❄ FİNAL PART II ❄
Asperatus'un bedeninden kızgın yağ misali kayan Mary, avına doğru sinsice yaklaştı. Dilini keskin dişleri üzerinde gezdirdi ve şeytani bir şekilde gülümsedi.
"Tik, tak, Oyuncu. Şimdi oyun zamanı."
İşte o vakit Mary, gırtlağından gelen gıcık bir sesle Consol'a doğru hızla saldırdı. Yüz hatları gerilmiş, gözleri kocaman açılmış, neredeyse ağzı ayrılacak gibi olmuştu.
Consol adeta çılgına döndü ve genç kadına doğru keskin bir manevra yaptı. Pençeleri çıkmış, sivri dişi tıpkı az önce Asperatus'a saldırdığı gibi gözler önüne serilmişti. Geniş cüssesi, her sıçrayışında Mary'i kıskacına alıyordu.
"Öldüreceğim seni!" Diyerek kükredi Consol. Mehir'in ölümünü halen kabullenememiş, öfke kusuyordu. Öfkesinin hedefi ise, Mehir'in bedeni bir kukla gibi kullanan Mary'di.
Mary kahkahalar atarak Consol'un etrafında dolandı. Bir yandan konuşuyor, bir yandan da saldıracağı anı kolluyordu.
"Venatus'un ne kadar çekilmez bir ölüm perisi olduğunu biliyor muydun Oyuncu?"
Consol kaşlarını çattı. Bu kadın neden bahsediyordu böyle.
"Onunda ruhunu tükettiğimi düşünecek olursak, bu aslında üzerinde fazla durulması gereken bir konu olmuyor. O kadın gerçekten herkese karşı fazla iyiydi."
"Neden söz ediyorsun?"
Mary tısladı. "Kötülerle dolu bir evrende, iyi olmak ne kadar iğrenç bir durum bilir misin?" Sesi sonlara doğru nefretle kısılmıştı. "Üstelik onu sizlerden delicesine korumaya çalışırken."
Consol kaşlarını çatarken Mary sinsice bir kez daha saldırdı fakat başarılı olamadı.
"Mehir'in katilisin sen! Ben onu aptal insanoğlundan uzak tutmaya çalıştıkça yaklaştın ona! Sen ve aptal insanlar kehanetin gerçekleşmemesi için elinizden geleni yaptınız! Onu diğer yarısına düşman ettiniz!"
Vahşice saldırmıştı. "Ona değer hissini aşıladın. Onu sen yok ettin!"
Ağzı yırtılırcasına saldırıya geçen kadını pençeleri ile geri çekti Consol. Mary deliye dönmüştü.
"Ölümü ne kadar acı doluydu biliyor musun? Senin için ölürken ne kadar canı yandı bir fikrin var mı?"
Consol bedenini, genç kadının hamlelerinden kurtardı.
"Sen de öyle öleceksin." Sözleri korkunç derecede kısık çıkmıştı. Sakinliği tüyleri diken diken ediyor, ürpertiyordu. Ağır hareketleri avını sessizce izleyen bir yılandan farksızdı. Mary ölümcül bir darbe atacaktı.
Beklediği gibi de oldu. Genç kadın tıpkı bir piton gibi Consol'un bedenine irileşerek sarıldı ve onu kıskacına alıp boğmaya başladı. Consol çırpınıyor, ölümden kurtulmak için Mary'nin çürümüş bedenine pençelerini bastırıyordu. Boğuşma şiddetlendi ve Consol, boynunu güçlükle yukarı doğru kaldırdı. Mary, sandığından çok daha güçlüydü. Fakat pes etmiyor, direniyordu.
"Onu sevdim!" Diyerek haykırmıştı genç adam. Fakat bu sözler Mary için hiçbir şey ifade etmiyordu. Çünkü genç kadın için söylenmemesi gereken asıl sözlerdi bunlar.
"İşte tam da bu yüzden ölümü hak ediyorsun."
Duygusuz ve İsimsiz'in hedefe doğru kitlediği kurşunlar ve oklar genç kadında hiçbir etkiye sebep olmuyordu. Onu öldürmek gittikçe imkansızlaşıyor, içinden çıkmayacakları bir duruma doğru dönüşüyordu. Kendi canlarından çok daha fazla değer verdikleri Oyuncu, ikisinin de gözleri önünde ölüyordu.
"Bırak onu lanet olası!" Diyerek bağırdı Duygusuz.
Mary yalnızca gülümsemiş ve irice açtığı gözleri arasında Consol'un önüne geçmişti. Ağzı her zaman olduğu gibi güçlü ruhlar için ayrılırken bakışları derinleşmişti. Consol'un acı dolu haykırışlarında arasında tüketmişti onu. Kimse engel olamamıştı.
Duygusuz, İsimsiz hatta diğerleri de bu görüntüyü güçlükle izlerken genç kadın yeniden yaşam bulmuşcasına gerçeklik kazanmıştı. Görüntüsü şeytani boyuttan çıkmış, bedeni bir insanın bedenine dönüşmüştü.
İşte o an, beklenmedik bir şey oldu ve İsimsiz'in atmış olduğu ok, Mary'in şah damarına isabet etti. Yaşadığı acı ile çığlık atan genç adın, insani özelliklerin rezilliği ile yere devrildiğinde ise, gözleri cansızlıkla kaymaya, ağzından koyu kırmızı kanlar süzülmeye başladı.
Aynı ölüm hissini ikinci kez tadarken ağzından köpükler saçarak bağırmış, birkaç saniye sonra ise gözlerini kapamıştı.
"Lanet olsun sana insanoğlu!"
İsimsiz, sol elindeki yayı zaferle yanına bıraktığında, nefesini tutan herkes ona hayranlıkla bakıyordu.
"Aman Tanrım," demekten bile aciz olan General bir Asperatus ve kurdun devrilişine bir askerlerin tek tek düşüşüne bir de Mary denen kadının ölümüne bakarken geri adım atmaktan başka hiçbir şey yapamadı. Tanıdık yüzüklerin dirilip tekrar belirginleşen hali aklını zorlarken adımlarını geriye doğru hızlandırdı ve Hector'un dakikalar önce kız kardeşini de alarak kaçtığı gibi kendisi de kaçmaya başladı. Burada bir dakika daha durursa diri diri ölecekti.
Eğitmenler ona kesinlikle acımazdı. Üstelik Mehir'in ölümünün sebebi kendileri iken asla. Asperatus'un sonunu tatmayı ise hiç istemiyordu. Buradan derhal kurtulmalıydı. Diğerleri umurunda bile değildi. Ne Mehir'in başına toplanmış çatlak müdire ve yandaşı ne de diğer tüm pire torbaları. Yem olmaya niyeti yoktu.
"Dur bakalım!"
Onu omuzlarından yakalayan adam ile çırpındı yaşlı kadın.
"Bırak beni! Yalvarırım. Kimseye bir şey yapmayacağım. Bırak beni!"
Kendisini tutan Poyraz'ın kolundan çıkmaya çalışırken başına sert bir kafa darbesi aldı. Hareketleri dururken dehşetle gözleri açılmıştı. Bunun nereden geldiğini anlamamıştı. Fakat henüz çığlık atacaktı ki bu kez de az öncekinden daha sert bir yumruk yedi ve patlayan kaşına dudağı eşlik etti. Son darbeyi askerlerinden anımsayan General çığlık çığlığa haykırırken gölgenin sesini ilk ve son kez duydu.
"Umarım Mehir'in çektiği acıların bin katını tadarsın lanet olası."
Yaşlı kadın korku ile başını sallarken önce defalarca kez karnından, ardından boğazından bir bıçak darbesi aldı ve boynu tüm çektiği acıları sindiremeden müthiş bir acı ile kırıldı.
Poyraz, nefretle inip kalkan göğsünden, General'in leşini sol tarafına fırlatırken az önce bunları yapan kişinin kim olduğunu anlamak için başını kaldırdı ve gözleri yaşlarla kaplı Doris ile karşılaştı. Genç kız, üstü başı kan içerisindeki pelerini ile dağılmış bir şekilde duruyordu. Ağlamaktan gözlerinin feri kaybolmuştu. Son zamanlarda takındığı tavrından ise eser yoktu. Aksine yaptığı her şey için pişmanlık duyduğu görüntüsünden ve hissettiklerinden çok iyi anlaşılıyordu.
Öyleydi de. Son zamanlarda Mehir ile sürekli tartışıyor, yaşadığı tüm sıkıntıları onun varlığına yoruyordu. Başkalarını suçlamak, acı çekerken tek dayanağı oluyordu. Ancak şimdi bunları düşünemeyecek kadar yoksundu Doris. Mehir'i her hatırladığında ona yaptığı hakaretler geliyordu gözlerinin önüne. Kira ve Hannah'a ne diyeceğini ise bilmiyordu.
"Doris," dedi Poyraz. Genç kızın dudakları titredi ama konuşamadı. Tüm güçsüzlüğü ile bedenini yere bıraktı ve bakışlarını Mehir'in olduğu yöne çevirdi.
"Ona hiç iyi davranamadım."
Poyraz derin bir nefes aldı. Doris'in acılarını dinleyecek vakti yoktu. Öyle olsa, şu an zaten kendi yıkımında boğuluyor oluyordu. Dağılmakta olan savaş alanına baktı.
"Şimdi bunların sırası değil. Askerler ana girişe doğru çekildi fakat Asperatus ölmeden önce kilidi yeniden aktif hale getirmişti. Kaçmaları imkansız. Onları sıkıştırmalıyız."
"Ne önemi var ki," dedi Doris. "Mehir artık yok."
"Çok önemi var Doris. Asperatus yalnız değildi. Reina ve Geijah yakında ordusu ile birlikte burada olur. Acele etmeliyiz. Eğer Mehir'e gerçekten değer veriyorsan, burada sızlanmayı keser ve öcünü alırsın. Artık Asperatus da yok Oyuncu da. Yalnızca biz varız."
Genç kız bakışlarını yerden çekti. "Onlar da kim?"
"Düşman olduklarını bil yeter."
Doris, Poyraz'ın yardımı ile ayağa kalktığında pelerinini yeniden başına geçirmiş ve ana girişe doğru tıpkı diğer askerler gibi koşmaya başlamıştı. Olur da kilit kırılırsa, henüz Mehir'in acısını yaşayamadan bir başka kişilerin yıkımı ile karşılaşacaklardı ve bunun olmasını tıpkı diğerleri gibi istemiyordu.
Diğer tüm gençler de tıpkı Doris ve Ceyhun gibi akademiyi terk edip ana girişe doğru koşmakta iken Altair ve Bayan Hemmings, Mehir'in saplanmış olduğu buzdan kazığa bakıyordu. Bayan Hemmings, tıpkı yardımcısı, can yoldaşı Altair gibi gözleri dolmuş, boğazındaki yumrudan dolayı konuşamayacak vaziyette öylece duruyordu. Kimi, neden, ne için suçlayacağını bilemeden.
"Bana söz vermiştiniz?" dedi Ceyhun, Bayan Hemmings'e nefretle bakarak. Bunca zaman ailesi olarak gördüğü kadını şimdi bir hiç olarak benimsiyor oluşu, şüphesiz onun bencil olduğunu düşünmesinden kaynaklıydı. Öyle olduğundan ise şimdi adı kadar emindi. Kardeşini bir aracı olarak kullanmışlardı. Mary de, Oyuncu da, Herephia halkı da...
"Sizin yüzünüzden!" diyerek bağıran Ceyhun'u sakinleştirmek için elini uzattı kadın. Altair ise mahcubiyetle geri çekilmişti. "Yıllarca öz kardeşimden nefret ettim ben! Onu öldürmek istedim!"
Bayan Hemmings başını olumsuzca salladı.
"Ve yine sizin bencilliğiniz yüzünden!" Dudakları titredi Ceyhun'un. Bu kez çok daha gür bir şekilde bağırtı. "Onu kaybettim!"
"Ceyhun üzgünüm."
Ceyhun her ne kadar yüzüne alayı kondursa da yaşadığı acıdan dolayı omuzları düşük bir şekilde baktı karşısındaki kadına.
"Onu koruyacağınıza söz vermiştiniz."
"Ben. Ben gerçekten üzgünüm Ceyhun. Çok üzgünüm."
"Üzgün olman bir şeyi değiştirmeyecek!"
Yaşadığı şokun üzerine oluk oluk yağan öfke, gözlerinin buğulanmasına sebep olduğunda elleri ile yüzünü kapatıp hıçkırdı Ceyhun ve ömrü boyunca unutmayacağı kanlı direğin dibine diz çöktü. Üstüne başına bulaşan koyu sıvıya yansıyan gölge gözüne çarptığında ise tıpkı Nolan'ın saatler önce yapmış olduğu gibi yüzünü dizlerine gömüp hıçkırarak ağlamaya başladı.
Sessizliğin azalması ile dışarı çıktıkları anda anlamıştı bir şeylerin ters gittiğini. Fakat beklediği şey bu değildi. Beklediği şey, Mehir'in bir kazığın üzerinde cansızca duruyor oluşu değildi.
Heraphia sonunda kan göletine dönmüştü. O çok istedikleri zamansızlıktan kurtulmuş ve özgürlük ile bir başlarına kalmışlardı. Asla ölmez dedikleri kız ise, Mary'i serbest bırakır bırakmaz terk etmişti dünyayı. Amaçlarına ulaşmışlardı işte.
"Onu," dedi Altair yutkunmakta güçlük çekerek. "Oradan indirmemiz gerekiyor."
Başını salladı Bayan Hemmings. Sanki orada yalnızca onlar vardı. İkisi dışında kimse konuşmuyordu. Bir süre sonra kalktı yerinden Ceyhun. Bedeni titreyerek çekildi. Gökyüzünde asılı kalan mezardan süzülen koyu kanların arasından çekilerek uzaklaştı ve İsimsiz ile Duygusuz'a bakmayarak yeniden yönünü kız kardeşine çevirdi.
Eski gücünü kendinde arayan Altair en nihayetinde derin bir nefes aldı ve sivri buz parçasını yerinden sökerek dikkatli bir şekilde kenara bıraktı. Bayan Hemmings bu görüntüye güçlükle baktı. Duygusuz konuşamadı. Ceyhun yeniden hıçkırmaya başladığında İsimsiz donuk gözlerle olanları izliyordu.
Altair, sanki Mehir hala canlıymış gibi usulca buza tutundu ve buz parçasını genç kızın karnından oldukça yavaş hareketlere çekip almayı başardı. Kenara bırakılan ölüm direği çekilir çekilmez Mehir'in cansız kanları da soğuk karları boyamaya başladı. Bayan Hemmings genç kızın yönünü değiştirmek için ona dokunduğu ise anda Ceyhun buna şiddetle karşı çıktı ve yaşlı kadını kenara itti.
"Dokunma ona."
Müdire, Ceyhun'un bu davranışını acısına yorarak sesini çıkarmamıştı. Gözleri kan çanağı olmuş öğrencisine tek kelime edememiş, öylece onları izlemişti.
Ceyhun, kız kardeşinin cansız bedenine baktı. Koyu kumral saçları yüzünü örtmüştü. Karnında açılmış olan koca delikten kanlar süzülüyordu. Titreyen ellerini, kendine gelebildiğinde kaldırdı ve dokunduğu anda başını eğdi. Onun cansızlığını kanıtlamak isteyen soğuk teni, yüreğini üşütmüştü. Ceyhun işte o an nefes alıp vermeyi kesti. Mehir'in yönünü gökyüzüne çevirdiğinde karşılaştığı bembeyaz yüzle bir kez daha başını eğmişti.
Gözaltıları, dudakları, boynu... Rengini beyazlıktan çekmiş ve yerini çürüklere bırakmıştı.
Ceyhun ellerini kaldırıp dokunmak istedi. Fakat o ne zor bir güçtür ki kolunu dahi kımıldatamadı. Son çare bir kez çırpındı ve sonunda kollarını kaldırarak kardeşinin cansız yüzüne dokundu. Onu bir daha göremeyecek olmanın verdiği hüzünle öylece gerçeklere bakarken Mehir'in kolyesine dikkati kesildi. Kendisindeki tılsımın aynısıydı ve eğer yanılmıyorsa bunun içinde de bir not yazıyordu.
Korkarak, biraz da olsa çekinerek aldı kardeşinin boğazındaki kolyeyi. Bir umut onu çekince kendine geleceğini düşünse de Mehir'in tepkisizliği ile başını olumsuzca salladı ve kolyenin çıkıntılı küçük açıklığını kavradı. Ancak Bayan Hemmings'in sözleri ile olduğu yere çivilenmişti. Söylediklerinden çok, o kadının hala konuşuyor oluşu ürkütmüştü onu. Tıpkı diğerleri gibi.
"Manevi annesi açmaması konusunda uyarmıştı."
Derin bir nefes aldı Ceyhun.
"Onu kaybetmekten korkmuştur."
"Nasıl?" dedi Altair. Herkesin kafasında soru işaretleri vardı.
Ceyhun güçlükle konuştu. "Ölümle burun buruna geldiği anda açmasını istedi, değil mi?"
"Evet," dedi Bayan Hemmings.
"Açmadı." İsimsiz'in sesinde pişmanlık vardı.
Ceyhun başını olumsuzca salladı. "Açmak istemedi çünkü geleceğin ancak bu şekilde çözüm bulacağını düşündü."
Bayan Hemmings itiraz etti. Yüzünde, evladını savunan bir annenin ifadesi vardı.
"Açmak istedi. Hissettim. Kolyesine dokunmak istedi. Başaramadı çünkü çoktan kendini kaybetmişti."
Ceyhun gözlerini Bayan Hemmings'e çevirdi ve kaşlarını çatarak ona baktı.
"Bana verilen kolyenin içinde ne olduğunu biliyor musun? Biliyorsan Mehir'de yazanlardan da bu kadar emin misin?"
Bayan Hemmings de tıpkı karşısındaki genç adam gibi çattı kaşlarını.
"Sen açtın mı? Neden bana söylemedin?" Başını anlamsızlıkla iki yana salladı ve kendini toparlardı. "Bak Ceyhun. Mehir'in kolyesindeki o şey, bir çığlık. Ölüm getiren... Senle aynı hayatı paylaşmadığını biliyorsun."
"Ne vardı içinde?" dedi Altair. Ceyhun'un kolyesinin içinde neler olduğunu bilmek istiyordu.
Ceyhun konuşmak istemediğini belli etmek istercesine yönünü Mehir'e çevirdi. Fakat sorgu dolu cümleler susmamıştı.
"Ne vardı içinde Ceyhun?"
Ceyhun elindeki kolyeyi usulca avuçları arasında döndürdü ve dalgınca söylendi. "Bir başka ben."
Genç adam cümlesini henüz tamamlayabilmişti ki Herephia halkı ve diğer insanların akademiye doğru gelişi görüldü. Hepsi bitkin bir şekilde yürüyordu. Anlaşılan firar eden askerlerin işi çoktan bitmişti. Fakat hiçbirinin yüzünde mutluluk ya da galibiyetin verdiği o başarı hissi yoktu. Aksine büyük bir yenilgiye uğramış gibi görünüyorlardı. Zira gördükleri görüntüler, kılavuz istemiyordu.
"Açıkla," dedi Duygusz. Emir dolu cümleleri seçemeyecek kadar halsizdi.
Ceyhun derin bir nefes aldı ve kolyenin çıkıntısına uzandı.
"Bekle." Duygusuz tereddüt doluydu. "Açınca neler olacağını biliyor musun?"
"Bilmiyorum," dedi Ceyhun dürüstçe. "Ben rüyalarımda yaşadım o tuhaf hayatı. Fakat Mehir bunları göremeyecek." Sesi yine kısılmıştı. "Neler olacağından emin değilim."
Bayan Hemmings birkaç adım önce çıkarak genç adamı uyardı. "Yapmamalısın." Bir zamanlar gözkulak oldukları bedenden yine aynı uyarı sinyallerini alıyordu.
Fakat Ceyhun kimseyi dinlemedi ve tılsımın boşluk dolu kısımlarına tırnaklarını yerleştirerek usul usul araladı. İşte o anda Herephia'ın karanlığına, aydınlık gölge düşürdü ve gökyüzünde tuhaf görüntüler oluşmaya başladı. Kulaklarının aşina olduğu sesler ve oradan oraya kaçmakta olan önlüklü ters insanlar farklı bir dünyayı tanıtıyordu sanki onlara. Etrafa saçılmış onlarca cansız beden vardı. Üstelik ölümlerinin kolay olmadığı parçalanmış uzuvlarından anlaşılıyordu.
Görüntü, eskiden çekilmiş olan bir zombi filmi gibiydi. Tek fark ise ortada bir zombinin bulunmamasıydı.
İnsanlar ve farklılar, korku içerisinde başlarını indirdiğinde onları izleyen bir gencin varlığına şahit oldular. Üzerinde, orada bulunan kişilerden farklı olarak etekleri kana bulanmış, beyaz bir ceket vardı. Gözlerini tıpkı Herephia'da bulunanlar gibi tavana dikmiş, sanki bir şeyler diyecek gibi onlara bakıyordu.
Saniyeler sonra sindiği duvar köşesinden kurtuldu ve ölü bir bedenin üzerine çıkarak ekrana biraz daha yaklaştı. Gökyüzü, onun yüz hatlarından ibaret hala gelmişti.
Başını sağına soluna çeviren genç adam yutkundu ve elinde tutmakta olduğu kartı onlara doğru kaldırdı. Üzerinde tuhaf harflerle yazılı bir rumuz ya da kimlik vardı. Kimse orada ne yazdığını anlayamamıştı. Aslında yazılar tuhaf değildi, kartı tutmakta olan adamın eli güçlü bir şekilde titriyordu.
Zaman sonrasında konuştu adam.
"Ben Doktor Andreas. Uyku sona erdi. Beni bulun."
Kurulan cümlelerin ne anlama geldiğini Ceyhun dışında kimse idrak edememişti. Kısaydı. Netti. Fakat bir o kadar da anlamsızdı. Tüm bu yaşananlardan sonra sanki birileri onlarla dalga geçiyordu.
Görüntüdeki beklenti dolu adam başını yeniden yere eğdiğinde sessiz kaldı Herephialılar. Adamın kadrajdan çekilmesini izlediler. Kendisini doktor olarak tanıtan bu kişi görüntüden kaybolur kaybolmaz ise birbirlerine bakmaya başladılar.
"Neler oluyor?" Bayan Hemmings tedirgince etrafına bakınmıştı. "Tüm bunlar da neyin nesi?
Ceyhun ise bir Mehir'e bir de gökyüzündeki görüntüye bakıyordu. "Gerçeklik anlam kazanıyor."
"Nasıl? Tanrılar aşkına bu da ne böyle?" Altair öfkelenmişti.
Ceyhun sessizce cevap verdi. "Gördükleriniz, son zamanlarda görmeye başladığımız rüyalarımızın yalnızca milyonda biri."
"Aman Tanrım!" diyerek geriye kaçmıştı Kira. "Yani şimdi biz," Eli ile yukarıyı gösterdi. "oraya mı aitiz? Hangisi gerçek?"
"Artık bizi yöneten birisi yok. Dolayısı ile ileriye sarılacak bir zamanımız da yok. Buranın da," dedi cesetlerle dolu çevresini göstererek. "Oranın da yok edicileri biziz."
Herkes nefesini tutmuş, fark edemedikleri gerçeğin verdiği acıyı sindirmekle meşguldü. Nick'in en başta söylediği gibi, kendi sonlarını kendileri hazırlamışlardı.
"Peki, orası neresi?" Dedi Hannah.
Ceyhun yanıtladı. "Bilmiyorum." Kız kardeşinin yüzüne bakarak devam etti. "Bildiğim tek şey. Burada nasıl nefret kaynağı isek, orada da öyle olduğumuz."
Ceyhun sözlerini bitirir bitirmez, gökyüzündeki görüntünün üzerine bir eskiz kağıdı açılmış gibi bir kare daha belirdi. Birbirini takip eden adım sesleri hızını arttırdı. Tozlar, gerçekliğin üzerini karaladı ve etrafı kapanlarla dolu bir çark belirdi. Tozları bir nefes gibi yutan kapanlar birbirlerine tuhaf kelimeler fısıldıyordu. Fısıltılar devam ederken bir anda sesler kesildi. Ceyhun'un yanında uzanan ölü beden, diriyi öldürecek kadar korku dolu bir nefes alışla göğsünü havaya kaldırdı.
"Mehir!" diyerek çığlık attı Ceyhun.
Ceyhun korkarak geriye doğru kaçtığında yüzündeki tüm canlılık çekilmiş, rengi atmıştı. Farklıların aralarında bayılanlar bile olmuştu.
"Bei Ji Wei," dedi Mehir. Gözleri boşluğa bakıyordu. Sanki Mary'nin yok olması ile içi boş bir bez bebeğe dönüşmüştü. Tıpkı bir zombiyi andırıyordu.
Zaman sonra başını diğerlerine çevirdi.
"Bitti."
Bayan Hemmings korku ile geriye kaçıp henüz "Ruh Çarkı," demişti ki, tok bir gürültü eşliğinde kapanlar kırıldı ve çark çalıştı.
Bası boş ruhlar dört bir yana dağıldı ve büyük bir çığlık sesli kulakları sağır edecek düzeyde tüm evreni kapladı.
Ve her ne oldu ise o anda oldu. Aydınlık gökyüzünde beliren ceset parçaları, üzerilerine düşüyor gibi oldu. Belki de devrilen kendileri idi, bilmiyorlardı. Herephia her çark sesinde hızlı bir şekilde ısınmaya başladığında, kalabalık korku içinde çırpındı, kulaklarını kapattı ve sular inanılmaz bir hızla yükselmeye başladı. İnsanlar ve farklıların çığlık atmaya bile zamanı olmadığını anlatan sular saniyeler içerinde de tüm boyutu etkisi aldı. Gökyüzü ve yeryüzü birleşti. Tüm insanlar, Herephialılar ve diğerleri ciğerlerine kadar dolan su ile gözlerini kapatırken, derin bir uykudan uyanırcasına sıçramış ve kendilerini boşluğa teslim etmişlerdi.
Bir ses duyuldu yakından. Başarısızlığı tüm dünyaya dağılan projenin ilk nişanesi bu olmuştu.
"Üç, iki, bir... Yarış bitti."
Bạn đang đọc truyện trên: Truyen247.Pro