31. BÖLÜM: "KAYBOLMUŞ RUH"
Bölüm şarkısı: Sıla | Ağla Halime
Kimler Arya'yı özledi? Arya'ya sahip çıkalım.
31. BÖLÜM: "KAYBOLMUŞ RUH"
Dünya gürültülü bir yer, herkes bas bas bağırıyor; sesini duyurmak için, kabul görmek için, anlaşılabilmek için, çoğu zaman da sırf konuşmuş olmak için. Ama yalnız bir ruha sahip olduğunda aslında o kadar sessiz ki. Hiçbir anlam ifade etmeyen o gürültülere kulak tıkamak ve sessizliğe hapsolmak oldukça kolay aslında. En zoru o gürültülü sessizlikle baş edebilmek... Bunun ise üstesinden gelmekte bocalıyorum. İçimde yanan kocaman bir yangın var ve ne yazık ki bugün de sönmüş değil.
Her gün içimdeki bu acıyla yaşamaya çalışmak, nefes almak için debelenmek ve unutmak için çaba sarf etmek, sınav için bir türlü ezberlenemeyen yığınla gereksiz bilgi gibi. Ertesi gün, dünkü kat ettiğim tüm yolları unutmuş oluyorum. Nasıl yaşanılır, nasıl unutulur sanki her gün yeniden tüm yöntemleri ezberlemeye çalışıyorum. Ben acıyı unutmak konusunda yıllardır o derslerden kalmış biriyim zaten, bu sonuncusu fazla değil miydi? Tekrar tekrar onsuzluğu ezberlemiştim ama hala buna nasıl alışılır bir türlü oturtamamıştım kafamda. Zihnim tıka basa onun ile doluyken unutmaya çalışmak en büyük eziyetlerden biri değil de neydi?
28 gün.
Sanırım geçen her günde diğer insanlara uzaktan bakıp o gürültülü kahkahalarının, boş muhabbetlerinin, dedikodularının nedenini anlayamadığım için hep yaptığımı yapmıştım. Kulaklıklarımı kulağıma takıp tüm gürültüleri, kahkahaları, dedikoduları, insanların beni rahatsız eden seslerini böyle bastırmıştım. Sessizlikte çalan melodileri dinlemiştim sadece. Her gün onunla dans ettiğimiz şarkıyı defalarca dinlerken ezberlemiştim de hala nasıl unutulur bilmiyordum. Bu konuda hatırı sayılır bir ilerleme gösterememiştim. Bugün de öyle yapıyordum, aynı şarkı kulaklarıma doluyordu. Bakışlarımı diğer insanlardan ziyade önümdeki küllüğe odaklamış saniyelik hareketlerle parmağımın arasındaki sigarayı dudaklarıma götürüyordum. Bugünlerde gri dumanlara takmıştım, şimdi de yok olacağını bildiğim bir duman olmak istiyordum. Belki de kısa sürede yok olacağını bildiğim her şey olabilirdim.
Başımı geriye atıp sırtımı sandalyeye yasladığımda siyah gözlüklerimin ardından parıldayan güneşi gördüm. İnsanların bu kadar cıvıl cıvıl olmasının nedeni buydu belki de, günlük güneşlik bahar havası... Bana göre her şey oldukça gri gözükürken şu kampüse uymayan tek insan bile olabilirdim. 28 gündür olan bir şey değildi aslında, başından beri bu hayata uyumsuzdum. Doğduğumdan beri olma ihtimali bile yüksekti.
Sigarayı dudaklarıma tekrar götürdüğümde kulaklığımdaki yabancı şarkıya karışan bir ses duydum. Başımı hafifçe eğip omzuma doğru yatırdığımda yan tarafımdaki sandalyeyi çeken Berkan'ı gördüm. Her zamanki gibi bembeyaz dişlerini gösterip gülümsedi, ardından bir şeyler söyledi. Dikkatimi çekmek için gözlerini irice açtı ve elindeki broşürlerden birini uzattı. Kulaklığımın tekini çıkarırken ona bakmayı sürdürdüm. Uzattığı broşürün şu bahar aylarında yapılan şehir dışı gezilerden biri olduğunu gördüm. Berkan ve sayısını bilmediğim kadar kulübe üye oluşu, ha bir de insanları da katmak için üşenmeden çaba harcaması...
"Dün de Eskişehir broşürü göstermiştin, şimdi İzmir. Sırada ne var? En iyisi sen dünya dışı bir yere gidecek olduğunuzda bana haber ver."
"Dün mü?" Gözlerini abartılı bir şekilde kırptığında başını iki yana salladı. "O, 3 hafta önceydi Arya. O zaman da buna benzer cümle kurmuştun. Anlamıyorum, her gün aynı günü yaşayan film karakteri mi sanıyorsun kendini?"
"Dün gibiydi," Her şey dün gibiydi. Gözlerim bir anlığına dalgınlaşırken çıkardığım kulaklığımı takacak oldum, parmağını hızlıca uzatıp müdahale etti. Kendime ait oluşturduğum alanımı işgal etmesi yetmezmiş gibi bir de müdahalede bulunuyordu.
"Stantlara bakmak..."
"Stantlara bakmak isteyip istemeyeceğimi soracaksın şimdi de. Ben de istemediğimi söyleyeceğim, sonra sen ısrar edeceksin, ben bağırmak durumunda kalacağım, sonra sen benim kaba bir kız olduğumu söyleyip dramatik bir şekilde sandalyeyi itecek başka insanlar aramaya gideceksin. Bu kısımları atlasak mı ne dersin?"
Birkaç saniye şaşkınlıkla bana bakakaldığında karton bardaktaki çayı dudaklarıma götürüp küçük bir yudum aldım. Dudaklarını sağa sola hızlıca bükerken bir sürü bileklikle dolu kolunu önümüzdeki masaya yaslayıp beni süzdü. Saçının önünü fönlemek için epey uğraştığı belli oluyordu, rüzgârdan dalgalandığında hemen eliyle düzeltti. "Geçen yıldan beri ilk defa bu kadar uzun cümle kurduğuna şahit oluyorum. Şaşırdım ama bunu sevdim de. İnsan haklarını savunduğumuz yürüyüşe katılsan ve konuşmacı olsan bence fevkalade bir konuşmacı olurdun."
"Sanırım lgbt yürüyüşlerinden bahsediyor," Karşımdaki sandalye çekilir çekilmez oturan kişiye gözlerimi devirdim, aynı Cenk gibi arkadaşları da diğer sandalyelere oturmakta bir sakınca görmediler. Cenk'in ve tayfasının Berkan'ı sevmediği gün gibi ortadayken Berkan'ın da onları bir kaşık suda boğmak istemesini bilmek için okula sürekli gidip gelmeye gerek yoktu. Berkan'ın aşağılayıcı bakışlarıyla Cenk'i süzmesinden anlaşılıyordu bu. Bir anda kalabalıklaşan masa rahatsızlık hissiyle sandalyemde doğrulmama neden oldu. "Ne oluyoruz? Hayırdır?"
"Sınıf arkadaşı değil miyiz, ders arasında beraber oturmamızdan daha normal ne var?" Cenk her zamanki sululuğuyla sırıtırken ona aynı Berkan gibi bakmaktan geri durmadım. Bu yılışıklığı sinir bozucuydu. Okula döndüğümden beri sınıf arkadaşı olmamızı bahane ederek benimle takılmaya çalışmıştı. Hâlbuki şu her gün defileye geliyormuş gibi sınıfa gelen sınıf temsilcisi kızla barıştığını sınıfa sürekli el ele girmelerinden anlamıştım. Onun yanında oturan Okan ise aynı benim gibi sigarasından bir nefes çektikten sonra bana baktı. "Ee Arya, okula geldiğinden beri doğru dürüst konuşamadık, anlat biraz. Senin tatil neden bu kadar uzun sürdü?"
Bu kez ruhsuz bakışlarımı onun üzerine diktim. Hiçbirinin benim okula gelip gelmemem ile ilgilendiklerini sanmıyordum. Araba yarışlarında tozu dumana katmamı eğlenceli buluyorlardı belki de. Ya da bazen karşı grupla girdiğimiz bahislerde benim sayemde kazanmalarını özlemişlerdi. Evet, nedeni kesinlikle buydu. "Bilmem, canım öyle istedi." Masanın üzerindeki siyah sırt çantamı elime alırken ayağa kalktım. Bir askısını omzuma geçirip onlar bana bakarken sigarayı küllükte söndürdüm. Sigara paketi ve çakmağı da kot ceketimin cebine attım. "Nereye ya?" diye sordu Cenk bozulmuş bir ifadeyle. "Görüşürüz Berkan," deyip yanlarından uzaklaştığımda zaten saniyeler sonra Berkan'ın da diğerlerine küçümseyici bakışlar atıp masadan kalktığını gördüm.
"Saçlar yakışmış bu arada!" diyerek arkamdan bağırdı Cenk. Kestirdiğim perçemlerimden ve biraz kısalttığım saçlarımdan bahsediyordu. Ah tabi saçımın altlarına attırdığım koyu kumrallardan da bahsediyor olabilirdi. Bunu flörtöz bir sesle söylemesinden sonra diğerleri kahkahaya boğuldular. Bir sonraki derse yirmi dakika olmasını umursamadan kafeteryadan çıkıp okula doğru yürüdüm. Sınıf ikinci kattaydı, merdivenleri çıkarken kafamda aynı şey dönüyordu.
28 gün.
Onun yokluğunda ruhumla, kalbimle, beynimle savaş verdiğim 28 gün. Onu aramamak için kendimi zor zapt ettiğim 28 gün. Okuldaki saçma insanlara katlanmak zorunda olduğum, onun dışında kendimi sürekli çatı katındaki odama hapsettiğim, uyku haplarıyla saatlerce uyuduğum 28 gün. Fakat geçen bunca güne rağmen Berkan'ın dediği gibi sanki hep aynı günü yaşıyordum. Her şey dün yaşanmış gibi berraktı hafızamda, kalbimde. Gözümü açtığım her günde tahta tavanımla bakışıyor ve demek her şey gerçekmiş diyerek tekrardan yasa bürünüyordum. Düşünmek için fazla izin vermemeye çalışsam da kendime, pek başarılı olduğum söylenemezdi.
O kasabadaki her günü her detayına kadar hatırlıyordum. Arkadaşlarımı, Orhan Amca'ları ve onu... Geçen gün televizyonda Doruk ismini duydum diye bile gözlerim dolu dolu olmuştu ve babamın yanından fırlayıp kendimi odama zor atmıştım. Babam da bir daha, gel biraz da salonda otur tarzı şeyler söylememişti bana. Uğraşması gereken bir sorunlu evladı daha vardı çünkü. Ben içime gömülürken genelde anne, babasıyla tartışan Feray oluyordu döndüğümden beri.
Gözlüklerimi gözümden çıkarıp başıma taktıktan sonra yüzüme yerleştirdiğim ifadesiz maskemle sınıf kapısından içeriye girdim. En arkadaki boş sıralara ilerlerken derin bir nefes verdim. Derse biraz daha olduğu için sınıfta tek tük insan vardı zaten. Sıraya oturduğumda sırt çantamı sıranın üzerine yerleştirdim, saniyelik bir süreyle sınıftaki insanlara baktım. Sınıfın solunda oturan birkaç kız kısa bir an bana bakıp sohbetlerine devam ettiğinde gereksiz gürültü dinlememek adına kulaklıklarımı kulağıma taktım ve yanımdaki pencereden dışarıyı izlemeye koyuldum. Aslında bir şey izlediğim falan yoktu. Sadece kimseyi görmek ya da seslerini duymak istemiyordum.
Geçen dakikalardan sonra sınıf git gide kalabalıklaşmaya başladı, ben de önüme döndüm. Sol yanımdaki sıra boşken sağ yanıma birinin oturduğunu gördüm. Açık kumral saçlı, saçlarının önü biraz daha uzun, beyaz hatta biraz soluk tenli bir çocuktu. Aynı benim gibi onun da üzerinde kot ceket vardı. Bu biraz rahatsız olmama neden olurken sıramda dik konuma gelerek doğruldum. Sınıftaki herkesi bilmesem de çoğuna az biraz da olsa göz aşinalığım vardı. Bu çocuğu ise daha önce hiç görmediğime emindim. Dudaklarını kıpırdatmasından bana bir şeyler söylediğini anladığımda homurdanmamak için büyük bir çaba sarf ettim. Bugün neden herkes benim sabrımı sınıyordu? Üzerime 'Kimse beni rahatsız etmesin.' yazan pankart mı asmalıydım yani? İletişime kapalı olduğumu daha fazla nasıl anlatabilirdim ki?
Kulaklıklığı isteksiz bir şekilde çıkarırken telefondan da hızlıca şarkıları kapattım. "Bana mı dedin, anlamadım?" diye sordum göz teması kurmadan. Ses tonum diğer insanlara göre soğuk olabilirdi fakat en fazla bu kadar oluyordu işte.
"Evet. Bir üst sınıftanım, dersi alttan alıyorum da belki hangi konular işlendiğini bana söyleyebilirsin, sınavlar yaklaşıyor ve bu dersi vermek için en azından konuları bilsem iyi olurdu." Konuştuktan sonra dudaklarını birbirine bastırdı ve bana bakmayı sürdürdü. Mavi gözleri yüzümde gezinmeye devam ettiğinde ona bakmayı bırakıp önüme döndüm. İşin komik tarafı şu an hangi derse girdiğimizi bile tam olarak bilmiyordum, en önemlisi de bunu sınıftaki en yanlış kişiye sorması büyük bir ironiydi. Ben düzenli not tutan biri değildim, hatta hiç değildim. Üniversiteye sırf evdeki odamda daha fazla şey düşünmek istemediğim için geliyordum.
"Sorabileceğin en yanlış kişiye sordun, tek bir tane konudan bile haberim yok." Ona bakmadan konuşurken gözümü sınıfta gezdirdim. Her zamanki gibi en ön sırada kankası Nurşah ile oturan ve siyah ajandasını çıkaran Berkan'ı gördüğümde onu işaret ettim. "Fakat şu siyah tişörtlü, bileklikli çocuğa sorabilirsin. Not konusunda biraz cimridir ama eğer ki şu meşhur stantlarını ziyaret etmeye gönüllü olursan bir istisna yapabilir belki." Olayı kendimden tamamen Berkan'a şutladığım için oldukça memnundum.
Kısaca yanımdaki çocuğa baktığımda başını onaylarcasına salladı ve ardından başını hafifçe eğip gülümsedi. "Yine de teşekkür ederim," Başımı sallayıp önüme döndüğümde bakışlarımı boş beyaz tahtaya diktim. "Yağız ben, ya sen?" Yan tarafımdan gelen sesinden sonra omuzlarımı düşürdüm. Kot ceketimin yen kısmını bileklerime doğru çekerken bıkkın bir ifadeyle ona baktım. Kollarını masaya yaslamış beni izliyordu. Sakin bir yüz ifadesi hâkimdi suratına. "Kimse ile gereksiz konuşmayı ve tanışmayı sevmeyen biri." Diyerek tekrar önüme döndüm ve hocanın gelmesini beklerken dirseğimi masaya yaslayıp yanağımı da avcumun içine bastırdım. Yanımdaki hışırtılardan çantasından defter çıkardığını anlayabiliyordum, neyse ki bana daha fazla bulaşmayacaktı. Bunu düşünmeme kalmamıştı ki tekrar gırtlaktan geliyormuş gibi olan boğuk sesini işittim. "Daha çok kaybolmuş birine benziyorsun ama,"
Bir iki saniye duyduğum cümleyi sindirmeye çalışırken gözlerim kapıya takılı kaldı. Bir tepki veremedim.
Kaybolmuş.
28 gündür içinde bulunduğum ruh halini tanımlamak için türlü kelimeler aramıştım, kullanmıştım ama her biri eksik kalmıştı. Bende olmayan kalbim, büyük bir yara almış, acıya saplanmış ruhum... Her birini kaybetmiş gibiydim sahiden de. Murat'ın ait olduğunu söylediğim evime geldiğimden beri kaybolmuştum. Bölünmüş ruhum, o gün kaybolmuş bir ruha dönüşmüştü.
Hepsini o kasabada, Ilgaz ile bırakmıştım. İsmini kısacık bir süre bile zihnimden geçirmek tüm bedenimin titremesine neden oldu. Boğazımda biriken, koca bir düğüm olan acıyı görmezden gelmek için büyük bir çaba harcadım o saniyelerde. "Sen de çokbilmiş ve ölçüsüz birine benziyorsun. Rahatsız edici," diye söylendikten sonra aceleyle sıranın üzerindeki çantamı ve telefonumu aldım. İki sıra önümdeki kızın soluna hızlıca oturduğumda bakışlarını telefonundan kaldırdı ve bana baktı. Zoraki bir tebessüm ettiğinde aynısını yapıp önüme döndüm. Kucağımda sımsıkı tuttuğum çantama başımı yaslarken göğsümün ortasına yerleşen acıyı zapt etmeye çalıştım.
Tüm ders böyle geçti zaten. Bir buçuk saat boyunca sırada put gibi oturup defalarca kez aynı kelimeyi geçirdim kafamdan. Kaybolmuş... Eğer 28 gündür yaptığım kendimi aramak ise, boş bir çaba içinde olduğumu anlamalıydım. 20 yıldır kim olduğunu bulamamış ben, birkaç ayı geçirdiğim o adamla olduğum Arya'yı mı özlüyordum yani?
Sınıftan çıkıp merdivenleri inerken, sınıf arkadaşlarımın birbiriyle olan şakalaşmalarını ve kahkahalarını belli belirsiz duydum. Hepsini arkamda bırakarak hızlı hızlı okul bahçesine doğru yürüdüm. Kampüsün dışına çıkarken de hızımı biraz olsun kesmedim, ne kadar hızlı yürürsem o kadar çabuk kafamdaki acı verici düşüncelerden uzaklaşacağımı sanıyordum. Bunca gündür hala yanıldığım ama inatla tutunmak istediğim saçmalıklardan birisiydi bu da.
Onur'un doğum gününde kafamda sürekli Ilgaz'ın suçlu olup olmadığı ihtimali dönerken kaybolmuştum ben. Aradığım tüm cevapların ortasında tek başıma kaybolmuştum. Ama yine de ona sığınmak isterken bulmuştum kendimi, onun kollarının arasında olabilmeyi arzulamıştım. İçimdeki boşluk bunca yıldan sonra bir onunlayken tamamlanıyor gibi olmuştu, bu haksızlık değil de neydi?
Benden nefret ediyordu. Birinden nefret etmek de insanı ayakta tutabilirdi. Bu kez elimde nefret bile yoktu. Onur kendini öldürdüğü için, bana tüm bunları yaşattığı için, beni bu dünyada bir başıma bıraktığım için ona karşı duyduğum nefretle ayağa kalkmayı başarsam da Ilgaz'a karşı neye tutunacaktım? Sadece hayatta olması... Biliyorum, dünyadaki tüm her şeye bedeldi. Peki, o zaman içimdeki bu katlanılmaz acı neredeyse bir aydır neden dinmiyordu?
Neden sürekli Ilgaz ile olan durumu Onur'unkiyle kıyaslıyordum? Onur'a âşık olmuştum ben, ya Ilgaz? Bunun mümkünatı var mıydı? Kalbim Onur'un acısıyla tıka basa doluyken, darmadağınken içeriye birisini almamın oluru var mıydı? Bir insan bu kadar acıyı sığdırdığı ömründe, ikinci kez âşık olabilir miydi? Hala ilk aşkın acısını hissederken kalbimde, bir başka aşkın acısını daha kaldırabilir miydim?
Beynim her zamanki gibi süratle bu düşünceleri reddetti. Oluru olmayacağını tekrarladı durdu. İçimde aşkın, sevginin artık lafını bile duymak istemeyen, diğer yanıma bir ay önce galip gelen ruhum karşı çıktı buna. Ama kendisindeki o ateşin, Ilgaz'ın gözlerindeki o ateşle tamamlandığını içten içe o da biliyordu. Olmayacağını bildiğinden yok sayarak kendisini korumaya çalışıyordu sadece.
Ayaklarım beni otobüs durağına getirdiğinde gözlüklerimi tekrar taktım. Dalgalı saçlarımın bozulmuş önünü gelişigüzel düzeltirken kuruyan dudaklarımı ıslatmıştım. İçimdeki bir dürtü tüm zihnimi ele geçirdiğinde elimde duran telefonla bana bir ömür gibi gelen bir bakışma yaşadım. Bunu yapamazdım, yapmam doğru değildi. Söyleyecek bir şeyim yoktu. Ne diyeceğimi bile bilmiyordum. Tek istediğim şey sesini duymaktı o kadar, fazlasını istemeyecektim.
Buna dayanamıyordum artık. Baş edemiyordum. Orada o evde olduğunu bilirken burada onsuzlukla boğuşmak, yaptığım şeyin acısını çekmek çok zordu. Onunla her anımızı kafamdan tekrar tekrar geçirirken hiç olmamış gibi yok saymak çok zordu. Denemiştim, her gün denemiştim unutmak için. Ama gözlerimi ne zaman kapatsam gözümün önüne bana son kez bakan o kırgın, incinmiş gözleri geliyordu. Yaptığım şeyden de söylediklerimden dolayı da affetmeyecekti beni. Bir daha onu görmeyecektim bile ama... Ama işte bir türlü anlatamıyordum bunu kendime.
"Hala bir ama olması şaşırtıcı değil mi? Her şeye rağmen içimde hala bir ama var, bir keşke var. Tüm bunlara rağmen, yaptıklarıma rağmen. Olacak olanları bilmeme rağmen. Hala... Hala..."
Onur'un o kafedeki son buluşmamızda söyledikleri kulaklarımda yankılanırken karnıma kuvvetli bir yumruk yemişim gibi oldum. Söylediğinin ne denli büyük bir acı barındırdığını belki de ilk kez bu denli net kavrayabildim. İçimde her şeye rağmen cılız da olsa bir umut vardı. Hala bir ama barındırıyordum içimde, bu yüzden belki de kabullenip önüme bakamıyordum. Sanmıştım ki hayatta olması, nefes alacak olması bana yeterli gelirdi. Ama insanoğlu bencildi işte, daha fazlasını istiyordu. Ona sarılmak istiyordum, içimdeki özlemi böyle bastırabilirdim sanıyordum. Yüzüne dokunmak, her bir detayı tekrar tekrar ezberlemek istiyordum. Kendi aldığım acı dolu nefesi değil, onun nefesini duymak istiyordum kulaklarımda. Yüzümü boyun girintisine gömmek ve başımı oradan bir daha hiç kaldırmamayı düşlüyordum. Onunla bir bütün olmak, onun teniyle ve kokusuyla kaybolmak istiyordum. Hayatta olması yaşamama yetiyordu işte ama kilometrelerce uzağımda olması ve benden nefret etmesi gerçekten yaşamama yeterli gelmiyordu.
Kaybolmuş bir ruh ve acı içinde kıvranan bir kalp ile nasıl yaşanıyorsa öyleydi. Çok fazla eksiktim, çok fazla. Ilgaz'ı ilk gördüğüm zaman da derbeder, amaçsız, mutsuzlukta boğulan biriydim ama şimdi o zamandan bile daha fazla eksiktim. Bir şeyin varlığından haberdar olmadan yaşamak kolaydı, hiç bilmediğiniz bir şeyin varlığını da arzulamazdı insan. Bilmediği bir şey o kadar acıtamazdı insanın canını. Ama ona dokunmanın, ona sarılmanın nasıl bir his olduğunu tüm benliğimle bilirken bunlar elimden alındığında bu denli acıtıyordu işte. Varlığının nasıl bir his olduğunu bilirken yok olduğunu bilmek bu denli eksik bırakıyordu beni.
Biliyorum, biz gökyüzünde tesadüfen karşılaşmış, aynı noktada buluşmuş ama farklı yönlere doğru kayan iki yıldız gibiydik. Tekrar aynı noktada buluşmamız imkânsızdı.
Fakat bir kez olsun sesini duymak istiyordum işte. Buna ihtiyacım vardı. Nasıl olduğunu bilmek istiyordum. Aslında tam olarak neyi bilip bilmemek istediğimi de bilmiyordum. Titreyen ellerimle rehberden ismini bulduğumda kalbimin şiddetli gümbürtüsü tehlike arz ediyordu. Telefon numaramı değiştirmiştim bu yeni numaramda da kayıtlıydı Ilgaz. Numarası hep ezberimdeydi, çok defa bu numarayla bakışmış ama bir türlü arama cesareti gösterememiştim.
Elimi durağa yaslarken terleyen diğer elimi hızlıca pantolonuma sildim ve saniye düşünmedim, vazgeçmemek adına. Arama tuşuna dokunduğumda içimde soğuk ya da sıcak ne olduğunu anlamadığım bir şey çalkalanmıştı sanki. Kulaklarım bir tünelden son sürat motosiklet ile geçiyormuşçasına uğuldamıştı. Kendimi bir uçurumdan aşağı bıraksam göğsümdeki şu anki ürpertici şeyi hissederdim sanırım. Öyle korkutucu bir heyecandı. Dudağımın içini dişlerken duraktaki insanların seslerine, yoldan geçen arabaların seslerine sağır olmuştum. Sadece telefonun çalma sesini duyuyordum. Saniyeler geçtikçe yaptığım şeyin pişmanlığı, Murat'ın haberi olur mu korkusu zihnimi ele geçirdi. Ama elim bir türlü kırmızı telefon sembolüne basmaya gitmedi. Bekledim, o durakta durmuş sadece telefonumu açmasını bekledim. Söyleyeceğim hiçbir şeyi tasarlamadım, hatta konuşabilir miydim ondan bile emin değildim.
Ama Ilgaz bunların hiçbirine gerek duymama fırsat tanımadı zaten. Çalan telefonum cevaplandırılmadı, en sonunda çağrı kendiliğinden düştü. Elim telefonu sımsıkı tutarken birkaç saniye durumu idrak etmede güçlük yaşadım. Tuhaftı, gerçekten açacağını düşünmüş müydüm ki?
Ne diyecekti? Arya her şeyi öyle güzel batırdın ki; Orhan Amca'yı, Doruk'u, beni öyle güzel mahvettin ki seni tebrik ederim tüm samimiyetimle.
İçimdeki beni yutacak kadar büyüyen girdap gözlerimin yaşlarla dolmasına neden oldu. Durakta ne beklediğimi bile unutarak bayır aşağı yoldan yürümeye başladım. Dizlerimdeki tüm güç boşalmış gibiydi ama ona rağmen dengesiz bir şekilde yürümeye devam ettim. Ellerimi, telefonla beraber cebime sokuşturduğumda vücudumdaki son kalan enerjinin de çekildiğini hissettim. Sanki ayaklarım yere basmıyordu, boşlukta yürüyormuşum gibiydi.
Açmadı. Telefonu açmadı. Sesimi bile duymak istemiyor.
O kadar hızlı yürümüştüm ki aşağıya inen bu upuzun yolun bitip caddeye bağlandığını görünce bir an duraksadım. Başımı gökyüzüne kaldırdığımda hava biraz bulutlanmıştı. Birkaç saate akşam olacaktı. Biliyordum. Yine tüm gece yapayalnız olduğum o evde, yatağıma kıvrılacak, yüzümü yastığa gömüp sessiz sessiz ağlayacaktım. İlk geldiğim zamanlar öyle şiddetli ağlamıştım ki, babamın beti benzi atmıştı. Kendime zarar vereceğimden endişelenmiş olacak ki sürekli odama gelip beni kontrol etmişti. Ben de bir daha içimdeki acıyı sessizce yaşamaya çalışmıştım, babamın boşanma mevzusu ve Feray'ın girdiği depresyon ile evin gündemi tekrar aynı durumuna dönmüştü zaten.
Fakat bunca zaman hep bir gün Ilgaz'ı arama cesareti gösterebilecek miyim diye düşünürken onun açmama ihtimalini tartmamıştım kafamda. Hep acaba bana ne söyler diye geçirmiştim aklımdan. Şimdiyse bu ihtimali denemiş ve elimde kocaman bir hiç ile kalakalmıştım. Şimdi eve gidip nasıl sessizce bir köşede ağlayabilirdim? Nasıl babamla o masaya oturup bana nasıl hissettiğimi sorduğunda iyiyim yalanını sesim titremeden söyleyebilirdim? Gerçek yüzüme öyle şiddetli bir şekilde çarpmıştı ki. Her şey o gün bitmişti. Bunu o an da biliyordum aslında ama meğer hala küçük de olsa bir umuda tutunmuşum ben. Meğer hala bu kâbusun bir gün biteceğine inanıyormuşum içten içe.
"Zafer say bu acıyı. Çünkü sen, Atahanlar'a karşı son hatamdın. Son yenilgimdin. Tekrarı olmayacak."
Kendisi de söylemişti, son olduğunu, tekrarı olmayacağını... Ne olmasını beklemiştim? Sahiden ben ne istiyordum? Ben o gün bir seçim yapmıştım, nasıl arayabilirdim onu? O telefonun belki açılır umudu vardı bugüne kadar. Türlü farklı senaryoyla canlandırmıştım söylediklerini, söyleyeceklerimi. Ama şimdi gerçek öyle sert bir şekilde tüm hayalleri, umutları savurmuştu ki, elimde hiçbir şey kalmamıştı. Hiçbir şey yoktu, hiçbir şey...
Gözlerimden art arda dökülen yaşları koluma hızlıca silerken birkaç dakika, kaldırımın üzerinde dikilmeye devam ettim ve geçip giden arabaları izledim. İçimde son umudun da bitip tükendiği bilerek nefes almaya çalıştım. Sanki dünyanın en kirli oksijenini soluyormuşum gibiydi, almaya çalıştığım her nefeste cayır cayır yandı göğsümün tam ortası. Bundan sonra da hep böyle olacaktı. Ne ile avunup ne için yaşayacaktım?
Birkaç dakika sonra üstü açık, siyah klasik spor araba tam olarak önümde durdu. Sınıfta gördüğüm çocuk başını camdan uzatmıştı, sakin bir sesle konuşmaya başlamıştı. Üzerindeki garip dinginliğin karakterine has bir şey olduğunu aynı gün içinde ikinci kez benimle konuşmasında bile anlamıştım. Ama o an için hiçbir şey umurumda değildi. Hissettiğim koca boşluk tam olarak hiçbir şeyi duymama izin vermiyordu.
Ona boş boş bakmaya devam ettiğimde, "Kötü görünüyorsun," dedi. Zaten boğuk olan sesi kafamdaki uğultudan dolayı daha da boğuk, anlaşılmaz doldu kulağıma. "Az önce dediklerimi duydun mu bilmiyorum ama derste söylediğim şey çok saçmaydı. Bu bölüme gelmeden önce insan psikolojisine ilgi duyuyordum, insanlar hakkında tahminlerde bulunmak bir tür hobim. Fakat sana söylediğim şey çok yersiz oldu, gerçekten özür dilerim."
Gözümdeki gözlükten dolayı, tahminen kızarmış olan gözlerimi görmemişti. Üzerimdeki kot cekete sarındığımda başımı kaldırıp yola baktım tekrar. "Saçma değildi, belki de benim hakkımda bugüne kadar diğer tüm insanların yaptığından daha doğru bir yorum yaptın. Çok da geç sayılmaz, Psikoloji okumalısın." Ona tekrar baktığımda arabanın camına yasladığı kolunu başına götürdü ve bana olması gerekenden daha uzun bir süre baktı. Şaşkın mıydı, üzülmüş gibi miydi hiç bilmiyordum. Şu an herkes dünya yanıyor diye bas bas bağırsa kılımı kıpırdatamaz ve hala kendi içimdeki yangının derdinde olurdum. Kısacası bu çocuğun hakkımda ne düşündüğü de umurumda değildi.
Kaldırımda nereye gideceğimi bile bilmeden yürümeye devam ettiğimde arabanın da oldukça yavaş bir biçimde benimle beraber geldiği gördüm. "Dinle, neden okulun oradaki duraktan otobüse binmedin bilmiyorum ama diğer durak buraya epey uzak ve buradaki trafik oldukça hızlı, karşıdan karşıya geçmek isterken kaç tane kişinin bu yolda öldüğünü sayamazsın."
Ruhsuz bir ifadeyle güldüm. "Böyle bir şey olsa bunu mucize sayardım." Gözlerimdeki kuruyan yaşlar ve tuhaf ağırlık hissinden gözümdeki rimelin aktığını ve gözaltlarıma bulaştığını hissediyordum. Gözlükler olmasa da dert etmezdim sanırım, arabaların arasından kaybolmuş, darmadağın olmuş bir kadın yürüyecekti. Bilinmedik bir şey değildi.
"Hadi atla, seni evine bırakayım. İtiraz etme, durağa epey var ve bu yol yürümek için tehlikeli. Kötü bir niyetim yok, zaman zaman saçmasapan konuşmam dışında oldukça zararsız bir insanım. İstersen yol boyunca susarım, varlığımı bile unutursun."
Arabanın önünden dolanıp ön koltuğun kapısını açtığımda hemen kabul etmeme şaşırmış görünüyordu. Hiçbir şey söylemeden koltuğa oturdum ve kapıyı gücü iyice çekilen kollarımla iki seferde tam olarak kapatabildim.
Yabancı birinin arabasına binmiş olmam o an umursadığım bir şey değildi. Sadece aynı sınıfta olduğum, onun dışında çok daha iyi tanımadığım Cenklerin de arabasına binmiştim. Anıl'ı sanki çok mu iyi tanıyordum? Kimseyi gerçekten tanıdığım yoktu, kimsenin de gerçek beni tanımadığı gibi. Bana zarar vermesi de mühim değildi, o an için aklımdaki tek şey cevaplanmayan, son umudum olan o telefondu.
Bana bir kez bakıp konuşmayacağımı anladığında çalışır durumda olan arabayı hareket ettirip ana caddeye giden yola saptı. Başımı cama yaslayıp yanımızdan gelip geçen arabalara iliştirdim gözümü. Şu an birazcık bile içten güldüğünü gördüğüm herhangi biri olmayı isteyebilirdim. Yıllardır olduğum kişiden de, ruhumdan da, kalbimden de beni yiyip bitiren bu kafamdan da bıkmıştım. Kendim dışımda, herhangi biri olmak bile kabulümdü. Çok yorulmuştum.
Sarhoş olup dört ay öncesinde bindiğim Ilgaz'ın arabası düştü aklıma o saniyelerde. Sanırım zihnim pes edeceğimi her anladığında yaptığını yine yaptı, bana tutunabileceğim tek şey olan anıları bahşetti. Tanıştığımız gün geldi gözlerimin önüne. O kadar yabancı olmasına rağmen, çocukluk arkadaşımmış gibi ona güven duymamı hatırladım. Otel odama alelacele girmesini ve beni adeta dumura uğratan, onu ilk gördüğüm zamanı hatırladım. Otelde bana yapacağı teklifi duymak için askeri uyutup odadan çıkmamı hatırladım. Yaşadığım o ayları, günleri her gün tekrar tekrar önüme seren beynime nefret doluydum. Sonu acı biten o filmin beni avutan sahnelerini tekrar tekrar izledim kafamda. 28 gündür yaptığım gibi, hem acı ile unutmaya çalıştım, hem de her bir detayını hatırlamaya uğraştım.
Arabanın üstü açık olduğundan uçuşan saçlarımı arkama alarak derin bir nefesi ciğerlerime doldurdum. Koltuğa tutunup ayağa kalkmam da ondan sonra oldu. Kollarımı yukarı kaldırdığımda gözlerimi kapattım, Yağız'ın ikaz dolu sesini işittim işitmesine ama umursamadım. Rüzgâr daha hissedilir bir biçimde saçlarımı savururken saçımın yanındaki perçemlerim göz kapaklarıma, alnıma yapıştı. Onunla ilgili tüm görüntüler hızlıca geçti gözlerimin önünden ve rüzgârın uğultusuyla beraber kulağıma doldu sesi, her bir cümlesi.
"Ama ben bir centilmen değilim, kedicik."
"Seni giyinikken tanımam zor oldu. Hele ki kafandaki o şeyle, bir cadı süpürgen eksik."
"Benimle misin, kedicik?"
"Nişanlın, benim Sarışın ile görüşmek istemiş. Ben de burada onu bekliyorum."
"Seni bıraktığımda yine ne olduğunu gördük değil mi?"
"Sen benim için hiçbir zaman bir av olmadın, aksine sen bir avcıyı bile alt edebilecek kadar inanılmazdın."
"Zaten sadece bir tanesiyle ilgileniyorum,"
"Dudaklarımı tenine mühürlediğim hiçbir an benim için oyun değil,"
"Bak, ismini bilmiyorum," diyerek sağ eliyle dizimi yakaladı ve yerime oturmam için hafifçe çekiştirdi Yağız. "İnsanlarla gereksiz konuşmayı ve tanışmayı sevmeyen kız, yerine oturabilir misin acaba?"
"İsmin ne bilmiyorum. Her neyse bana bak kedicik,"
Gözlerime yaşlar hiç gecikmeden dolduğunda yüzüme çarpan rüzgara karışıp yok olmayı diledim. Göğsüme yerleşen tanıdık acı beni bir kez daha mağlup ettiğinde hiç düşünmeden konuştum. "Bana kedicik derdi."
Yanımızdan geçen arabalar bize korna öttürürken bir film sahnesi izler gibi arabalarının içinden bana bakmakta olan insanları umursamadım. Yağız'ın arabayı sağa çekip aniden durdurmasıyla uçuşan saçlarım tekrar omuzlarıma düştü. Düşüncelerime bile ket vurmayan rüzgârın uğultusunu dindiğinde arabanın ön kısmına tutundum ve koltuğa geri oturdum. Yağız, hala şaşkınlıkla bakıyordu bana. Konuştuğumda sesim çatallaşmıştı. "İsmimi çok sık kullanmazdı ama söylediğinde... Çok güzel gelirdi işte kulağıma... Saçma ama tekrar ismimi söylesin isterdim."
Başını geriye yatırırken derin bir iç çekti. "Fakat bu hikâyede bir 'ama' var değil mi?" diye sorduğunda çıkardığım gözlüğümü saçlarımın arasına taktım ve yaşlı gözlerimle sadece bugün gördüğüm bir yabancının yüzüne baktım. "Nereden bildin?" diye güldüm buruk bir şekilde.
"Çünkü her hikâyede vardır."
***
"Burada bıraksan olur evim köşedeki ev zaten," Hava iyice kararmış, akşam olmuştu. Yağız arabasının üzerinden gelişigüzel işaret ettiğim eve baktı. Verdiği ıslak mendille gözaltlarımı son kez sildikten sonra arabanın kapısını açtım. "Şu önünde askeri jip olan evi mi kast ediyorsun?"
"Evet, babam albaydır da." Babam bu aralar eve sık gidiş geliş yapıyordu. Dört gündür yoktu ve sanırım bugün yine gelmişti. Bir süredir rafa kalkan boşanma mevzusunun akıbeti neydi bilmiyordum, kendi derdimden ona kafa yoracak vakit bulamamıştım.
Arabadan indiğimde, "Teşekkürler... Yani beni getirdiğin için." Dedim hızlıca. Sırt çantamı omzumun birine geçirdim ve ona baktım. Başını sallayıp gülümsedi. "Şu dersten birkaç sayfa da olsa not versen ödeşiriz," diye sırıttığında bir an gülecek olsam da gülemedim. Hislerim uyuşmuş gibiydi. "Ortalaması yerlerde olan birinden not istediğinin hala farkında değilsin."
"Şaka yapıyorum sadece. Dersleri o kadar fazla sallamam, o yüzden alttan alıyorum ya zaten. O zaman bir kahve borcun olsun diyelim..." Bir an için durdu ve tekrar gözlerini bana dikti. "İsmini hala söylemesen de."
"İsmim Arya," Önemsiz gibi omuz silktim ve bakışlarına soğuk bir şekilde karşılık verdim. "Kahve işini de sanmıyorum. İyi geceler,"
Taşlı yoldan eve doğru ilerlerken arkamdan bağırdı. "O zaman derste görüşürüz, benim için yanını tut! İyi geceler, Arya!" Ellerimle çantamın askısını düzeltirken arkama bir daha bakmadım ve eve doğru çıkan hafif eğimli yolu çıkmaya koyuldum. Arabasının sesinden gittiğini anladığımda biraz daha rahatlamıştım. Beni getirmesine elbette minnettardım ama bir daha bu derse geldiğinde benim hakkımda daha çok ahkâm kesebilecek malzeme vermiştim ona. Bir an olduğum yerde durdum ve başımı yukarı kaldırıp kararmış gökyüzüne baktım. Bu da umurumda değildi. Hiçbir şey umurumda değildi.
Telefonu açmamıştı.
Elim cebimdeki telefona gittiğinde herhangi bir geri dönüş olmadığını, bir mesaj dahi olmadığını gördüm. Aslında şaşırtıcı bir şey değildi bu. Hatta beni geri araması ve mesaj yazması şaşırtıcı olurdu. Olduğum yere düşüp bayılırdım.
Odama kapanıp sabaha kadar ağlayacaktım, yorgun düşene kadar... Başka ne yapabilirdim bilmiyorum. Eve girene kadar kendimi tutmam lazımdı, babamın üstüme gelmesini istemiyordum. Tek bir iyi misin sorusuyla hıçkıra hıçkıra ağlardım muhakkak. Sol köşeden bir araba sesi işittiğimde bir an paniğe kapıldım. Bu çocuk geri dönmemişti değil mi? Arkamı hızlıca döndüğümde birkaç adım geriye yürüyüp sokağın sol sapağına baktım. Gri bir Fiat Linea'nın içinden inen Feray'ı gördüğümde bugün göğsümün içinde hissettiğim o tuhaf şeyi kafamın içinde hissettim. Sanki kafamdan soğuk ya da sıcak olduğunu bilmediğim ürpertici bir şey akıyordu.
Arabanın ön koltuğunun camına dirseklerini yaslamış, bir şeyler söylüyordu. Gözüm hızlıca ön camdan görünen sürücü koltuğundaki kişiye takıldığında ciddi anlamda bir kal durumu yaşadım. Bugün o telefonun açılmamasından sonra hiçbir şeye tepki veremem, bir şey hissedemem, hiçbir şeyi umursamam sanırken öyle olmadığı anladım. Sendeleyen ayaklarımdan dolayı kolumu hızlıca yanımdaki evin duvarına yaslarken gözümü hızlıca kapatıp açtım. Ve yine aynı kişiyi gördüm o koltukta. Serkan'ı.
Vücuduma toplanan kontrolsüz öfkeyi ve beni serseme çeviren şaşkınlığı o sürede pek fazla idrak edemedim. Feray kısaca sol elini kaldırıp ona "İyi akşamlar, Serkan," derken başını yola, bana doğru çevirdi ve o an göz göze geldik. Gözleri dehşet içinde açılırken hızlı adımlarımla onlara doğru yürüyebildiğimi geç fark ettim. "Bu ne demek?" diye sorduğumu duydum. Hissettiğim karmaşanın aksine ses tonum sakin dökülmüştü dudaklarımdan. Arabanın kaputuna ellerimi yaslarken, Serkan'ın arabayı ileri doğru sürmesine engel oldum böylelikle. "Arya..." Feray konuşmaya başladığında gözlerimi ön camdan gördüğüm Serkan'dan bir an çekmedim. Serkan alnını ovuştururken kendi kulağıma bile ürkütücü bir şekilde dolan bir ses tonuyla bağırdım. "İn!"
"Arya, bir sakin ol!" diye koluma dokunup beni arabanın önünden çekmeye çalışmak için kolumu yakaladı Feray. "Çek o elini!" diye hızlıca bağırdığımda sağ elimle kaputa öyle şiddetli bir şekilde vurdum ki elimdeki tüm damarlar o anda üst üste binmiş gibi zonkladı. "İn diyorum sana!"
Feray korkmuş gözlerle geriye doğru bir adım attığında Serkan da arabanın kapısını açmış, bir ayağını dışarı atmıştı. "Arya, sakince konuşalım?" Tamamen dışarıya çıktığında dudaklarını birbirine bastırdı ve derin bir nefes aldı. "Kötü bir niyetim yok, şu an ne düşündüğünü bilmiyorum ama..."
"Tek bir soru soracağım..." Sesim titrerken sakinliğimin son kırıntılarının dibini sıyırmıştım. Ellerime gelen uyuşma ile beynimde çığlıklar duymaya başladım. Onunla görüşüyor olamaz, onunla görüşüyor olamaz, bunu yapamaz!
"Beni seninle tehdit eden, inatla o iyi birine benziyordu dediğin bu suikastçı herifle ne işin var Feray?" Ellerimi saçlarıma geçirdiğimde tüm bedenim kasıldı, belki de uyuştu ya da titredi. Bana neler olduğunu bilmiyordum ama Feray'ın belli belirsiz, "Ortalığı yaygaraya verecek bir şey değil, böyle davranmayı kes," demesinden sonra bir anda kendimi Serkan'ın yakasına yapışmış halde buldum. Beynimdeki tüm bağlantı kopmuştu, her şey bölük pörçük yaşanıyordu. Beklemediği gücüm karşısında şaşırmış olacak ki onu arkamızdaki duvara sertçe yapıştırdığımı ve yakalarından tuttuğumu gördüm. Aramızda altı yedi cm gibi bir boy farkı olduğundan başımı biraz kaldırdığımda yüzünü görebildim. "Kardeşimle ne işin var? Söyle, Feray neden senin arabandan iniyor? Söyle!"
"Arya bir sakin ol," diyerek hızlıca ellerimi yakasından uzaklaştırdı ve hırkasının yakalarını düzeltti. "Ona zarar verdiğim falan yok, seri katil muamelesi yapıyorsun şu an!"
Bir iki adım geriye attığımda başımı hafifçe eğdim, dudaklarımda ruhsuz bir gülüş belirdi. "Seri katil muamelesi yapıyorum öyle mi?"
"Abartıyorsun Arya, Serkan ile arkadaşız. Çevremde şu an bana zarar veren insanlardan, annemden, babamdan, senden daha fazla zarar veremez bana. O yüzden bu işi burada bırakalım ve eve gidelim." Diye konuştu küçük mantıklı kardeşim(!) Başımı ona doğru çevirdiğimde gözlerime biriken hayal kırıklığını fark etmişti, irkilerek gözlerini kaçırdı. "Ben senin için, bu herif sana zarar vermesin diye Ilgaz'a arkamı döndüm, Doruk'a ihanet ettim, Beyza'ya, Buğra'ya. Öyle korktum ki sana zarar gelmesinden Serkan'ın, Ilgaz'a zarar verme ihtimaline karşılık gittim oraya. Neden yaptım? Çünkü küçük kardeşime bir şey olacağı ihtimali aklımı kaybetmeme neden olacaktı! Biliyor musun, Doruk günlerce suratıma bakmadı benim. Ilgaz kendince beni cezalandırmaya çalışıp beni köle gibi çalıştırdı. Arkadaşım dediğim insanları gözden çıkarmak zorunda kaldım Feray! Sen şimdi bana diyorsun ki, benim sana verdiğim zarardan daha fazlasını veremezmiş bu herif. Doğru mu anladım?"
"Arya önce sakinleş ve lütfen üzerime gelmeyi kes. Seninle tartışmak istemiyorum, buna gücüm yok. Serkan'ın önünde aile dramımızı ortaya dökmemize gerek de yok." Alaycı bir ifadeyle güldü ardından ve gözlerini devirdi. "Olmayan aile,"
"Kötü günler geçiriyorsun ve bunu atlatmak için çareyi bu fırsatçı pislikle takılmakta mı buldun?"
"Komik olmaya başladın Arya. Sen bundan farklı mı davrandın bunca yıl? Avazın çıktığı kadar benim hayatta kalma yolum bu, bana karışmayın, bana hesap sormayın diye bağırıyordun. Şimdi de benim canım böyle davranmak, sorumsuz hareket etmek istiyor. Çok mu umurunda?"
Ellerimi yüzüme kaparken duyduğum sözleri sindirmeye çalışıyordum. Kırk yıl düşünsem Feray'dan böyle şeyler duyacağımı tahmin edemezdim. Bir aydır psikolojisinin bozulduğunu, eski Feray olmadığını elbette biliyordum ama ne olursa olsun o her zaman benim tanıdığım kız kardeşimdi. Dünyadaki her şeyden daha kıymetli olmuştu benim için bunca yıl. Onun öldüğünü düşündüğümde etimden et koparmışlardı sanki. Bir kez daha denememişsem kendimi öldürmeyi, hepsi onun içindi. Onu üzmemek için, hayatını etkilememek için, o zarar görmesin diye.
Gözyaşlarım gözlerime dolduğunda yutkunmakta zorlandım. Serkan'a döndüğümde, "Benim hakkımda iyi şeyler düşünmediğini biliyorum ama..." diye söze başlayacak oldu. Ona dair hatırladığım tüm cümleler beynimi istila etti.
Kız kardeşin henüz ölmek için çok genç.
Şu işe bakın, Ateşoğlu altına aldığı kızlara isim de takar olmuş.
Tek yapman gereken dediğim yere Ilgaz'ı tek başına ve savunmasız getirmen.
İçimde biriken hiddetle elimi kaldırdım ve sert bir tokat attım. Yüzü yana çevrildiğinde gözleri şaşkınlıkla açıldı ve bir eli yanağına gitti. "Küçükken beni her zaman koruyacağına inandığım bir çocuk vardı. Sen beni kardeşimle tehdit ettiğinde ben onu içimde öldürdüm. Sen bana yaşattığın korkuyu tahmin bile edemezsin. Bunu çocukken her zaman koşulsuzca inandığın, güvendiğin birinin yapması ne demek bilemezsin! Bilmem ne grubunda olman, kimlerle çalıştığın, neyin peşinde olduğun zerre umurumda değil. Ama seni uyarayım Serkan, gözüme batma bundan sonra, Feray'ın etrafında dolaşma, hatta sen bu şehirde nefes bile alma. Germeyelim birbirimizi, babama Feray'ın etrafında dolaştığını söylemek zorunda bıraktırma beni. Sen yakmayı iyi bilirsin," diyerek yıllar öncesindeki o günü hatırlattım. "Ama yanmak nedir bilmiyorsun. Bizzat ben gösteririm sana."
"Mecbur bırakma beni buna," Son lafımı ettikten sonra onun ne düşündüğünü, ne söyleyeceğini zerre umursamadan Feray'ın kolunu yakaladım ve kendim yürürken benimle beraber yürümesi için onu sürükledim. Yaklaşık bir dakika sonra Serkan'ın arabayı çalıştırma sesini duyduğumuzda içimdeki öfke asla bitmiş değildi. Dilime gelen öyle zehirli kelimeler vardı ki, sırf kardeş olmamızın hatırına dilimi ısırıyor ve kendimi zapt etmeye çalışıyordum. "Yeter!" diyerek diğer elini elimin üzerine yerleştirerek kolunu kurtardı benden Feray. "Gerçekten yeter Arya!"
Yolun ortasında durmuş bana bakarken ellerimi önce yüzüme kapadım ve sakinleşmek için birkaç saniye bekledim. Ama burada bu şekilde yüz yıl beklesem sakinleşemeyeceğimi biliyordum. "Yeter öyle mi? Hâlbuki sana hiçbir şey söylemedim daha. Sen..." Ellerimi yüzümden çekip iki yanımda bıraktım. "Sen ne yaptığını sanıyorsun? Ne işin vardı onunla?!"
"Biraz daha zorlarsan babama benzeyeceksin." Başını iki yana sallayıp omzundaki çantasını düzeltti ve yürümeye devam etti. "Feray, düzgün bir cevap ver bana! Evde tartışırsak babam da duyacak bu meseleyi, ha duymasını istiyorsan paşa gönlün bilir."
Olduğu yerde durdu ve başını yukarıya kaldırıp bekledi, sonra da yüzünü tekrar döndü bana. "Babamın ne düşündüğü ne tepki vereceği umurumda değil. Eve mi kapayacak, dövecek mi? Biliyor musun, gerçekten umurumda değil!"
"Babamı mı cezalandırıyorsun yani? Belalı bir tiple gezeceksin, böylece babamın sinirini zıplatacaksın? Ödeşmiş mi olacaksınız?"
"Sanki sen sürekli bunu yapmamışsın gibi yargılaman da çok hoş."
"Kendini benimle kıyaslama, aptal! Örnek alınacak biri değilim ben! Benim babamla olan meselem, seninkiyle aynı değil. Annen ile baban boşanıyor diye tepkili olabilirsin, haklısın da. Ama senin canını tehdit etmiş bir herifle gezip tozamazsın anladın mı? Ben, beni tehdit etmiş kimseyle gezip tozmadım. Annenden, babandan, benden daha fazla zarar veremez mi sanıyorsun kimse sana? Dünyadaki kötülükle karşılaşmamışsın sen daha!"
"Doğru! Dünyadaki tüm kötü şeyler seni bulur çünkü! Sevilmeyen sensin, terk edilen sensin! Vazgeçilen hep sensin! Aç gözlerini aç! Mesele boşanıyor olmaları değil. Yıllarca bir yalanı yaşadım ben! Mutlu bir aile içinde olduğuma inandırdım kendimi. Küçücük bir çocukken bile babamın gideceği korkusuyla yaşadım. O zamanlar bile daha çok farkındaymışım birçok şeyin. Sanki babamın kalması bir lütufmuş gibi ona layık olmaya çalıştım. Senin o sınırlarında dolaştığın ama hiç uymadığın kurallar var ya ben hepsini benimsedim! Daha iyisi olmalıyım ki babamın o sürekli asık, üzgün yüzünü güldürebilmeliyim diye düşündüm. Ne yaparsam yapayım olmayacağını göremedim. Aslında onun gözünde asla bir sen etmeyeceğimi göremedim! Gördüğün bu ev var ya, aslında tek başımaydım ben bu evde! Bunca aydır tek başımaydım ama aslında bunca yıldır tek başımaydım! Babam da sen de beni sevin diye çabaladım, çok çabaladım. Birbirinize o kadar çok benziyorsunuz ki onunla, o kadar aynısınız ki! Kalbinizi kıran bir başkalarıyken, sizi sevmeyen bir başkalarıyken sizin için kimin çabaladığı umurunuzda bile olmuyor!" Gözlerinden düşen damlalardan sonra eliyle gelişigüzel sildi yüzünü ama daha çok aktı gözyaşları bu kez. Kalbimi kuvvetli bir el adeta sıkarken, un ufak oldu sanki ruhum. Beklemediğim bu çıkış bir yana duyduklarımın şoku çok daha ağırdı. Söyledikleri kulaklarımda tekrar tekrar yankılanırken konuşmaya devam etti.
"Bir kez bile görmedin Arya beni. Babamı cezalandırmaya öyle takmıştın ki sana elimi uzatmak istediğimi, seni ne kadar çok sevdiğimi görmedin. Bir kez bile söylemedin beni sevdiğini. Benim için tüm herkese sırtını döndüğünü söylüyorsun ama ben bilmiyorum, bana göstermiyorsun. Öldüğümü sanırken hepiniz mahvolduğunuzu söylüyorsunuz ama kimse öyleymiş gibi davranmıyor. Eve bizimle beraber dönmedin bile! Babam da birkaç gün durup gitti. Sarıldı bana, öptü, çok korkmuş gibiydi sahiden de ama o da söylemediği beni sevdiğini. Hepiniz anlaşmış gibi sınavdan söz ettiniz, iyi olacağını, elimden geleni yaptığımı söylediniz. Duymak istediklerim bunlar değildi, bir yerden sonra sınav falan umurumda da değildi. Benim size ihtiyacım vardı. Sen yoktun, babam yoktu, aynı evin içinde annem bile yoktu. Hastaneden dönünce beraber film izleyip izleyemeyeceğimizi sorardım, çözmen gereken sorular var, derdi. Bu geçici bir süre Feray rahatlayacaksın, sonra gezeceğiz tozacağız, derdi. Aslında başından beri böyleydi, ben hep bekledim yıllarca! Uzattığım ellerimi tutmanızı bekledim! Ben artık herkese hak vermekten çok yoruldum Arya, kendimi avutmaktan çok yoruldum."
Koca bir sessizlik girdiğinde araya dudaklarımı araladım konuşmak için ama öyle şaşkındım ki dudaklarımı geri kapadım. Duyduklarım kulaklarımda, beynimde uğuldadı durdu. Her bir cümle tokat gibi çarptı suratıma. Neşeli, herkes tarafından sevilen diye tanımlayabileceğim kız kardeşimden bunları duymak afallattı. O her zaman mantıklı konuşurdu. Kaç kere öfkelendiğine şahit olmuştum ki? Çoğu zaman uysal ve ılımlı biriydi. Onu bu hale getiren bunca şeyi nasıl görememiştim?
"Sana her sorduğumda..." Başladığım cümlenin sonunu getiremeyeceğimi anladığımda tekrar sustum. Elimi anıma yerleştirdiğimde bir iki saniye gözlerimi yumdum. Beynimde art arda patlamalar oluyordu sanki. Bugünü tekrar tekrar kafamda yaşıyordum, Feray aynı cümleleri tekrar tekrar sarf ediyordu. "İyi olduğunu sanıyordum. Sandım ki sadece... Sınav stresi yüzünden. Annen yanındaydı. Babam da gelip gidiyordu."
"Seni arayıp gerçekten içimden geçenleri söylemek istediğim çok zaman oldu Arya. Sana ihtiyacım var demek istedim. Ama o kasabada burada olduğundan daha mutluydun, buraya seni çağırıp sırf benim yüzümden mutsuz etmek istemedim. Benim yanımda onlarla olduğun gibi mutlu olmuyordun işte. Ne söyleyecektim? Aramızda her zaman camdan bir duvar vardı, onu aşmama izin vermedin. Ben iyileşmeni istedim, o zaman kalbinde bir yerim olur sandım."
"Feray... Hep vardı. Hep kalbimdeydin, öylesin ve öyle de olacaksın. Parçalanmış bir kalpte olduğun için bunu doğru dürüst gösterememiş olabilirim ama... Bunca yıl bu evi benim için yaşanılır hale getiren tek şey sendin. Senin mutlu olman dünyadaki her şeyden daha önemli benim için. Neden böyle düşünüyorsun bilmiyorum ama babamın seni sevmediğini, onun gözünde benim kadar değerli olmadığını nasıl söyleyebilirsin? Sevgiyi gösterememe konusunda babamla benziyor olabiliriz belki haklısın ama bu asla seni sevmediğimizden değil. Bana iki yıl önce benim için nefes al, benim için yaşa Arya, dedin. Senin için yaşamaya çalıştım, tekrar kendimi öldürmemeyi aklıma getirmemeye çalıştıysam senin içindi." Durduğumda gözlerimdeki yaşların akmasına izin verdim. O da karşımda ellerini yüzüne kapamış ağlıyordu.
"Her gün tekrar tekrar öldüm, aldığım her nefeste bir kez daha öldüm, beni avutan tek şey yaşamamın seni mutlu edeceği gerçeğiydi. Onun dışında her şey karanlıktı. Boğazıma kadar dibe batmıştım. Beynim her gün bana 'O kendini öldürdü ve sen buna engel olamadın.' Dedi. Kalbim her gün, 'O yok, tamamen gitti.' Dedi. Bununla yaşamaya çalışmak... Hayatımdaki diğer tüm şeylerle kıyaslayacak olduğumda, bu en zoruydu Feray. Dünyada böylesine sevilmeyen tek insan değilim biliyorum, bu kadar çok şey kaybeden, sürekli vazgeçilen tek insan değilim biliyorum. Ama yapayalnızım. Dünyada tek olmadığını bilmek de avutmuyor işte çünkü herkes kendi acısını biliyor, herkes kendisininkini yaşıyor. Beni benden bile daha iyi anlayan tek insanı kaybettim. Hem de o bunu bile bile yaptı. Hayatım boyunca defalarca kez geçti intihar etmek aklımdan. Sayısız kez aynı noktada buldum kendimi, çıkış yok gibiydi. Boğuyordu bir şey beni, insanları anlamıyordum, ait hissedemiyordum kendimi bir türlü bu dünyaya. Deniyordum, çabalıyordum. Böyle insanın göğsünün ortası hep acır mı? Benimkisi hep acıyordu, yıllarca her gün... Anneannem derdi ki, kırk gün boyunca her gün birer tane eksilerek mumlar yanarmış insanın göğsünün ortasında. Bir tanesi hiç sönmezmiş. Annem öldüğünde bir buçuk aylıkmışım ama o zamandan beri yanmış o mumlar içimde sanırım. Hiç bilmediği bir şey insanın canını yakmaz, aslında. Annemi hiç bilmedim. Hani hep aklımdan şey geçerdi, hayatta olsaydı nasıl olurdu? Dizlerine yatsam, saçlarımı okşasa, bana sonu mutlu biten bir hikaye anlatsa, ona inansam... Bir kerecik ya bir kerecik sarılsam... Kokusu nasıl bilmiyorum. Bir insanın annesinin olması nasıl bir şey bilmiyorum. Herkesin annesi vardı, herkesin babası vardı. Neden ben? Niye ben bu kadar yapayalnızdım? Anneannemin kucağında sürekli ağlardım, o da ağlardı benle. Babam gelecek mi diye sorardım. Onu da çok üzdüm. Kendimi affetmeyeceğim, onu o kadar çok üzdüm ki! Hadi her şeye tamam. O neden öldü? O tüm çocukluğumdu benim. Hem annem, hem babamdı. Her şeyimdi. Dünyanın en iyi insanıydı görsen... O neden öldü?" Gözyaşlarım hıçkırığa döndüğünde ellerimi yüzüme kapadım. Feray'ın da ağlaması şiddetlenmişti. İkimiz de hüngür hüngür ağlıyorduk.
"40 gün boyunca mumların eksilmesi için saydım durdum ve babamı bekledim. 40. gün bu hayata karşı pes ettim ve tüm inançlarımı yitirdim. Babam ertesi gün geldi. 41.gün... Bir günle geç kalmak onun suçu değil belki de ama ben on yıl bekledim. Kaç yaşında bir babam olmadığını bildiysem o andan itibaren her gün bekledim! Yaşıtlarımdan, daha büyük insanlardan duyduğum tüm hakaretler, aşağılamalara rağmen vazgeçmedim! Babam gelecek ve hepsine gününü gösterecek diye bekledim. Yoktu! Keşke deselerdi bana o da öldü, hiç beklemeseydim. Bir saniyenin bile çok şeyi değiştirdiği bu hayatta o bir gün de çok şeyi değiştirdi Feray."
Feray bir anda bana doğru atılıp kollarını belime sardığında hıçkırıklarıyla göğsüm sarsıldı. Kendi gözyaşlarımdan önümü bile göremiyorken onun omuzlarına sardım kollarımı. Konuştuğunda sesi titriyordu. "O mumu söndüremem belki ama... Acısını hafifletmek için her şeyi yaparım. Beraber yanarım senle, beraber ağlarım. Yeter ki içine atma. Anlamama izin ver, yemin ederim ki anlarım seni. Anlıyorum da. Belki Onur kadar iyi anlayamam. Onun ve senin yaşadığınız şeyler benzerdi az buçuk, onun kadar iyi bilemem. İnsanı en iyi aynı yerden yarası olanlar anlar biliyorum ama elimden geleni yaparım, ne kadar azimli olduğumu biliyorsun. En az senin kadar inatçıyım ben. Sen pes etmem de yeter ki, ben de pes etmem. Sana bir suç ortağı mı lazım, suç ortağın olurum! İnsanlar acılarını paylaştığında azalıyor, inan buna. Sen paylaşamadığın, hepsini kendin göğüslemeye çalıştığın için baş edemiyorsun işte." Kollarını daha sıkı sardı belime ve başını göğsüme yerleştirdi. "Seni terk etmeyeceğim, Arya. Ölümün bahsini açmayalım, bunun için elimizde olan bir şey yok, malum kimse kazık kakmıyor dünyaya." İkimiz de gözyaşlarımızın arasında aynı anda güldük. "Benim ablam benim için herkesi gözden çıkaracak ben onun için dünyayı yakmaz mıyım?"
Omuzlarından çektiğim ellerimle gözlerimi silerken dudaklarımda yine bir gülümseme belirdi. "Sallama, gazı aldın, yardırıyorsun."
"İmkânlar doğrultusunda her şeyi yaparım işte, bozmasana. Dünyayı değilse de evi yakarım, çok da makul sebeplerim var."
O da ellerini gevşetti. Geriye çekildiğinde hızlıca ıslanmış yüzünü sildi. "Bizi bir gören olduysa komşulardan, evden cenaze çıktı sanan olmuştur."
"Senin bana anlatacağın çok şey var. Her şeyi bir bir en başından sonuna kadar anlatacaksın. O tren garında bu herifi gördüğün ilk zamana kadar geriye gidip zamanda yolculuğa çıkacağız senle. O zaman evde çıngar mı çıkıyor, cenaze mi çıkıyor göreceğiz."
"Üff Arya! Seninle iki dakika duygusal kalınmıyor biliyor musun? Babamın kızısın ne olacak!" Feray söylenerek eve doğru yürüdüğünde birkaç pencereden bize bakmakta olan komşuları gördüm. Ne olduğunu sorarlardı elbette ama biraz ileride evin kapısını açmış olan babamı gördüklerinde hepsi pencereleri, perdeleri kapatıp gözden kayboldular. "Neredesiniz siz? Beraber miydiniz?" diye sordu babam Feray'a. "Saat daha sekiz, oldukça erken. 41 gün gelmeyen insanları düşünürsek..." diyerek soğuk bir sesle konuştu ve içeri girdi. Ellerimi ceplerime atıp pufladım ve babam bana bakarken biraz hızlıca yürüyüp evin önüne geldim. "Siz ağlıyor muydunuz demin? Neler oluyor? Kavga mı ettiniz?"
"Yok, bir şey, yorgunum. Yemek yiyip yatacağım." Diyerek içeri girdim, babam da ardımdan içeri girdi ve kapıyı kapattı. Feray ile beni gören Aysel Abla hemen mutfağa koşturup tencereleri getirmeye başladı. Feray hiçbir şey demeden merdivenlerden odasına çıkarken, ben de merdivenlerin yolunu tutmak için yemek masasının yanından geçtim. O sırada Deniz Abla merdivenlerden iniyordu. Biraz daha kısalttığı saçları gözüme çarparken inmesini beklediğim için yemek masasının başında sıkıntıyla bir şey düşünen babama baktım. Gergin gözüküyordu. Boşanma tarihi, ya da kötü bir şey mi söyleyecekler diye bir an göğsüm sıkıştı. Feray'ın hali ortadayken böyle bir şey olacak olması korkuttu beni. Bir travma, kavga, ya da kötü bir haber duyacak takatim yoktu. "Hoş geldin Arya," diye gülümsedi Deniz Abla. "Üstünü değiştir de yemeğe in, bir de Feray'ı da indir gelirken. Biliyorsun bizi dinlemiyor."
Başımı salladım. O sırada babam bana seslendi. Ona tekrar baktığımda gerginlikle alnını ovuşturdu. Çoğu zaman kontrolü kolay kolay elden bırakmayan Albay, şimdi tedirgin görünüyordu. Kollarını sandalyeye yasladı. "Bugün kargo bir kutu getirmiş sana, Aysel Abla'n almış."
"Kutu mu?" Tuhaf bir şaşkınlık yaşarken babamın işaret ettiği ayakkabılığın yanındaki kutuyu gördüm. "Kimden?" diye sordum tereddütle. Sesime yansıyan gerginlik çok net anlaşılıyordu. Bir anda dudaklarım kurumuştu. Deniz Abla da mutfağa girdiğinde ellerinde tabaklarla çıkan Aysel Abla'nın arkasından oraya doğru ilerledim. Ayaklarım aynı bugünkü gibi yere basmıyor gibiydi sanki. Tüm her şey bir hayal gerçekliği gibi belirsizdi. "Ilgaz Ateşoğlu yazıyor," Babamın sesine yansıttığı memnuniyetsizlik bir yana kurduğu cümle sendelememe neden oldu. Kalbimin gümbürtüsünü işittim o an sadece. Diğer her şey silikti, anlamsızdı, bomboştu. Kutunun önüne geldiğimde, orta büyüklükte bir koli olduğunu gördüm. Gözlerim kararmasına rağmen elimi üzerindeki nota uzattım, koliye bantla yapıştırılmış notu sertçe çektim. Yaşlar da o anda düştü gözlerimden. Elimdeki notla beraber olduğum yere çöktüm.
"Bende bir emanetin vardı, sana geri veriyorum. Geriye hiçbir şey kalmadı, için rahat olsun."
Oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayın. Geçen bölüm oy vermeyen birçok kişi vardı, özel bölümleri sevmediğinizi anladım böylelikle. Kurguda diğer karakterlerin bakış açısına ihtiyaç duyulmadığı müddetçe Arya'dan devam edeceğim. Bir hayli moralimi bozdu geçen bölüm ama @ecp_ssc nin desteği sağolsun bu bölümü yazdım, o halde iyi kii vaar, ona da desteğini esirgemeyen tüm herkese de çok teşekkür ederim. Yazacağınız tek bir yorumun önemsiz olduğunu düşünmeyin, yeri geliyor sadece o yorum için yazıyoruz hikayeleri. Hikayede önemli bir viraja girdiğimizi söyleyebilirim, Arya ve Ilgaz'ın ayrılığıyla girdik aslında. Tekrar bir araya gelecekler mi, nasıl olacak? Ilgaz'ın yazdığı not, gönderdiği kutu, açmadığı telefon düşünülürse Ilgaz, Arya'yı affedecek mi? Düşüncelerinizi belirtin ama birçok kişi belirtmez biliyorum, canınız sağolsun diyor ve sizleri öpüyorum.
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro