklarımdan dolayı dizlerimin üstünde yere bıraktım kendimi. Etraftaki cam kırıkları, radyonun yerlere dağılan onca parçası, kalemlik, çerçeveler... Hiç birini umursamadan yere çöktüm. Ellerime ayaklarıma batan cam parçalarını hissedemedim bile. Hıçkırıklarımla bedenim sarsılırken karnımı tutarak yere eğildim, saçlarım yüzümü örterken bu kez güçsüz bir sesle bağırdım. "Her şey bitti! Hepsi senin yüzünden! Senin yüzünden!"
Kapının ne zaman açıldığını, Feray ve babamların ne zaman odaya girdiğini bile bilmiyordum. Aniden koltuk altlarımdan havaya kaldırıldım, daha sonra hızlıca yatağa oturtuldum.
"Feray, basma oraya. Geride dur!" Deniz Abla'nın sesinden sonra Aysel Abla'nın, "Süpürge getireyim," dediğini işittim. Saçlarım önüme düşerken hıçkırıklarım yüzünden omuzlarım sarsılmaya devam ediyordu. Babam omuzlarımı tutarken yüzümden saçlarımı çekti. "Arya, yüzüme bak hadi. Bir yerine bir şey oldu mu?"
Dizlerimin üstündeki ellerimi elinin içine aldığında yan tarafıma oturan Deniz Abla'ya döndü. "Elini kesmiş," dedi panik içerisinde.
"Feray, aşağıdan ilk yardım çantasını getir, hadi bakma öyle kızım!" Deniz Abla, Feray'a bağırdıktan sonra, "Elini yüzünü yıkayalım," dedi. Ardından hemen babam dizlerimin altından ellerini geçirdi ve küçük bir çocuk gibi beni kucağına aldı. Tüm bedenim titrerken odamın içindeki küçük banyonun açılan kapısının gıcırtılı sesi doldu kulağıma. "Geriye hiçbir şey kalmadı, her şey bitti..." Yüzümü babamın göğsüne yaslarken gözyaşlarım hiç durmaksızın akıyordu. Babam beni küvetin kenarına oturturken, Deniz Abla da şofbeni açmış suyu ellerime tutuyordu. Elimdeki kırmızılık ince bir şerit gibi süzülürken, babamın "Hastaneye gidelim," diyen, titreyen sesini duydum. Elimdeki kan iyice dağılırken babam da elindeki suyla yüzümü, saçlarımın önünü yıkadı. "Üstünden deri çizilmiş, derin değil Oktay. Dikiş gerekmiyor. Kan durdu bak. Şimdi tentürdiyot ve pamukla saracağım elini. Biraz su tut yüzüne,"
Babam eliyle ıslattığı saçlarımı yüzümden çekerken ağlamayı kesmiş ve bitkin bir şekilde etrafa bakınmaya başlamıştım. Kafam allak bullaktı, ellerim ile alnım zonkluyordu. Zihnimdeki tüm düşünceler geriye çekilmişti ya da gerçekten acıdan uyuşmuş durumdaydım. Banyonun kapısını ittirip içeriye sapsarı bir yüzle giren Feray elindeki küçük çantayı annesine uzattı. Deniz abla sağ elimi kendi dizinin üzerine yerleştirirken bakışlarımı banyonun fayanslarında gezdirdim. "Annemin müzik kutusunu kırdım baba," Başım babamın omzuna düşerken bedeninin kaskatı kesildiğini hissettim. Elime tentürdiyotu gezdiren Deniz Abla ise kısa bir an başını kaldırıp önce bana, ardından babama baktı. Başını eğdiğinde çenesinin hizasındaki saçları önüne döküldü, elimle ilgilenmeye devam etti. Sanki ondan bahsetmem yasaktı da ben bir kuralı çiğnemiştim. Babam elinin birini saçlarımın arasına yerleştirirken bana bakıp buruk bir tebessüm etti. "Yapıştırırız, olur mu?"
Yorgun bir iç çektim. Islanmış kirpiklerimin altından babama bakarken, Feray'ın da banyo dolabına yaslanıp bize baktığını gördüm. "Ama bir daha hiç çalmayacak," derken aslında sesim duygusuz çıkmıştı. Bazı gidişlerin geri dönüşü olmadığı gibi, bazı pişmanlıkların da telafisi yoktu. Bir müzik kutusunun kırıldıktan sonra bir daha çalmayacağı gibi kırılmış, parçalanmış bir kalp de bir daha asla eskisi gibi atmayacaktı. Tamamen tamir edilmedikçe... Peki ya bu mümkün müydü?
***
Havanın boğucu griliği içimdeki kasvetin korlarını daha fazla harlarken, kirpiklerimdeki ıslaklık hissinden dolayı parmaklarım yavaşça göz kapağıma gitti. Soğuk parmaklarım aniden ürpermeme neden olduğunda parmağımı gözümden çektim. Elime bulaşmış olan siyahlığın üzerinde durmadım. Ellerimi iki yanımda saldım ilk önce, daha sonra tekrar üşüdüğümü hissettim ve sol kolum sağ kolumun üzerine gitti. Isınmak için birkaç kez çıplak olan kolumu sıvazladım. Üzerimdeki kolsuz beyaz elbiseye bakıp nedensizce gülümsedim. Yerleri adeta süpüren uzun kuyruğu, kendimi hiç olmağım kadar naif ve güzel hissetmeme neden oluyordu.
Fakat çıplak kollarım titremeye başladığında iki elimi çapraz bir şekilde omuzlarıma yerleştirdim ve hızlıca sıvazlarken aynı zamanda yürümeye başladım. Etraf sessizdi ve kimse yoktu. Kafam bir sağa bir sola çevrilirken bakışlarım ile etrafı taradım ve sessizliğe kulak kabarttım. Bu kez çok cılız bir ses işittim, ne olduğunu ayırt edemedim. Fazla uzaktan geliyordu. Bomboş sokaklarda ne aradığımı bile bilmeden yürüdüm durdum. Ayaklarımın acıdığını hissettiğimde gözlerim ayaklarıma ilişti. Bir anlık şaşkınlıkla kaşlarım yukarıya kalktı. Ayaklarımda ayakkabı falan yoktu, tamamen çıplaktı.
Asfalt zeminde sağa sola bakındım, geniş, uzun bir köprüde durduğumu fark ettim bu kez. Fakat tek bir tane araba bile geçmiyordu. Sabahın ilk saatleri olmalıydı, hava yeni aydınlanmış gibiydi. Griydi ve soğuk. Tuhaf bir sis tabakası vardı sanki görüş açımda, fazla ilerisini göremiyordum. Düşüncelerime ket vuran şey yine soğuk oldu. Omuzlarıma örteceğim bir şeye ihtiyacım vardı. Ayaklarım için de bir çift ayakkabıya. Köprünün demirlerindeki, yılbaşı ağacına asılan şu renkli ışıklandırmalar gözüme çarptı. Derin bir nefes verip yürümeye devam ettim.
Yürüdükçe sesi daha yakından duymaya başladım, bir müziğe benziyordu. Ama melodisi hala seçilebilecek kadar net değildi. Hızlıca arkama döndüğümde, uzun saçlarım savruldu. Yol hala bomboştu. Tekrar önüme döndüğümde bu kez ilerideki sis tabakası dağılmıştı. Geniş, eski yıllardan kalmış gibi duran, yıpranmış bir bina dikkatimi çekti. Kaç tane balkonu olduğunu sayamadım ama balkonlarında asma yaprakları mevcuttu. Eve doğru biraz daha yürüyüp, kapısının önünde durdum. Tahta kapısının tokmağına elimi attım ve çevirdim. Kırmızı tokmak üç denemede tam döndü ve kapı geriye doğru gıcırtılı bir ses çıkararak açıldı.
İlk önce karanlıktan hiçbir şey göremedim. Ürkek adımlarımla ilerleğimde loş bir ışık yayıldı etrafa. Gözlerimi bir iki kez kırpıştırmak zorunda kaldığımda müzik sesinin daha net bir biçimde duyulduğunu fark ettim. Üst kattan geliyordu. Bir müzik kutusunun melodisine benziyordu. Belli aralıklarla müzik başa dönüyor gibiydi. Gözlerim loş ışığa alıştığında etrafı daha iyi seçebildim.
Şaşırdım. Çünkü dışarısının aksine burada bir sürü insan vardı. İçerisindeki ışık sarı ile kırmızı arasındaki tuhaf bir turuncumsuydu. Binanın dış kısmındaki döküntü haline zıt olarak içerisi son derece moderndi. Bir kumarhane ya da gece kulübü bilemiyorum, o tarz bir yeri anımsatıyordu. Büyüklüğünü kestirmek güçtü. Yanımdan yürüyüp geçen insanları durdurmak için seslenmek istedim fakat dudaklarımı araladığımda tuhaf bir huzursuzluk hissi içime çöreklendi. Dudaklarımı geri kapadım ve biraz daha ileride oturan insanları gördüm. Çoğu bir şeyler içiyordu, gülüyordu ya da ağlıyordu. Siliktiler, tam olarak emin olamıyordum. Biraz ilerimdeki kırmızı kadife kaplı merdivenlere yöneldim. Üşüme hissi biraz daha azaldığı için, ellerimi tekrar omuzlarıma koyma gereği duymadan iki yanımda serbest bıraktım. Geniş, uzun merdivenleri çıktıkça elbisemin uzun kuyruğu dört beş basamağa birden yayıldı. Omzumun üzerinden elbiseme bakmayı bıraktığımda yine aynı şekilde gülümsüyordum. Üstelik müzik sesi artık çok net duyuluyordu. Merdivenlerin dönemecini çıktıktan sonra yukarıki kata gelmiştim. Aşağısının aksine geniş hol bomboştu. Yerler tahtaydı ve çıplak ayağımı yere her bastığımda gıcırtı sesleri geliyordu. Bir sürü kapı olduğunu gördüm, sayamayacak kadar çoktular, nerede bittiğini kestirmek güçtü. Müziğin bariz bir biçimde duyulduğu sağımda kalan ikinci kapıya yöneldim. Zaten diğerlerinin aksine kapısı açıktı. Kapının ucuna geldiğimde görüş açıma ilk olarak pencere önündeki bir sandalyede oturan adam girdi.
Yüzü pencereye çevrili olduğu için saçlarının arkasını, üzerindeki siyah tişörtü görüyordum. Önündeki masadaki içki bardağı gözüme çarptı. "Neye içiyoruz bu kez?" diye sordu bir başka ses, fakat tanıdıktı. Kuruyan dudaklarımı dilimle ıslatırken, sağ elimi kapının kirişine yasladım.
Başını pencereden çeken adam, yüzünü bu kez karşısına dikti. Benim görüş açımın dışında kalıyordu hala karşısındaki kişi. Bir adım daha atsam görebilecektim hâlbuki. Yüzünün yan tarafını gördüğüm siyah tişörtlü adam Ilgaz'dan başkası değildi. Dudaklarında buruk bir gülümseme belirdi. Başını hafifçe eğdi ve önündeki bardağı eline alıp karşısına doğru götürdü. Bardakları tokuşturma sesinden sonra, "Kaybettiklerimize," dedi.
Bir adım daha attığımda karşısında oturan diğer adam da görüş açıma girdi. Aynı Ilgaz gibi bardağı dudağına götüren Onur'du. Siyah dalgalı saçları alnını örtmüştü. "Kaybettiklerimize," diye tekrarladı o da. Sonra başını arkaya doğru çevirip bir noktaya baktı. Saniyeler sonra Ilgaz'ın da bakışları aynı noktaya takıldı. Bu kez içeriye doğru bir adım attığımda ikisinin de duvardaki kocaman bir resme baktıklarını gördüm. Beni fark etmemelerinin şaşkınlığı bir yana duvardaki resim olduğum yerde kalmama neden oldu. Zaman kavramını bilmiyordum lakin bir süre ben de onlar gibi resme baktım durdum. Sarı saçları yüzüne dökülmüş, üzerinde beyaz elbisesiyle aynı bu yerde pencere önünde oturan kız kesinlikle bendim.
O sırada odanın sol kısmındaki bir başka kapıdan ağır adımlarla bir kadın çıktı. Kestane kahvesi, dalgalı saçları omzundan dökülüyordu, onun da üzerinde beyaz bir elbise vardı. Yüzünde kocaman bir gülümseme ile yanlarına gelip Ilgaz'ın dizlerinin üstüne oturdu. Ilgaz'ın bakışları ona çevrilirken göğsüme saplanan ağrıdan dolayı ellerimle kapıya biraz daha sıkı tutundum. Özge, Ilgaz'ın dudaklarına küçük bir öpücük kondurduğunda geri çekildi ve kollarını onun boynuna doladı. Bu kez Onur'un olduğu tarafa baktı. "Ee neye kaldırdın kadehi bakalım?"
Müziğin sesi odanın içinden artık duyulmaz olmuştu. Başım kapının kirişine yaslanırken parmaklarım ıslanmış kirpiklerime gitti. Ellerime bulaşan siyahlığa bakarken Onur'un cevap vermesini bekledim. Fakat Onur'dan bir daha ses çıkmadı. Onun yerine Ilgaz cevap verdi. "Henüz kaldırmadım, seni bekledim," diye bir yalan söyledi. Onun yalan konusunda usta olduğunu bir kez daha anlarken başımı tekrar ona çevirdim. Özge'nin omzu hala ona yaslıyken Ilgaz'ın bakışları ise hala duvardaki o fotoğraftaydı.
Ağırlaşmış göz kapaklarım açılırken perdenin aralığından dolan loş aydınlık gözlerimi ovuşturmama neden oldu. Başımın altındaki yastığı çekip yüzüme kapatırken birkaç saniye gördüğüm rüyayı algılamaya çalıştım. Kalbim şiddetli bir şekilde çarparken dudaklarım da kurumuştu. Yastığı yüzümden çekerken, sargılı olan sağ elime baktım. Sonra da yatakta yavaşça doğruldum. Yanımda uyumuş olan Feray da huzursuzca sol tarafına döndü. Akşam olanlardan sonra babam yanımda kalmak istemişti, bunu istemediğimi belirtince Feray'ın yanıma yatması için Feray da babam da ısrarcı olmuşlardı. Feray yanıma uzandığında her zamanki gibi saçlarımı okşamıştı, dünkü tüm yorgunluğum, yaşadıklarım düşünülünce uykuya da yenik düşmüştüm.
Yataktan ayağa kalktığımda masaya doğru yürüyüp Aysel Abla'nın yeni getirdiği sürahi ve bardağa uzandım. Sürahiyi kaldırırken elim az biraz zorlandı ama birkaç güne geçecek bir şeydi. Bardağı dudaklarıma götürdüğümde pencereye doğru ilerledim ve dizlerimi önündeki kanepeye yerleştirip perdeyi biraz araladım. Hava yeni yeni aydınlanıyordu, bu yüzden loştu. Sokakta uçan kuş bile yoktu. Bu bana tekrar rüyamı anımsattığında perdeyi örttüm. Büyük bir yudumu boğazımdan aşağı serbest bırakırken ayakta dikiliyordum. Boş bardağı koltuğun üzerine bıraktıktan sonra duvarın önündeki köşeye itilmiş koliye baktım. Kırdığım müzik kutusu ise diğer kırıp döktüğüm tüm şeyler gibi yok olmuştu.
Koliye doğru yürüdüğümde tekrar yatağında uyuyan Feray'ı kontrol ettim. Dizlerimin üstünde yere çöktüm. Kolinin iki kapağını açarken en üstünde olan fotoğraflardan birkaç tanesini elime aldım. Geriye kalanlara göz ucuyla baktım. Başka fotoğraflar, çerçeveler, defterler, ıvır zıvır başka şeyler daha vardı. Ne olduklarına bakmadan elimdeki fotoğraflar ile beraber tekrar ayağa kalktım. Kapının arkasına asılı olan kot ceketimin cebine elimi attım ve içinden çakmağı çıkardım. Bir elimde çakmak bir elimde fotoğraflar Feray'ın başucunda duran komodinin üzerine ilerledim ve fotoğrafların olduğu elime telefonumu da aldım.
Banyoya doğru ilerleyip gıcırdayan kapısını yavaşça ittim, aynı zamanda da ışığı yaktım. Tekrar zihnime rüyam düştü. Kırmızı tokmaklı tahta kapı... İçeriye girdiğimde çakmağı ve fotoğrafları lavabonun kenarına koydum. Telefonun tuş kilidini açınca bildirimdeki aramayı gördüm tekrar. Gözlerimi yumduğumda göğsümün ortasındaki uyuşmaya başlayan acıyı hissettim. Ilgaz beni geri aramıştı. Muhtemelen kim olduğumu bilmediği için. Çünkü eğer üşenmeyip kaydetse, Whatsapp'a baksa bile profil resmimde gözükmüyordum. Tabi o bunlarla uğraşacak biri değildi. Kimin aradığını merak ettiği için aramış olmalıydı. Çağrıyı yatmadan önce görmüştüm aslında. Eğer o koliden önce aramış olsaydı muhtemelen olduğum yere bayılır, açmak açmamak, geri aramak arasında saatlerce düşünürdüm. Ama şimdi geriye hiçbir şey bırakmayan, tüm izlerimi hayatından silen Ilgaz ile konuşsam ne söyleyebilirdim? Cevap basitti: Hiçbir şey.
Telefonun ekranına son kez baktıktan sonra sesini oldukça kısıp Ceylan Ertem'in Kovdum şarkısını açtım. Banyo dolabının üzerine koyduğum telefondan sonra üstündeki kapağını açtım. Geçen akşamdan babamdan saklamak için koyduğum bira kutusunu çıkarırken gözüm en üstteki fotoğrafa ilişti. Eski evimde koltukta otururken anneannemin çektiği bir fotoğraftı, tahminen sekiz yaşlarındaydım. Uzun saçlarım omuzlarımdan aşağı dökülüyordu, alnımı örten kâküllerim vardı. Birayı açtığımda dudaklarıma götürdüm ve bir yudum aldım.
Şöyle bir zaman olmadı oturup konuşmaya
Sende bir kadeh bende bir kadeh, hasreti yatıştırmaya
"Kaldıralım kadehi o halde Ilgaz, tüm kaybettiklerimize," Elime aldığım çakmak ve fotoğraftan sonra fotoğrafa boş gözlerle baktım. Sonra bakışlarım aynadaki yansımama ilişti. Solgun tenim, çökmüş gözaltlarım, dağılmış saçlarım, dipsiz bir karanlığı andıran gözlerim... "Bizden geriye hiçbir şey kalmayana dek..." Önüme düşen saçlarımı kulağımın gerisine ittim ve ateşlediğim çakmağı küçük Arya'nın bulunduğu fotoğrafın ucuna tuttum. Alev fotoğrafın yarısına saniyeler içinde ulaşınca fotoğrafı lavabonun içine attım. "Geçmiş diye bir şey kalmayana dek yakalım her şeyi,"
Elime bir diğer fotoğrafı aldım. Doruk'un gösterdiği resmin aynısıydı. Sırt sırta yaslandığımız, ikimizin de üstünde kot ceketleri olduğu, Doruk'un iki elini de silah işareti yaptığı fotoğraf.
Halimi anlatsam anlar mısın?
İpin ucu bir kaçarsa beter yanarsın
Yanlış bir şey düşünme ne olur
Bende ahın kalmasın
Şarkının sözleri kulağıma dolarken bu fotoğrafı da ucundan tutuşturdum ve yok olmuş fotoğrafın yerine bunu fırlattım lavaboya. Diğer fotoğrafın ise ben, Özge, Doruk, Serkan ve Beyza'nın çimlere oturmuş bir şekilde oturduğumuz fotoğraf olduğunu gördüm. Özgürlük parkında çekilmişti, hepimizin üzerinde tişörtler olduğundan yazın çekilmiş olduğunu anladım. Onun dışında o güne dair çok fazla bir şey hatırlamıyordum. Bu güzeldi işte. Serkan ile Doruk askerlik arkadaşıymış gibi kollarını birbirlerinin omuzlarına dayamıştı, ikisi ayaktaydı. Biz kızlar olarak ise üçümüz onların önünde çimlerde oturuyorduk. Ben, Beyza ve Özge'nin ortasında oturuyordum. Özge başını omzuma yaslamıştı, Beyza ellerini birleştirmiş, fotoğrafa biraz utangaç bir şekilde tebessüm ediyordu. Ben ise alışık olmadığım bir biçimde gerçekten gülümsüyordum, epey sahiciydi.
Hayatımın olmaz, olmaz bir yerindesin
Ama olmazsa da olmaz gibisin
Çok yakaladım kendimi, seni düşünürken
Kovdum ama hala hala burdasın
Geriye hiçbir şey kalmayan arkadaşlıklarım için kafama diktim birayı. Tekrar lavabonun kenarına koyduktan sonra elimdeki fotoğrafı hala lavaboda yanan, neredeyse hepsinin yandığı fotoğrafın üstüne attım. Aynı hızla diğer fotoğrafı aldım. Bunda da Orhan Amca yere çökmüş, Doruk ve ben de iki yanından ona sarılmıştık. Bunu hatırlıyor gibiydim, Cemre Abla çekmişti. İçimin acıdığını hissettiğimde bunun son olduğunu hatırlattım kendime. Fotoğrafı hızlıca ateşin içine attım. Son fotoğraf da tutuşup yok olurken Ilgaz'ı unutmak için neyi tutuşturacağımı bilmiyordum. Musluğu açıp kararan lavaboya su tuttuktan sonra ıslanmış sol elimi alnıma yasladım.
Hayatımın olmaz, olmaz bir yerindesin
Ama olmazsa da olmaz gibisin
Banyonun girişine çöktüğümde bira kutusunu elime aldım. Bacaklarımı banyo dolabına doğru uzatırken başımı fayansa yasladım ve bakışlarımı tavana diktim. Rüyamda karşılıklı oturup içen Onur ve Ilgaz için kaldırdım birayı ve dudaklarıma götürmeden önce, aynı onlar gibi, "Kaybettiklerimize," diye mırıldandım.
O an aklıma da bir düşünce doldu işte. Hiç gerçekleşemeyeceğini biliyordum ama bir düşünceydi. Sanırım Ilgaz ile telefonda konuşacak olsaydım ona tek bir şey sormak isterdim. Belki bir telefon konuşması da değil. Rüyamdaki o masada Onur'un yerinde oturuyor olsam ya da Özge gibi o içerden çıkan kız ben olsam, kadehimizi tüm kaybettiklerimize kaldırırken sorardım.
"Sen de benim kadar... Bu kadar büyük kaybettin mi Ilgaz?"
***
Tekrar uyandığımda başım çok şiddetli olmasa da ağrıyordu. Sol elimle alnımı, şakaklarımı ovuştururken bu kez yatakta Feray'ın olmadığını gördüm. Komodinin üzerindeki saate baktım, on ikiye geliyordu. Ayaklarımı yere sarkıtıp ayağa kalktığımda komodinin yanına yürüdüm. Üzerindeki lastik tokalardan birini aldım ve saçımı gelişigüzel topladım. Üstümdeki grili pembeli pijamaları çıkarmaya gerek duymadan odamdan çıktım. Merdivenlerden aşağıya inerken babamın salonda birisiyle konuştuğunu duydum. En alt katın basamaklarına indiğimde bu kez cümleler anlaşılırdı. "Ziyaret etmekle iyi yapmışsın evlat, hem ev işi için mecburdun. Baba sonuçta... Ne yapmış olursa olsun tamamen silemiyor insan." Babamın böyle bir cümle kurması bir yana kime söylediği daha da meraklanmama neden oldu.
Merdivenlerin dönemecini indiğimde salon da görüş açıma girdi. Böylelikle salondaki kanepelerde babamın karşısında oturanın Yüzbaşı olduğu gördüm. Ufak bir şaşkınlıkla sol elim trabzanda kaldı. O sırada Feray da mutfakta elindeki uzun mor bir kutuyla çıkmıştı. "Uyandın mı Arya?"
"Evet," dedikten sonra ayağa kalkan Ömer'e doğru yürüdüm. "Hoş geldin Yüzbaşı," diyerek ayaklarımın üzerinde uzanıp kısaca sarıldım. Ömer'i üzerindeki üniforma dışında lacivert bir gömlekle görmek şaşırttı her zamanki gibi. Geriye doğru taranmış sarı saçlarına gözüm ilişirken bana yine o güzel gülümsemesiyle bakıyordu. "Hoş bulduk Arya. Nasılsın?"
Sorusuyla beraber Feray elindeki mor kutuyu adeta gözüme soktu. "Yüzbaşı makaron almış baksana, sevdiğimizi unutmamış. Kahvaltı etmedin ama al bir tane ye,"
Lila renkli bir makaronu elime tutuşturduktan sonra, Ömer'e döndü. "Çay mı içersin, yoksa kahve mi?"
"Zahmet etmeyin küçük hanım, fazla durmayacağım." Babama baktıktan sonra bana döndü tekrar. "Aslında biraz dolaşabilir miyiz diye soracaktım sana, bir planın yoksa tabi. Hem kahvaltı da etmemişsin. Bir şeyler yeriz olur mu? Yani, tabi istersen..." Feray gözlerini şaşkınlıkla açtığında ağzına bir makaron tıkıştırdı ve çiğnerken bakışları bana döndü bu kez. Beklemediğim bu teklif karşısında ister istemez biraz şaşırdım. Babamın sesi, sessizliği böldü. "İyi olur, Arya da hava almış olur. Hem Ömer de ne zamandır İstanbul'a gelmemişti. Dolaşırsınız biraz,"
"Tabi sen de gelebilirsin istersen Feray, fakat dershanen vardır diye düşündüğümden..." Yüzbaşı, açıklamaya giriştiğinde Feray başını salladı. "Tam üstüne bastın, öğleden sonra dershanede sınavım var. Hazırlanıp çıkacağım. Seni görmek güzeldi Yüzbaşı. Makaronlar için teşekkürler."
Elindeki kutuyla beraber merdivenlere yöneldiğinde ben de Ömer'e bakıp zoraki de olsa tebessüm ettim. Kendimi oldukça bitkin hissediyordum fakat yine de şu son dörtlü buluşmadan sonra ona karşı mahcuptum. "Giyinip geleyim o zaman ben,"
Yüzündeki gülümseme daha da genişledi ve hızlıca başını salladı. Feray'ın arkasından merdivenleri çıkmaya koyuldum, odaların bulunduğu üst kata çıktığımda odasına yeni girmekte olan Feray'a seslendim. "Bekle bi,"
Bana döndüğünde endişeli bir şekilde yüzümü inceledi. Kapısının önüne geldiğimde, o da kutuyu kucağına hapsetmiş, başını kirişe yaslamıştı. "İyi misin Arya? Yani daha iyi misin?"
Dün akşam, bu sabaha karşı her şey kafamda tekrar dönerken ne hissettiğimi bilemiyordum. Yüzleştiğim tüm acılar, geçmiş, kayıplar... Bir yandan çok uzakta yaşanmış gibi geliyordu, fakat bir yandan hala acıtıyordu. Ama geçen 28 günün aksine, 29. Gün olan bugün bir fark vardı. Artık kabullenmiştim. Kasabada geçirdiğim ayları, eski arkadaşlarımı, Murat Atahan'ın beni mecbur bıraktığı şeyi, Ilgaz'ı... Bundan sonra tüm bunlar hakkında bir umuda tutunup mutlak gerçeği ertelemeyecektim işte. Hepsini dün gece yaşamıştım. Acı göğsümün ortasında yer etse de uyuşmuştu. Onun öncesinde hayatımda bir amacım olmadan, tutunacak hiçbir şeyim olmadan yaşamıştım. Şimdi de öyle olacaktı. Alışıyordum, alışacaktım daha da. İnsanoğlunu eskisi gibi hatırlamamaya, unutmaya, ilk günkü gibi acımamaya programlanmıştı. Öyle de olacaktı bundan sonra.
"Daha iyiyim, endişelenme benim için." Elimde tuttuğum makaronu dudaklarıma götürürken çiğnemek ve yutmak için çaba sarf etsem de bunu Feray'a belli etmemeye çalıştım. Durgun bakışları hala yüzümde geziniyordu. "Ilgaz meselesini anlatmadın. Şu anlık seni zorlamak istemiyorum, ama konuşmak istediğinde seni hep dinleyeceğimi biliyorsun, değil mi?" dedi.
"Evet, biliyorum." Diyerek gülümsemek istedim fakat öyle ruhsuz ve halsiz hissediyordum ki, Feray'a, kendi kardeşime zorlama bir rol yapmak istemedim. "Sen ne diyecektin?" diye sordu uzanıp elimi tutarken.
"Dershaneye sınava gidiyorum deyip o adamla buluşmayacaksın değil mi Feray? Onunla bir daha görüşme. Aranızda ne var bilmiyorum ama..."
"Yapma, Arya. Bunu büyük bir mesele haline getirme. Onunla sürekli görüştüğüm falan yok. Bir iki kez olan bir şeydi. Annesi birkaç aydır hastanede yatıyor, durumu ağırlaşmış sanırım daha da. Ben oldukça kötü bir haldeyken bana destek oldu, bunu istemedim elbette. Fakat o yine de iyiydi bana karşı. Gerçekten bir katil olduğunu düşünmüyorum ayrıca. Her neyse, ben de dün annesini sormak için aramıştım. Yakınlarda olduğunu anlayınca öyle oturduk bir yerde bir saat. Sandığın gibi onunla çıkıyor ya da takılıyor değilim."
Sol elimin baş parmağını çenesine yerleştirirken başını kaldırıp bana bakmasını sağladım. "Bana anlatmadığın şeyler olduğunu biliyorum, şu suikast konusunda. Onları konuşacağız, daha sonra. Ama her şeyden önce ondan uzak durmanı istiyorum Feray. Serkan belki bir katil olmasa bile düzgün bir adam sayılmaz, tekinsiz serserinin birisi. Amacı her ne olursa olsun seninle uyuşacak biri değil. 17 yaşında bir kızla gezmemesi ve ondan hoşlanmaması gerekecek kadar da büyük üstelik. Annesi için de olsa bir daha onu görmeyeceksin, aramayacaksın. Yoksa üzgünüm ama olaya babamı müdahale etmek zorunda kalırım Feray. Buna mecbur bırakma beni."
Gözlerini kaçırdığında hızlıca başını salladı. "Sınava anca yetişirim, hazırlanmam lazım. Görüşürüz," diyerek odasına girdi. Dudağımın içini dişlerken birkaç saniye olduğum yerde bekledim. En son isteyeceğim şey, Feray'ın, Serkan'dan hoşlanması olurdu. Bu yaştaki kızların bu tarz, serseri kılıklı, kötü çocuk havalarında biraz yaşça büyük erkeklere ilgi duyduğu bir gerçekti. Çoğu zaman mantıklı olan Feray'ın diğer kızlar gibi olmamasını diliyordum sadece. Çünkü burada hala neyin peşinde olduğunu çözemediğimiz Serkan'dan bahsediyorduk. Biraz bile umurumda değildi o, arkadaşlığımıza olan sevgim içimde küllenmişti. Yine de annesine üzülmüştüm işte. Annemin yokluğunun acısını anlayan Serkan'ın annesini kaybetmekte olması içimde bir yere dokundu aslında. Yaktığım tüm fotoğraflarla beraber, küle çevirdiğim geçmişim çok uzaklardaydı artık. O yüzden bu düşüncem kısa sürdü ve yerini aynı hissizlik aldı.
Üzerime kot pantolon ve koyu yeşil düz bir tişört geçirdikten sonra kot ceketimi de elime alıp aşağıya indim. Makyaj yapmadım ya da rastgele topladığım saçımı sökmedim. İndiğimde Ömer de ayaklandı. Babamla kısa bir kapıda konuşma faslından sonra dışarı çıktık. Hava dünün aksine o kadar canlı değildi. Yer yer bulutlanıyor, ara ara yine güneş kendini gösteriyordu. Yüzbaşı'nın geçen yıl aldığı koyu mavi Opel Grandland model arabası evin önünde adeta göz kamaştırıyordu. Bu denli amaçsız olan ben, arabalara bu kadar ilgi duyarken belki ileride bir araba galerisi açabilirdim. Babamın vereceği tepkiyi tahmin etmek zor değildi.
Ön koltuğa oturduğumda, Yüzbaşı da saniyeler sonra arabayı çalıştırdı. Yol kısa sürdü, yoğun trafikte arabanın içinde beklerken yine de çok fazla konuşmadık, kısa kısa konuşmalardı her biri. Ya arabada çalan yabancı şarkılar üzerine bir iki fikrimi sordu ya da okulun nasıl gittiğini falan. Bir ara Feray'ın nasıl olduğunu sordu, bu konuda gerçekten üzgün görünüyordu. Beni, Karaköy'de kahvaltısını epey övdüğü bir yere götürdü.
Kahvaltı ederken fazla bir iştahım olmasa da gerçekten masa oldukça şahane gözüküyordu. Yüzbaşı da sabah bir şeyler atıştırmış olduğunu söyledi ama bana göre daha iştahlıydı. Önümdeki çayımdan küçük yudumlar alırken arada bir bakışlarımı ona dikiyor ve keyifliymiş gibi gülümsüyordum. Aslında burasını da, Yüzbaşı ile dışarı çıkmayı da sevmiştim. O yanında rol yapılacak biri de değildi. Doğaldı, güler yüzlüydü, insana pozitif bir enerji veriyordu. Ama bilmiyorum hala son zamanlarda yaşadıklarım beynimi uyuşturuyordu, bir türlü içinde bulunduğum ortama kendimi ait hissedemiyordum.
Peynirlerden birini ağzıma attıktan sonra tabağıma aldığım menemeni de çatal ile ağzıma götürdüm. Ömer bir bardak daha çay söylerken, ağzımdakini güçlükle çiğnedim. Yuttuktan sonra başımı kaldırıp ona baktım. "Ee İstanbul'a neden geldiğini anlatmadın? Pek sık gelmezdin ya, o yüzden şaşırdım."
"Evi satışa çıkardım, biliyorsun yıllardır boş öyle duruyordu. Ne kiraya verdim, ne de bir şey. Birkaç emlakçıyla görüştüm işte sabah."
Çatalımın ucunu önümdeki hellim peynirine tereddütle batırırken ne diyeceğimi bilemedim. Sandalyede geriye yaslandığımda içime dolan boğucu kasvet oldukça tanıdıktı. Aynı rüyamdaki o boğucu griliğin bende yarattığı his gibi. "Başka bir yerde bir hayatın var tabi, babanın da hapisten çıkması yakın gözükmüyor..." Bunu söyledikten sonra dudaklarımı ıslattım. Ilgaz'ın bahsettiği mektup, annesinin kendisini asması, olayla bağlantısını anlatmadığı Ömer... Acaba Ömer'in babasıyla mı bir ilişkisi olmuştu Ilgaz'ın annesinin?
Umurumda olmamalıydı. O kız çocuğuna hayran olduğunu söyleyip tüm izlerini silen geriye hiçbir şey bırakmayan Ilgaz'ken, onun geçmişini merak etmem de oldukça saçmaydı. Onu hiç tanımamışçasına unutacaktım, diğer tüm her şey gibi. Fakat söylendiği gibi kolay değildi işte, bir seferde atamıyordum kafamdan, kalbimden.
"Babamı görüşe gittim bugün. Uzun zamandır gitmemiştim. Ev işi için görüşmem gerekti. Fakat son gördüğümden bu yana... Çökmüştü işte. Ciğerlerinin durumu bir iki yıldır iyi değilmiş, bir katil olabilir ama hiçbir zaman duygu sömürüsü yapan biri değildi. Sanırım bu konuda doğru söylüyor. 25 yıl hüküm yemişti, tuhaf bir şekilde 14 yıl daha yaşayamayacağını biliyorum. Ciğerlerinin hali daha da kötüye giderse muhtemelen orada ölecek. Her neyse işte, o eve dönecek kimse yok. O yüzden iyi oldu satılacak olması." Ömer'in ifadesiz tutmakta epey zorlandığı yüzüne bakarken tüm bunların onu ne denli acıttığını görmek benim de içimi burktu. Çoğu zaman babasından bahsetmezdi Yüzbaşı. Sadece hapiste olduğunu bilirdim, cinayetten içeri girdiğini bile babamdan duymuştum bir kez. Ömer daha çok annesinden bahsetmişti. Deli dolu, çılgın bir Fransız kadınıydı. Alışverişe tonla para harcardı, umutsuz bir romantikti, hiçbir ilişkisinde dikiş tutturamamıştı ve çoğu zaman Ömer'e yalnızlıktan yakınıyordu.
Babasının hapse girdiği tarihin 11 yıl öncesini işaret etmesi, Ilgaz'ın annesinin intiharı ve mektuptan bahsettiği yıl ile aynıydı. İçimdeki şüphe kırıntıları biraz daha yüzeye çıktığında dikkatli olmam gerektiğini hatırlattım kendime. Bu konu Ilgaz için olduğu kadar, Ömer için de hassas bir bölgeydi. Onu üzmek ya da incitmek istemiyordum.
"Bundan bahsetmek seni üzüyor. Kimi üzmez ki? Yine de baban ne yapmış olursa olsun ara sıra onu ziyaret et. Sağlığı da yerinde değilse... İşte insan her ne kadar içten içe affedemese de gözden çıkaramıyor. Silemiyorsun tek kalemde. İstiyorsun aslında ama işte yapmak kolay değil." Uzanıp Ömer'in elini tuttum. Sonra yanlış anlamasından korkarak geri çektim. "Şu buluşmada da gerginlikten dolayı öylece ayrılmak zorunda kaldım. Eğer seni kırdıysam ya da Clair'e karşı kabalık etiysem, gerçekten bunun için üzgünüm. Aslında aramam gerekirdi seni. Bilmiyorum, fazla düşünceli biri değilim işte. Araya bir şeyler girdi. Gerçi bu da bahane değil."
"Arya, lütfen. Böyle düşünme. Sen tanıdığım en düşünceli insansın. O buluşmaya gelince ne olursa olsun Ilgaz o masada bile olsa kontrolümü kaybetmemem, gerilmemem lazımdı. Ama zordu işte, ben de bunun için üzgünüm."
"Neden?" diye sorduğumda ağzımın içini dişledim gerginlikle. "Ilgaz ile bu denli birbirinizden neden nefret ediyorsunuz?"
"Anlatmadı mı?" diye sorduğunda sesi bir hayli şaşkındı. Kollarını masaya yasladığında söylediği çayı da geldi. Kibarca teşekkür ettikten sonra garson da yanımızdan uzaklaştı. Bakışları merakla beni tartarken düşüncelerimi toparlamaya çalıştım. Karmakarışık hissediyordum. "Pek bir şey anlatmadı. Yani neden birbirinizden nefret ettiğinizi açıklamış sayılmaz. Sadece onların evlerine bir mektup getirdiğini söyledi 11 yıl önce. Sonrasında söyledikleri çok kopuktu. Annesinin intiharını anlattı ama o bile anlaşılır, net değildi. Yani, bildiklerim aslında birer tahmin."
Ömer derin bir nefesi dudaklarından dışarı bıraktığında sırtını sandalyeye yasladı ve yanımızdaki camdan dışarısına baktı kısa bir an. "O güne de sonrasına da, her şeye lanet olsun,"
Bir cam duvarın arkasında duran, aslında şu an oldukça yakın olduğum geçmiş Ömer gibi aynı zaman da Ilgaz'ın da geçmişiydi. Bu yüzden ellerim terlemeye başlamıştı, dudaklarım kurumuştu. Tuhaf bir panik durumundaydım. Yorgundum ama bir yandan son derece meraklıydım. Ilgaz'ı geçmişe gömmeye kararlıyken bir yandan da bilmek istiyordum onun geçmişini. Kafamdaki karmaşa ve kaos dibe çekiyordu beni.
Ilgaz hakkında ne biliyordum ki? Onun benim geçmişim ve çocukluğum hakkında o kadar çok şey bilmesine rağmen benim Ilgaz'ın geçmişi hakkında bildiklerim yok denecek kadar azdı. Tekrarlıyordum, söylüyordum kendime. Bu vakitten sonra onunla ilgili hiçbir şeyi merak etmemeli, adını bile ağzıma almamalı, ondan ayrı olan yoluma, önüme bakmalıydım. Ama anlamıyordum işte. Onunla ilgili küçücük bir şey öğrenmek için böylesine yanıp tutuşuyordum. Benim neyim vardı böyle?
Ilgaz, kendi hakkında bile yalan söylemişti bana. Ona avcılık meselesini sorduğumda babasından bahsederken annesi ile boşandıklarını söylemişti. Yalan söylediğini anlayamazdınız bile. Yüzündeki ifadede değişme bile olmamıştı. O maskelerini benimleyken de takmıştı aslında. Onu suçladığımdan değildi. Böyle acı bir aile geçmişi varken onu yok saymasını ve bir yalan ile geçiştirmesini anlıyordum aslında. O kutunun canımı nasıl acıtacağını bilecek kadar beni iyi tanıyan Ilgaz'ı da azcık da olsa tanıyabilmek istiyordum işte. Daha fazlasına hiçbir zaman sahip olamayacaktım zaten.
"Ilgaz'ın annesi..." diye söze başladığımda kuruyan dudaklarımı ıslattım. Sonra önümdeki soğumaya yüz tutmuş çayımdan bir yudum aldım. "Senin getirdiğin bir mektupla tüm bunların ne bağlantısı olabilir? Annesi, kiminle aldatmıştı babasını? Biliyorum, burnumu sokmaya, bu geçmişi eşelemeye hakkım yok ama..." Duraksadım. Sesim titredi. "Ondan hiçbir zaman duyamayacağım Ömer." Sesime yansımış olan acıyı fark ettiğinde irkildi. Buraya neden döndüğümü, kasabayı, Ilgaz'ı sormamıştı. Belki de babam kendi bildiği kadarıyla bir şeyler söylemişti ona, bilmiyordum.
Derin bir nefes aldığında iki elini de alnına yerleştirdi ve yavaşça ovuşturdu. Bu sırada geriye doğru taranmış olan sarı saçları da alnına dökülmüştü. "Ilgaz'ı yıllar sonra ilk kez Murat Atahan'ın nişanında gördüm. İlk baş çıkaramadım. 13, 14 yaşlarındaki o toy çocuktan çok farklıydı, değişmişti. Ama o sürekli huzursuz ve kızgın bakan gözlerini, o bakışı nerde olsam tanırdım. Onunla ya da babasıyla bir daha karşılaşacağımı düşünmemiştim aslında. Ya da bu düşünceyi kafamdan kovmuştum, huzursuz ediciydi."
Ömer çayından bir yudum aldığında yüzünün oldukça solgun göründüğünü fark ettim. Şu an kafasında dönen geçmiş oldukça acı olmalıydı. "Annem ve babam evlilikte son çabalarını harcamak için Türkiye'ye döndüğünde küçüktüm. Boşanmaya karar verdiklerinde annemin alkol problemi vardı. Bu yüzden velayetimi babam aldı. Annem Fransa'ya döndüğünden de uzun yıllar biz hep baba oğul yaşadık." Babasından bahsetmesi, tahminimin kafamda yanıp sönmesine neden oldu. Fakat sonunu bildiğim bu hikâyede tam olarak neler yaşandığını bilmek için pür dikkat onu dinliyordum.
"Her neyse, annemin kendisinden küçük bir erkek kardeşi vardı. Aramız da mesafeler de olsa telefonda da olsa iletişimi hiç koparmamıştık, aramız iyi olmuştu dayımla her zaman. Anneme benzerdi; hayalperestti, maceracıydı, enerjikti, rahattı, sanatçı ruhluydu, kültürlüydü. Birçok yanıyla imrenilecek biriydi aslında, o yüzden onu adeta bir idol gibi görürdüm. O yıl bir roman yazıyordu. Hikâyenin İstanbul'da geçmesinden dolayı Fransa'dan uçağa atlayıp bize geldi. Dediğim gibi rahattı, babamla annemin yıllar önce boşanmış olması falan takıldığı bir şey değildi. Babam sevmezdi pek onu, aynı annem gibi onunla da karakteri uyuşmuyordu. Ama dayım işte bu, ikna konusunda çok yetenekliydi. Babamı da bir şekilde ikna etti. Kitabı için araştırmalar yaparken o sürede o da bizim evimizde kalıyordu. Saatlerce romanını anlatırdı, onu İstanbul'un tüm tarihi mekânlarında, tüm hayran olunacak yerlerinde gezdirirdim. Bazen o mekânda oturur, hikâyesinin orada geçen bölümünü yazardı. Enerjisi bana da bulaşırdı, neşesi, coşkusu. Türkçe'yi de çat pat öğrenmeye başlamıştı benimle beraber. Çok yetenekliydi. Sırf bir kitap karakteri Türk diye onu öğrenmek için bile gece gündüz benimle beraber pratik yapıyordu. Birkaç ay sonra anlatmaya başladığı şey romanından daha çok, bir kadın oldu."
Ömer ile göz göze geldiğimizde soğuk bir ürperti bedenimde kol gezmişti. Tüylerim diken diken olmuştu bu kez önüme serilen bariz gerçekle. Yanılmıştım. Babası değil, dayısıydı.
"Gece gündüz o kadını anlattı bana. Güzelliğinden bahsetti. Sarı saçlarından, soğuk tavırlarından, gözlerinden, ondan üç dört yaş daha büyük olmasından... Kadına âşık olmuştu. Kadının ona yüz vermemesinden dolayı da alışılmadık bir şekilde eski neşesini kaybetti. Romanıyla ilgilendiğini görmüyordum bile. Kumara başlamıştı. Babam ile birlikte kumara kaptırmıştı kendini. Bir gün bana o kadınla kısa da olsa bir aşk yaşadıklarını, ama kadının onu terk ettiğini söyledi. Bu yüzden berbat haldeydi. Kadına deli gibi âşıktı, ondan başka hiçbir şey düşünemiyordu fakat kadın bu aşkın olmaması gerektiğini söyleyip onu gözden çıkarmıştı. Anlattıkları bunlardı. Onun dışında kadının evli olduğundan, neredeyse bana yakın bir yaşta oğlu olduğundan da hiç bahsetmedi."
Gözlerimin önünde beliren Ilgaz'ın o çocuk hali, göğsümü bir mengenedeymiş gibi sıkıştırdı. Tüm bunları duymak isteyen bendim ama şimdi her birini duyunca omzumda ağlayan Ilgaz'ın acısını tekrar tekrar hissetmiştim kalbimde. Onu affedemiyorum, deyişi çınladı kulağımda. Kendimi onun yerine koyarken öyle acıdı ki canım. Annem bir aşkı için gururunu yerle bir ederken, evlilik dışı bir çocuğa hamile kaldığı için ayıplanırken tüm her şeye karşı savaş veren annemi anlamış ve sevmiştim. Peki ya evli olan annesinin, çok sevdiği babasına ettiği ihanetle nasıl başa çıkabilmişti Ilgaz?
"Kadın, telefonlarını açmadığı, onu hayatından tamamen çıkardığı için bana yazdığı mektubu ona vermemi istedi. Ne bir kocadan ne de bir çocuktan haberim vardı. Mektubu Fransızca yazdığını söylerken bu ayrıntıyı neden belirttiğini anlamamıştım aslında. O ise kocasının da oğlunun da o saatlerde evde olmadığından eminmiş, her hâlükârda da mektubu Fransızca yazmış ki bir başkası açıp okuduğunda neler yazdığını anlamasın. İşte o gün mektubu vermek için dayımın yazdığı adrese gittim. Ya kadının evde olmayıp kapıyı açmayacağını ya da kapıyı sadece onun açacağını düşünmüştüm. Fakat kapıyı benden üç dört yaş daha küçük, üstünde okul üniforması olan bir oğlan açtı. O an kafamda çok silik. Mektubu vermek istediğim ismi söylediğimde annesi olduğunu söyledi ve mektubu almak istedi. Benim kim olduğumu sordu sanırım. Anne kelimesini duyduktan sonra zaten beynimden vurulmuşa döndüm. Sonra kapının üstüne iliştirilmiş bir telefon faturasında yazan Doğan Ateşoğlu ismini de görünce kadının evli olduğunu anlamam da uzun sürmedi. Öyle büyük bir panik içerisindeydim ki mektubu telaşla geriye çektim, telaşımı çok fazla belli ettim. Daha önceden bir şeylerden şüphelenmişti belki de Ilgaz çünkü mektubu almak konusunda ısrarcıydı. Yaşça ondan büyük olduğum daha iriydim ve kuvvetliydim, direnseydim mektubu elimden alamazdı aslında ama o anda mektubun Fransızca yazıldığı aklıma düştü ve çekelemeyi bırakıp mektubu almasına izin verdim. Nasıl olsa okuyup anlayamaz diye. Zarfı aceleyle yırttı, fazlasıyla gergindi. Daha önce bir şeylerden şüphelenmemiş olsa o denli bir telaş ve ısrarcılıkla okumak istemezdi mektubu. Dayımın da bilmediği bir şey varmış. Ilgaz, Fransızca biliyormuş. Olaydan sonra dayım bir tahmin yürüttü. Ilgaz'ın teyzesi Fransız bir adamla evlenmiş yıllar önce. Ilgaz o zamanlar kuzenleriyle yazışırken bir şekilde öğrenmiş olmalı, ya da kuzenleri yüzünden heves etmişti bilmiyorum. Zaten Ilgaz'ın annesi oğlundan bahsederken hep çok zeki ve akıllı olduğunu söylüyormuş. Bunun nedeni bir yana mektubu okuyabildiğini yüzündeki dehşet ifadesinden anladım, o sırada merdivenlerden annesi indi. Kadın bir Ilgaz'a bir bana bakarken hiçbir şey anlamıyordum. Sanki tüm kan vücudumdan çekilmişti, sağır edici bir uğultu duyuyordum. Bana kim olduğumu sordu sanırım bilmiyorum aslında duyamadım o an hiçbir şeyi. Merdivenlerden panik içerisinde inişimi hatırlıyorum. Tüm Kadıköy'de durmaksızın koşturduğumu hatırlıyorum. Sonra dayımı aradım, öfkeden ne dediğimi de tam bilmiyorum. O günün sonrası kopuk aslında. Eve nasıl geldim, dayımla tartışırken neler konuştuk... Her şey silik. Defalarca aradı kadını. Ertesi gün dayım çalıştığı okula gidince öğrendi. Asmış kendini."
"Onu ne zaman hatırlayacak olsam, bana boynuna geçirdiği o iple ve o ölü gözleriyle bakıyor."
Ellerimi yüzüme kapadım, gözlerimde biriken yaşları geri göndermek için zorladım kendimi. Ömer'in anlattıkları, Ilgaz'ın söyledikleri yaktı içimde bir yeri. O çocuğu alıp tüm o karmaşadan, acıdan kurtarabilmek istedim. Ilgaz'a uzatabilmek istedim ellerimi, onu hala acıtan o geçmişten kalan tüm yaralarını kapatmak istedim. Bunun imkânsızlığı daha da yaktı canımı. Peki ya hangi fotoğrafı tutuşturacağım, sana ait bu acıyı unutabilmek için Ilgaz?
"Sonra her şey bir kaos. Hiçbir şey bilmeden bir kadının kendini öldürmesine sebep olmanın vicdan azabı mı? Anlatılamayacak kadar ağırdı. Bir harabeye dönüp, kendini suçlayan, yaşayan bir ölüye dönen dayım mı? Babam evli bir kadınla ilişkisi olduğu için evden kovdu onu. Ben, kapıya gelen bana bakan o kadını canlandırdım durdum kafamda sürekli. O çocuğun hayatını mahvetmenin bilincinde beynimdeki çığlıkları dinlemek zorunda kaldım. Dayımdan öyle nefret ettim ki. Aşkının büyüklüğü umurumda bile değildi. Aşkının içine karıştırdığı o bencilliğin bir çocuğun hayatını karartmasından sonra nasıl aşkta her şey mübah diyebilirdim ki bir daha? Birkaç gün ondan haber alamadım. O birkaç gün içinde Ilgaz'ın babası da bizim evimizi basmıştı. Ben tamamen kaybetmiş, parça parça olmuş bir adam gördüm o gözlerde. İçindeki acıyı, öfkeyi dayımdan çıkarmak istiyordu, hesap sorabilmek... Çok öfkeliydi, çok darmadağındı. O halde kaybetmiş bir adam her şeyi yapabilirdi. Dayımın evde olmadığına ikna olduktan sonra babam onu evden gönderdi. Birkaç gün sonra da bir haber aldım. Dayımın cesedi bulunmuş. Aklıma ilk gelen intihar olsa da sırtından vurulmuş olması nedeniyle doğrudan bir cinayete işaret ediyordu. Darmadağın olan psikolojim olabilecek en kötü yerdeydi. Fransa'dan apar topar gelen annemin feryatları, dayıma söylediklerim için kendimi suçlamam... Beni de ortadan kaybolması ve cinayetiyle ilgili sorguladıklarında katili olabileceğini düşündüğüm tek olası ismi vermiştim. Evimizi basması, o öfkeli, yıkılmış hali, dayımı köşe bucak araması... Katilin Doğan Ateşoğlu olduğunu düşündüğümü söyledim, babam da buna benzer bir ifade vermiş. Tüm şüpheler onun üzerine çekildi. Cinayet silahı da bulunamayınca tüm deliller de onu gösterdi. Karısıyla aşk yaşayan, karısının durum öğrenilince kendisini asmasından sonra bir kocanın öfkesine yenilip bir cinayet işleyebileceği akla fazlasıyla yatkındı. Deliller, tarihler uyuşuyordu. Bizim de ifadelerimiz etkili olunca tutuklandı. Mahkemesi görülünce hapse girdi."
"Kaybettim, her şeyi kaybettim..."
Gözlerimden akan yaşları elimin tersiyle silerken sargılı olan elimi dudaklarımın üstüne bastırdım. Omzumun üzerinde çaresizce, en dipte yaşadığı o acıyla kavrulurken ağlayan Ilgaz... Rüyamda o kadehi kaybettiklerine kaldıran o Ilgaz... Babasını, Atahanlar ile yaşadığı bir tartışmadan sonra kurban eden Ilgaz. Kimi kalmıştı? Gerçekten Ilgaz, bu denli büyük kaybetmiştin de nasıl böyle dimdik, sarsılmadan durabildin ayakta?
"Hapishane kapısının önünde Ilgaz'ın daha o yaştayken o öfkesiyle üzerime atladığı kısım var. Annesini de babasını da kaybetmiş bir çocuğun öfkesi, acısı. Babasının bizim yüzümüzden hapse girdiğini haykırdı durdu, annesinin dayım yüzünden öldüğünü bağırdı. Belki de daha çok şey. Ama tüm o anıları kafamda öyle derinlere ittim ki. O kadar net hatırlayamıyorum. Bu yüzden bu denli nefret ediyor benden. Dayımın acısını, her gün o mektubu verdikten sonra, kendini asan o kadını... Bunları tekrar tekrar yaşadım ve hep annesiz, babasız kalan Ilgaz için bir şeyler yapabilmek istedim. O günlerde eşinden boşanmış, çocuklarıyla yaşayan teyzesinde kaldığını öğrendim. Çok kez geçtim o evin önünden ama bir türlü cesaret edemedim karşısına çıkmaya."
Ömer biraz duraksadı, derin bir nefes aldı. Bakışlarını önümüzdeki masaya bomboş bir şekilde odaklandı. "Birkaç ay sonra... Babam kendi vicdanından kaçamadı sanırım. Dayımı öldürenin o olduğunu itiraf etmiş."
"Ne?"
Yüzbaşı başını kaldırıp bana baktığında güçlükle yutkundu ve ardından başını salladı. İki elini de masanın üzerinde kenetlerken parmak boğumlarının bembeyaz olduğunu gördüm, yüzünün rengi de atmıştı. "Demiştim ya babam ile beraber kumar işlerine bulaşmıştı. Babamdan yüklü bir miktarda borç almış dayım. O son günlerde de babam ödemesi için hep sıkıştırmış. Dayım hep duymazdan gelmiş onu, ukalaca cevaplar vermiş, dediğine göre kışkırtıcı konuşuyormuş. Ilgaz'ın annesinin intiharından sonra da birkaç gün ortadan kaybolmuştu. Babam hem evli bir kadın birlikte olup bizi de polislere bulaştırdığı için hem de borç yüzünden tartışmış onunla. Parasını istemiş babam, o ise vermeyeceğini söylemiş, hiçbir şeyin umurunda olmadığını bağırmış durmuş. Alkollüymüş zaten dayım. Kavgalarının boyutunu bilemiyorum o kadar. Biraz tartaklamışlar birbirini, en son dayım babama yumruk atıp parasını hiçbir zaman alamayacağını söylemiş ve yanından yürüyüp gitmiş. Babam da yere düştüğü o sırada cebinden sadece korkutmak için götürdüğünü söylediği silahını çıkarmış. Durdurmak için, o anki öfkeyle ateş ettiğini söylüyor. Öldürme amacı yokmuş. Adaleti yanıltmak, suçu başkasına yıkmak, cinayeti örtbas etmek gibi suçlar da girdi işin içine. Öyle işte, Ilgaz'ın babası hapisten çıktı benim babam girdi."
Birkaç saniye durup tekrar dışarıya baktıktan sonra devam etti. "Sonra da askeri okul sınavlarını kazandığımı öğrenir öğrenmez geçmişi arkamda bırakıp terk ettim İstanbul'u. Ilgaz ve babasını da bir daha hiç görmedim. En azından o çocuğun babasıyla beraber hayata tutunacak olması bir nebze de olsun teselli verdi. Onun dışında benim tutunacak pek fazla bir şeyim yoktu. Her zaman idol gibi gördüğüm dayımı ve ona her zaman inandığım, sevdiğim babamı kaybettim. Geriye pek fazla bir şey kalmamıştı bu şehirde, acılardan başka."
Bu kadar ağır olan bu geçmişin sadece Ilgaz için değil, Ömer için de ne denli acı dolu olduğunu işte şimdi daha iyi anlıyordum. O da aynı Ilgaz gibi tüm bu olanların, hiçbir şeyden haberi olmayan suçsuz bir kurbanıydı sadece. Önümdeki peçeteyi alıp nemli gözlerimde gezdirdikten sonra çayından bir yudum daha alıp dağılmış yüz ifadesini toparlamaya çalışan Ömer'in elini tuttum bir kez daha. Bu kez hemen çekmedim. Masanın üzerinde birleşen ellerimize baktıktan sonra kaç yaşında olursa olsun her daim çocuksu kalacak gözleriyle, gözlerimin içine baktı. "Tüm bu şeyleri... Yaşadığını hiç bilmiyordum. Ne diyeceğimi bilmiyorum, inan ki. Bir yanda Ilgaz'ın yaşadıkları, bir yanda senin..." Sesim titrerken ona güç ve güven vermek istemiştim aslında. Ama ondan çok benim daha fazla teselliye ihtiyacım var gibiydi.
Diğer elini de uzatıp elimi avuçlarının arasına aldı. Sanki beni anlamış gibi, o beni iyi hissettirmeye, güç vermeye çalışıyordu. Gözlerinin dolduğunu gördüğümde kalbimde ince bir sızı hissettim. Gözlerini kırpıp yaşları geri gönderdikten sonra gülümsemeye çalıştı. "Yine de yıllar sonra birine anlattığımda rahatlamış hissediyorum. Sanırım bu kişinin sen olması, bu şekilde hafiflemiş hissettiriyor."
Benden beklenmeyecek bir şeyi yaptım. Masadan ayağa kalkarken ellerimiz ayrılmıştı. Onun yanındaki sandalyeye oturup kollarımı boynuna doladım ve yüzümü geniş omzuna gömdüm. Gözyaşlarım akarken, darmadağın hissediyordum. Tüm duyduklarım, öğrendiğim geçmişin o ağır yükü... Ömer'in acısını yatıştırmak istedim, kendi acımla beraber. Ilgaz'a gelince... Ona hiçbir zaman ulaşamayacak, onu göremeyecektim. Ona deli gibi sarılıp acısını paylaşmak isterken bunun imkânsız olduğunu bilmek acıtıyordu. Çok acıtıyordu hem de. Ilgaz, seni nasıl unutacağım?
Yüzbaşı geçen saniyelerden sonra ona sarılmamın şokundan sıyrıldığında kollarını bedenime doladı. Onun kolları arasında kendimi küçük bir kız çocuğu gibi hissettim. Varlığı tarifsiz bir güven veriyordu. Kaç dakika sarıldık, kaç dakika o geçmişin acı yüzünü sindirmeye çalıştık bilmiyorum. En sonunda geriye çekildiğimde birbirimizin yüzüne baktık. Tuhaf bir andı. Yüzlerimiz hiç olmadığı kadar yakındı. Dudaklarım kıvrılırken ona bir tebessüm ettim, sonra onun da dudakları kıvrıldı ve o da gülümsedi. İkimiz de birbirimize dostça baktık.
Yüzbaşı o andan istifade beni öpmek gibi bir hamle yapmadı. Belki de onu gerçekten Ömer yapan buydu. O eşi bulunmayacak, kalbimde her daim yer edecek biriydi. Ve belki de cesaret adı verilen o aşkın dayısından sonra nasıl acıttığını gördükten sonra kimsenin anlayamayacağı gibi yaşıyordu duygularını. Masumca, hiç dokunmadan, hiçbir şey söylemeden ve belki de bazen karşılık bile beklemeden.
Başımı onun omzuna yatırırken saniyeler boyunca sustuk. Konuştuğunda ise hiç beklemediğim o soruyu sordu. "Ilgaz'ı... Çok mu seviyorsun?"
Havada asılı duran sorusu sanki tüm zaman kavramını aldı götürdü benden. Önüme döküldü belki de tüm o aylar, haftalar, günler... Her defasında rüyamdaki gibi garip bir soğukluk sardı içimi. Üşüdüm. Çırılçıplak hissettim kendimi. Koşturdum durdum, o ıssız sokaklarda. Kimseler yoktu, kimse veremedi bana cevabı. Kendime hiç soramadığım bu soru tutuşturduğum tüm o fotoğraflar gibi yaktı içimi. Bunun cevabını aramak istemedim kendimde, bu vakitten sonra artık bir önemi dahi yoktu. Biliyordum, aynı o rüyamdaki gibi. O müziğin sesine koşturduğumda Ilgaz için de Onur için de geç kalmıştım. İkisi de kaybettiklerini kabullenmiş, Ilgaz ise Özge ile bir hayat kurmuştu kendine. Kalbimin sesini ararken de ben yine geç kalacaktım, Ilgaz'a. O çoktan kendine bir hayat kurmuş olacaktı. Mecbur bırakıldığım o vedayı kabullenmeliydim. Biz kaybetmiştik. Dünyadaki tüm kadehleri kaldırsaydık, içimde biriktirdiğim, çığlık çığlığa sustuğum o vedaya. Aynı masada kaybettiklerine kadeh kaldıran ve birbirini tamamlayan Ilgaz ile Arya olamazdık bir daha.
Onu seviyor muydum? Bu cevabı veremeyecektim kendime. Vermeyecektim de. Onu bir daha görmeyeceğime bir hayli emindim o an. Ama evren bir kez daha şaşırttı beni, ben yine yanıldım. Masanın üzerindeki telefonum çaldı, onu görmezden geldim.
Başımı Ömer'in omzundan kaldırıp ona bu kez içime çöreklenen acı ile bakarken ne diyeceğimi bilmiyordum aslında. O da aynı şekilde bana baktı. Aynı benim gibi, canı yanmış duruyordu.
Telefonum ısrarcı bir şekilde ikinci kez çaldığında Ömer de gözlerini kaçırdı. Ben de uzanıp telefonu aldım. Feray arıyordu. Şu an sınavda olduğunu düşünürken aramış olmasına şaşırdım. Serkan meselesinden tedirgin olduğum için hemen açtım telefonu. "Arya," diyerek konuştuğunda sesi oldukça telaşlıydı. "Mete beni aradı, senin numaran yokmuş onda." Hızlı hızlı bir çırpıda konuşmuştu. Kalbim bir anda göğsümden fırlayacak kadar hızlı atmaya başladı.
"Babamla seni almaya geleceğiz, lütfen sakin ol. Ama bir kaza olmuş. Doruk ile babası...Durumları ağırmış. Hala hayatta olduklarını söyledi yine de ama... Mete dedi ki, onları son kez görmek için... Haber vermek istemiş sana."
Ne bölümdü ama... Ilgaz ve Ömer'in geçmişi, ne diyorsunuz?
Kaybedilenler... Arya'nın rüyası? Bir anlam içeriyor olabilir mi?
Her karakterin bir hayli kayıp verdiği bu hikayede diğer bölümde de üzüleceğiz. Fakat bu kez Ilgaz'ı flashback ya da rüya dışında gerçekten göreceğiz. Feray'ın haberini verdiği kaza ve bölüm hakkında düşüncelerinizi çok merak ediyorum. Hikayeyi yeni bir dönemece sokacak bir bölümdü. Diğer bölüm zor olacak benim için, kadehimizi kaldıralım tüm kaybettiklerimize.
Oylarınızı ve yorumlarınızı eksik etmeyin. Sizleri seviyorum. Görüşmek üzere, asilerim.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro